bannerbannerbanner
Scarlet Pimpernel
Scarlet Pimpernel

Полная версия

Scarlet Pimpernel

текст

0

0
Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 5

“Tanrım! Hiç eylül ayında bu kadar yağdığına şahit olmuş muydunuz, Bay Jellyband?” diye sordu Bay Hempseed.

Bay Hempseed, şömineye yakın oturaklardan birine oturmuştu, çünkü yalnızca Balıkçı Misafirhanesi’nde değil, aynı zamanda Kutsal Kitap hakkındaki bilgisiyle kayda değer öğreniminin çok büyük hürmet ve saygıyla karşılandığı tüm yörede, önemli bir kişilik ve otoriteydi. Ellerinden birini uzun zamandır giydiği özenle dikilmiş iş önlüğünün altındaki kadife pantolonunun geniş cebine sokmuştu, diğeriyle ise uzun piposunu tutuyordu. Oracıkta pencere camından süzülen küçük yağmur damlalarını izliyor ve karamsar bir halde oturuyordu.

“Hayır,” diye kısa bir cevap verdi Bay Jellyband, “bu kadar yağdığına şahit oldum mu hatırlamıyorum, Bay Hempseed. Üstelik neredeyse altmış yıldır buralardayım.”

Bay Hempseed bunun üzerine, “Tabii! Gerçi, o altmış yılın ilk üç yılını hatırlamanız mümkün değil, Bay Jellyband,” diye araya girdi sakince. “Hiç küçük bir çocuğun havayı bu kadar dikkate aldığına şahit olmadım, en azından buralarda. Üstelik ben de neredeyse yetmiş beş yıldır buralarda yaşıyorum.”

Bu bilmişliğe o an karşı çıkılamazdı, Bay Jellyband de zaten tartışmanın olağan akışı için hazır değildi.

“Sanki eylül değil de nisan ayındayız, değil mi?” diye devam etti Bay Hempseed keyifsizce, bu sırada yağmur damlaları ateşin üstüne düşerek cızırtı çıkarıyordu.

“Evet! Sanki öyle,” diye onayladı şerefli taverna sahibi, “fakat ne bekliyorsunuz ki Bay Hempseed, hele de başımızda böyle bir hükümet varken?”

Bay Hempseed, bilgece kafasını salladı. Britanya iklimine ve hükümetine olan derin güvensizliği yüzünden huysuzdu.

“Hiçbir şey beklemiyorum, Bay Jellyband,” dedi. “Bizim gibi zavallı insanların Londra’da işi yok, bunu biliyorum. Üstelik bunu çok da umursamıyorum. Ancak eylül ayında böyle bir havayla karşılaşınca tüm meyvelerim, Mısırlı annenin ilk çocuğu gibi çürümeye ve ölmeye başlıyor. Berbat egzotik meyveler ve portakallar satan Yahudiler hariç hiç kimseden iyi durumda değilim ki zaten eğer İngiliz elmaları ve armutları güzelce olgunlaşsaydı onları da kimse almazdı. Kutsal Kitap şöyle diyor…”

“Bu gayet doğru, Bay Hempseed,” diye çıkıştı Jellyband, “ama diyorum ki, ne bekliyorsunuz? Kanal’ın her yanında ülkelerinde krallarını ve soylularını öldürmeye çalışan Fransız şeytanlar var. Parlamentodaki Bay Pitt, Bay Fox ve Bay Burke ise kendi aralarında tartışıp kavga ediyorlar, biz İngilizler onların bu tanrıtanımaz yolu izlemesine izin mi vermeliyiz? Bay Pitt ‘Bırakın soyluları öldürsünler!’ diyor, Bay Burke ise ‘Durdurun onları!’ diyor.”

“Ben de bırakın öldürsünler diyorum, hepsine lanet olsun,” dedi Bay Hempseed sertçe, zira arkadaşı Jellyband’in politik tartışmalarını pek sevmiyordu. Çünkü derinliği bir kenara bırakıyor ve yörede ona büyük bir saygınlık, Balıkçı Misafirhanesi’nde ise bir dolu bedava bira kazandıran bilgeliğini sergileyemiyordu.

“Bırakın öldürsünler,” diye tekrarladı, “ama eylül ayında böylesi bir yağmurun yağmasına izin vermeyelim, çünkü bu hem kanuna hem de Kutsal Kitap’a aykırı ki orada şöyle diyor…”

“Tanrım! Bay Harry, beni korkuttunuz!”

Bu cilveleşmenin tam da Bay Hempseed’in meşhur Kutsal Kitap nutuklarından birini atmak için nefesini topladığı sırada gerçekleşmesi Sally adına talihsizlikti, çünkü bu yüzden genç kız babasının öfkesiyle karşı karşıya kalacaktı.

“Sally, haydi kızım, haydi!” dedi babası, kaşlarını çatmıştı. “O genç züppelerle oynamayı bırak da işinin başına dön.”

“İşler gayet yolunda baba.”

Fakat Bay Jellyband inat etti. Bay Jellyband’in kafasında, biricik evladı olan balıketli kızının, ağlarıyla istikrarsız bir kazanç elde eden bu genç adamlardan biriyle evlenmesi yerine, zamanı gelince Balıkçı Misafirhanesi’ni devralması vardı.

“Beni duydun mu kızım?” dedi sakin bir ses tonuyla, handaki hiç kimse itiraz edemedi. “Efendi Tony’nin yemeğini hazırla, eğer ona sunabileceğimizin en iyisini veremezsek ve memnun kalmazsa o zaman başına gelecekleri görürsün. O kadar.”

İstemeyerek de olsa Sally, babasının dediklerine uydu.

“Bugün özel konuklar mı bekliyorsunuz, Bay Jellyband?” diye sordu Jimmy Pitkin. Vefalı bir tavır takınarak han sahibinin dikkatini, biraz önce Sally’nin odayı terk etmesine sebep olan tatsızlıktan uzaklaştırmaya çalıştı.

“Evet, öyle,” diye cevap verdi Jellyband. “Efendim Tony ve arkadaşlarını bekliyorum. Suyun öte tarafından dükler ve düşesler gelecekler; genç efendinin kendisi, arkadaşı Sör Andrew Ffoulkes ve diğer genç asil adamlar, bu kişilerin o zalim şeytanların pençelerinden kurtulmalarına yardımcı oldular.”

Bu, sürekli mızmızlanan Bay Hempseed için çok fazlaydı.

“Tanrım! Bunu neden yapıyorlar acaba? Diğer halkların işlerine burnumuzu sokmayı uygun görmüyorum. Zira Kutsal Kitap şöyle diyor…”

“Bay Hempseed, Bay Pitt’in yakın arkadaşı olmanıza rağmen, Bay Fox’a katılıp ‘Bırakın öldürsünler!’ diyorsunuz,” diye araya girdi Jellyband, ufaktan dokundurarak.

“Affedersiniz, Bay Jellyband, öyle bir şey dediğimi hatırlamıyorum,” diye kısık bir sesle yanıt verdi Bay Hempseed.

Ne var ki Bay Jellyband’in konuyu kapatmaya pek niyeti yoktu.

“Ya da belki de buraya gelip katliamlarını biz İngilizlere haklı gösterme amacı taşıyan Fransızlardan birkaçıyla arkadaş olmuşsunuzdur.”

“Ne demek istediğinizi anlamıyorum, Bay Jellyband,” diye çıkıştı Bay Hempseed, “Tek bildiğim…”

“Tek bildiğim,” diye araya girdi yüksek bir sesle taverna sahibi, “Mavi Yüzlü Ayı Tavernası’nın sahibi olan arkadaşım Peppercorn, bu topraklarda görebileceğiniz en sadık ve en hakiki İngiliz-di. Bir de şimdi bakın! O kurbağa yiyicilerle arkadaş oldu ve onları edepsiz, tanrıtanımaz kıllı casuslar olarak değil, İngilizlerle birmiş gibi görüp hepsiyle düşüp kalktı. Aynen öyle! Peki ne oldu? Şimdilerde Peppercorn’un tek konuştuğu şey devrim, özgürlük, aristokratlara ölüm vesaire vesaire. Tıpkı Bay Hempseed gibi!”

“Affedersiniz, Bay Jellyband,” diye tekrar araya girdi Bay Hempseed kısık bir sesle. “Sanıyorum ki hiç öyle bir şey…”

Bay Jellyband, genel kitleye hitap ediyordu. Oradaki herkes, ağızları açık ve hayrete düşmüş şekilde Bay Peppercorn’un kusurlarına dair beyanları dinliyordu. Bir masadaki iki müşteri ki kıyafetlerine bakılırsa beyefendilerdi, henüz bitmemiş domino oyunlarını bir kenara itip bir süre dinlediler, Bay Jellyband’in uluslararası fikirlerinden keyif aldıkları çok açıktı. O sırada birisi, hareketli dudaklarının köşelerinde dolaşan alaylı bir gülüşle, Bay Jellyband’in odanın ortasında dikildiği yere doğru döndü.

“Dürüst arkadaşım, görünüşe göre casus dediğin bu Fransızların, arkadaşın Bay Peppercorn’un fikirlerini bozacak kadar zeki adamlar olduğunu düşünüyorsun. Peki bunu nasıl başardılar, onu hiç düşündün mü?” diye sordu sakince.

“Tanrım! Efendim, sanıyorum ki onu konuşarak ikna ettiler. Bu Fransızların çenelerinin çok iyi olduğunu duydum. Buradaki Bay Hempseed, onların bazı insanları nasıl parmaklarında oynattıklarını size anlatabilir.”

“Gerçekten öyle mi, Bay Hempseed?” diye sordu yabancı, kibar bir şekilde.

“Hayır efendim!” diye cevapladı Bay Hempseed, çok rahatsız olmuştu. “Sorduğunuz sorunun cevabını bilmiyorum.”

“Peki öyleyse,” dedi yabancı. “Onurlu efendim, umalım ki bu zeki casuslar sizin olağanüstü sadık fikirlerinizi de çelmesin.”

Bay Jellyband kendini tutamayıp bu curcuna içinde bir kahkaha patlattı ve ona borçlu olanlar da bu kahkahaya katıldı.

“Hahaha! Hohoho! Hehehe!” Olabilecek her şekilde güldü; çenesi ağrıyana ve gözlerinden yaşlar gelene dek gülmeye devam etti. “Benim! Duydunuz mu şunu? Benim fikirlerimi çelebileceklermiş, duydunuz mu, ha? Tanrı sizi bağışlasın efendim, fakat çok tuhaf şeyler söylüyorsunuz.”

Bay Hempseed, “Peki Bay Jellyband, ancak Kutsal Kitap ne diyor unutmayın: Sağlam durduğunu sanan kişi dikkat etsin, her an düşebilir,” diye cevap verdi.

“Şunu göz önünde bulundurun Bay Hempseed,” dedi Jelly-band, hâlâ gülmekten karnını tutuyordu. “Kutsal Kitap beni tanımıyordu. Niye o katil Fransızlarla oturup bir bardak bira içeyim ki? Üstelik fikirlerimi hiçbir şey değiştiremez. Yaa! O kurbağa yiyicilerin Kral’ın İngilizcesini bile konuşamadıklarını duydum, yani garip dillerini konuşmaya çalıştıklarını görürsem onları hemen tanırım, bu kadar basit! Ne demişler, tehlikeyi erken sezen, erken silahlanır.”

“Kesinlikle öyle, dürüst dostum,” diye onayladı yabancı büyük bir neşeyle. “Görüyorum ki çok zeki bir adamsınız, yirmi Fransıza bedelsiniz. Bu yüzden şerefli efendim, onurunuza içmek istiyorum, bu şişeyi benimle bitirme onurunu gösterirseniz çok memnun olurum.”

“Çok naziksiniz efendim,” dedi Bay Jellyband, kahkaha tufanından geriye kalan gözyaşlarını siliyordu. “Tabii ki bitiririm.”

Yabancı, bir çift bardağı şarapla doldurdu, birini hanın sahibine diğerini de kendine aldı.

“Hepimiz sadık İngilizleriz,” dedi, bu sırada ince dudaklarında nüktedan bir gülümseme vardı. “Ancak ne kadar sadık olursak olalım, Fransa’dan bize gelen şeyler arasında en azından bu içeceğin iyi bir şey olduğunu kabul etmeliyiz.”

“Tabii! Bunu hiçbirimiz inkâr edemeyiz efendim,” diye onayladı taverna sahibi.

“Öyleyse İngiltere’deki en iyi ev sahibine, şerefli hancımız Bay Jellyband’e içelim,” dedi yabancı yüksek bir sesle.

“Oooo!” diye eşlik etti orada bulunan herkes. Sonrasında alkışlar koptu. Kupaların ve bardakların masa üzerinde çıkardığı müzikal tıkırtı, birçok konuşma üzerine atılan yüksek sesli kahkahalara ve Bay Jellyband’in “Tanrının cezası bir yabancının düşüncelerimi çelmesini bir düşünün! Ne manzara ama! Tanrı sizi korusun efendim, ancak çok tuhaf şeyler söylüyorsunuz,” nidalarına eşlik ediyordu.

Yabancı, bu değişmeyecek gerçeğe tüm kalbiyle katıldı. Gerçekten de Bay Jellyband’in tüm Avrupa kıtası sakinlerinin tastamam değersiz olduğuna dair kökten yerleşmiş düşüncelerini herhangi birinin değiştirebileceğini ileri sürmek çok abesti.

Üçüncü Bölüm

Sığınmacılar

Bu sıralarda, Fransızlara ve yaptıkları şeylere karşı sesler İngiltere’nin her kesiminde yükselişe geçmişti. Fransız ve İngiliz kıyıları arasında iş yapan kaçakçılar ve meşru tüccarlar, suyun öte tarafından sürekli yeni haberler getiriyordu. Bu haberler, İngilizlerin kanının kaynamasına sebep oluyordu. Bu yüzden İngiliz halkı, kendi krallarını ve kralın tüm ailesini zindana atan, kraliçeye ve çocuklarına her türden onur kırıcı davranışta bulunan, şimdi ise tüm Bourbon Hanedanı’nın ve destekçilerinin kanını talep eden o katillerin “hak ettiklerini bulması” gerektiğini düşünüyordu.

Marie Antoinette’in genç ve güzel arkadaşı Prenses de Lamballe’ın katledilmesi, İngiltere’deki herkesin kalbini tarif edilemez bir dehşetle doldurmuştu. Kraliyet ailesinin, tek günahları aristokrat bir soydan gelmek olan iyi üyelerinin idam edilmesi, tüm uygar Avrupa’nın intikam isteğiyle yanıp tutuşmasına yol açıyor gibiydi.

Ne var ki kimse araya girmeyi göze alamadı. Burke, tüm hitabet yeteneğiyle, Britanya Hükümeti’ni devrim hükümeti tarafından yönetilen Fransa ile savaşması için ikna etmeye çalıştı; fakat ihtiyatlı bir adam olan Bay Pitt, ülkenin ağır ve masraflı bir savaşa daha girişmeye uygun durumda olmadığını düşünüyordu. İnisiyatifi ele almak Avusturya’ya düşecekti. Avusturya, en güzel kızının artık devrik bir kraliçe durumuna düşmesiyle, âdeta uluyan bir çete tarafından zindana atılmış ve hakarete uğramıştı. Bay Fox ise birkaç Fransız diğerlerini öldürdü diye tüm İngiltere’nin savaşa girmesine gerek olmadığını savunuyordu.

Bay Jellyband ve John Bullvari’ye gelince onlar, tüm yabancıları küçük görseler de devrime karşı insanlardı. Bu yüzden şu sıralarda ihtiyatı ve ılımlı yaklaşımı için Pitt’e sinirliydiler; fakat tabii ki bu büyük adamın politikasına yön veren diplomatik nedenlerin hiçbirinden bir şey anlamıyorlardı.

Sally koşarak geri geldi, çok heyecanlı ve telaşlıydı. Tavernadaki neşeli kitle dışarıdaki sesten bihaberdi; ancak Sally sırılsıklam olmuş atıyla birlikte bir adamın Balıkçı Misafirhanesi’nin kapısında durduğunu görmüştü. Seyis çocuk atı ahıra götürmek için ayaklandığında, güzel Sally de ziyaretçiyi karşılamak için ön kapıya doğru gitti. Tavernadan geçerken “Baba, sanırım bahçede Efendi Antony’nin atını gördüm,” dedi.

O sırada kapı dışarıdan açıldı, yağmurdan sırılsıklam olmuş koyu renkli kıyafetin sardığı bir kol, güzel Sally’nin beline sarıldı; aynı anda candan bir ses tavernanın cilalanmış kalasları arasında yankılandı.

“Tanrım, güzel Sally, kahverengi gözlerin ne keskin!” dedi içeri yeni giren adam, o an Bay Jellyband aceleyle ve büyük bir şevkle öne doğru atıldı, âdeta alarma geçmişti ve telaşlıydı, zira hanının en ayrıcalıklı konuklarından biri gelmişti.

“Tanrım, bu nedir böyle Sally?” diye ekledi Efendi Antony, Sally’nin çiçek açan yanaklarına bir öpücük kondururken, “Seni her gördüğümde daha da güzelleşmiş oluyorsun. Dürüst arkadaşım Jellyband, gençleri senin ince belinden uzak tutmak için çok uğraşıyor olmalı. Siz ne dersiniz Bay Waite?”

Efendiye olan saygısı ve bu şakaya dair hoşnutsuzluğu düşünülünce iki arada bir derede kalan Bay Waite, yalnızca tedirgin bir homurtuyla cevap verdi.

Efendi Antony Dewhurst, Exeter Dükü’nün oğullarından biriydi ve o günlerin standartlarına göre eksiksiz bir İngiliz beyefendisiydi. Uzundu, heybetliydi, geniş omuzları ve güleç bir yüzü vardı, kahkahası gittiği her yeri inletirdi. İyi bir centilmen, hayat dolu bir ahbaptı, kibar ve soylu bir insandı, mizacını bozacak bir zekâya sahip değildi, Londra’daki konuk salonlarının ve kasaba tavernalarının en sevilen konuklarından biriydi. Balıkçı Misafirhanesi’ndeki herkes onu tanırdı, çünkü Fransa’ya gidip gelmeyi severdi ve yoldan dönerken ya da yola çıkarken onurlu Bay Jellyband’in bir geceliğine misafiri olurdu.

Sally’nin belini bıraktığında Waite’e, Pitkin’e ve diğerlerine başıyla selam verdi, kurulanmak ve ısınmak için şöminenin önüne doğru gitti. Domino oyunlarına kaldıkları yerden devam eden iki yabancıya kısa fakat biraz şüpheyle dolu bir bakış attı, bir anlığına güler yüzünü derin bir ciddiyet, hatta bir endişe bulutu kapladı.

Ancak bu durum çok kısa sürdü, sonra saçlarına dokunan Bay Hempseed’e döndü.

“Ee, Bay Hempseed, meyveler nasıl?” diye sordu.

“Çok kötü efendim, çok kötü,” diye cevap verdi Bay Hempseed. “Ancak başımızda, krallarını ve tüm soylularını öldürecek Fransız serserilere göz yuman bir hükümet varken ne bekleyebiliriz ki…”

“Hayat bir garip!” diye cevap verdi Efendi Antony. “Gerçekten öldürecekler dürüst Hempseed, en azından ellerine geçirebildiklerini, maalesef! Fakat bu gece buraya, kendilerini o serserilerin pençelerinden kurtarabilmiş birkaç arkadaş gelecek.”

Genç adam bu sözleri söyler söylemez, köşede oturan sessiz yabancılara meydan okuyan bir bakış atmıştı sanki.

“Duyduğuma göre siz ve arkadaşlarınız sayesinde efendim,” dedi Bay Jellyband.

O an Efendi Antony’nin eli, onu uyarmak ister gibi taverna sahibinin koluna gitti.

“Sessiz!” dedi tartışmaya yer bırakmayacak bir şekilde, hiç düşünmeden tekrar yabancılara doğru baktı.

“Ah! Tanrı iyiliğinizi versin, onlardan zarar gelmez efendim,” dedi Jellyband. “Hiç kuşkunuz olmasın. Buradaki herkesin dost olduğunu bilmesem öyle konuşmazdım. Oradaki beyefendi de sizden iyi olmasın, tıpkı sizin gibi Kral George’un sadık ve hakiki bir hizmetkârı. Dover’a yeni geldi sayılır, buralarda bir iş kuruyor.”

“İş mi? Tanrım, herhalde cenaze işinde, zira bu zamana dek bu denli karanlık bir çehre görmemiştim.”

“Hayır efendim, sanıyorum ki eşini kaybetmiş ki bu da yüzündeki hüznü açıklıyor. Yine de kendisi bir dosttur, buna kefil olurum. Siz de çok iyi biliyorsunuz ki bir kasaba tavernasının sahibinden daha iyi bir insan sarrafı yoktur.”

“Ah, peki öyleyse,” dedi Efendi Antony, bu tür meseleleri taverna sahibiyle konuşmaktan çekinmediği belliydi. “Yine de söyle bana, burada kalan başka birileri yok, değil mi?”

“Hayır efendim, başka kimse de gelmeyecek, yalnızca…”

“Yalnızca?”

“Siz efendimin burada görmek istemeyeceği kişiler değil.”

“Kim gelecek?”

“Efendim, Sör Percy Blakeney ve hanımı birazdan gelirler, fakat burada kalmayacaklar…”

“Leydi Blakeney mi?” diye sordu Efendi Antony, biraz şaşırmıştı.

“Evet efendim. Sör Percy’nin kaptanı biraz önce buradaydı. Hanımefendinin erkek kardeşinin bugün, Sör Percy’nin yatı DAY DREAM ile Fransa’ya geçeceğini, Sör Percy ve hanımının da onu son kez görmek için buraya geleceğini söyledi. Bu durum sizin keyfinizi kaçırmaz, değil mi efendim?”

“Hayır, hayır dostum, keyfimi kaçırmaz. Sally yemeği en iyi şekilde pişirir, yemek de Balıkçı Misafirhanesi’nde servis edilen en güzel yemek olursa hiçbir şey keyfimi kaçırmaz.”

“Hiç şüpheniz olmasın efendim,” dedi Sally, o sırada masaları yemek için ayarlamakla meşguldü. Masa, ortasındaki yıldızçiçeği demetlerinin müthiş renkleriyle, parlak kalaylı kadehleriyle, mavi porselenleriyle çok hoş ve çok davetkâr görünüyordu.

“Masayı kaç kişilik yapalım efendim?”

“Beş kişilik yer ayır güzel Sally, ancak yemek en az on kişilik olsun. Çünkü dostlarımız yorgun, sanıyorum ki açtırlar. Bana gelince, ant olsun bu gece bir oturuşta bir sığırı bile yiyebilirim.”

“Sanırım geldiler,” dedi Sally heyecanla, uzaktaki at nallarının ve tekerleklerin sesleri artık duyulabiliyordu, ses gitgide yaklaşıyordu.

Tavernada genel bir telaş vardı. Herkes, Efendi Antony’nin suyun ötesindeki güzel dostlarını görmek için can atıyordu. Sally, duvarda asılı küçük ayna parçasında hemen kendine baktı, saygıdeğer Bay Jellyband ise ayrıcalıklı konuklarını karşılamak üzere ayaklandı. Yalnızca köşedeki iki yabancı, tüm bu telaşa dahil olmadı. Sakin sakin domino oyunlarını bitirmeye çalışıyorlardı ve bir kez olsun bile kapıya doğru bakmadılar.

“Hemen ileride, kapı sağınızda Kontes,” dedi dışarıdan hoş bir ses.

“Ah! İşte oradalar, sağ salim geldiler,” dedi Efendi Antony büyük bir neşeyle, “Hadi güzel Sally, çorbaları ne kadar hızlı servis edebiliyormuşsun görelim.”

Kapı, önceden ayaklanmış Bay Jellyband tarafından ardına kadar açıldı. Bay Jellyband, bol bol reverans yapıp iki hanımefendi, iki de beyefendiden oluşan dört kişilik grubu karşıladı. Hepsi tavernaya girdiler.

“Hoş geldiniz! İngiltere’ye hoş geldiniz!” dedi Efendi Antony büyük bir coşkuyla, her iki elini büyük bir şevkle yeni gelen misafirlere doğru uzattı.

“Ah, sanıyorum siz Antony Dewhurst’sünüz,” dedi hanımlardan biri, yabancı ve belirgin bir aksanla konuşuyordu.

“Hizmetinizdeyim madam,” diye cevap verdi Antony. Çok nazikçe her iki hanımın ellerini öptü, sonra dönüp beylerin ellerini büyük bir samimiyetle sıktı.

Sally, hanımların yol pelerinlerini çıkarmıştı bile. Hanımların her ikisi de titreye titreye döndüler ve harıl harıl yanan şömineye yöneldiler.

Tavernadaki herkes bir şeyle meşguldü. Sally mutfağa doğru gitti, bu sırada Jellyband ateşin etrafında bir iki sandalye ayarladı. Bay Hempseed saçıyla oynuyor ve şömine önündeki oturağında sessizce oturuyordu. Herkes, meraklı fakat saygılı bir şekilde yeni gelenlere bakıyordu.

“Ah, mösyöler! Ne diyebilirim ki?” dedi iki hanımdan yaşça büyük olan, bu sırada narin aristokrat ellerini sıcacık ateşe doğru uzatıyordu. Bir Efendi Antony’ye, bir dostlarına eşlik eden genç adamlardan birine tarif edilemez bir minnetle bakıyordu. Bu genç adam, o sırada kendisini ağır pelerinli paltosundan kurtarmakla meşguldü.

“Umuyorum ki İngiltere’de olmaktan memnunsunuzdur ve zorlu yolculuğunuz size çok dert olmamıştır,” dedi Efendi Antony.

“Tabii, tabii ki İngiltere’de olmaktan memnunuz,” dedi kadın, gözleri yaşlarla dolmuştu. “Çektiğimiz dertleri unuttuk bile.”

Sesi ahenkli ve kısık çıkıyordu. O günün modasına uyup kar beyazı gür saçlarını alnından yukarıya doğru toplamış ve süslemişti, aristokratlara has güzellikteki yüzünde asilce göğüs gerdiği birçok acının izleri ve vakur bir asalet vardı.

“Umuyorum ki dostum Sör Andrew Ffoulkes, size iyi bir yol arkadaşı olmuştur.”

“Ah tabii, Sör Andrew çok nazikti. Ah baylar, ben ve çocuklarım size nasıl teşekkür edebiliriz?”

Yanındaki refakatçisi, görünüşte çıtı pıtı küçük bir kızı andıran hanım üzgün görünüyordu, yüzünde bitkinlik ve keder vardı, henüz hiçbir şey söylememişti. Ancak yaşlarla dolu kahverengi büyük gözlerini şömineden ayırıp ateşin ve kendisinin yanına doğru yaklaşmış Sör Andrew Ffoulkes’un gözlerine dikti. Sonra, açık bir minnet duygusuyla dolu yüzündeki gözleri Sör Andrew’un gözleriyle buluşunca, solgun yanaklarına sıcak bir renk geldi.

“Demek İngiltere burası,” dedi, tıpkı bir çocuk gibi merakla önce büyük şömineye ve meşe kalaslara, sonra da güler yüzlü Britanyalı çehreleri olan ve özenle işlenmiş iş önlükleri giyen köylülere baktı.

“Bir parçası matmazel… Ama tümü emrinize amadedir,” diye cevap verdi Sör Andrew, gülümseyerek.

Genç kızın yanakları tekrar kızardı, güzel yüzünü büyük ve tatlı bir gülümseme aydınlattı. Hiçbir şey söylemedi, Sör Andrew da sessizdi, yine de bu iki genç insan birbirini anlayabiliyordu. Zira zamanın başlangıcından beri dünyadaki genç insanlar birbirlerini anlama kabiliyetine sahiplerdi.

“Yemek, yemek diyorum!” diye patladı Efendi Antony’nin şen sesi. “Dürüst Jellyband, yemek! Güzel genç kızın ve çorbalar nerede kaldı? Bu gidişle sen orada ağzın açık bir şekilde hanımlara bakarken onlar açlıktan bayılacak.”

“Bir saniye! Bir saniye izin verin efendim,” dedi Jellyband, mutfağa giden kapıyı açtı ve şiddetle bağırdı: “Sally! Hey, Sally!

Hazır mısın kızım?”

Sally hazırdı, çok geçmeden koca bir çorba kâsesiyle kapı eşiğinde göründü. Çorbanın üstünden buhar yükseliyor, etrafa müthiş iştah açıcı bir koku yayılıyordu.

“Ah, hayat! Nihayet yemek!” diye bağırdı Efendi Antony keyifle, sonra büyük bir nezaketle kolunu Kontes’e uzattı.

“Bu onuru bana lütfeder misiniz?” diye sordu kibarca, sonra kadını yemek masasına doğru götürdü.

Salonda büyük bir hengâme vardı. Bay Hempseed, köylüler ve balıkçıların birçoğu “asalet”e yol açmak için gitmişler ve pipolarını başka bir yerde tüttürmeye karar vermişlerdi. Yalnızca iki yabancı kalmıştı, sessizce ve umursamazca domino oynuyor, şaraplarını içiyorlardı. Başka bir masada da tepesi çabuk atan Harry Waite vardı, masayla ilgilenen güzel Sally’yi izliyordu.

Sally, İngiliz kırsal hayatının çok zarif bir resmini sunuyordu, bu yüzden şıpsevdi genç Fransız’ın gözlerini Sally’nin güzel yüzünden ayıramaması şaşırtıcı değildi. Tourney Vikontu, on dokuz yaşına daha yeni girmiş sakalsız bir gençti; ülkesinde cereyan eden korkunç trajediler onu pek de etkilemiş gibi görünmüyordu. Şık hatta züppece giyinmişti, İngiltere’ye sağ salim vardıklarında ise devrimin dehşetini, İngiliz hayatının zevkleri içinde unutmaya çoktan hazır gibiydi.

“İngilteğe buysa,” dedi memnuniyet ve arzuyla Sally’ye bakarken, “çok sevdim.”

Bu noktada Bay Harry Waite’in, sıktığı dişleri arasından tehditkâr bir sesle konuya dahil olmaması imkânsızdı. Yalnızca “asalet”e olan saygısı ve Efendi Antony’ye olan büyük hürmeti sebebiyle, genç yabancıya dair hoşnutsuzluğunu kontrol altında tuttu.

“Hayır, burası İNGİLTERE, seni meczup,” diye gülerek araya girdi Efendi Antony, “ayrıca yalvarıyorum, gevşek yabancı davranışlarını bu çok ahlaklı ülkeye getirme.”

Efendi Antony masanın başına çoktan oturmuştu, sağında da Kontes vardı. Jellyband koşuşturuyor, bardakları dolduruyor, sandalyeleri düzeltiyordu. Sally, çorbaları servis etmek için hazır halde bekledi. Bay Harry Waite’in arkadaşları en sonunda gelip onu tavernadan çıkardılar, zira Vikont’un Sally’ye olan bariz hayranlığını gördükçe tepesi atıyor ve daha hırçın bir hal alıyordu.

“Suzanne,” dedi sert mizaçlı Kontes, şiddetli ve etkili bir vurguyla.

Suzanne tekrar kızardı. Ateşin yanındayken zaman ve mekân kavramını unutmuş bir halde, yakışıklı genç İngiliz adamın gözlerini güzel yüzüne dikmesine ve sanki bilinçsizce elini kendi elinin üstüne koymasına izin vermişti. Annesinin sesi onu tekrar gerçekliğe döndürdü, uysalca “Hemen, annecim,” diyerek yemek masasındaki yerini aldı.

Dördüncü Bölüm

Scarlet Pimpernel ve Birliği

Masanın etrafına dizildiklerinde hepsi neşeli ve mutlu görünüyordu. Bir yanda kendilerine has yakışıklılıklarıyla asil ve soylu Sör Andrew Ffoulkes ile Efendi Antony Dewhurst, diğer yanda ise korkunç tehlikelerden kaçıp nihayetinde İngiltere kıyılarında güvende hisseden aristokrat Fransız Kontes ve iki çocuğu.

Görünüşe göre köşedeki iki yabancı oyunlarını bitirmişti. Biri ayağa kalktı, masada güleryüzüyle oturan dostuna sırtını dönüp büyük bir özenle üç pelerinli geniş paltosunu düzeltti. Bunu yaparken hızla etraftakilere bir göz attı. Herkes gülmekle ve sohbet etmekle meşguldü, bunun üzerine “Güvenli!” diye mırıldandı. Sonra arkadaşı, uzun çalışmalar sonucu elde edilebilecek bir dakiklikle, göz açıp kapayıncaya kadar dizlerinin üstüne çöküp meşeden yapılma uzun oturağın altına doğru sessizce süründü. Yabancı, yüksek bir sesle “İyi geceler,” deyip yavaş yavaş tavernadan dışarı çıktı.

На страницу:
2 из 5