Полная версия
Rus masalları
“Paranı aldın mı?”
“Hayır. Yine beklemem gerekiyor.”
“Kime sattın ki?”
“Ormandaki solmuş huş ağacına.”
“Ah, geri zekâlı seni!”
Üçüncü gün Budala, baltasını alıp ormana gitti. Parasını istedi ama huş ağacı çatırdamaktan başka şey yapmıyordu. “Yok, komşu, böyle olmaz!” dedi. “Bana vaatte bulunup duracaksan seninle işimiz iş. Ben böyle şakalardan hiç hoşlanmam. Bu yaptığını sana ödeteceğim!”
Bu sözleri söyleyip baltasını savurmaya başladı. Huş ağacının içinde bir oyuk vardı ve haydutlar bu oyuğa bir küp altın saklamışlardı. Balta darbeleriyle ağaç ikiye yarılınca, altınlar ortaya çıktı. Budala, kaftanının eteklerine alabildiği kadar altın doldurup eve koştu. Ağabeylerine altınları gösterdi.
“Bu hazineyi nereden buldun, Budala?” diye sordular.
“Bir komşu öküzüm karşılığında verdi. Ama hepsi bu değil, daha çok var! Haydi, gelin ağabeylerim, geri kalanını da siz alın!”
Hep beraber ormana gidip bütün altınları topladılar ve eve getirdiler.
“Bak şimdi Budala,” dedi işbilir ağabeyleri, “bu kadar çok altınımız olduğunu kimselere söyleme.”
“Korkmayın, kimseciklere tek laf etmem!”
Ansızın bir Diachok11 çıktı karşılarına ve dedi ki:
“Ormandan ne götürüyorsunuz öyle, biraderler?”
Akıllı kardeşler cevap verdi: “Mantar.” Ama Budala onların sözlerini inkâr ederek dedi ki:
“Yalan söylüyorlar! Para götürüyoruz. İşte, bak!”
Diachok derin bir ah çekip altının üzerine atıldı ve ceplerini avuç avuç altınla doldurdu. Bu işe çok öfkelenen Budala, baltasıyla Diachok’u bir hamlede yere serip öldürdü.
“Budala! Sen ne yaptın?” diye bağırıştı kardeşleri. “Sen iflah olmaz bir adamsın. Bizim de felaketimiz olacaksın! Bu cesedi ne yapacağız, ha?”
Uzun süre düşündüler ve sonunda cesedi boş bir kilere götürüp attılar. Fakat biraz zaman geçince en büyük ağabey, ortancaya endişelerini anlattı:
“Bu işin sonu kötü olacak. Diachok’u aramaya başladıklarında, göreceksin bak, Budala içinde hiçbir şeyi tutmadan her şeyi anlatıverecek. Şimdi ben diyorum ki bir keçi öldürüp kilere gömelim ve ölü adamın cesedini başka bir yere saklayalım.”
Her neyse. Kardeşler gece oluncaya dek bekledikten sonra bir keçi öldürüp kilere attı. Planladıkları şekilde Diachok’u da başka bir yere götürüp gömdüler. Birkaç gün geçtikten sonra insanlar her yerde Diachok’u arayıp sordular.
“Ne yapacaksınız Diachok’u?” dedi Budala kendisine sorulduğunda. “Birkaç gün evvel baltamla öldürdüm onu. Ağabeylerim de kilere götürdü.”
İnsanlar Budala’nın yakasına yapışıp bağırdılar: “Hemen bizi ona götür, nerede olduğunu göster.”
Budala, kilere gidip keçinin başını tuttu ve sordu:
“Sizin Diachok siyah saçlı mıydı?”
“Evet.”
“Sakalı var mıydı?”
“Evet, vardı.”
“Peki ya boynuzları?”
“Ne boynuzundan bahsediyorsun sen Budala?”
“Gelin de kendiniz görün,” dedi keçinin başını onlara çevirerek. Kilerdekinin keçi leşi olduğunu görünce Budala’nın yüzüne tükürüp evlerine gittiler.
Bütün dünyada en çok bilinen budala masallarından biri, henüz doğmamış torunlarını bekleyen olası talihsizlikleri hayal ederek kendini üzen ve çocuklarına çok düşkün olan anne babaların öyküsüdür. İskoçya’da bu hikâye biraz farklı bir şekilde anlatılır. Bir zamanlar yaşamış iki yaşlı kadın vardır. Günün birinde hüngür hüngür ağladıkları görülür. Üzüntülerinin sebebini anlatmak zorunda kalırlar. Buna göre iki kadın hayaller kurmuştur: Evli olsalardı, birinin erkek, diğerinin ise kız çocuğu olsaydı, sonra bu çocuklar büyüyüp evlense ve bebekleri olsaydı, bu küçük torun pencereden yuvarlanıp ölseydi, ne korkunç bir şey olurdu. İşte bu korkunç düşünce, kadıncağızları gözyaşlarına boğar. Bu hikâyenin Rusça versiyonlarından birinde ise Lutonya adlı bir çocuğun yaşlı anne babası, hayali bir torunun ölümüne ağlayıp durur. Yaşlı kadının düşürdüğü odun yüzünden küçücük çocuğun ölmesi ne korkunç bir felaket olurdu, diye düşünürler. Lutonya, anne babasının bu üzüntüsünü öyle gereksiz bulur ki, sonunda evden ayrılır ve onlardan daha aptal insanlar bulana dek geri dönmeyeceğini söyler. Dere tepe düz gider ve çoğuna aşina olduğumuz birçok aptallığa şahit olur. Mesela, orada yetişen çimleri yesin diye evin damında bırakılan bir ineğe rastlar, bir başka yerde hamutuna zorla sokmaya çalıştıkları bir at görür, üçüncü bir diyarda ise her defasında kilerinden bir kaşık süt getiren bir kadın çıkar karşısına. Fakat kahramanımız, aradığı üstün aptallığı bulamadan masal sona erer. Buna benzeyen başka bir Rus masalında Lutonya, kurnaz bir üçkâğıtçının oyununa gelen annesinden aptal birini bulmak için evinden ayrılır. Önce kısa bir ipi germeye çalışan marangozlarla karşılaşır ve ipe bir parça ekleyebileceklerini göstererek onların minnettarlığını kazanır. Sonra orak nedir bilmeyenlerin yaşadığı ve insanların darıları ısırarak hasat ettiği bir yere gelir. Onlara orak yapıp bir darı demetinin içine saplar ve orada bırakır. Köylüler, devasa bir solucan sandıkları orağın ucuna bir ip bağlayarak nehre kadar çekiştirerek götürürler. İçlerinden birini bir kütüğe bağlayıp suya bırakırlar, ipin bir ucunu da ona vererek “solucan”ı suya götürmesini isterler. Kütükle beraber köylü adam da ters döner, başı su altında kalır, bacakları ise suyun üstüne çıkar. “Kardeşim!” diye bağırırlar adama nehrin karşısından “Çoraplarını neden bu kadar umursuyorsun? Bırak ıslansın, ne olacak? Sonra ateşte kurutursun.” Ama adamcağız cevap veremez çünkü boğulmuştur. Nihayet Lutonya, içinde bulunduğu gruptakileri sayarken kendini saymayı unuttuğu için güçlük yaşayan İrlandalı’nınkine eşdeğer bir aptallık örneği bulmuştur. Bu olaydan sonra evine döner.
Bu tür mizahın örneklerini çoğaltmak, tüm Rusya’da bilinen halk masallarında bunlara rastlamak kolaydır. Gotham’ın bilge adamlarına, Stout adlı seyyar satıcı tarafından iç eteklikleri kesilen yaşlı kadınlara ya da çocuk kalbimizi hâlâ mest eden Aptallar Diyarı’nın diğer sakinlerine dair hikâyeler ile mübalağa hikâyeleri, Baron Munchhausen’ın şaşırtıcı maceralarının dayandığı Alman Lügenmährchen (Yalan Masallar) bunların benzerleridir. Fakat sözünü ettiğim örneklerle devam etmeyeceğim ve daha önemli bir skazka grubuna geçmeden evvel de Rus masal anlatma sanatını yansıtan bir “hayvan hikâyesi” ve bir “efsane”ye yer vererek bu bölümü sonlandıracağım. İşte birinci hikâye:
Mizgir
Çok ama çok uzun zaman önceydi. Denizin kabarması ve yazın sıcağıyla beraber dünyaya sıkıntı ve utanç hâkim olmuştu. Çünkü tatarcıklar ve sinekler dört bir yana akın ederek insanları sokuyor, kanlarını akıtıyordu.
İşte o zaman cesur kahraman Örümcek çıktı ortaya ve tatarcıklarla sineklerin en çok uğradığı yerlere ağlar ördü.
O tarafa yaklaşan korkunç bir Atsineği, tökezleyip Örümcek’in tuzağına düştü. Örümcek, onu boğazından sıkıca kavrayıp dünyadaki hayatına son vermeye hazırlanıyordu ki Atsineği Örümcek’ten merhamet diledi.
“Örümcek Baba! Ne olur öldürme beni. Bir sürü yavrum var. Öksüz kalacaklar. Bir lokma yiyecek için kapı kapı dilenip köpeklerle didişecekler.”
Bunun üzerine Örümcek, Atsineği’ni bıraktı. Sinek uçup gitti ve vızıldayıp cızıldayarak başına gelen her şeyi diğer tatarcık ve sineklere anlattı.
“Hey, tatarcıklar ve sinekler! Şu dişbudak ağacının altına toplanın. Haberlerim var. Bir örümcek gelmiş, kollarını savura savura ağlar örüyor ve tuzaklarını tam da sinek ve tatarcıkların kondukları yerlere kuruyor. Hepimizi tek tek yakalayacak!”
Bu haberi alan bütün sinekler bahsi geçen yere uçtu. Dişbudak ağacının köklerine saklanıp ölmüş gibi yaptılar.
Örümcek geldi ve orada bir cırcırböceği, bir kınkanatlı ve bir de tahtakurusu gördü.
“Hey, Cırcırböceği!” diye seslendi, “Bu tümsekte oturup enfiye çek! Kınkanatlı, sen de davul çal! Sana gelince Tahtakurusu, ağacın altına top gibi yuvarlanıp git de cesur kahraman Örümcek’in haberini sal. Yiğit kahraman Örümcek, artık bu dünyada değil. Onu Kazan’a yolladılar. Kazan’da bir kütüğün üzerine koyup başını kopardılar. Kütük de onunla birlikte yıkıldı.”
Tatarcıklar ve sinekler sevinip rahatladı. Doğruca Örümcek’in kurduğu tuzaklara yöneldiler. Örümcek dedi ki:
“Ah, ama beni unuttunuz! Keşke çok daha sık ziyaretime gelseniz! Şarabımdan ve biramdan içip misafirim olsanız!”
Demirci ve İfrit
Evvel zaman içinde bir Demirci yaşardı. Bu adamın akıllı mı akıllı, altı yaşında bir oğlu vardı. Bir gün yaşlı adam kiliseye gitti. Mahşer Günü’nü tasvir eden bir resmin önünde dikilirken simsiyah, boynuzlu bir İfrit’in de resimde yer aldığını gördü.
“Aman Tanrım!” dedi kendi kendine. “Demirci dükkânıma bundan bir tane yaptırsam iyi olacak.” Bunun üzerine bir sanatçıyla anlaşarak demirci dükkânının kapısına kilisede gördüğü resmin aynısını yaptırdı. Bundan sonra yaşlı adam dükkânına her girdiğinde İfrit’e bakıp “Günaydın, hemşerim!” diyecekti. Sonra kazanı ateşleyip işine başlayacaktı.
Bizim Demirci, on yıl kadar İfrit’le mutlu mesut yaşadı. Sonra hastalanıp öldü. Oğlu evin reisi oldu ve demirci dükkânının da başına geçti. Fakat o, İfrit’e babası gibi ilgi göstermeye pek meyilli değildi. Sabahları dükkâna girerken ona asla günaydın demiyordu. Ona güzel bir söz söylemek yerine bulduğu en büyük çekici eline alıp İfrit’in alnının tam ortasına üç defa vurur, sonra işine koyulurdu. Tanrı’nın kutsal günleri geldiğinde kiliseye gider ve her aziz için bir mum yakardı; fakat İfrit’i görünce yüzüne tükürürdü. Böylece üç yıl gelip geçti. Demirci’nin oğlu, her sabah İfrit’e tükürmeye ya da ona çekiçle vurmaya devam etti. İfrit, bütün bunlara sabırla katlandı, ancak sonunda sabrı taştı. Bu kadarı çok fazlaydı.
“Yeterince hakaretine katlandım!” diye düşündü. “Şimdi biraz diplomasi kullanarak ona bir oyun oynama vakti!”
Bunun üzerine İfrit, bir delikanlı kılığına bürünüp demirci dükkânına gitti.
“Günaydın, amca,” diyerek içeri girdi.
“Günaydın!”
“Beni yanına çırak alır mısın, amca? Hiç olmasa senin için odun taşıyıp körükleri çalıştırırım.”
Demirci bu fikri beğendi. “Neden olmasın?” diye cevap verdi. “Bir elin nesi var, iki elin sesi var. Öyle değil mi?”
İfrit, demircilik zanaatını öğrenmeye başladı. Bir ay sonunda ustasından çok daha fazla şey biliyordu ve onun yapamadığı her şey İfrit’in elinden geliyordu. Onu izlemek gerçekten çok keyifliydi!
Ustasının ondan duyduğu memnuniyeti, onu ne kadar çok sevdiğini anlatmaya kelimeler yetmez. Bazı günler ustası dükkâna gitmiyordu bile; çünkü kalfasına tamamen güveniyor, genç adamın işe hâkim olduğunu biliyordu.
Günün birinde usta evinde değildi. Kalfa, demirci dükkânında tek başına kalmıştı. O esnada arabasıyla yoldan geçen yaşlı bir hanım gördü ve bunun üzerine başını kapıdan çıkarıp bağırmaya başladı:
“Hey, beyler, hanımlar! Lütfedip buraya bakın! Yeni dükkân açtık, yaşlıları gençleştiriyoruz.”
Bunu duyan kadın hızla arabasından atlayıp demirci dükkânına koşturdu.
“Neler diyorsun bakayım sen öyle? Doğru mu söylediklerin? Gerçekten yapabilir misin bunu?” diye sordu delikanlıya.
“Kimse bilgimizden şüphe etmeye kalkmasın!” diye cevap verdi İfrit. “Söylediğimi yapamayacak olsam insanları buraya çağırmazdım.”
“Peki, kaç para?” diye sordu kadın.
“Hepsi birlikte beş yüz ruble.”
“Pekâlâ, işte paran. Haydi, beni genç bir kadına çevir.”
İfrit, parayı alıp kadının arabacısını köye gönderdi. “Haydi, git de bana iki kova süt getir,” dedi.
Sonra eline bir maşa alıp kadını ayaklarından tuttuğu gibi kazana fırlattı ve yaktı. Kadından geriye bir tek kemikleri kaldı.
Süt dolu kovalar getirilince İfrit, bunları büyük bir küvete boşalttı. Ardından kemikleri toplayıp sütün içine attı. Bir de ne olsa beğenirsiniz? Üç dakika sonra kadın, genç ve güzel bir hâlde sütün içinden çıkıverdi!
Sonra kadın arabasına binip evine gitti. Doğruca kocasının yanına koştu ama adam dikkatlice bakmasına rağmen karısını tanıyamadı.
“Ne diye duruyorsun öyle?” dedi kadın. “Ne kadar genç ve zarifim, baksana! Bu güzel hâlimle yaşlı bir koca istemiyorum yanımda. Hemen demirciye git ve seni genç yapmasını iste. Yoksa artık yüzümü göremezsin!”
Başka çaresi olmayan adam yola koyuldu. Ama demirci ustası geri dönmüş, vakit kaybetmeden dükkânına gitmişti. Demirci etrafına bakındı ama kalfa ortalıkta yoktu. Ne kadar sorup soruştursa da delikanlının nerede olduğunu öğrenemedi. Bunun üzerine tek başına işe koyulup çekiç sallamaya başladı. İşte tam o esnada zengin kadının kocası dükkâna geldi.
“Beni genç bir adama dönüştür,” dedi.
“Senin aklın başında mı Barin12? Ben nasıl gençleştireyim seni?”
“Haydi ama! Biliyorsun işte”
“Hiçbir şeycik bilmiyorum.”
“Yalan söyleme, hilebaz! Benim ihtiyar karımı nasıl genç kız yaptıysan, beni de öyle delikanlı yapacaksın. Yoksa karım beni terk edecek!”
“İyi de ben senin karını hayatımda görmedim ki!”
“Kalfan görmüş ya işte! Hem ne fark eder? O, bu işi nasıl yapacağını biliyorsa, ustası olarak sen çok daha iyi biliyor olmalısın. Haydi, bir an evvel işe koyul. Yoksa senin için çok fena olur. Huş ağacından havlularla keseletip doğduğuna pişman ederim seni!”
Demirci, zengin beyefendiyi dönüştürme işlemini denemek zorunda kaldı. Kalfanın yaşlı kadına neler yaptığını öğrenmek için gizlice arabacıyla konuştu. Sonra kendi kendine düşündü:
“Pekâlâ, öyle olsun! Ben de aynısını yapacağım. Başarırsam ne âlâ. Yok başaramazsam, ne diyeyim, başa gelen çekilir!”
Bunun üzerine hemen işe koyuldu. Beyefendiyi çırılçıplak soyup maşayla bacaklarından tuttuğu gibi kazana attı. Sonra körükleri çalıştırmaya başladı. Adamı iyice yakıp kavurduktan sonra kemiklerini süte attı ve genç bir adamın ortaya çıkmasını bekledi. Ama hiçbir şey olmadı. Küveti etraflıca aradı. Kapkara olmuş kemiklerden başka bir şey yoktu.
O sırada beyefendinin karısı, demirciye bir ulak yollayarak kocasının ne zaman hazır olacağını sordurdu. Zavallı Demirci, beyefendinin artık yaşamadığını söylemek zorunda kaldı.
Kadın, kocasının gençleştirileceği yerde köze çevrildiğini öğrenince çok öfkelendi. Güvenilir hizmetçilerini çağırıp Demirci’yi darağacına götürmelerini emretti. Emri hemen yerine getirildi. Hizmetçileri, Demirci’nin evine giderek adamı yakalayıp derdest etti ve darağacına götürdü. Demirci’nin kalfalığını yapmış olan genç adam ansızın ortaya çıkıp sordu:
“Seni nereye götürüyorlar, usta?”
“Beni asacaklar,” dedi Demirci ve başına gelenleri çabucak anlattı.
“Ah, amca!” dedi İfrit, “Bana bir daha çekiçle vurmayacağına ve baban gibi saygılı davranacağına yemin et ki, beyefendi dirilsin. Hem de genç bir delikanlı olarak!”
Demirci, İfrit’e bir daha el kaldırmayacağına ve ona hürmet edeceğine söz verdi. Bunun üzerine kalfa bir koşu demirci dükkânına gidip geldi. Beyefendiyi de yanında getirdi ve hizmetçilere seslendi:
“Durun! Bekleyin! Onu asmayın! İşte efendiniz burada!”
Hizmetçiler hemen ellerini çözerek Demirci’yi serbest bıraktı. Kalfa ortadan kayboldu ve bir daha hiç görünmedi. Ama beyefendi ve hanımı, refah içinde uzun bir ömür sürdü.
2. Bölüm
Mitolojik Masallar – 1
Kötülük Resmedilirken Kullanılan Şekiller
Bu bölüm, pek çok Rus eleştirmenin açıkça mite özgü nitelikler taşıdığını ileri sürdüğü skazka örneklerine ayrılmıştır. Bu sınıfta yer alan masalların çok sayıda olması, seçimi epey güçleştirdi. Fakat Rusya’da yaygın olan “mitsel” masal türünü en iyi yansıtan örnekleri ayırmak için elimden geleni yaptım.
Batı Avrupa masallarıyla kıyaslandığında bu türdeki Rus masallarında, sıradan olayları konu alan (bilhassa gülünç kahramanların bulunduğu) hikâyelerdekine oranla daha belirgin bir bireysellik söz konusudur. Avrupa köy hayatına dair kısa gülmecelerdeki kahramanlar, sahne nereye yerleştirilirse yerleştirilsin başlık ya da karakter bakımından çok az değişiklik göstermektedir. Tıpkı Avrupa hayvan efsanelerinde Tilki, Kurt ve Ayı’nın yaşadıkları bölgeye göre değişebilen rollere bürünmesi gibi. Fakat her ulusa özgü periler diyarındaki olağanüstü varlıklar pek çok açıdan birbirlerine benzeseler bile, bazı noktalarda da dikkat çekici bir biçimde ayrılmaktadır. Bunlar, aynı orijinal masal tipinin farklı gelişimlerinden kaynaklanıyor olabilir, bugün birbirinden büyük ölçüde ayrılmış Aryan halklarının tarih öncesi ataları arasında yaygın hikâyelere götürülebilir, hikâyelerdeki ilginç özellikler ise uzak ülkelerden gelen gezginlerin mesul olduğu tesadüflerden kaynaklanıyor olabilir. Ama her durumda, bugün her ailenin kendine has özellikleri, komşularından bariz bir şekilde ayrılan nitelikleri vardır. Benim ana hedefim, skazkalardaki “mitsel varlıklar”a bireysellik kazandıran bu özelliklere dair bir fikir verebilmek. Bu amaçla, sözü geçen olağanüstü varlıkları tasvir etmeye çalışacağım. Belli ölçüde Slav peri ülkesine özgü bu varlıklar, Rus halk masallarında da ortaya çıkıyor. Başka bir yerde bunlara dair kısa bir açıklama yaptım. Şimdi varlıklarının dayandığı kanıtlardan bir kısmını sadece zikretmek yerine, ayrıntılı bir şekilde vererek bunları ele almak istiyorum.
Kolaylık olması açısından, zıt unsurların çelişkisini açıkça bünyesinde barındıran birçok mitsel skazka arasından seçim yapabiliriz: İyi ve Kötü, Aydınlık ve Karanlık, Sıcak ve Soğuk ya da antagonistik güç veya fenomenleri içeren bir başka ikili olabilir bu. Haklıların davasını temsil eden ve mitoloji uzmanları tarafından pek çok farklı esasa ayrılan bu türden hikâyelerin tipik kahramanı, benimsendiği ülkelerin birçoğunda neredeyse tamamen aynı şekilde ortaya çıkar. Doğaüstü güçleri vardır ama buna rağmen etten kemikten bir insan olarak kalır.
Kadın kahraman konusunda da benzer şeyler söylemek mümkündür. Çünkü periler diyarındaki yaşam türleri hem kadınları hem de erkekleri kabul eden bir tabiata sahiptir. Skazka ve diğer halk masallarında kadın kahraman, evinin karanlığını giderecek vasıtaları ararken dişi ifritlerin gazabıyla karşılaşma cesaretini gösterir ya da büyü yapılmış ağabeylerini, büyücü kadına köle olmaktan veya kocasını karanlık bir zindanda tutsak kalmaktan kurtarır.
Fakat düşmanları, yani kahramanın nihayetinde saldırdığı ya da erdemleri sayesinde aşmayı başardığı karanlık ya da kötücül varlıklar, bulundukları bölge ya da hatıralarına karıştıkları insanlar bakımından belli ölçüde değişir. Jack’in öldürerek şan kazandığı devler, Norveç trolleri, Güney masallarındaki gulyabaniler, modern Yunanistan’ın Drakos ve Lamia’sı, Litvanyalı Laume ve diğer bütün canavarımsı varlıklar, önemli ölçüde ve bariz bir şekilde birbirinden ayrılmaktadır. Bu varlıklar, her halkın, (bir hipoteze göre) korktuğu Karanlık Güçler ya da (bir diğer teoriye göre) tiksindiği yerli halklar hakkında hayal gücüyle geliştirdiği fikirlere dayanmaktadır. Bunun harika bir örneği, Slav masallarındaki bu türe ait olağanüstü varlıklar ile Hint-Avrupa ailesinin Slav olmayan üyelerince iskân edilmiş ülkelerdeki muadilleri arasındaki tezatlıktır. Elbette, halk masallarındaki bütün bu fikirler arasında bu aileye özgü benzer unsurlar bulunabilir ancak Slav halk masallarının bizimle tanıştırdığı karanlık figürlerin, Latin, Helen, Cermen veya Kelt kökenli akrabaları olan canavarlar ile farklılığı ilk bakışta göze çarpmaktadır. Rus skazkalarının ilgili olduğu bu masallardan bir örnek vermek istiyorum. Bırakalım, hikâyeler kendi adına konuşsun.
“Mitsel” skazkalardaki karanlık güçler, erkek ve kadın olarak iki gruba ayrılırsa en önemli figürler ilk grupta yer alan Yılan (ya da “Zoolojik Mitoloji”nin bir başka örneği), Ölümsüz Kosçey, Çar Morskoy ya da Denizler Kralı’dır. İkinci grupta ise başlıca karakterler; Baba Yaga ya da Acuze, onun yakın akrabası Cadı ve son olarak Dişi Yılan’dır. Her iki sınıftan daha az göze çarpan karakterlerin şekli ve tabiatı üzerinde şu anda durmayacağız. Bunların bir kısmından başka bir bölümde söz etme fırsatımız olacak.
Yılanla başlayalım. Yılanın açıkça tasvir edilmesi nadirdir. Farklı kılıklarda karşımıza çıkar ve bu kılıklara dair tatmin edici bir görüş elde etmek güçtür. Bazen hikâye boyunca sürüngen karakterindedir. Kimi zaman da hem insan hem de yılan kılığına bürünür. Bir hikâyede, bileğinde bir şahin (ya da sırtında bir kuzgun) ve ayakucunda bir tazı olduğu hâlde ata bindiğini görürüz. Bir diğer masalda insan vücutlu ve yılan-başlı olarak karşımıza çıkarken, üçüncü bir hikâyede ise sahibi olan kadının çardağına hışımla giren bir yılandır ama ayağını yere vurarak yiğit bir delikanlıya dönüşür. Fakat çoğu durumda yalnızca kanatlı ve çokbaşlı olmasıyla diğer yılanlardan ayrılır. Genelde üç ila on iki arasında başı vardır.
Çoğu zaman Zméï (yılan) veya Goruinuiç (gora ya da dağın oğlu) adıyla tanınır ve bazen de dağ mağaralarını mesken tutar. Yeraltının derinliklerinde ya da dünyanın tam ortasında bir yerde, gösterişli bir saray veya “tavuk bacağında bir izba” yani ince direkler üzerine kurulmuş bir kulübede yaşayabilir. İşte, yılan avını buraya getirir. Bir masalda gün ışığını çalmış ya da gizlemiştir. Bir diğer hikâyede ise ölümünden sonra ışıldayan ay ve yıldızlar çıkar içinden. Ama genel olarak Plüton’un Proserpina’yı kaçırması gibi, yılan da bir kraliçe ya da prensesi evinden kaçırıp götürür. Genç kadın onun yanında gönülsüzce kalır ve onunla dövüşen kişiyi kurtarıcısı olarak selamlar. Fakat kimi zaman yılanın kendi türünden bir karısı ve anne babasının zevk ve güçlerini paylaşan kızları vardır. İşte Güney Rusya’ya ait aşağıdaki hikâyede bu durum söz konusudur:
İvan Popyalof
Evvel zaman içinde yaşlı bir karı koca yaşardı. Bunların üç oğlu vardı. İkisinin aklı başındaydı; ancak üçüncüsü budalanın tekiydi. İşte bu şapşal oğlanın adı İvan, soyadı ise Popyalof’tu.
On iki koca sene boyunca İvan, ocak küllerinin arasında yattı durdu; ama sonunda öyle bir ayağa kalkıp silkindi ki, üzerinden yüz kilo kül döküldü.
İşte İvan’ın yaşadığı bu ülkede hiç bitmeyen bir gece yaşanmaktaydı. Bütün bu karanlığın sorumlusu ise Yılan’dı. Neyse, günün birinde İvan bu Yılan’ı öldürmeyi üstlendi. Babasına dedi ki: “Baba, yüz kiloluk bir gürz yap.” Babasının yaptığı gürzü alıp tarlaya gitti ve elindeki topuzu var gücüyle havaya savurdu. Ardından eve döndü. Ertesi gün topuzu savurup yukarı fırlattığı noktaya geldi, başını geriye çekmiş hâlde oracıkta dikilip bekledi. Fırlatıldığı yerden aşağı düşen gürz, İvan’ın alnının tam ortasına isabet etti ve ikiye ayrıldı.
İvan hemen eve gidip babasına dedi ki: “Baba, haydi bir tane daha gürz yap bana. Ama bu sefer iki yüz kiloluk olsun.” Yeni gürzü alıp yine tarlaya gitti ve yukarı fırlattı. Gürz, üç gün üç gece havada döndü durdu. Dördüncü gün İvan aynı yere gidip gürzün aşağı inmesini bekledi. Bu sefer gürzün önüne dizini koydu ve gürz, üç parçaya bölündü.
İvan, eve dönünce babasından üçüncü bir gürz yapmasını istedi. Bu seferki üç yüz kilo olacaktı. Sonra yine tarlaya gidip eline aldığı gürzü havaya fırlattı. Bu defa gürz, tam altı gün havada asılı kaldı. Yedinci gün geldiğinde İvan her zamanki yerindeydi. Gürz yere indi ve İvan’ın alnına çarptı. Darbenin etkisiyle alnı yamuldu. Bunun üzerine İvan, “İşte bu gürz, Yılan’ı alt eder!” dedi.
Her şey hazır olunca ağabeyleriyle beraber Yılan’la dövüşmek için yola koyuldu. Az gittiler uz gittiler, sonunda bir tavuğun bacakları üzerinde yer alan bir kulübeye vardılar. İşte yılan bu kulübede yaşıyordu. Üç kardeş tam bu noktada durdu. Sonra İvan, eldivenlerini asıp ağabeylerine döndü: “Eldivenlerimden kan akacak olursa, hemen imdadıma koşun.” Bu sözlerin ardından kulübeye girdi ve tahta kaplamanın altına oturdu. Kısa süre sonra üç başlı Yılan belirdi. Küheylanı tökezledi, tazısı uludu ve şahini feryatlar kopardı.
Bunun üzerine Yılan bağırdı:
“Ne diye tökezlersin ey Küheylan! Ya sen ne diye ulursun ey Tazı! Peki ya sana ne demeli, nedir o yaygara ey Şahin!”
“Nasıl tökezlemeyeyim,” diye cevap verdi Küheylan, “Tahtanın altında İvan Popyalof oturmakta!”
Bunun üzerine Yılan dedi ki: “Haydi çık dışarı İvanuşka! Gel de gücümüzü yarıştıralım.” İvan karşılarına geçti ve dövüşe başladılar. Mücadelenin sonunda İvan, Yılan’ı öldürmeyi başardı. Sonra yine tahta kaplamanın altında oturmaya devam etti. Tam o sırada bir başka Yılan ortaya çıktı. Bunun altı başlı vardı ve İvan onu da öldürdü. Ardından bu defa on iki başı bir yılan geldi. İvan, onunla da kavgaya tutuşup canavarın dokuz başını kopardı. Yılan’ın takati kalmamıştı. O esnada bir kuzgun kanat çırparak geldi ve hırıldadı:
“Krof13? Krof!”
Bunun üzerine Yılan da Kuzgun’a seslendi: “Haydi, bir an evvel uç git de karımı çağır ve İvan Popyalof’u yemesini söyle.”