bannerbanner
Rus masalları
Rus masalları

Полная версия

Rus masalları

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 6

Ona yolu tarif ettikten sonra Şeytan gözden kayboldu ve Petruşa eve döndü.

Ertesi gün Petruşa Şeytan’ı ziyaret etmek için yola çıktı. Az gitti uz gitti, tam üç gün yol teptikten sonra karanlık ve sık bir ormana ulaştı. Ormanın içinden gökyüzünü görmek imkânsızdı! Tam ortada görkemli bir saray duruyordu. Petruşa saraya girince güzel bir kız ilişti gözüne. Bu kız, kötü bir ruh tarafından köyün birinden kaçırılmıştı. Petruşa’yı görünce bağırıp ağlamaya başladı:

“Niçin buraya geldin, delikanlı? Burada Şeytan hüküm sürer. Seni görürse paramparça eder.”

Petruşa, o saraya neden ve nasıl geldiğini anlattı.

“Pekâlâ. Şimdi beni dinle,” dedi güzel kız. “Şeytan sana gümüş ve altın verecek. Hiçbirini kabul etme. Kötü ruhların odun ve su almak için kullandığı sefil atı iste ondan. O at senin baban. Meyhaneden sarhoş hâlde gelip suya düşünce iblisler onu yakalayıp ata çevirdi. Şimdi de su almaya ve odun toplamaya giderken onu kullanıyorlar.”

O anda Petruşa’yı davet eden yiğit ortaya çıkıverdi ve ona türlü türlü yiyecek ve içeceklerle ikramda bulundu. Petruşa’nın eve dönme vakti gelince “Haydi,” dedi Şeytan, “Sana biraz parayla bir de at vereyim ki hızlıca evine varasın.”

“Ben hiçbir şey istemiyorum,” diye cevap verdi Petruşa. “Ama illa ki bana bir armağan vermek istiyorsanız, odun ve su almak için kullandığınız şu düldülü verin bana.”

“O at ne işine yarayacak ki? Hızlıca eve koşmaya kalksan ölüverir!”

“Olsun, yine de izin verin o atı alayım. Başkasını istemiyorum.”

Bunun üzerine Şeytan, o düldülü verdi. Petruşa atı yularından tutup götürdü. Kapılara vardığında güzel kız ortaya çıktı ve sordu:

“Atı aldın mı?”

“Aldım.”

“Öyleyse güzel delikanlı, köyüne yaklaştığında göğsündeki haçı çıkar, bu atın etrafında üç kez dön ve haçı atın boynuna tak.”

Petruşa, kızdan ayrılıp kendi yoluna gitti. Köyüne yaklaşınca kızın dediklerini harfi harfine yaptı. Bakır haç kolyesini çıkarıp atın çevresinde üç kez döndü, sonra haçı atın boynuna astı. Bir anda at ortadan kayboldu. Onun yerine Petruşa’nın babası gelmişti. Baba oğul sarılıp ağlaştılar. Sonra Peter, babasını evine götürdü. Yaşlı adam üç gün boyunca tek kelime etmedi, dilsiz gibiydi. Bundan sonra mutluluk ve refah içinde yaşadılar. İhtiyar adam içkiyi bıraktı ve son nefesine kadar tek damla dahi içki içmedi.



Rus köylüsü, mizah konusunda asla geri kalmaz. Skazkalar bu gerçeği gösteren pek çok kanıt sunmaktadır.

Ama bu mizah anlayışını tam olarak yansıtan hikâyeleri bulmak çok kolay değil. Çok yönlü Rus masallarının konularını oluşturan fıkralar genelde tüm Avrupa’da yaygındır. Birçok ülkenin masalları konusunda da benzer şeyler söylenebilir. Hikâyenin alt katmanlarında bilinmeyen bir fıkra bulmak zordur. Yalnızca bir ülkenin halk masallarını okumuş biri, o ülke sakinlerine aslında hak etmedikleri bir komedi orijinalliği atfedebilir. Bu yüzden kendi ülkesinin masallarını bilen ama diğer ülkelerin masallarını incelememiş bir Rus, skazkaların çok sayıda “komik fıkra”yla dolu olduğunu söyleyebilir. Esasen bunların Rus hikâyelerindeki payı çok azdır. Gerçekte bu fıkralar, Fransa ya da Almanya’daki üzüm bağları arasında ya da Yunanistan dağları, Norveç fiyortları veya Britanya yahut Argyleshire sahillerinde yaşayan zeki köylülerin repertuarındandır. Yüzyıllardır bunlar, Kahire ve İsfahan’da kök salmış, Hindistan’ın kavurucu güneşi altında bütün gün çalışıp didinmiş yorgun köylünün kalbine akşam serinliğinde neşe vermiştir.

Söz konusu fıkra, onlara özgü bir özellikle ilgiliyse, o zaman sadece bu halk arasında biliniyor olması muhtemeldir. Fakat Rus fıkralarının çoğu, tüm dünyada bilinen konular etrafında dönmektedir ve erkeğin iflah olmaz aptallığı, kadının değişmeyen inatçılığı gibi genel konulara değinir. Bu konuları işlerken çok az yeni özellik sunar. Bu tür bir hikâyenin çok uzak diyarlara yayılmasına karşın, çok az değişmesi de oldukça ilginçtir. Mesela, tüm dünyada popüler olan kadın aleyhtarı bazı hikâyeleri düşünelim. Rusya’nın merkezden uzak bölgelerinde, İngiliz mizah külliyatında uzun zamandır var olan iğneleyici sözlerin aynısını bulmak mümkündür. Mesela, bir ipin makasla mı yoksa bıçakla mı kesildiğini tartışan karı kocanın hikâyesi vardır. Hikâye, makas diye direten kadının, bıçakta ısrar eden kocası tarafından nehre atılıp ölmesiyle sonuçlanır. Fakat kadın, ölüm anında dahi parmaklarını su üzerinde oynatarak eliyle makas işareti yapar. Bu hikâyenin Astrahan bölgesinde anlatılan Rus versiyonunda tartışmanın sebebi adamın sakalıdır. Adam, sakalını tıraş ettiğini, kadınsa kestiğini söyler. Sonunda adam, karısını derin bir gölete fırlatıp “tıraş ettin” demesini ister. Kadın, imkânı yok bu sözleri söylemez ama bunun yerine elini su üzerinde kaldırıp iki parmağıyla kesme işareti yapar. Hatta bu hikâye deyimleşmiştir. İnatçı bir kadın söz konusu olduğunda Rus köylüler, “Sen ‘tıraş ettim’ dersin o ‘kestin’ der,” deyimini kullanır.

Aynı şekilde Ruslar arasında yayılmış bir başka hikâyede eski dostumuz dul adam, boğulan karısını ararken -bu kadın çok ters bir mizaca sahiptir- aşağı gideceğine nehrin yukarısına gider. Buna şaşıran arkadaşlarına “Her şeyin tersini yapardı karım. Eminim şimdi de akıntının tersine gitmiştir,” der.

Bu türden bir başka hikâyeyi de zikretmemiz gerek, zira Rusların başka halklardan ayrıldığı bir geleneği gösteriyor.

Adamın biri öyle kaprisli bir kadınla evlidir ki, bu kadınla yaşamanın imkânı yoktur. Her çareyi deneyen zavallı koca sonunda karısına nasıl yetiştirildiğini sorar ve kadının neredeyse tamamen Almanca ve Fransızca eğitim aldığını, hiç Rusça ders almadığını öğrenir. Hatta bebekken kundaklanmamış, liulkada 9 sallanmamıştır. Bunun üzerine kocası, kadının çocukluğundaki bu eksiklikleri gidermeye karar verir. “Kadın kaprislere başladığında, kocası hemen koşup onu kundaklar ve liulkaya yatırıp tıngır mıngır sallar.” Altı ay kadar bir zaman geçtikten sonra kadın “yumuşacık” olmuştur. Bütün kaprisleri yok olmuştur.

Ama kadınların huysuzlukları gibi bereketli bir konuyu ele alan farklı hikâyelerden bölümler vermek yerine, bunlardan birkaçını tamamen buraya alacağız. Birincisi, uzun bir aile ağacına sahip olan ve dalları dünyanın pek çok ülkesine yayılmış bir hikâyenin Rus versiyonudur. Dr. Benfey, Pançatantra’nın giriş bölümünde bu konuya on altı sayfa ayırmış, hikâyenin Hindistan’daki yuvasından başlayarak Pers ülkesi ve ardından diğer bütün Avrupa ülkelerine giden yolculuğunu izlemiştir.

Kötü Hanım

Bir zamanlar çok kötü bir kadın yaşardı, kocasına hayatı zindan ederdi. Adamcağızın söylediklerine hiç kulak asmazdı. Kocası erken kalkmasını istediyse, o üç gün yataktan çıkmaz; uyumasını istediyse, kadını uyku tutmazdı. Kocası, gözleme yapmasını istese kadın şöyle derdi: “Pis hırsız seni, sen gözleme yemeyi hak etmiyorsun!”

Adam, “Peki, hanım. Hak etmiyorsam, gözleme yapma,” dese, kadın iki tencere dolusu gözleme yapıp “Haydi, tıkanana kadar ye,” diye bağırırdı.

“Tamam, hanım,” derdi kocası. “Üzülüyorum hâline. Bütün gün çalışıp durma, saman kesmeye de gitme.”

“Sus be hırsız herif! Sana inat olsun diye gideceğim ve sen de peşimden geleceksin!” diye cevap verirdi.

Günün birinde yine karısıyla kavga edip üzülen adam, kederini dağıtmak için biraz çilek toplamak üzere ormana gitti. Kuşüzümlerinin bulunduğu bir çalılık gördü. Çalılığın tam ortasında ise dipsiz bir kuyu vardı. Bir süre kuyuya bakıp kendi kendine düşündü: “Ne diye kötü karımın işkencelerine katlanıyorum? Onu bu kuyuya atıp iyi bir ders veremez miyim?”

Bunun üzerine eve gidip karısına dedi ki:

“Hanım, sakın çilek toplamaya ormana gitme.”

“Seni hödük herif, bal gibi de gideceğim ormana.”

“Orada çalılıklar içinde kuşüzümleri buldum, onları elleme sakın.”

“Bak gör nasıl koparacağım bütün üzümleri. Sana da tek bir tane vermeyeceğim!”

Adam dışarı çıktı, kadın da ardından gitti. Çalılıklara geldiklerinde kadın otların içine atlayıp avazı çıktığı kadar bağırdı:

“Sakın buraya geleyim deme, hırsız herif, yoksa öldürürüm seni!”

Çalılığın ortasına doğru gidince birden dipsiz kuyuya düşüverdi.

Kocası neşe içinde eve döndü ve üç gün bekledi. Dördüncü gün, neler olduğunu görmek istedi. Eline uzun bir ip alıp kuyuya saldı. İpi yukarı çektiğinde küçük bir ifritle karşılaştı. Korkudan dili tutulan adam, ifriti hemen geri salacaktı ki, canavar bağırıp içtenlikle yalvardı:

“Beni kuyuya geri gönderme, ey mujik! Ne olur, bırak da dışarı çıkayım! Kötü bir kadın geldi. Hepimizi yedi bitirdi. Derman bırakmadı hiçbirimizde. Bana yardım edersen, güzel bir iyilik yaparım sana.”

Bunun üzerine adam onu serbest bıraktı. Artık kutsal Rusya’da dilediği yere gidebilirdi. Sonra İfrit dedi ki:

“Bak, beyim. İstersen benimle beraber Vologda kasabasına gel. Zalim insanlara götüreyim seni, sen de onları iyileştirirsin.”

İfrit, tüccar karıları ve kızlarının olduğu bir yere götürdü köylü adamı. İfritin etkisiyle çarpılınca hastalanıp kafayı üşüttüler. İşte tam bu noktada mujik devreye giriyordu. O içeri girdiği an İfrit ortadan kayboluyor ve eve huzur doluyordu. İşte bu sebeple herkes adamın sahiden doktor olduğuna inanıp ona para veriyor, pastalar ikram ediyordu. Bu sayede adam epey para biriktirdi. Sonunda İfrit dedi ki:

“Artık çok paran var. Mutlu değil misin? Şimdi gidip Boyar’ın kızını çarpacağım. Sakın onu da iyileştireyim deme. Yoksa yerim seni.”

Boyar’ın kızı hastalanıp aklını yitirdi. Öyle ki, insanları yemeye kalktı. Boyar, adamlarına köylü adamı bulmalarını emretti. Onu hekim sanıyorlardı. Mujik gelip eve girdi, Boyar ile bütün kasaba halkından dışarı çıkmalarını, arabacılardan onları arabalarına götürmelerini ve hep birlikte caddenin başında beklemelerini istedi. Ayrıca bütün arabacılara kırbaçlarını vurup avazları çıktığı kadar şöyle bağırmalarını emretti: “Kötü Hanım geldi! Kötü Hanım geldi!” Bunları söyledikten sonra içerideki odaya girdi. Onu gören İfrit, adamın üzerine atıldı: “Bu da ne demek, ey Rus? Ne işin var burada? Ama dur sen, yiyeceğim seni!” dedi.

“Asıl sen ne demek istiyorsun?” dedi köylü adam, “Buraya seni evden çıkarmaya gelmedim ki. Sana acıdığım için Kötü Hanım’ın burada olduğunu söylemeye geldim.”

Bunu duyan İfrit, hemen pencereye koşup etrafı kolaçan etti ve herkesin avazı çıktığı kadar “Kötü Hanım geldi!” diye bağırdığını duydu.

“Köylü,” diye yalvardı İfrit, “söyle, nereye saklanayım?”

“Kuyuya geri dön. Artık oraya gelmeyecektir.”

İfrit, kuyuya ve tabii böylece Kötü Hanım’ın yanına geri döndü.

Hizmetinin karşılığı olarak Boyar, köylüye büyük mükâfatlar bahşetti; onu kızıyla evlendirip malının yarısını ona verdi.

Kötü Hanım’a gelince, hâlâ Tartarus’taki kuyuda beklemektedir.



Kadınları hicveden skazkalara vereceğimiz son örnek, Golovikha adlı hikâye. Rusya’daki toplumsal kurumların işleyişine ışık tutan birkaç halk masalından biri olduğu için çok daha değerli. Golovikha kelimesi, Golova, yani bir Volost’un ya da köy toplulukları birliğinin başkanı (Golova=baş) anlamına geliyor. Ama burada “Kadın Golova” yani “Kadın Başkan” anlamında kullanılmış.

Golovikha

Evvel zaman içinde ziyadesiyle kendini beğenmiş bir kadın yaşardı. Bir gün köy meclisi toplantısından dönen kocasına sordu:

“Hangi konuyu görüştünüz mecliste?”

“Hangi konuyu mu görüştük? Golova seçimini tabii ki.”

“Kimi seçtiniz peki?”

“Daha kimseyi seçmedik.”

“Beni seç,” dedi kadın.

Bu kadın kötü bir karaktere sahipti ve kocası ona iyi bir ders vermek istiyordu. Bu yüzden meclise döner dönmez oradaki yaşlılara karısının söylediklerini anlattı. Onlar da kadını hemen golova seçtiler.

Kadın işe koyuldu, meseleleri halletti, rüşvet aldı ve köylülere verilecek ödeneklerle içkiler içti. Ama sonra herkesten vergi toplama zamanı geldi. Golova bu işi beceremedi, vergiyi vaktinde toplayamadı. Bir Kazak10 gelip Golova’yı görmek istedi; ancak kadın saklanmıştı. Kazak’ın ziyaretini duyar duymaz evine koştu.

“Ah, nerelere saklansam?” diye bağırdı kocasına. “Kocacığım! Beni bir çuvala sarıp mısır çuvallarının yanına koy.”

Dışarıda beş tane mısır çuvalı vardı. Kocası, Golova’yı bağlayıp onların yanına koydu. Sonra Kazak geldi ve dedi ki:

“Ha! Demek Golova saklanıyor.”

Sonra kırbacıyla çuvallara tek tek vurmaya başladı. Kadın acıyla inliyordu:

“Aman, babacığım! Golova olmayacağım ben! Golova falan olmayacağım!”

Kazak sonunda çuvallara vurmayı bırakarak atına binip gitti. Ama kadın Golova olmaya doymuştu. Ondan sonra kocasının sözünden hiç çıkmadı.



Başka bir konuya geçmeden önce iyi ve akıllı bir kadının değerinin kabul edildiği bir hikâyeyi aktarmak doğru olacaktır. Bu amaçla, büyük ihtimalle dünyada “Whittington ve Kedisi” adıyla bilinen hikâyenin de kaynağı olan bir masalın versiyonlarından birini seçtim. Hikâyenin kökeni konusunda hiç şüphe yok, zira tütsü yakmak unsuru doğrudan Budist kaynakları işaret ediyor. Masalın adı Üç Kopek.

Üç Kopek

Bir zamanlar öksüz bir delikanlı yaşardı. Bu genç adam öyle yoksuldu ki, elinde avucunda harcayacak tek kuruşu yoktu. Bu nedenle zengin bir köylünün hizmetine girdi, yılda bir kopek karşılığında çalışmayı kabul etti. Bütün sene çalıştıktan sonra parasını alınca bir kuyuya gidip şöyle diyerek parayı kuyunun içine attı: “Batmazsa parayı saklarım. Efendime sadakatle hizmet ettiğim böylece açıkça gözükür.”

Fakat kuyuya attığı kopek suya battı. Delikanlı, bir yıl daha çalışarak ikinci kez parasını aldı. Yine gidip parayı kuyuya attı ve para yine dibe battı. Üçüncü yıl da çalışmaya devam etti ve yine ödeme zamanı gelmişti. Bu sefer efendisi bir ruble verdi. “Hayır,” dedi öksüz delikanlı, “Paranı istemiyorum, bana hak ettiğim bir kopeki ver.” Parayı alıp kuyuya fırlattı. Bir de ne görsün! Üç kopek su üzerinde yüzüyordu. Genç adam, paraları alıp kasabaya gitti.

Yolda yürürken küçük çocukların bir kedi yavrusuna işkence ettiğini gördü. Kediciğin hâline üzülüp dedi ki:

“Şu kediciği bana verir misiniz çocuklar?”

“Tamam, veririz ama para karşılığında.”

“Ne kadar istiyorsunuz?”

“Üç kopek.”

Öksüz delikanlı kediciği satın alıp bir tüccarın yanına gitti ve adamın dükkânında işe başladı.

Tüccarın işleri çok iyi gitmeye başladı. Malları yetiştiremiyordu. Müşterileri her şeyi göz açıp kapayana dek kapış kapış götürüyordu. Tüccar denize açılmaya hazırlandı, bir gemiye binip delikanlıya dedi ki:

“Kedini bana ver. Belki gemide fare falan yakalar. Hem beni de eğlendirir.”

“Buyur, usta! Yalnız kedimi kaybedersen, sana pahalıya patlar.”

Tüccar, uzaklarda bir ülkeye vardı ve bir hana yerleşti. Han sahibi, tüccarın epey zengin olduğunu görünce ona sıçan ve farelerle dolu bir oda verdi. Kendi kendine dedi ki: “Fareler adamı yerse parası bana kalır.” O ülkede kimsenin kedilerden haberi yoktu. Bu yüzden, sıçanlar ve fareler her yeri sarmıştı. Tüccar, kediyi beraberinde odasına götürüp yatağına yattı. Ertesi sabah hancı odaya girince, tüccarı sağ salim buldu. Kolunun altına aldığı kedisini seviyor, kedi de keyiften mırıldanıp duruyordu. Yerde ölü sıçan ve farelerden oluşan bir yığın vardı!

“Tüccar Efendi, o hayvanı bana satın lütfen,” dedi hancı.

“Pekâlâ,” dedi tüccar.

“Ne kadar istiyorsunuz?”

“Küçük bir meblağ yeterli. Ben hayvanı ön bacaklarından tutarken arka bacakları üzerinde durmasını sağlayacağım ve siz de etrafına onu örtecek kadar altın yığacaksınız. İşte bu kadarı bana yeter!”

Hancı bu pazarlığı kabul etti. Tüccar kediyi verip karşılığında bir çuval dolusu altın aldı ve işlerini halledip hemen ülkesine döndü. Denize açıldığında şöyle düşündü kendi kendine:

“Bunca altını o öksüze neden vereyim ki? Bir kedi için bu kadar para çok fazla! Hayır, para bende kalacak.”

Bu günahı işlemeye karar verdiği an, şiddetli bir fırtına kopuverdi! Geminin batmasına ramak kalmıştı.

“Tanrı beni kahretsin! Bana ait olmayana göz koydum. Tanrım, bu günahkârı bağışla! Tek bir kopek bile almayacağım! Delikanlıya hakkını vereceğim.”

Tüccar dua etmeye başlayınca fırtına dindi, deniz duruldu ve gemi rahatça limana doğru yol aldı.

“Merhaba, usta!” diye seslendi öksüz delikanlı. “Yalnız, kedim nerede?”

“Sattım,” diye cevap verdi tüccar. “İşte paran. Hepsi senin.”

Delikanlı, altın dolu çuvalı alıp gemicilerin olduğu sahile gitti. Altın karşılığında onlardan bir gemi dolusu tütsü alıp sahil boyunca yerleştirdi ve Tanrı’ya şükretmek için yaktı. Tütsülerden çıkan güzel koku bütün ülkeye yayıldı ve birden ihtiyar bir adam çıktı ortaya. Delikanlıya dedi ki:

“Hangisini arzu edersin: Zenginlik mi, yoksa iyi bir eş mi?”

“Bilmiyorum, ihtiyar.”

“Öyleyse, durma yürü. Şu ötede çift süren üç kardeş var. Git onlara danış.”

Bunun üzerinde delikanlı üç kardeşin yanına gidip “Tanrı yardımcınız olsun,” dedi.

“Teşekkürler, delikanlı!” dediler. “Ne istiyorsun?”

“Beni buraya yaşlı bir adam gönderdi ve zenginlik mi, yoksa iyi bir eş mi istemeliyim diye size sormamı söyledi.”

“Ağabeyimize sor. Şu arabada oturuyor.”

Öksüz delikanlı, arabada oturanın üç yaşlarında küçük bir oğlan çocuğu olduğunu gördü.

“Ağabeyleri bu çocuk mu yani?” diye düşündü ama sonunda çocuğa sorusunu sordu:

“Sence hangisini seçmeliyim? Zenginlik mi, yoksa iyi bir eş mi?”

“İyi bir eş.”

Bunun üzerine delikanlı, yaşlı adamın yanına döndü.

“İyi bir eş istememi söylediler,” dedi.

“Pekâlâ!” dedi yaşlı adam ve bir anda gözden kayboldu. Delikanlı şöyle bir etrafına bakındı. Yanı başında çok güzel bir kadın ortaya çıkmıştı.

“Merhaba, delikanlı!” dedi kadın. “Ben senin karınım. Haydi, gidip beraber yaşayabileceğimiz güzel bir yer bulalım.”



Halk Masallarının en ağır dille eleştirdiği günahlardan biri açgözlülüktür. Her ülkenin masalları, cimrilerle alay etmeye, onları nahoş durumlara sokmaya ve ölüm döşeğinde acı çekerek hayattan bezmelerine bayılır. Birçoğu muhtemelen Doğu kökenli olan bu türden hikâyelerin, Rus köylüsü tarafından nasıl ele alındığına örnek olarak şu masalı verebiliriz:

Cimri

Bir zamanlar Marko adında zengin bir tüccar vardı. Gelmiş geçmiş en cimri adamdı! Bir gün biraz yürümek için dışarı çıkmıştı. Yolda yaşlı bir dilenciye rastladı. “Ey Ortodoks dinine iman etmiş kimse! İsa aşkına şu fakire bir sadaka!”

Zengin tüccar Marko, adamın yanından geçip gidiverdi. Onun arkasından ise yoksul bir mujik geliyordu. Dilencinin hâline üzülüp ona bir kopek verdi. Bunu gören zengin Marko biraz utanır gibi oldu ve mujiğe dedi ki:

“Merhaba, komşu. Bana bir kopek borç ver de şu fakire bir şey vereyim. Bozuk para yok üstümde.”

Mujik denileni yaptı ve parasını ne zaman geri alabileceğini sordu. “Yarın gel,” dedi Marko.

Ertesi gün fakir adam, borç verdiği parayı almak için zengin adamın evine gitti. Büyük bahçeye girince sordu:

“Zengin Marko evde mi?”

“Evet. Ne istiyorsun?” diye cevap verdi Marko.

“Bir kopek borç vermiştim, onu almaya geldim.”

“Ah, kardeşim! Bugün git, yarın gel. Gerçekten hiç bozuk param yok.”

Yoksul adam, “O zaman yarın gelirim,” dedikten sonra selam edip uzaklaştı.

Ertesi gün adam yine geldi ama geçen günkü olayın aynısı yaşandı.

“Tek kuruşum yok. Bir banknot bozdurmamı ister misin? Yok mu? O zaman iki hafta sonra yine gel.”

İki haftanın sonunda adamcağız yine geldi ama zengin Marko onu pencereden görünce karısına dönüp dedi ki:

“Bana bak hanım! Çırılçıplak soyunup kutsal resimlerin altına uzanacağım. Üzerimi bir örtüyle örtüp yanıma otur ve ağlamaya başla. Sanki ölüye ağlar gibi yap. Mujik parasını istemeye gelince bu sabah öldüğümü söyle.”

Kadın, kocasının söylediklerini harfiyen yerine getirdi. Gözyaşları içinde oracıkta oturmuş beklerken, mujik içeri girdi.

“Ne istiyorsun?” dedi kadın.

“Zengin Marko’dan alacağım parayı,” diye cevap verdi yoksul adam.

“Ah, mujik! Zengin Marko bize veda etti, az önce öldü.”

“Mekânı cennet olsun! İzin verirseniz hanımefendi, benden borç aldığı kopek karşılığında son görevimi yerine getireyim, ölü bedenini yıkayayım.”

Bu sözlerin ardından bir kap dolusu kaynar suyu Marko’nun üzerine boşalttı. Kaşları çatılan, bacakları birbirine dolaşan Marko, bu eziyete güç bela dayandı.

“İstediğin kadar kıvran,” diye düşündü yoksul adam, “ama benim paramı öde!”

Marko’nun vücudunu yıkadıktan sonra dedi ki:

“Hanımefendi, şimdi bir tabut alıp kocanızı kiliseye götürün. Ben duasını okurum.”

Böylece Marko, tabuta konup kiliseye götürüldü ve duasını mujik okudu. Gün battı, gece oldu. Birden bir pencere açıldı ve bir grup hırsız kiliseye girdi. Mujik mihrabın arkasına saklandı. Haydutlar içeri girer girmez ganimeti bölüşmeye başladılar. Her şeyi paylaştılar; fakat geriye kalan altın kılıçta anlaşamadılar. Her biri o kılıcı istiyordu. O anda yoksul adam ortaya çıktı:

“Böyle tartışmanın anlamı ne? Şu cesedin başını koparan, kılıcı alsın!”

Bunu işiten Marko deli gibi ayağa fırladı. Haydutlar, az kaldı korkudan akıllarını kaçıracaktı. Ganimeti bırakıp oradan sıvıştılar.

“Baksana mujik,” dedi Marko, “haydi parayı bölüşelim.”

Hırsızların bıraktığı parayı paylaştılar. İkisine de büyük bir hisse düştü.

“Peki ya bana borcun olan bir kopek ne olacak?” diye sordu yoksul adam.

“Ah, kardeşim!” dedi Marko, “görüyorsun ya hiç bozuk param yok!”

Böylelikle zengin Marko, borcunu ödemekten yine kurtuldu.



Bütün dünyada çok sevilen safdil kimseler hakkındaki hikâyeler var sırada. Skazkalarda safdillere duràk denir. Çok çeşitli açıklamaları içeren bir kelimedir bu. Bazen “ahmak”, bazense “soytarı” anlamına gelir. Köy hayatına ilişkin hikâyelerde genelde “budala” anlamındadır. Elbette bu durumda kahramanın durachestvo yani aptallık özelliği tamamen öznel bir durumdur. Ailesi ya da komşularının, kahramanın karakterine dair oluşturmuş olduğu yanlış fikirlerde mevcut bir özelliktir. Ama sıradaki hikâyede bahsi geçen duràk hakikaten “ahmak”tır. Hikâye, skazkalarda görülen geleneksel girizgâhla başlar.

“Bir zamanlar bir tsarstvo’da, gosudarstvo’nun birinde…” – fakat “krallık” ya da “devlet” anlamındaki eşanlamlı bu iki kelime, yalnızca kafiyeli oldukları için kullanılmıştır.

Budala ve Huş Ağacı

Bir zamanlar ülkenin birinde üç oğlu olan ihtiyar bir adam yaşardı. Oğullarından ikisinin aklı başındaydı fakat üçüncüsü budalanın tekiydi. Yaşlı adam ölünce oğulları, mallarını paylaşmak için aralarında çöp çektiler. Kurnaz olanlar her türlü güzel şeyi kaparken aptal olanın payına bir öküz düştü. Üstelik kemik torbası bir öküz!

Neyse, zamanı gelince akıllı kardeşler hazırlanıp ticaret yapmak için yola çıkmaya karar verdi. Budala oğlan bunu görüp dedi ki:

“Ben de sizinle geleceğim, ağabeylerim. Öküzümü satacağım.”

Bunun üzerine öküzün boynuna bir ip bağlayıp şehre götürdü. Yolu bir ormana düştü. Bu ormanın ortasında yaşlı bir huş ağacı vardı. Rüzgâr her estiğinde huş ağacı çatırdıyordu.

“Şu ağaç ne diye çatırdayıp duruyor?” diye düşündü Budala. “Öküzüm için pazarlık ediyor olmalı. Pekâlâ, öküzümü almak istiyorsan itirazım yok. Yalnız, fiyatı yirmi ruble. Bundan aşağısını kabul etmem. Haydi, sökül bakalım paraları!” dedi.

Huş ağacı hiç cevap vermeden sallanmaya devam etti. Fakat Budala, ağacın öküzü veresiye almak istediğini sandı. “İyi, tamam,” dedi, “Yarına kadar beklerim ben de!” Öküzünü huş ağacına bağlayıp oradan ayrıldı. Ardından akıllı ağabeyleri gelip sordular:

“Ne oldu, Budala? Sattın mı öküzünü?”

“Sattım.”

“Kaça?”

“Yirmi rubleye.”

“Peki, para nerede?”

“Daha parayı almadım. Yarın gidip alacağım, öyle anlaştık.”

“Senden de bu beklenirdi!” dediler.

Budala sabah erkenden kalkıp giyindi ve parasını almak için huş ağacının yanına gitti. Ağaç oracıkta rüzgârla salınıyordu ama öküz ortalıkta yoktu. Hayvancağız, gece kurtlara yem olmuştu.

“Haydi, komşu!” diye seslendi ağaca. “Paramı öde. Bugün ödeme yapacağına söz vermiştin.”

Rüzgâr esti, ağaç çatırdadı ve Budala bağırdı:

“Yalancının tekiymişsin! Dün ‘Paranı yarın vereceğim,’ diyordun, şimdi yine aynı şeyi söylüyorsun. Öyle olsun. Ama bir günden fazla beklemem. Paramı yarın isterim.”

Eve dönünce ağabeyleri yine sorular sormaya başladı:

На страницу:
3 из 6