Полная версия
Safiye sultan
Bafo, Türklerin ismini andığı zaman saygı göstermeyen ve bu edepsizlikle de yetinmeyerek Türklerin ufak çaplı askeri talihsizliklerini dile getiren budalalara güzel bir ders verdiğinden dolayı memnun halde, sırtını onlara ve yüzünü denize çevirerek gülümsüyordu.
Yarım saat evvelki velveleyle şimdiki sessizlik garip bir tezat oluşturuyordu. O geniş güvertede sinek uçsa vızıltısı herkesin kulağına çarpabilirdi. Çünkü bütün erkekler ve onların iradesini topuğuna bağlamış olan Bafo susuyordu.
Koca gemiye enikonu ıssızlık havası dolduran bu suskunluk belki yarım, belki bir saat sürdü. Tayfalardan birinin alı al, moru mor bir durumda ansızın ortaya çıkıp ve kaptan Loredano’nun önüne gelip “Sinyor, sağımızda bir gemi var,” diye haber etmesi ortalığı telaşa vermeseydi, daha da sürecekti.
Fakat o beş kelime, beş gülle gibi ortalığı altüst etmiş, herkes elini siper yapıp gözünün bütün gücüyle denizi gözlemeye girişmiş ve çenelere bir gevezelik musallat olmuştu. Konuşmayan yoktu, dinleyen görünmüyordu. Yarım saat sonra geminin Türk bayrağı taşıdığı anlaşılınca durum büsbütün değişti, kaptandan en basit askere kadar bütün erkekleri korkuyla karışık bir heyecan sardı.
Gerçi Türklerle Venedikliler o sırada dosttu. Hatta bir Türk elçisi -bildiğimiz gibi- Venedik’te cumhurbaşkanının misafiriydi, tantanalı ziyafetlerle ağırlanıp duruyordu ve şu hale göre de “Türk bayrağı taşıyan bir gemiye uzaktan korka korka bakmak anlamsızdı. Lakin bütün Akdeniz’de dolaşan gemiciler, Türk korsanlarının Osmanlı İmparatorluğu ile Venedik Cumhuriyeti arasındaki barışa otuz yıldan beri uymadığını ve nerede Venedik gemisi görürlerse, köpürmüş, kabarmış bir hınç denizi gibi amansızlaştıklarını biliyordu.
Bunun sebebi, Venediklilerin iki namussuz hareketiydi. Türk korsanları Topkapı Sarayı tarafından ilan olunan barış ve affa rağmen o sefil hamleleri unutmuyordu. Venedik bayrağını Akdeniz’de dolaştırmamak azmini besliyorlardı. Korsanların hakkı da vardı. Çünkü Venedikliler 1536’da İskenderiyeli Genç Mürabit diye anılan meşhur bir Türk denizcisini, sebepsiz ve haksız pusuya düşürerek ölümcül bir şekilde yaralamıştı, kumanda ettiği bütün filoyu da zapt etmişti. Olayın çirkinliği, elli altmış gemiyle genç Mürabit’in yedi sekiz kadırgalık küçük filosuna hücum eden namerdin Venedik amirallerinden biri olmasından ve bu baskın yapılırken de Osmanlılarla Venediklilerin barış halinde bulunmasından ileri geliyordu.
Genç Mürabit, bire karşı on gemiyle pusu kurarak saldıran düşmana boyun eğmedi, her Türk’ün yapacağı şekilde hareket ederek savaşı, yani ölümü kabul etti. İlkin Amiral bayrağı taşıyan kendi gemisi, sonra iki kadırgası yandı, bin beş yüz Türk, bu yangınlar sırasında kül oldu. Bizzat Mürabit sekiz, on yerinden yaralıydı, gemisi batarken denize atılmıştı, Venedik donanması kumandanı Proveditör Cirolamo bir zafer alayında boynuna zincir vurup sergilemek için olacak, yaralı aslanı sudan çıkarttırıp gemisine aldı. Fakat amacına erişip de onu Venedik sokaklarında gezdirtemedi. Zira Duçe ve senato, yurtlarının Türk çizmesi altında darmadağın olacağını düşünerek pusucu amirali görevden aldıkları gibi genç Mürabit’in de yaralarını iyileştirmiş, elini ayağını öpüp affını dilemiş ve iyileşince emrine mükemmel bir filo verip Afrika sahillerine göndermişti. Osmanlı hükümeti, Mürabit’e yapılan bu iyilikleri bir özür olarak kabul ettiğinden bu olay bir savaşa sebep olmadı. Fakat Türk korsanları Venedikli kanında nasıl bir yılan zehiri dolaştığını anlayıp intikam hırsına kapıldı, Sen Mark bayrağı altındaki gemileri uzun müddet düşman teknesi saydı.
Venedikliler ancak ihtiyatlı hareket etmek ve toplu bir durumda sefer yaptırmakla gemilerini Türk korsanlarının intikam ateşinden koruyabiliyordu. Arada sırada da denizin dili yok diyerek buldukları gemilere baskın yapıyorlardı. Mesela buğday yüklemek üzere limanlarına gelen tüccar teknelerini zapt etmekten ve bu eşkıyalık, İstanbul’a aksedince elçi üzerine elçi yollayıp özür dilemekten, tazminat ödemekten geri kalmıyorlardı. Fakat bir filo kumandanının Venedik’e gelmekte olan Türk elçisini denizde öldürmek, yok etmek kastıyla takibe cesaret etmesi Venediklilerin barış için içtikleri andın kıymetini, sözlerindeki değeri bir kez daha ortaya koyduğu gibi Türk korsanlarının hıncını da sekiz on kat arttırmıştı.
Bu elçi, Yunus Bey adlı bir Türk diplomatıydı. Bir Türk gemisinin Korfu sularında Venedik donanması tarafından zapt edilmiş olmasından dolayı, ihtarlarda ve tazminat talebinde bulunmak üzere Venedik’e gidiyordu. O, üç kadırgalık küçük bir filo ile yola çıkmıştı. Cumhuriyet’in çok sayıda gemiden oluşan bir donanması yine denizin dili yoktur düşüncesiyle bu küçük filoyu yok etmek hevesine kapıldı, açık denizde taarruza geçti.
Yunus Bey’i getiren filo, savaş için hazırlanmadığı ve dost bir devlet merkezine doğru yola çıkmanın verdiği emniyetle zayıf bir durumda bulunmadığından Cumhuriyet donanmasının hücumuna karşı koyamadı, kaçmaya çalıştı. Himara sahillerinde karaya oturdu. Oranın halkı Türklere saygı göstermedi, hayli sıkıntı verdi. Fakat daha sonra Yunus Bey’in rütbesini öğrenince, edepli davrandı.
Bu olay, Venedik aleyhine savaş açılmasını zorunlu kılacaktı. Lakin Venedik Duçesi, Senatosu İstanbul’un olanları haber almasından önce harekete geçti. Yunus Bey’in kadırgaları üzerine yürüyen kont Grade Niko’yu zindana attı, Korfu sularında bir Türk gemisi zapt eden filo kumandanı Proveditör Kontarini’yi de muhakeme altına aldı. İstanbul’a etraflı özür mektupları yolladı, rüşvetler sundu. Barışın bozulmasını önledi. Fakat Türk korsanları, silahsız elçilere bile hücum etmeyi kabul eden Venedik ahlaksızlığını affetmedi, öç alma siyasetini kuvvetlendirdi.
İşte Bafo’yu taşıyan gemideki asilzadeleri ve kaptanından dümen neferine kadar bütün o cesur denizcilerini renkten renge sokan, telaş içinde bırakan sebep buydu. Görünen geminin korsanlara ait olma ihtimaliydi. Eğer o ihtimal doğru çıkarsa, kesin savaşmak gerekecekti. Yani Türklerin Venedik gemisine saldırmaları yüzde yüz beklenebilirdi ve bu, felaket kelimesiyle de ifade olunamayacak kadar büyük bir talihsizlik olacaktı. Çünkü iki kere ikinin dört etmesi nasıl doğalsa, tek bir Türk gemisinin yine tek bir Venedik gemisini haklaması da o ayarda bir şeydi. Hatta maddi veya manevi bir sebeple, göze görünmeyen ve akla sığmayan bir şeyin zoruyla iki kere iki bazen beş yahut üç olabilir. Fakat bir Türk’ün bir yahut iki yahut üç Venedikliyi bir çırpıda yenmesi, tepelemesi, daima doğru çıkan ve bundan sonra da çıkacak olan bir gerçekti.
Korfu’ya doğru süzülen Galerya’daki asilzadeler, askerler, tayfalar, kürekçiler de işin böyle olacağını bildiklerinden sararıp soluyor, bayılıp ayılıyordu. Herkes sersemlediği için gemi de başıboş kalmıştı. Gelişigüzel yuvarlanıp gidiyordu gemi. Halbuki enginde görünen Türk gemisi, nereye doğru süzüleceğini belirlemişe benziyordu. Gittikçe büyüyen bir deniz ejderi halinde Venedik teknesinin üzerine doğru koşa koşa geliyordu.
Erkeklerin telaşına, anlamsız kekelemelerine gözünü ve kulağını kapamış görünen Bafo, deniz üstünde belirişi bir tehlike işareti olarak kabul edilen geminin gerçekten Türklere ait olduğunu anladıktan sonra yüzünü kaptan Loredano’ya çevirdi.
“Bu geliş,” dedi, “avcı gelişine benziyor. Savaşacak mısınız?”
Daha bir iki saat önce, tarihi hatıralardan gurur hissesi almak isteyen ve Türklere -tek bir Türk’ün bulunmadığı yerlerde- meydan okuyan Loredano’nun ilkin dudakları, sonra çenesi titredi, dişleri arasından şu miskin kelimeler döküldü:
“Kuvvetler arasındaki oranı bilmiyorum, şerefimizi tehlikeye düşürmekten korkuyorum.”
Bafo’nun gözleri Kapitano’nun yüzüne dikilince o, asilzade hemşerisinden daha akıllı davrandı. Korkaklığın ağırlığını güzel kızın varlığına yükledi.
“Savaşmak kolay. Fakat sizi elden kaçırma meselesi var.”
Suranço da bu ara mırıldandı, Kapitano’nun yumurtladığı cevhere cila verdi.
“Biz ölmeğe hazırız. Sizin yaşayacağınızdan emin olmak şartıyla.”
Bafo, İtalyanca sözlükte bulunan en ağır kelimeleri biraraya getirerek ve onları tükürükten bir zarfa koyarak sırayla şu üç asilzadenin yüzüne fırlatmak için hafızasını yoruyordu. Yüreği bulana bulana aşağılama cümleleri hazırlamaya çalışıyordu. Fakat top menziline girmiş olan Türk gemisinden uçup gelen ilk gülleyle Galerya’daki Venedik bayrağı uçup gidince elinde olmadan titredi, hakaret etmek istediği gençleri o suretle küçültmekten vazgeçti ve cesaretlendirmeye yeltendi.
“Haydi,” dedi, “ne duruyorsunuz? İşinizin başına geçsenize. Yoksa teslim mi olmak istiyorsunuz?”
İkinci, üçüncü ve dördüncü gülleler yelkenleri, direklerden bir kısmını yerle bir ederken Loredano, Bafo’nun önünde diz çöktü, yalvardı:
“Emri siz verin, topçuları siz kumanda edin. Ben size baka baka savaş işareti veremeyeceğim.”
Güzel kız gözlerini göğe kaldırarak Allah’tan bir şeyler dilemek isterken gemi mürettebatının grandi direğine beyaz bayrak çektiğini gördü, iliğine kadar titriyerek o işareti Loredano’ya gösterdi.
“Askeriniz sizi iyi tanımış. İşte bu tanımanın vesikası da çirkin çirkin sallanıyor!”
Ve yüzüne enikonu renk gelen, yüreğine neşe dolan Loredano’nun yakasını tutarak olanca kuvvetiyle sarstı.
“Şimdi, şimdi,” dedi, “yolumuzu kaybediyoruz, başka bir yola düşüyoruz. Bu yeni yolun adını olsun söyleyecek kadar cesaretin var mı?”
Zillet yolu, esaret yolu, hakaret yolu, felaket yolu gibi bir cevap alacağını umuyordu. Fakat Loredano küstah küstah sırıttı, şu sözleri söyledi:
“Baht yolu, Sinyorita, baht yolu! Biz faniler hep bahtımızın esiri değil miyiz? Burnumuzun dibinde sandığımız Korfu’ya giderken Türklerin saldırısına uğrayıp yolumuzu şaşırmamız da baht işidir. Gam yemeyin, dayanın!”
O sırada Türk gemisi kıvrak manevralar yapıp farklı genişlikte daireler çizerek Galerya’ya yanaşmak üzereydi. Bafo, kaderine boyun eğmişti, ancak kendisinin gençliğine, güzelliğine, zekasına ve bütün benliğine sahip olacak şahıs veya şahısları görme ihtiyacını duyarak nemli gözlerini, yenik ve korkak Galerya’ya rampa etmek için duran Türk teknesine çevirmişti. Birden o nemli gözler büyüdü, solgun dudaklar titredi ve güzel Bafo sevince de hayrete de yorulabilir bir sesle bağırdı:
“Deli Cafer Reis, Deli Cafer Reis!”
Doğru görüyor ve doğru söylüyordu. Dört gülleyle koca bir Galerya’yı teslim olmak zorunda bırakan Türk gemisinin güvertesinde Deli Cafer’in heybetli endamı yükseliyordu. Üç gün önce Venedik’te arşın arşın kumaş satan, Duçeler Sarayı’nda savaş hikayeleri, düğün masalları anlatan iri Türk, bu korsan gemisi güvertesinde, o kırmızı cepkeniyle, kırmızı fesiyle ve kuşağıyla, kızıl kana boyanmış bir savaş tanrısı gibi muhteşem görünüyordu.
Bafo, bu gözleminde yanılmamıştı. Çünkü Deli Cafer’le karşılaşmak, Adriyatik Denizi’nin ağzında meydana gelen şu olayın sırrına ermek demekti. Evet, Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar ve bu savaş gemisi tesadüfün zoruyla değil, Duçeler Sarayı’nda üç Türk’ün baş başa vererek yaptıkları anlaşma üzerine işte Baht yoluna düşüyordu. Daha doğrusu Türkler, kendini yakalamak için Venedik Cumhuriyeti’nin bir gemisini ve bir sürü Venedikliyi esir ediyordu.
Bu durumda ne yapmak lazımdı? Bafo, baygınlık verecek kadar artmış bir heyecan içinde bu soruya cevap bulamıyordu. Esirdi ve esirlerin mutlak bir itaatten, mutlak bir boyun eğişten başka hakları olamadığını biliyordu. Lakin kendini esir eden kuvvetin daha dün yine kendi güzelliği önünde ne samimi hayranlıklar gösterdiğini düşününce, sade ve miskin bir esirden bambaşka bir şey olduğunu anlıyordu. Başını dik tutmak istiyordu. Bununla beraber Türklerle yan yana gelince, ağlamak mı, somurtmak mı, yoksa gülümsemek mi, mutlu görünmek mi gerekeceğini kestiremiyordu.
Böyle ince eleyip sık dokumaya vakit de müsait değildi. Korsan gemisi kancaları atarak Galerya’yı kendine bağlamıştı. Manga manga askerlerini yenilenlerin yanına göndermek üzereydi. Bundan ötürü Bafo, olayların gelişmesini beklemeye ve göreceği tavra göre hareket etmeye karar verdi.
Deniz savaşlarında, hele o devirde, kara savaşlarıyla karşılaştırılamayacak derecede hızlı davranılırdı. Çünkü deniz, kazanılmış bir zaferi yenilgiye çevirebilirdi her an. Savaşanlar, onun ansızın coşup trajediler yaratmasından korktuğu için iş başında pek çevik hareket ederdi. Türkler ise hızın, atılganlığın, çabuk iş görürlüğün birinci sınıf örneklerini oluşturan bir milletti. Denize bile emrivakiler yapma fırsatını kolay kolay vermezlerdi.
Bu sebeple Bafo çok beklemedi, bir bölük kadar Türk askerinin Galerya’ya sıçradığını gördü. Önlerinde Deli Cafer vardı, eli yatağanının kabzasında olduğu halde, teslim bayrağı çekildikten sonra sessizce sıralanmış gemi mürettebatının yüzüne bile bakmadan hızlı hızlı yürüyordu. Askerler ondan emir almaksızın görevlerini yapmaya başladıkları, Venedik dilaverlerini ikişer ikişer yakalayıp kendi gemilerine götürdükleri için Deli Cafer’in ardında sekiz on kişilik bir manga kalmıştı.
O, işte bu küçük takımın başında yürüdü, yürüdü, Bafo’ nun yanına geldi, çelikten bir dağ parçasının reverans yaptığını sandıracak kadar heybetli bir eda ile eğildi. “Küçük hanım,” dedi, “sizi esir edenlerin kendilerini size karşı esir saymakla iftihar ettiğini söylememe izin verir misiniz?”
Ve kızın konuşmasına meydan vermeden ilave etti.
“Belki korktunuz. Fakat yanınızda gemiciler vardı. Onların, düşmanca davranmak ve düşman gemisi batırmak isteyen Türklerin, bizim gibi davranmayacağını size söylemelerini umarak o üç dört gülleyi savurduk. Yanınıza da çabuk geldik, kendimizi tanıttık.”
Bafo kaşlarını çattı.
“Yanımıza,” dedi, “geldiniz. Lakin dost gibi değil.”
Ve elini uzatarak gemiden götürülen dilaverleri gösterdi.
“Arkadaşlarımdan ayrılıyorum. Bu dost işi midir?”
Deli Cafer, heyecan içinde on kat daha güzelleşmiş Venedik dilberini uzunca bir süre süzdü, kelimeler üzerinde dura dura sordu.
“Arkadaşlarınızın esir edilmemesini mi istiyorsunuz?”
“Tabii!”
“Venediklilerin Türk gemilerine alçakça baskın yaptığını, bile bile mi bunu istiyorsunuz?”
Kız, gözbebeklerinin içine kadar kızarmakla beraber tereddüt etmeden cevap verdi.
“Evet!”
“Bu geminin de serbest bırakılmasını arzu ediyor musunuz?”
“Tabii!”
“Ya kendiniz için ne düşünüyorsunuz?”
“Baht yolunda gözü kapalı yürümeyi!”
Deli Cafer, derin derin düşündü. Sonra bir elini Bafo’nun omzuna koydu.
“Biz,” dedi, “size baht yolu değil, taht yolu açıyoruz. Çünkü sizi yüce Padişahın büyük oğluna armağan götüreceğiz. Osmanlı tahtı ona kalacağı için siz de er ya da geç imparatoriçe olacaksınız. Ben şimdiden sizi o sıfatla selamlıyorum, emirlerinizi kabul ederek gemiyi de içindekileri de serbest bırakıyorum. Yalnız siz, lütfen bizim gemiye buyurun!”
Bafo, Osmanlı Sarayı’nda Bizanslı, Sırp, Rus prenseslerin ne muhteşem hayat sürdüğünü masal gibi dinlemiş ve yakın bir tarihte ölen Hürrem Sultan’ın yaptığı işler hakkında da epeyce bilgi elde etmişti. Kubat Çavuş’la Deli Cafer’i ve Kara Kadı’yı Venedik’te gördükten sonra Türklere büyük bir sevgi beslemeye başlamıştı. Fakat hiçbir zaman aklına imparatoriçe olmak gelmediği gibi Türklerin arasına düşmek de hayalinden geçmiş değildi. Bu sebeple, duygularında garip bir kargaşa vardı. Yurdundan, yuvasından, anasından ve babasından ayrılacağını düşündükçe, içine sızılar yayılıyor, gözleri dolu dolu oluyordu. Dünyanın en kuvvetli, en zeki, en nazik, en güzel milleti olan Türkler arasında o kuvveti, o zekayı, o nazikliği, o güzelliği bol bol hissederek ve onlardan kalbiyle, ruhuyla, hatta etiyle yararlanarak yaşayacağını düşününce, içine yayılmış sızılar geçiyor, yerine tatlı bir çarpıntı geliyor, gözleri de gülmeye başlıyordu. Deli Cafer’in sözleri, bu duygu kargaşalığını birden giderdi, genç kızı hayal ve heyecan alemlerine sürükledi. Bütün benliğine neşeli bir uysallık getirdi. Artık somurtamıyordu, tatlı bakışlarıyla heybetli Türk’ü kucaklayarak durumundan hoşnut ve mutlu görünüyordu.
Deli Cafer, toy kızın esirlik felaketini bir tür mutluluk kabul ettiğini farketmekte gecikmediğini görünce, yana çekildi.
“Buyurunuz,” dedi, “bizim gemiye geçelim. Orada esirleri siz azat edersiniz.”
İki üç dakika sonra, onu Kara Kadı karşılıyordu. Lakin genç ruhlu ihtiyar korsan bu karşılama sırasında yalnız değildi, Duçeler Sarayı’nda kıymetleri Kubat Çavuş tarafından ballandıra ballandıra anlatılan iki meşhur cüce de yanındaydı. Bafo, o canlı insan minyatürlerini görünce ne halde olduğunu unutarak, ellerini şımarık şımarık çırptı ve bağırmaya girişti:
“Aman ne güzel şeyler, ne zarif oyuncaklar!”
Cüceleri uzun uzun inceledikten, evire çevire seyrettikten sonra, Kara Kadı’yı selamladı.
“Afedersiniz,” dedi, “cüceleriniz o kadar hoşuma gitti ki sizi selamlamayı unuttum.”
Biraz sıkılarak Deli Cafer’in kulağına fısıldadı.
“Bu cüceleri arkadaşınız bana verir mi?”
O, boyun kırdı.
“Yarın imparatoriçe olacak bir hanımın en küçük arzusunu yerine getirmek bizim için en büyük vazifedir. Şu halde cüceler sizindir efendim!”
Bafo, tehlikeden kaçmanın ve ne şekilde olursa olsun yaşamanın şeref gibi, haysiyet gibi, namus gibi şeyler uğrunda ölmekten çok daha akıllıca bir iş olduğunu ispat etmiş olan Venedik dilaverlerini gemilerine geri yollattıktan sonra kendi evindeymiş gibi harekete başladı. İmkanları oranında açılıp saçıldı, Deli Cafer’le ve Kara Kadı’yla Türk hayatına dair konuşmaya başladı. En çok merak ettiği şey, Osmanlı veliahdının şahsı ve sarayıydı. Evirip çevirip sözü oraya getiriyordu. Şehzade Murat’ı görmeden tanımak hırsıyla bin türlü soruyu sıralıyordu.
Fakat cücelerden de ayrılmıyordu. Türkçeden başka birer düzine dil bellemiş ve her birini o dille konuşan bir anadan doğmuş gibi konuşmakta olan bu canlı minyatürler aynı zamanda mükemmel birer taklitçi ve hokkabaz olduğundan Bafo’yu kendilerine hayran bırakmışlardı. Maymundan file kadar her hayvanın, sekiz on millete mensup dişili, erkekli insanların seslerini ve birtakım karakteristik hareketlerini gerçeğinden ayırt edilmesine imkan vermeden taklit edip gözden sürme çekmek derecesinde ustalıkla hokkabazlıklar yapmasından genç kız adeta büyülenmişti.
Deli Cafer’le, Kara Kadı onun yurdundan ve yuvasından ayrılmak elemiyle hırçınlaşmamasını, ağlayıp sızlamamasını, kendi hesaplarına uygun bir durum olarak kabul etmekle beraber, ibrete değer bulmaktan da geri kalmıyordu. Çünkü insan denilen mahluklara Allah’ın, tabiatın ve bahtın tattırabileceği en büyük acı iki deniz kurdunun inancına göre esir olmak, yurttan ve yuvadan uzak kalmaktır. Yine onların düşüncesine göre, bir erkek veya bir kadın, herhangi bir iğrenç hastalıktan dolayı bir esirin tattığı acıyı duyamaz. Etleri parça parça dökülen, ciğerleri tutam tutam burunlarından düşüp dağılan, gözleri sönen, yürekleri delinen hastaların hissettiği acı, düşman eline düşmüş ve vatandan uzak kalmış bir esirin duyduğu üzüntüyle ölçülemez. Çünkü esir olmak, cennetten cehenneme düşmektir. Esir olmak havasızlığa mahkum olup her nefeste bir kere boğulmaktır. Ondan dolayıdır ki, yurdunda ekmek bulamadığı ve esir olarak yaşadığı memlekette refaha kavuştuğu halde gözlerinin hep vatanlarına çevrili kalması esirlerin belli başlı işidir. Esir, o sıfatla altın köşklerde yaşamaktansa yurduna kavuşup çöplükte yaşamayı tercih eder.
Halbuki Bafo, kendisini baba kucağına götürecek bir yoldan zorla ayıranlarla bir anda kaynaşmıştı. Gülüp eğleniyordu ve en küçük bir acı duymuyordu. Acaba bu kayıtsızlık milletini reddetmesinin mi, yoksa iğrenç bir terbiyenin sonucu muydu?
Deli Cafer’le Kara Kadı ne sosyologdu ne psikolog. Yalnız insan ruhunun ne gibi huylarla temiz ve ne gibi davranışlarla pis sayılabileceğini Türk halkı içinde yerli ve yabancı örneklerle öğrenmişlerdi. Değişmesine imkan olmayan o bilgiye dayanarak Bafo’nun esirlikten elemlenmemesini ruhsal bir pislik olarak görüyor ve bundan enikonu tiksiniyorlardı. Eğer o, birkaç gün ağlayıp sızlamış olsaydı, hiç de böyle düşünmeyeceklerdi ve kıza teselli vermek için ellerinden geleni yapacaklardı. Fakat şimdi derin bir hayret ve derin bir iğreniş içinde onun varlığına karşı kayıtsız kalmak zorunluluğu duyuyorlardı.
Kara Kadı bir ara insaf etti. Deli Cafer’in yanında Bafo’yu müdafaaya yeltendi.
“Canım,” dedi, “haksızlıkta ileri gitmeyelim. Bu Venedikli kız, nihayet bir çocuktur. Şöyle eğilip koklarsak ağzında henüz süt bulunduğunu görürüz. Böylesi bir çocuğa, yakında Osmanlı padişahının karısı olacaksın dersek onda akıl, fikir kalır mı?”
Deli Cafer başını salladı, bu düşünceyi beğenmediğini hissettirdi ve sonra cevap verdi:
“Yanılıyorsun kardeşim. Çünkü oyuncak, ağlayan çocuğu belki susturur. Fakat o çocuğa anasını, babasını unutturmaz. Biz de bir oyuncak sunar gibi, ona büyük şehzadenin karısı olacağını bol keseden müjdeledik. Yüreği temiz olsaydı, bu müjdemizden haz almakla beraber anasını anarak, babasına yanarak bir iki saat olsun ağlardı, halbuki kahpenin zil takıp oynamadığı kaldı. Kahkahadan neredeyse, çenesine ağrı yapışacak!”
Ve birden kaşlarını çattı, arkadaşının yüzüne gözlerini dikti.
“Sultan Süleyman melek gibi bir adamdı, kimseyi incitmek istemezdi. Moskof illerinden bir Hürrem çıkageldi, o melek Padişahı ifrite çevirdi, evlat katili yaptı, torun katili yaptı. Bu Bafo da bir gün Topkapı Sarayı’nda hüküm sürmenin yolunu bulursa, efendisi olan Hünkarı mutlaka maskaraya çevirir, kepaze eder.”
“O halde kahpeyi Mısır ’a, Trablus’a yahut Fas’a götürelim, esir pazarına verelim, haraç mezat satalım.”
Deli Cafer’in ağlayan sesi bu düşünceyi de beğenmeyip reddetti.
“Kubat Çavuş’a söz verdik, bu kızı Padişaha armağan etme işini üzerimize aldık. Sonra seninle düşündük, doğacak güneşin batacak güneşten daha kıymetli olduğunu hatırlayarak kızı Manisa’ya götürmeyi, büyük şehzadeye armağan etmeyi kararlaştırdık. Babayla oğul arasında teklif olamayacağı için Kubat Çavuş’a verdiğimiz söz bozulmamış demektir. Lakin kızı bir esir pazarında satılığa çıkarırsak ünümüzü lekelemiş, üç beş yüz altın için adımıza kir getirmiş oluruz. Kararımız karardır, Bafo, Manisa’ya gidecektir. Yalnız şu var: Şehzade dediğimiz Murat, gafil olmamalı, nasıl bir mala sahip olduğunu anlamalı. Yoksa bu kız onu daha tahta çıkmadan teneşir tahtasına düşürür. Çünkü yaman, çok yaman bir şey!”
Bafo, iki kıranta Türk’ün kendi hakkında edindiği fikirlerden habersiz, eğlence ve kahkahalarına devam ediyordu. Cücelerine çeşit çeşit numaralar yaptırmakla vakit geçiriyordu. Deli Cafer’le Kara Kadı’nın biraz uzak dolaştığını sezmekle beraber bu durumdan kuşkulanmış değildi. Onların gemi idaresiyle meşgul olmak yüzünden kendisini fazlaca ihmal ettiklerini sanıyordu. Zaten cüceler varken, o ihtiyar kurtlara ihtiyaç da hissetmiyordu. Çünkü o insan komprimeleri de Deli Cafer kadar, Kara Kadı kadar vukuf ile şehzadeden bahsedebiliyor, onu hülyalarında şevke getirebiliyordu. İşte korsan gemisi, sahipleriyle güzel tutsak arasında -yaratılış farkı ve ahlak kurallarındaki benzemezlik yüzünden- meydana gelen ruhsal ayrılığın gün başına çoğalıp durmasına rağmen arızasız yoluna devam etti. Rodos Adası’na yanaştı, oradan Anadolu yakasına doğru süzülerek Marmaris Limanı’na girdi.
O devirde bütün Anadolu limanlarına sık sık korsan gemileri uğrardı, malzeme ve hatta tayfa tedarik ederlerdi. Fakat Deli Cafer gibi, Kara Kadı gibi adları yıllardan beri dillerde dolaşan kahraman denizcilerin limanlarda görülmesi pek seyrek olan şeylerdendi. Onun için Rodoslular da, Marmarisliler de büyük bir heyecan göstermiş ve iki ünlü kaptanı alkışlamak için kıyılara dökülmüştü. Bu heyecan onların Manisa’ya gideceğinin ve büyük şehzadeye kıymetli savaş ganimetleri sunacağı haberinin yayılmasıyla bir kat daha arttı.
Deli Cafer’le Kara Kadı, at, tahtırevan bulmak ve bir kervan kurmak zorunda olduğu için şehzade sarayına gideceklerini Marmaris memurlarına söylemeyi gerekli görmüştü. O memurlar bu noktayı öğrendikten sonra telaşa düşmüştü. Ünlü reislerin istedikleri şeyleri aramaya koyulmuşlardı. Halk da yine bu yüzden Manisa’ya bir dünya güzelinin götürüleceğini öğrendiklerinden korsan gemisini adeta göz hapsine almıştı. Gece ve gündüz izliyorlardı. Bafo da cücelerle bile avunamayacak kadar sabırsızlanmıştı. Bir ayak önce, karaya çıkmak istiyordu, Deli Cafer’le Kara Kadı’yı sıkıştırıp duruyordu. Nihayet karaya çıkma hazırlıkları bitti. Venedikli güzele kalın tülden uzun bir peçe örtüldü, büyük bir özenle gemiden çıkarılıp kıyıya götürüldü. İhtiyar korsanlar, onun karaya ayak basmasıyla beraber tahtırevana girebilmesi için lazım gelen önlemleri almıştı. Fakat halkın gösterdiği büyük ilgi yüzünden bütün tedbirler altüst oldu ve Bafo bir kısmı Rodos’tan kayıkla Marmaris’e gelmiş yüzlerce adamın ortasında kaldı. Bu meraklı kütle, şehzade sarayına gitmekte olan bir kadına el sürecek kadar kaba davranmıyordu. Ancak kendilerine dünya güzeli olarak tanıtılan bu kızı yakından görmek de istiyorlardı. Bundan ötürü onu kademe kademe sıkıştırıyor ve bir çalımına getirip peçesinden ayırmaya savaşıyorlardı.