Полная версия
Safiye sultan
Kubat Çavuş müdahale etti:
“Nerede bulduğunu öğrenmekten bir şey çıkmaz. Şimdi nerede bulunduklarını sorunuz ki, talihiniz varsa kendilerini görebilesiniz.”
Kara Kadı, derin derin Bafo’nun yüzüne baktı ve ağır ağır cevap verdi:
“Cücelerim gemidedir, gemi de biliyorsunuz, Venedik Limanı’ndadır. İsteyen gelir, cücelerimi görür, kendileriyle konuşur.”
Bafo, içini çekti.
“Yarın,” dedi, “yorgunum. Öbür gün hazırlıklarımı tamamlamaya mecburum, daha öbür gün yolcuyum.”
Deli Cafer de Kara Kadı da heyecanla sordular.
“Ay yolculuk mu var? Nereye?”
“Korfu’ya. Babamın yanına gidiyoruz. İki gün sonra Venedik’ten ayrılacağız.”
Elçi Kubat Çavuş’un kaşlarını bir an için çatan heyecanlı tavırlarının anlamsızlığını, daha doğrusu yersizliğini anlamış olan deniz kurtları, soğukkanlılıklarını ele almıştı. Bafo’nun yolculuğunu sebep göstererek, onun ağzı laf yapan, cambaz, sihirbaz cüceleri görmekten korktuğu için Korfu’ya kadar kaçmaya hazırlandığını söyleyerek şakalaşıyorlardı. Kubat Çavuş bir müddet bu şakalaşmayı dinledi, sonra kendi de şaka yapıyormuş gibi görünerek sohbete başka bir yön verdi.
“Sevgili amcalarım,” diyordu, “küçük hanım bilinmez ve bulunmaz bir yere gitmiyor ki. Korfu, hepimizin bildiği bir yer. Otuz yıl önce, Venedikli dostlarımızla orada küçük bir güreş de yapmıştık, kazanan ve kaybeden belli olmadan ayrılmıştık. Siz, dilediğiniz zaman adaya gider, küçük hanıma cücelerinizi gösterebilirsiniz.”
Ve sonra kafataslarının içine, yüreklerin en gizli köşelerine bakar gibi görünen kudretli gözlerini Bafo’nun tatlı yüzüne dikti.
“Ben,” dedi, “Duçe cenaplarına rica edeyim, siz de babanızı balyozluğu kabul etmesi için kandırınız, Korfu’dan İstanbul’a gidiniz. Orada savaş filolarını koyun sürüsü gibi ıslık çala çala yürüten şu babayiğitlerin binlercesine, hikayelerini dinlerken ağzınızın sulandığı cücelerin daha mükemmellerine ve her şeyin en iyisine rastlayacaksınız. İstanbul, Türk olalı beri, Tanrı’nın beğendiği yerlerden biri olmuştur. Orada şimdi hava, biraz cennet kokusu taşır. Su, enikonu kevserleşir. Güneşse bütün İstanbulluları örten kızıl ipekten işlenmiş bir mantoyu andırır. Bu manto, büyülü olduğu için yazın serinlik, kışın sıcaklık hissettirir ve hiçbir mevsimde üşütmez, terletmez. Ya mehtap çıktığında? Sizi inandırmak için dinime yemin ederek söylüyorum, İstanbul’un her mehtabı hemen hemen sizin kadar güzeldir.”
Bafo “Ne güzel yalan söylüyorsunuz elçi bey!” diye kahkahayı koparırken, Kubat Çavuş etrafındakileri telaşa düşürecek derecede ciddileşti.
“Dinime,” dedi, “yemin ettiğimi söylediğime göre, sözüme inanmanız gerekir. Siz, buraların mehtapları kadar değil, İstanbul’un akıllar alan, yürekler hoplatan mehtapları kadar güzelsiniz. Öğüdümü kabul eder de İstanbul’a giderseniz her ay beş altı gün göğe asılan o nurdan aynada kendinizi görebilirsiniz.”
Bunlar, bu sözler Bafo’nun zihninde silinmez izler bırakıyor ve duygularını harekete geçiriyordu. Deli Cafer, Kara Kadı ve Kubat Çavuş efsunlu bir üçgen gibi zihninde hep birden yer almıştı ve o zihin, cazip olduğu kadar garip ve garip bulunduğu kadar da cazip olan bu üçgenin incitmeyen ağırlığı altında tatlı tatlı sallanıp duruyordu.
Türkleri, toy kalbinin bütün temizliğiyle artık güzel ve yüksek buluyordu. Türklüğe karşı eşsiz bir zümrüt, eşsiz bir inci için duyulan çekime benzer bir yakınlık hissediyordu.
Bu hızlı kapılışta, aralarına düştüğü üç Türk’ün vücutlarının güzelliğiyle terbiyelerinin mükemmelliği ve yaklaşımlarındaki gösterişsiz zarafetin etkisi büyüktü. Onu kısa sürede Türk’e aşık eden şeylerden biri de ziyafet salonunda toplanan hemşerileriyle o üç Türk arasındaki yaratılış farkıydı. Bafo, o güne kadar, bir Duçe başını bir Duçe Sarayı kadar muhteşem görüyordu. Bir senatör, bir özel danışman onun gözünde yarı ilahlaşmış şahsiyetlerdi. Fakat bu gece, o görüş, o inanış temelinden değişivermişti. Çünkü Sen Marko Meydanı’nda arşınla kumaş satan ve korsanlıktan gelme olduklarını söylemekten çekinmeyen Deli Cafer’le Kara Kadı’nın onlarla aynı hamurdan yaratıldığı anlaşılan Kubat Çavuş’un Venedik devlet adamlarını her bakımdan solda sıfır bıraktığını gözüyle, şuuruyla, kalbiyle görmüştü.
Türkler, Duçe’nin ağırlığına bakarak, Senatörlerin çalımını pabuçlarına çiğneterek, özel danışmanları uşağa çevirerek yürüyor ve onlarla konuşurken aslanların tavşanlara birkaç mırıltı ikram etmesini andıran bir ağız kullanıyordu.
İşte bu gözlem, genç kızın zihninde garip bir değişiklik, düşüncelerinde yaman bir yıkılışa o sebep olmuştu. Önceden korkunç olduklarını düşündüğü Türkler, şimdi ona başları yıldızların kucağına yaslanmış dağlar kadar yüce görünüyordu. Bu dağlarda çimenin, çiçeğin, rengin ve ıtırın en güzeli vardı ve onların eteğinde dolaşmak bile insana mutlu bir sarhoşluk veriyordu.
Bafo, Türk cazibesine kapılmanın benliğinde uyandırdığı kargaşa içinde gemileri karada yürüten kahramanlarla bin Venediklinin toptan beceremeyecekleri işleri bir karış boylarıyla başarıveren cüceleri de sık sık düşünmekten kendini alamıyordu. Henüz belirsiz, henüz renksiz ve silik olmakla beraber genç kızın içinde o kahramanların eliyle itilmek, yürütülmek, uçurulmak ve o cücelerin hünerleriyle hayretten hayrete düşürülmek için bir istek var gibiydi.
Bu duygulara sahip olan bir tek kendisi de değildi. Salonları dolduran renk renk kadınlar da aynı belirsiz çekimin, isteğin ve ihtiyacın hummasını yaşıyordu.
Bununla beraber Bafo, silkinip kendini toplamaktan geri kalmadı. Kubat Çavuş’a cevap verdi.
“İltifat ediyorsunuz, beni şımartıyorsunuz ekselans. Fakat anlıyorum ki, benim İstanbul’a gitmemi gerçekten istiyorsunuz. Bu arzunuz acaba benimle sık sık görüşme düşüncesinden mi doğuyor?”
Elçi litrelerle şarabın sersemletemediği gururlu başını şöyle bir kaldırdı. Sofranın etrafını saran kadınları birer birer gözden geçirdi.
“Türk ili dile alındığı zaman biz Türkler kendimizi unuturuz. Ben de memleketimin güzelliklerini saymak için çırpınırken kendimi düşünemezdim ve düşünmemiştim.”
“O halde ekselans?”
“Gerçek şudur. Biz Türkler, her şeyin en güzelini memleketimize uygun görürüz. Siz de kadın güzelliğinin en yüksek örneklerinden birisiniz. İstiyorum ki, yurdumuzun bir köşesi sizinle aydınlansın ve sizin ciğerlerinize bizim yurdun temiz havası girsin!”
Sonra anlamlı bakışlarla Deli Cafer’in, Kara Kadı’nın yüzüne baktı.
“Siz de,” dedi, “benim gibi düşünüyorsunuz, değil mi? Öyleyse, ulu Tanrı’nın şu güzel Bafo’yu Türk yurduna nasip etmesi için candan, yürekten dua edelim, sofradan da kalkalım!”
Kadınlardan, fazla sarhoş olanlar “Kıskandık ekselans. Bizi güzel bulmuyorsunuz, demek,” gibi sözlerle sarkıntılığa yeltenirken, Kubat Çavuş kalktı, Bafo’yu Deli Cafer’in koluna taktı, çakırkeyif madamlardan birini de Kara Kadı’ya yoldaş etti, kendisi Duçe’nin koluna girdi.
“Siz,” dedi, “yalnız dinlediniz, biz de boyuna konuştuk. Şimdi, vaziyetlerimiz değişecek. Dinleme nöbeti bize, konuşma sırası size gelecek!”
Duçe Jerom sevinç içindeydi. Çünkü Don Mikez’in Topkapı Sarayı’ndaki seyislerden farksız olduğunu öğrenmiş ve Korfu Valisi’nin İstanbul’a balyoz olarak gönderilmesi halinde birçok kazanç elde edileceğini de sezmişti. Bu büyük müjdeleri kendiliğinden vermiş olan elçi Kubat Çavuş’u memnun etmek için günlerce nutuklar sıralamaya razıydı. Halbuki ziyafet programı, kendisine böyle sıkılmasına imkan bırakmıyordu. Yemekten sonra müzik vardı. En şöhretli üstatlar, en kıymetli besteleri elçi bey şerefine söyleyecekti. Daha sonra komik ve trajik sahneler gösterilecekti. Arada dans edilecekti.
Duçe, bütün bunları elçi beye hatırlattı ve programın madde madde uygulanabilmesi için izin istedi. Kubat, kendi dolabını çevirmekle meşgul olduğundan bu ricaya ciddi bir ilgi göstermedi. Sadece hay hay deyip Kara Kadı ile gizli bir şeyler konuştu. İki Türk ana dilleriyle fakat dudak dudağa konuşuyordu. Kelimeleri yanı başlarındaki Deli Cafer’e bile duyurmaktan çekiniyorlardı. Garip olan nokta, Deli Cafer’in tek kelimesini duymadan aralarında konuştuklarını anlar gibi davranması ve ara sıra Kara Kadı’ya gözüyle, kaşıyla fikrini belli etmesiydi. Yetmişlik deniz kurdu, bunu yaparken, diz dize oturduğu güzel Bafo’ya bir şey sezdirmemeyi de başarıyor ve eski Türk düğünlerini anlatarak toy kızın zihnini kendi iradesi altında tutuyordu.
Program bu şekilde madde madde uygulandı. Elçi beyle hemşerilerini eğlendirmek için hiçbir zahmetten kaçılmamıştı. Bazı kadınların programa dahil olmayan numaraları ise gerçekten eğlenceliydi. Venedik hazinesinin altın kitabına adlarını yazdırma fırsatını kaçırmış olduklarını anlayan bu madamlar, şaraptan aldıkları ilham ve kuvvetle üç Türk’ten birinin özel hatıraları arasında yer almaya çalıştığı için programa bağlı oyunları geride bırakacak kadar etkileyici danslar yapıyordu. Akla ve hayale sığmaz sebepler icat ederek kendilerini elçinin, Deli Cafer’in ve Kara Kadı’nın kollarına atıyorlardı.
Onlar, ne bu kadınlara gönül düşürüyor ne de bu ilgiyle alay ediyorlardı. Sadece ağırbaşlı ve gururluydular. Düzinelerce kadın gözü, her çeşit sadakayı kabule hazır birer keşküle dönmüştü. Bu kadınların birçoğu, çeşit çeşit kelime oyunları yaparak aşk dilenciliğini açığa vurduğu halde elçi Kubat da denizci Türkler de temiz bir mermer kayıtsızlığı içinde kendi sohbetlerine devam ediyordu.
Saldırıya geçen kadınlar son hamlelerini dansa saklıyordu. Fakat Türkler, alafranga oyun bilmediklerini ileri sürerek dansa kalkmadıklarından o hamleler de ancak yüreklerde kaldı. Zaten vakit de ilerlemişti, tan yeri yavaş yavaş ağarmaya başlamıştı. Kubat Çavuş bu vaziyette, yaralı gönüllere merhem sürme inceliğini gösterdi, belindeki kuşağa takılı kutulardan ikincisini açtı, önündeki masaya birçok küçük şişe saçtı.
“Hanımlar,” dedi, “bu şişelerde memleketimin en güzel kokularından birer parça vardır, gelin, yağma edin!”
Ve çığlıklarla bölünen bir anda şişelerin yağma edilmesi üzerine iki elini göğsüne kavuşturarak şöyle bir açıklama yaptı:
“Gevşek davranıp yahut beceriksizlik edip koku alamayanlar benim konakladığım eve gelebilirler, diledikleri kadar koku alırlar. Şimdilik bize izin.”
Duçe, basit bir karşılama memuru gibi yan yan yürüyerek elçi beye yol gösterme kaygısına düştüğü sırada Kubat Çavuş, Deli Cafer’le Kara Kadı’ya ve Bafo’ya döndü.
“Buyurun öne geçin. Bize düşen ardınızdan gelmektir. Fakat sizi ve bizi saatlerdir nur içinde yaşatan küçük hanıma da yine görüşelim demeyi unutmayalım. Hepimizin yolu ayrı ama ulu Tanrı’nın ne yapacağı bilinmez. Ben İstanbul’a gideyim derken İngiliz adalarına düşerim, siz Fas yoluna dümen kırmışken Kıbrıs’a düşersiniz. Matmazel de Korfu’ya giderken İstanbul’a düşebilir.
Bafo gülümsedi.
“Böyle bir yanlışlığın,” dedi, “başıma gelmesini dilerim ekselans!”
“Umarım Tanrı bu içten dileğinizi duyar küçük hanım!”
Duçe’yle Kubat, iki deniz kurdunu büyük kanalın bir köşesinde bekleyen kayıklarına kadar geçirip oradan geri döndü. Elçi, ertesi gece için kendilerini yemeğe davet etmek istemişti. Deli Cafer, İtalyanca af diledi ve iyi rüzgar eserse yola çıkrnak istediklerini söyledi. Duçe, pek çabuk değil mi, diye söze karışmış ve onların hiç olmazsa on gün daha Venedik’te kalmalarını ricaya koyulmuştu. Türkler kısa bir cevap ile o uzun yalvarışı kesti, kayığa atlayıp açıkta demirli duran gemilerine doğru yollandı.
Kürekte üç Türk denizcisi vardı, denize duyurmadan kayığı uçuruyorlardı. Onların pençelerinde kürekler, nazik bir kola dönmüştü, açılıp kapanırken okşadıkları sevgiliyi bir öpücük kadar bile incitmiyordu. Kara Kadı, büyük kanala serpilmiş gondolların arasından süzülüp çıktıktan sonra Deli Cafer’in omzuna bir yumruk indirdi.
“Kubat Çavuş’la,” dedi, “neler konuştuğumuzu biliyorsun, değil mi?”
“Duymadım ama anladım!”
“Verdiğimiz kararı beğendin mi?”
“Beğenmeğe beğendim, lakin ava kim sahip olacak?”
“Kubat’a kalırsa Hünkar. Bana kalırsa biz!”
Deli Cafer, bir süre düşündükten sonra sağ elini ağır ağır kaldırdı, arkadaşının omzuna koydu.
“Hayır,” dedi, “Kubat da yanlış düşünmüş, sen de. Allah nasip eder de avı yakalarsak Manisa’ya götürelim. Doğacak güneş, batmak üzere olan güneşten daha hayırlıdır. Batacak güneşin ışığındaki hastalık da cabası!”
2. BÖLÜM
Taht Yolu mu, Baht Yolu mu?
Galerya adı verilen savaş gemilerinden biri, denize düşmüş bir yüzgeç ve şişman bir güvercin gibi Adriyatik’ten cilveli bir yalpalayışla süzülüp güneye doğru iniyor. Deniz, sanki heyecanlı bir göğüs, kabarıp kabarıp duruyor, titiz ve hırçın değil. Şu Galerya’yı yavaş yavaş sallanan beşiğe benzetmemiş olsa sakin bile sanılacak. Bu zararsız oynaklık gemide bulunanlara da gülüp oynamak ihtiyacı aşılamış olmalı ki güverte düğün salonunu andırıyor. Gülen gülene, oynayan oynayana.
Bu neşenin müdürü kaptan gibi görünüyorsa da gönüllerin başka bir kaynağa bağlı ve fikirlerin başka bir mihraba takılı olduğu belli. Kaptan, tapınaklardaki resmi önder durumunda. Cemaatin onunla değil, yüceliği ve gücüne inandığı tanrıçayla ilgilendiği belli.
Orada, o savaş gemisi güvertesinde tanrıça Venedik’te tanıdığımız Bafo’dır. Tüccarlık ve siyaset bakımından kötü durumdaki cumhuriyetin en şöhretli kaptanlarından Venyeri Loredano’nun kumandası altındaki bu kıvrak gemi, Duçe’yle Senato‘nun önemli emirlerini Korfu’ya Kıbrıs’a ve Girit’e götürmek için yola çıkarılmıştır. Loredano, aynı zamanda, Sinyorita Agripin Bafo’yu babasına teslim etme görevini de üzerine almış. Fakat Cumhuriyet, kendisinden birçok siyasi hizmet beklediği Bafo’nun yolda bir aşk kazasına uğramasından yahut hastalanmasından korktuğu için yanına birbirini kıskanan ve birbirinin aleyhinde yıllardan beri dolap çeviren asil ailelere mensup iki de muhafız katmış. Bunlardan birinin adı Viktor Suranço, öbürününki Piyetro Kapitano’dur.
Her iki asilzade, dediğimiz gibi, birbirinin kanına susamış durumdadır. Gerçi görünüşte dostturlar, hatta kardeş sanılacak kadar samimidirler. Lakin siyaset yolunda biri öbürüne daima kuyu kazmak, pusu kurmak ister. Vatanla ilgili herhangi bir konuda -belki bir asırdan beri- Suranço ve Kapitano ailelerinin dil birliği, fikir birliği gösterdikleri görülmemiştir. Onlardan birinin ak dediğine öbürü mutlaka kara der. Yalnız bir noktada Suranço çocuklarıyla Kapitano ailesi üyelerinin birleştiği görülmüştür. O da Loredanolulara düşmanlık! Venedik Duçesi’yle özel danışmanları işte bu gerçeği göz önünde tutarak ve Bafo’yu herhangi bir kazadan korumayı amaçlayıp Korfu’ya gidecek savaş gemisine Loredano ailesinden bir kaptan seçmiş, onu kontrol için de yanına Surançolardan, Kapitanolardan birer asilzade tayin etmişti.
O devirde İtalya’nın ne yaman bir ahlaksızlık içinde bulunduğunu kavrayabilmek için meşhur Makyavel’in hikayemize rastlayan tarihten kırk yıl evvel öldüğünü ve onun siyasette yalancılığı, ikiyüzlülüğü, fitneciliği, arabozuculuğu tavsiye eden eserinin basılmasının ardından sadece otuz altı sene geçtiğini hatırlamak yeterlidir. Venedikliler başta olmak üzere bütün İtalyanlar o sırada Makyavel’e layık bir vatandaş olmaya çalışıyor ve İncil’i bir köşeye atıp bütün dikkatleriyle Makyavel’in Prens’ini okuyorlardı.
Bu ünlü ahlaksız adam, bilindiği üzere, gücü tek Tanrı olarak tanımış ve güçlenmek için her türlü kutsallığın inkar edilmesini uygun görmüştü. Onun mezhebinde aile bağlılığı, sözünde durma kaygısı, şeref ve haysiyet endişesi, vicdan düşüncesi yoktur. Siyasetin anlamı onun için başarılı olmaktan ibarettir ve bunu sağlamak için de her şeyin, yalancılıktan muhabbet tellallığına kadar her kepazeliğin yapılması yerindedir.
Fakat Makyavel, siyasette başarılı olma meselesini her şeyden ziyade ayrılıktan bekleyen bir diplomattır. Bundan dolayı öğrencilerine ve vatandaşlarına, “İlkin parçala, dağıt. Sonra ez, hakim ol,” demişti. Venedik Cumhuriyeti Makyavel’in adı sanı ortada yokken bu çeşit siyaseti takip etmekte ve bütün başarılarını da o siyasetteki becerisine borçluydu. Makyavel’in eserleri, birer ahlaksızlık incili gibi İtalya’nın her köşesine yayılınca dost devletlerin, komşu hükümetlerin idari ve toplumsal ahengini bin türlü entrikayla bozmak, o devletlerin halkını parti parti ayırarak boğaz boğaza getirmek için kullanılabilecek elleri bulmak daha kolaylaşmıştı. Venedik politikacıları bu kolaylıktan iç siyasette de yararlanmayı düşün- düklerinden Makyavelizm’in kendi aralarında da uygulamasına girişmişti. Mükemmel bir casus ağı kurarak ve asil aileleri birbirine düşman etmekten başlayarak öz yurtlarında yaman bir ayrılık, düşmanlık yaratmışlardı.
İşte asıl görevi güzel Bafo’yu Korfu’ya götürmekten ibaret bulunan şu savaş gemisinde birbirine düşman üç aileden birer kişinin bulunması da o düşmanlık siyaseti yüzündendi.
Fakat Duçe’yle Senato, Loredano’yu, Suranço’nun, onu Kapitano’nun ve Bafo’yu da her üçünün gözetimi altına koyarken tam bir Makyavelci gibi davrandığı için gemide kimsenin durumdan haberi yoktu. Ondan ötürü de gemidekilerin neşesi yerindeydi, asilzadeler ve gemi subayları, heyecanlı bir göğüs gibi kabarıp kabarıp inen mavi deniz üzerinde gülüyor, eğleniyordu.
Gemidekiler -garip bir tesadüf !– hep gençti. Kaptan Loredano henüz otuz yaşındaydı. Kıbrıs kumandanı Marko Antonio, Bragadino’ya Senato’nun gizli emirlerini bildirmeye memur olduğunu söyleyip duran Viktor Suranço Loredano’dan üç yaş küçüktü. Korfu’daki süvari kumandanı olarak atanmış Piyetro Kapitano ise her iki asilzadeden büyük olup otuz beş yaşlarında görünüyordu. Gemi subayları ortalama bir hesapla aynı yaşlarda bulunduğundan güvertedeki neşeyi garipsememek gerekirdi.
Lakin bir gerçeği de unutmamalı. Geminin kaptanı, topçubaşısı, silahçıların komutanı, dümencisi, hesap memuru, bunların yardımcıları, asaletmeap Viktor Suranço ve Piyetro Kapitano, aralarında Bafo bulunmasaydı yine böyle kahkahalar savurarak, çeşit çeşit oyunlar yaparak mı seyahatlerine devam edecekti? Kesinlikle hayır. Onları böyle harekete geçiren hep o yavrucağızın güzelliğinden yüreklere sızan, yayılan alevlerdi. Büyük ve küçük rütbe sahibi herkes ona yaranmak ve kendini beğendirmek istiyordu. Lakin kız, her yere ışığını saçarken hiçbir yerin kaygısını taşımayan güneş gibi onların hülyalarına karşı kayıtsızdı, oturduğu yerden gözlerini denize vererek derin derin düşünüyordu.
Bir dişi, otuz erkek! Bu bir kemik ve otuz köpek demekti. Fakat ortadaki nimetle o nimete midelerini açanlar arasında aklın hakim oluşu hırlama, boğaz boğaza gelme gibi durumların belirmesine engel oluyordu. Yani kemiğe herkes geviş getiriyor, fakat kimse pençe atamıyordu. İşte insanla hayvanı ayırt eden güçlerden biri de budur. İnsan, kalabalıkta veya kanunun baskısı altında ihtirasına hakim olur. Hayvan, böyle bir ihtiyatlılık gösteremez!
Bununla beraber kemiğe göz dikenler, yavaş yavaş ve derece derece şuurlarını da kaybetme durumuna gelmişti. Engin bir deniz, ılık bir hava, sınırsız bir gök, güzelliğin çekimini çoğaltmakta, kalbin direncini azaltmaktaydı. Tabiat denizin sesinde, göğün renginde, havanın ılıklığında hep aynı emri fısıldıyor, “Seviniz, sevişiniz,” diyor gibiydi. Kulağa değil, kalbe ve iradeye seslenen bu fısıltıyı duyup da heyecana gelmemek imkansızdı.
Lakin Bafo’nun kayıtsızlığı bütün bu heyecanları sersemletiyor, hedefsizleştiriyor, şuursuzlaştırıyordu. Bütün erkekler, o kayıtsızlığı yıkma gücünü nefsinde göremediğinden aptal aptal gülüp duruyordu. Ağlasalar, şüphe yok ki, daha iyi yapmış olacaklardı. Fakat birbirlerine gülünç olmamak için hep birden gülüyorlardı.
Bu durum, Bafo’nun kendini dinlemekten yorulmasına ve gözlerini sersemler kafilesine çevirerek her erkeği bir an bile olsa süzmesine kadar devam etti. Şimdi büyük, küçük bütün o avareler, keskin ışıktan örülme bir ağ içine düşmüş, üzerlerinden geçen bakışın ışığına sarılmıştı. Yeni bir sersemliğin sarhoşluğunu yaşıyorlardı.
Kaptan Loredano, en cesurları oldu ve yılışa yılışa Bafo’ya sokuldu.
“Otuz erkek,” dedi, “gözünüzü denizden çeviremedi. Çok dalgındınız, galiba Venedik’i düşünüyordunuz?”
Asil Suranço, Lerodano’yu kıskandı. Başka ağza girmek üzere bulunan kemiğe sokulmakta acele eden yaratıklar gibi hemen atıldı.
“Sinyoritanın,” dedi, “Korfu’yu düşündüğüne eminim. Çünkü gelecek geride değil, ileridedir. Gemi de bizi adım adım ileri götürüyor.”
Genç Kapitano da, bir şeyler söylemek ve hiç olmazsa hararetini hissettirmek istiyordu. Fakat Bafo, aptal kadınların yüreğinden başka yerde dalgalanma yaratamayacağını düşündüğü bu üç miskin heyecanı zarif bir dudak bükmeyle savuşturduktan sonra, yüzü denize çevrili, gerçek düşüncelerini onlara bildirdi.
“Ne düşündüğümü keşfedemediniz. Şu engin denize saatlerce kapanan bir hayal gücü, ne Venedik ne de Korfu üzerinde bu kadar uzun müddet oyalanabilir. Hele genç bir kızın şuurunu saatlerce esir eden konunun mutlaka deniz kadar engin olması gerekir. Venedik bu durumda bir parça köpük, Korfu da bir tutam su gibi kalır.”
Ve ortaya atacağı gerçeğin, o budalaları bir kat daha alıklaştırması için kelimelerin üstüne basa basa ekledi.
“Türkleri düşünüyordum!”
Kıza hayli sokulmuş üç asilzade gibi gerilerde kalan erkeklerin de yüzleri soldu, gözleri bulandı, enselerinden bir titreme geçti ve bütün başlar denize çevrildi. Her biri gözlerinin görme sınırı dışında Türk korsan gemilerinin dolaştığını kuruyor ve engin bir boşlukla uzanıp giden denize korka korka bakıyordu.
Ne ileride ne geride, ne sağda ne solda bir yelken, hatta bir gölge görünmesi öbürlerinden önce Loredano’yu cesaretlendirdi ve dillendirdi. Fakat asilzade kaptan, Bafo’nun Türkleri yücelten sözlerini, o ilk korku sırasında, unutuverdiğinden konuyu değiştirerek söze girişti:
“Sinyorita,” dedi, “bu nasıl söz? Karşınızda Loredanoların kanını taşıyan bir kaptan var. Hangi Türk korsanı, bir Cali Bey, olmak ister ve önüme çıkma alıklığını gösterir.”
Bafo, acır veya iğrenir gibi budala gencin yüzüne uzun uzun bakarken Kapitano, deminki suskunluğunun acısını merhemlemek istedi ve söze karıştı:
“Muhterem Loredano, dedesinin babası tarafından bir buçuk asır önce Gelibolu önlerinde kazanılan deniz zaferini hatırlatmak istiyor. İzin verirseniz ben de aynı yıllarda bir Kapitano’nun Osmanlıları Kesendire’den attığını, Kristo Polis Kalesi’ni onlardan aldığını size hatırlatmakla gurur duyacağım. Söylemeye gerek yoktur ki o Kapitano’nun asil kanı hiç bozulmadan bu kölenizin damarlarında dolaşıyor.”
Suranço, bir suçlu gibi kötü kötü düşünüyor ve öbür asilzadelerden cesur kan itibarıyla geri kalmaktan ürkerek işe yarar bir tarih hatırası bulmak için hafızasını yorup duruyordu.
Bafo da gözlerini ona dikmişti ve maskaralık yarışında bu sersemin nasıl davranacağını öğrenmek istiyordu. Suranço, işte bu alaycı bakış altında bir iki asır önceki Venedik tarihini hatırladı, dedelerinin o devirlerde neler yaptığı göz önüne getirebildi ve üç beş kere öksürdükten sonra budala mağrurlar kafilesine katılarak şu cevheri yumurtladı.
“Asil arkadaşlarıma son derece müteşekkirim. Çünkü dedelerini yüksek huzurunuzda anmakla beni de büyükbabam Civani Suranço’nun aziz hatıraları arasına sürüklediler, heyecanlandırdılar. Loredano da Kapitano da bilir ki, Gelibolu ve Kesendire zaferlerini kolaylaştıran büyükbabam olmuştur. Çünkü o, Venedik’ten kalkarak ve bin türlü güçlüğü yenerek Konya’ya kadar gitmiş, Karamanoğullarını, Osmanoğulları aleyhine ayaklandırmıştı.”
Bafo, yüzlerine tükürmek istediği bu şımarık gençlerin öyle davrandığı takdirde utanacağına kıvanç duyacağını sezdiğinden tükürüklerini ziyan etmedi. Lakin ölülerin kahramanlığını kendilerine mal etmeye çalışan budalalara edep ve anlayış dersi vermekten de kendini alamadı.
“Gelibolu nerede, Kesendire nerede, Konya nerede ve yüz elli yıl önce yurtlarına hizmet eden Loredanolar, Kapitanolar, Surançolar nerede? Cüret, zeka, haysiyet, bilgi ve namus, para gibi, ev gibi, ad gibi soydan soptan miras kalsaydı, dünyada hiçbir değişiklik olmazdı. Ne yazık ki, Gelibolu önünde bir deniz savaşı kazanan Loredano’nun torunları henüz bir zafer kazanmamış, hatta savaşın yüzünü görme imkanını bulamamıştır. Kesendire kahramanının torunları da aynı durumdadır. Şu halde bir tarih satırını bütün bir ömür ve bütün bir aile, zerre zerre yemekten vazgeçmeli, mümkünse, o satıra birkaç kelime eklemeli.”
Bir an durdu, sonra yüzünü buruşturarak içindeki bulantıyı kelimelerle heriflerin yüzüne kustu:
“Dedelerinizi tanıyorum, Türklerin de nasıl insanlar olduğunu öğrenmiş bulunuyorum. Fakat siz, kendilerini ünlü sanan sıradan insanlarsınız. Mümkün olsa da kendileriyle övündüğünüz dedelerinizle yüz yüze gelseniz, onların kanını taşıdığınızı güç ispat edebilirsiniz. Onun için tarihi rahatsız etmeyelim, susalım.”
Asil olmayanlar yüreklerinde bir haz duyarak için için gülümsediler. Asalet gururuyla bir gemi güvertesinde tarihi hatıraları şahlandırmaya çalışan budalalarsa, sille yemiş gibi kızardı, sustu. Bafo’yu gücendirmemek kendilerince zeka borcu ve hülya gereği olduğundan şu ağır hakarete tahammül ediyorlardı. Önlerine bakıp dilsizleşiyorlardı. Zaten konunun tartışmaya dayanacak hali de yoktu. Bafo, kendilerinden belki daha asil bir ailenin çocuğuydu. O, geçmiş günlerle övünmenin ahmaklık olduğunu söyledikten sonra kendilerine ancak susmak düşerdi.