bannerbanner
Safiye sultan
Safiye sultan

Полная версия

Safiye sultan

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 7

“Her koyun,” dedi, “kendi bacağından asılır. Adını andığın kişi de günah işliyorsa, cezasını çeker. Biz kendi işimize bakalım.”

Ve o konuyla alakası olmayan bir soru sayesinde sözün yatağını değiştirdi.

“Burada ev sahibi kim? Seni yanımıza çağırmasaydık, galiba kalabalık kervansaraya konmuş garipler gibi burada pinekleyip duracaktık.”

Kız, Duçe’nin ve elçi beyin henüz gelmediğini ve onların içeri girmesiyle beraber tanışma töreninin yapılacağını söyledi, sonra sözü güzellik ve aşka çevirdi. Fakat Deli Cafer’le Kara Kadı’nın heyecan göstermesine, o nazik konu üzerinde, sergide yaptıkları gibi, uzun uzun söylenmesine zaman kalmadı, salon kapısından baş teşrifatçının sesi yükseldi.

“Türk elçisi asil Kubat Çavuş hazretleri! Venedik Doçu ulu Jerom Priyoli hazretleri!”

Duçe, Türk elçisinin konuk edildiği yere kadar gitmiş ve kendisini alıp muhteşem bir alayla büyük saraya getirmişti. Biri o devirde dünyanın en kuvvetli hükümetini, biri de entrikada gerçekten usta bir tüccarlar cumhuriyetini temsil eden bu iki adam yan yana yürüyerek salona girmişti. Elçi Kubat bu durumda hareket eden bir mezar taşına yoldaşlık eden korkunç bir ehrama benziyordu. Duçe o kadar cılız ve çelimsiz, kendisiyse o derece boylu boslu ve heybetliydi.

O, kılık ve kıyafet bakımından da Duçe’yi oldukça silik bir seviyeye düşürüyordu. Çünkü gökkuşağını kumaş olarak kullanmış ve ondan elbise yaptırıp giyinmiş gibi göz kamaştırıcı bir renk bolluğuna bürünmüştü.

Başında beyaz keçeden bir külah vardı ve bu külahın alt tarafı sarı sırma ile süslenmişti ve sivri ucu arkaya doğru kıvrıktı. Ön tarafta da alacalı tüyden bir sorguç bulunuyordu.

Arkasına dolama dedikleri kırmızı kaftanı almış, içine mavi entari giymiş, dizine yine kırmızı şalvar geçirmiş, ayaklarını sarı renk çizmelere sokmuştu. Belinde lahuri şaldan bir kuşak ve yalnız elmas kabzalı bir hançer vardı. Bu renk renk kumaşlar içinde o, dediğimiz gibi gökkuşağına sarılmış gibi görünüyordu. Fakat sorguçlu külahından, sarı çizmelerinden çok belinin iki yanına asılı parlak sahtiyandan bir çift kutu dikkat çekiyordu. O kutular ne kalem kabı ne silah kılıfı olabilirdi. Çünkü bir değil, yüz kalem alacak kadar büyüklerdi. Silah kılıfı olmaları içinse iki yanlarının açık olması gerekirdi. Bu sebeple merak uyandırıyor ve o lahur kuşağın üstünde de hayli kaba görünüyorlardı.

Lakin salonda ve dehlizlerde bulunanlar uzunca bir süre Kubat Çavuş’un elbisesiyle meşgul oluktan sonra, bütün dikkatlerini onun yüksek endamına ve bu endama engin bir anlam katan güzel yüzüne bağlamıştı. Erkekler sarsılmaz bir sağlık ve solup bozulmaz merdane bir güzellik örneği seyretmekten hem haz hem acı duyuyordu. Çavuşta en yüksek derecesi görülen erkek güzelliği, erkek olgunluğu, onların cinsi gururunu okşuyordu. Fakat onun yanında uyuz sokak kedilerine dönmek güçlerine gidiyordu.

Kadınlar, böyle iki cepheli bir duygu taşımıyordu. Onlar, biraz önce gelen Deli Cafer’le Kara Kadı’ya nasıl samimi bir hayranlık duymuşsa, Kubat Çavuş hakkında da aynı şeyleri hissediyordu. İstisnasız hepsi onun haşmetli endamını seyrederken, bin bir rüya görüyor ve yüreklerini bu rüyalar sırasında kademe kademe onun endamının yüksekliğine çıkartıyordu. Yine hepsi, kendilerine yüklenen görevi nasıl gerçekleştireceğini düşünerek acılı bir heyecan duyuyordu. Çünkü Kubat Çavuş onların gözüne uçsuz bucaksız, güzel bir vadi gibi görünüyordu ve zavallıların aklı bu renk dolu, ışık dolu vadinin sonsuzluğu içinde sersemleşiyordu.

Duçe de sersemdi, çınar dibine düşmüş cılız bir sarmaşık durumunda olduğunu seziyor ve bu güçsüzlükten utanıyordu. Bununla beraber görevini, çevirmek istediği dolapları unutmuyordu. Onun için salona girer girmez yüzünü ciddileştirdi, küme küme yerlere eğilen başlara keskin bakışlarıyla cüret ve zeka dağıtmaya koyuldu, sonra Kubat Çavuş’a sokuldu:

“Asaletmeap,” dedi, “size bir sürpriz hazırladık.”

Ve onun sormasına meydan vermeden eliyle salonun en uzak köşesini gösterdi.

“İki Türk misafirimiz daha var. Umarım ki, Venedik’te ve Duçeler Sarayı’nda iki hemşeri görmek, ana dilinizi duymak hoşunuza gidecektir.”

Kubat Çavuş, haber verilen bu inceliğin değerini geniş bir gülümsemeyle Duçe’ye hissettirdikten sonra, başını çevirdi.

“Bir değil,” dedi, “iki, hatta üç sürpriz. Çünkü davet ettiğiniz adamlar gelişigüzel birer Türk olsaydı, yine memnun olacaktım. Halbuki onlar bizim yurdumuzda adları masallara geçmiş babayiğitlerdir, çok ünlü denizcilerdir. Birine Deli Cafer, birine Kara Kadı derler. Akdeniz’in dalgaları da balıkları da onları tanır. Kendilerini önüme çıkarmakla iki sürpriz birden yapmış oluyorsunuz. Çok teşekkür ederim.”

Merakını yenemeyen Duçe sordu.

“Üç sürpriz var diye buyurmuştunuz?”

Kubat Çavuş, iki Türk denizcisinin oturduğu köşeye doğru elini uzattı.

“Bizim kurtların,” dedi, “yanındaki kuzuyu kastediyorum. Kurt kucağında kuzu görmek de önemli bir sürpriz değil midir?”

Küçük Bafo’yu gösteriyordu. Elçinin bu körpe güzelliğe daha uzaktan numara verişi, ilgi gösterişi, Duçe’yi sevindirdiğinden hemen anlatmaya koyuldu.

“Korfu adasındaki valimizin kızıdır, iki üç güne kadar babasının yanına gidecektir.”

Ve sesini son derece hafifleterek ekledi.

“Ben bu güzel kızın İstanbul’u görmesini, Türk hayatına alışmasını isterim. Hatta babasını balyozlukla İstanbul’a göndermeyi de tasarlamıştım. Lakin yaptığım teklife garip bir cevap verdiğinden fikrimde ısrar edemedim.”

Salonun ortasında durmuş ve kulağına fısıldar gibi konuşan Duçe’yi dinlemeye koyulmuş olan Kubat Çavuş bu bahse büyük bir ilgi gösterdi ve sordu.

“Korfu valisinin garip bulduğunuz cevabını eğer bir sakıncası yoksa öğrenebilir miyim?”

“Sizi başka elçilerle bir tutmuyoruz, dost ve kardeş tanıyoruz. Onun için söyleyebilirim. Korfu valisi Sinyor Leonar dö Bafo, Osmanlı İmparatorluğu üzerinde Portekizli bir Yahudi’ nin etkili olduğunu duymuş, balyozlukta o Yahudi ile temas etmek zorunda kalırsa üzüleceğini hesaplamış. İşte şu güzel kıza nefis bir doğu seyahati yapma fırsatını kaçırtan sebep!”

Kubat Çavuş cevap vermedi, yürüdü, kendilerine kılavuzluk eden baş teşrifatçının eşliğiyle ilerledi. Deli Cafer ve Kara Kadı’nın bulunduğu köşedeki özel yere kadar geldi. Denizci Türkler ayağa kalkmış ve bir ellerini bıçaklarının kabzasına koyarak elçiyi güler yüzle karşılamıştı. Kubat, her iki Türk’ün ayrı ayrı ellerini öptü. “Sizi burada görmek ne mutluluk verici,” diyerek sevincini açığa vurdu ve onları resmi surette Duçe’ye, Duçe’yi de onlara tanıttıktan sonra Bafo’ya yaklaştı.

“Dikenle,” dedi, “gül arasında tabiat bir yakınlık yaratmıştır. Bu halden cesaret alarak size sokuluyorum. Sizi çok nefis bulduğumu söylememe izin verir misiniz?”

Kara Kadı gülümseyerek söze karıştı.

“Bizi istersen şahit göster. Hem kalbimizi hem kalıbımızı basarak bu küçük hanımın yeryüzünde eşsiz bir güzel olduğuna şahitlik ederiz.”

Bafo, yarım saat önce Deli Cafer’le Kara Kadı’ya yaptığı gibi bu sefer de Kubat Çavuş’un önünde diz kırdı, şuh bir reverans yaptı.

“Cariyenizim,” dedi, “iltifatınızdan iftihar duyuyorum!”

Şimdi kurtlar üçleşmiş ve Duçe, bu üç kurdun tek bir kuzuya gösterdiği derin sevgiyi dengede tutma derdine düşmüştü. O, kendine çetin görünen bu işi nasıl başaracağını düşünürken, Kubat Çavuş “Davetlilerinizi tanıyalım,” dedi. Böylece tanıma ve tanıtma töreni başladı. Salonda bulunan erkekler ve kadınlar, uzak veya yakın birer ilgiden yararlanarak çiftler halinde Kubat Çavuş’un önünden geçiyordu. Baş teşrifatçı her çifti kısaca elçiye tanıtıyor ve salondakilerin göz bebeklerinde kalan yadigar, Kubat Çavuş’un küçük bir tebessümü oluyordu. Bununla beraber o, Venedik asilzadelerinden bir kısmının ismine aşina çıkmaktan geri kalmıyordu. Mesela Antuvan Grimani, Mark Antuvan, Jerom Pesaro gibi isimlerle kendine tanıtılan kimselerin zamanında yapılmış savaşlarda, Türklere karşı silah kullanan kumandanların yanında olduğunu hatırlıyor ve o gibilerle bir iki kelime konuşuyordu.

Bu tören bittikten ve biraz daha konuşulduktan sonra yemek odasına gidildi. Başköşe Duçe tarafından elçiye bırakılmıştı. Elçi de burayı Kara Kadı’ya verdiğinden bütün program alt üst oldu. Lakin küçük Bafo, uzun süren karışıklığa rağmen iki denizcinin arasından çıkmadı. Onun sağında Kara Kadı, solunda Deli Cafer, karşısında da Kubat Çavuş oturuyordu.

Sofralar bir değil, birkaç taneydi. Fakat Doğu usulüne göre baş sofra demek olan elçi sofrasına kadınların en güzelleri oturtulmuştu. Bu şekilde midelerden çok gönüllere ziyafet çekilmiş ve damaklardan çok ruhlar doyurulmuş oluyordu. Farklı tip ve çapta güzelliklerden sofraya dökülen renk ve ışık gerçekten sarhoş edici bir hava ve sahne yaratıyordu. Duçe bu havanın ve bu sahnenin etkisini çoğaltmak için şarap sürahilerini ve billur bazuları harekete geçirme konusunda acele ettiğinden sofradaki soylu hava yavaş yavaş bulutlanmak üzereydi.

Şimdi her kadın, görgü kurallarını ve kadınlık gururlarını ayakaltına alarak elçiye ve iki tacir Türk’e şarap sunma kaygısına düşmüştü. Bu acele yüzünden kargaşa çıkmıştı. Boy boy ve renk renk kolların uzanıp çekilmesinden, birleşip çözülmesinden yumuşak ve hoş kokulu bir anarşi meydana geliyordu. Her Türk’ün ağzına üç beş yalvaran gülümseme ve üç beş kadeh birden uzanıyordu.

İşte bu neşeli haylar huylar arasında Kubat Çavuş, sofradan bir ara geri çekildi.

“Hanımlar,” dedi, “boş yere yoruluyorsunuz, beni de üzüntü içinde bırakıyorsunuz. Her elçi, ne kadar büyük yetki sahibi olursa olsun, eninde sonunda bir emir kuludur. Ben de yüce efendimin iradesine, fermanına göre hareket etmeye mecburum. Benim yüce, ulu Padişahım Venedik’te bulunduğum müddetçe, kendi özel hazinelerinden verilen altın tası kullanmamı emir buyurmuşlardır. Başta Duçe hazretleri olmak üzere hepiniz bilirsiniz ki, Sultan Fatih devrinden beri Venedik’e gelen Türk elçileri hep bu tasla su, şerbet ve şarap içmiştir. Aynı şeyi yapmam istendiğinden güzel ellerinizle sunduğunuz kadehleri kabul edemedim, üzüldüm. İzin verirseniz o ziyanları telafi edeyim.”

Ve belindeki sahtiyan kutulardan birini açtı, yarım kilo şarap alabilecek büyüklükte görünen altın bir tas çıkardı. Bafo’ya uzattı.

“Lütfen doldurunuz!”

Altın kitaba Bafo adının yazılması olasılığını düşünerek hep birden kıskançlığa kapılan öbür kadınlar, başka yoldan aynı hedefe yürümek düşüncesiyle teker teker veya çifter çifter yerlerinden fırlıyordu. Bir kısmını içtikleri kadehlerini Deli Cafer’e, Kara Kadı’ya sunuyorlardı. Onlar zaten naz etmiyor, niyaz da ettirmiyordu. Her sunulan kadehi tek bir damla bırakmadan içiyorlardı. Fakat Kubat Çavuş’la Duçe dışında, sofra halkı çakır keyif kesildikleri halde, bu çok yaşamış ama genç kalmış Türklerde küçük bir değişiklik görülmüyordu.

Fakat neşeliydiler, boyuna Bafo’yla şakalaşıyor ve onu kahkahayla güldürüyorlardı. Elçinin altın tası güzel kıza uzattığını görünce el çırptılar, bir ağızdan takıldılar.

“Kubat Çavuş kanatlanmak istiyor, kanadı da küçük hanımın elinde arıyor.”

Fakat elçi bu şakaya cevap vermedi, Bafo’nun doldurduğu tası bir çırpıda boşalttıktan sonra başka bir kadına uzattı ve gelen doluyu bitirir bitirmez üçüncü bir madamdan kendisine şarap vermesini istedi. Kubat Çavuş altın kadehi sıra ile her kadına doldurtarak içiyordu. Bu çılgın hareketin sonu şüphe yok ki tavuskuyruğuyla karışık iğrenç bir sızış olacaktı. Fakat kadınların sevine sevine, Duçe’nin düşüne düşüne, Deli Cafer’le Kara Kadı’nın da üzüle üzüle beklediği bu sonuç gerçekleşmedi. Kubat Çavuş ağırbaşlılığından bir zerre dahi kaybetmedi, yalnız yüzünü ekşitti, altın tası bir havlu ile güzelce kurutup kutusuna soktuktan sonra iskemlesini sofradan biraz daha uzaklaştırdı.

“Biz Türkler,” dedi, “bir çanak ayranın hatırını kırk yıl tanırız. Şu halde benim Duçe hazretlerinden, Senatörlerden, danışmanlardan ve hele madamlardan gördüğüm ikramı ömrüm oldukça unutmama imkan yoktur. Her fırsatta Venediklilerin kibarlığını söylemekten ve Venedik hükümetine elimden gelen yardımları yapmaktan geri kalmayacağım. Fakat biz Türkler, doğru özlü ve doğru sözlüyüz aynı zamanda. İçimiz neyse dışımız da odur. Düşündüğümüzü saklamayız, açığa vururuz. Onun için yine başta Duçe hazretleri olmak üzere özel danışmanlara, Senatörlere ve iltifatlarını görmekte olduğum güzel madamlara küçük bir öğüt vermek isterim.”

Öbür sofradaki erkekler ve kadınlar da sıra sıra gelmişler, baş sofra etrafında heyecandan titreyen bir halka oluşturmuştu. Kubat Çavuş, kısa bir süre düşündükten sonra sözüne devam etti.

“Yüce efendimin ahırında birkaç bin at, bahçesinde üç beş bin it bulunduğu gibi çeşit çeşit hizmetlerini görmek için beslenen sayısız uşakları da vardır. O atların, o itlerin yüce efendime bir fikir aşılamaları, haşa ve haşa yol göstermeleri nasıl akla gelmezse, o uşaklardan herhangi birinin Padişahımıza akıl öğretmesini akla getirmemek gerekir. Yerin göğe ışık saldığı görülmüş şey midir? Kulun da mevlasına fikir vermesi mümkün değildir. Halbuki Venedik’te garip garip söylentiler dolaşıyor. Güya Don Mikez adlı bir Yahudi uşak, yüce efendimin aklına girmiş ve Padişahı Venedik’e karşı kışkırtmaktaymış.

Birden sesini yükseltti.

“Bunlar yalan, tamamen yalandır. Şimdilerde Jozef Nasi denilen Don Mikez’i tanırım. Bir at uşağı, bir seyis neyse, o da yüce efendimin hizmetkarları arasında öyledir. Devlet işlerinde yol göstermek onun değil, eğer sağ olsa Musa peygamberin bile haddi değildir. Zaten Venedik’le aramızda bugün bir tatsızlık da yok. Zanta için beş yüz, Kıbrıs için sekiz bin duka vergi veriyorsunuz. Arnavutluk gibi, Dalmaçya’daki sınırlarımıza da saygı gösteriyorsunuz. Balyozlarınız nazik adamlar. Nabza göre şerbet vermeyi biliyorlar. Yüce efendim size neden incinsin, neden kızsın? Jozef Nasi’yi Kıbrıs’a kral mı yapacağız? Rodos gibi, Sakız gibi Kıbrıs’tan hiç de aşağı olmayan adalara kral koymadık da, bizim olmayan Kıbrıs için mi kral seçeceğiz? Böyle sözlerin konuşulması çirkin, yayılıp duyulması da tehlikelidir. Aslanla şakalaşılmaz. Bunu da unutmamalıyız.”

Kubat Çavuş, Osmanlı Sarayı’nda dönüp dolaşan dedikoduları Venediklilerin omzuna yüklemeyi başarıyor, aynı zamanda o davette bulunan kadınlara verilen görevi de anlamsız kılıyordu. Zeki Çavuş, Duçe’den en küçük rütbeli Venedikliye, Bafo’dan en çirkin kadına kadar herkesin bu Don Mikez işiyle ilgili olduğunu, kendisini tuzağa düşürüp söyletmek istediğini kavramıştı. İçki sofrasında sinirlenerek bir veya birkaç kadının kalbini kırmamak için meseleyi kökünden söküp atmak istiyordu.

Bu açık sözler, Don Mikez hikayesi üzerinde ısrarı anlamsızlaştırmakla beraber altın kitaba girme ümitlerini de silip süpürdüğünden kadınlardan bir kısmı neşesini yitirmişti. Fakat Venedik milli hazinesindeki altın kitaptan daha değerli olan bir diğer kitapta, elçi Kubat Çavuş’un yüreğinde bir satır, bir cümle, hatta bir kelime veya bir nokta olmak hevesine kapılan madamlar, Don Mikez işinin bu şekilde sonuçlanmasından özellikle memnun olmuştu. Çünkü hükümet hesabına değil, kendi hesaplarına hareket etmek ve heybetli elçiden bir hatıra almaya çalışmak imkanına kavuşmuş oluyorlardı.

Fakat Kubat Çavuş, dizginleri elinde tutuyordu. Kimseye hamle fırsatı vermiyordu. Nitekim siyasi nutkunu bitirdikten sonra şu veya bu taraftan karşılık verilmesine veya bir teklifte bulunulmasına da imkan bırakmadı. Yüzünü Deli Cafer’e çevirdi.

“Emmi,” dedi, “izin verirsen bir ricada bulunacağım.”

Ve onun, tavrını bozmadan “Söyle evlat,” demesi üzerine şu dileği ileri sürdü.

“Rahmetli Turgut Reis’le Cerbe çemberinden nasıl kurtulmuştunuz? Zahmete katlanıp hikaye edersen bu hanımlar, bu efendiler sayende, tatlı bir kıssa dinlemiş olur.”

Deli Cafer naz etmedi. Fakat gurura da kapılmadı. Sanki herkesin elinden gelir bir işten bahsediyormuş gibi gösterişsiz bir şekilde ünlü Cebre kahramanlığını anlattı. Bilindiği üzere bu öykü, Türk denizcilik tarihinde, hatta bütün dünya denizciliği tarihinde bir örneği daha olmayan olaylardandır, bir deha hamlesidir ve şu suretle gerçekleşmiştir.

Turgut Reis henüz korsanlık hayatı yaşarken Tunus civarındaki Mehdiye Limanı’nı ele geçirmişti. Oradan İspanya, Sicilya ve Napoli sahillerini tehdit ediyordu. İmparator Şarlken, kendini krallar kralı sanarak tam anlamıyla el kıran ve baş koparan kesilip koca Akdeniz’i avcunun içine alan bu meşhur Türk’ü o limandan çıkarmak istedi, uzun hazırlıklar yaptı ve bütün Hıristiyan aleminin güneşi sayılan Anderya Dorya kumandasında bir donanma yollayarak Mehdiye’yi ansızın kuşattı.

Turgut Reis o sırada İspanya sahillerinden vergi topluyordu. Baleara Adaları’na da aynı salgını tattırarak Mehdiye’ye döndüğü zaman şehrin ve limanın ateşten bir çember içine alındığını gördü, Cerbe adasına çekildi.

Oradan sık sık Tunus kıyılarına geliyor, dört yüz gemiden oluşan bir filo ile on binlerce kişiden oluşan bir kara ordusuna haftalardan beri kapılarını kapalı tutan Mehdiye’ye yardım etmeye çalışıyordu. Bu küçük şehir, o büyük düşman kuvvetlerine karşı tam beş ay göğüs gerdi, her şehide bedel en azından yirmi İspanyol askeri feda ettirdikten sonra bir yığın toprak halinde İmparator Şarlken ordusuna teslim oldu.

Şimdi sıra Turgut’la boy ölçüşmeye gelmişti. Amiral An-derya Dorya, sayısı yüzleri aşan donanmasını Cerbe Adasına umulmaz bir günde götürdü. Meşhur korsanı kırk yedi gemilik filosuyla orada bastırdı. Hesap, mantık, akıl, muhakeme ve her şey Turgut Reis’in orada ya yanıp kül olmasını yahut An-derya Dorya’ya boyun eğmesini zorunlu kılıyordu. Savaşa girişmek düpedüz delilikti ve bu delilikten hayırlı bir sonuç çıkmasına asla imkan yoktu. Fakat Türk’ün gücü, imkansızı mümkün kılmaktaydı ve o gücün harekete geçtiği yerlerde alevin yakma, suyun boğma, kasırganın yıkma özelliğini kaybettiği çok görülmüştü. Onun için Anderya Dorya’nın limana doğru sürmek istediği gemilere Turgut tarafından yol verilmedi, karaya çıkarılan bataryaların isabetli ateşiyle filo açıklara sürüldü.

Bununla beraber tehlike, dört yüz savaş gemisi halinde, Cerbe Limanı’nı göz hapsine almıştı. Bugün değilse yarın, olmadı öbür gün bu büyük filo o küçük adayı çıra gibi mutlaka tutuşturacak, alev alev yakacaktı. Bu durumda Turgut Reis’le arkadaşlarına ve gemilerine nasip olacak akıbetse, o çıra yangını içinde tutuşup mahvolmaktan başka bir şey olamazdı.

Amiral Anderya, bu düşüncedeydi. Ona yoldaşlık eden kara askeri kumandanı General Toledo bu düşüncedeydi. Ayrı bir bölüğün başındaki Sicilya Hıdivi Vega bu düşüncedeydi. Minimini bir şehri Türk korsanının elinden -fakat o korsanın bulunmadığı bir günde- almak şerefine ortak olmak hırsıyla Mehdiye önlerine alay alay asker getirmiş olan eski Rodos şövalyeleri bu düşüncedeydi. Hatta milli İspanya kahramanlarından Lui Vargas -bir Türk kurşunuyla vurulup ölmeden önce- bu düşüncedeydi.

Belki Cerbeliler de bu düşüncedeydi. Fakat başta Turgut Reis olmak üzere Türkler başka bir iman besliyordu. Anderya Dorya’ya yenilmeyeceklerinden şüphe etmiyorlardı. İşte bu iman onları hep birden harekete geçirdi ve tarihin eşini kaydetmediği bir hamleyle o tuzaktan kurtulmak imkanını kendilerine verdi.

Hamlenin şerefi, şüphe yok ki, Turgut’a aittir. Lakin arkadaşlarının da o şerefte büyük payı vardır. Çünkü düşünen başa, yapan el yardım etmezse, düşünülen şey, genellikle bir hayalden ibaret kalır. Cerbe’de de Turgut Reis, bütün filonun, düşman ateşine açık duran limandan kaldırılıp adanın öbür tarafına, düşman donanmasına görünmeyen yönüne götürülmesini düşündü ve bütün reisler, kaptanlar, leventler bu fikri tartışmasız kabul ederek uygulamak için ortaya atıldı.

Fatih’in İstanbul’u kuşatması sırasında Türk Donanması’nı karadan yürüterek Haliç’e indirdiğini biliyoruz. Turgut da aynı işi Cerbe’de yapmış gibi görünse de her iki büyük Türk’ ün bu hamlelere giriştikleri sırada bağlı bulundukları şartlar göz önüne getirilirse, Turgut’un kazandığı şerefin daha büyük olduğunu kabul etmek gerekir. Çünkü Fatih Sultan Mehmet’in yapmak istediği işe engel olacak bir kuvvet yoktu. Ve emri altında on binlerce insan bulunuyordu. Halbuki Turgut, korkunç ve hemen hemen hücuma hazır bir donanmanın tehdidi altındaydı, silah arkadaşlarından başka da yardımcısı yoktu.

Öyleyken bu yaman işi yapmaya girişti. Bataryaları sık sık işleterek düşmanın gözünü oyaladığı sırada Türk filosunun bulunduğu limandan adanın öbür yakasına kalın tahtalardan geniş bir yol döşetti, bu tahtaları, üstlerine yağlı bir madde döktürmek suretiyle kayganlıklaştırdıktan sonra gemileri tekerlekler üzerine aldırarak geceleyin yürüttü, serbest bir limana indirdi ve hemen yelkenleri şişirtip enginlere açıldı.

O esnada Turgut Reis’in bütün filosuyla Anderya Dorya’ya teslim oluşunu seyretmek üzere Sicilya’dan birkaç yüz asilzade geliyordu. Turgut, denize açılır açılmaz onları taşıyan büyük gemiye rastladı ve bir kuru sıkı topla gemiyi durdurarak zapt, içindekileri de esir etti. Anderya Dorya, bu işler olup biterken Cerbe Limanı önünde Turgut’a nasıl davranmaları gerektiğini kararlaştırmak üzere meclisler kurup dağıtmakla meşguldü.

Bu kahramanlık öyküsü Deli Cafer’in ağzında sadeliğin verdiği bir yücelik kazanıyordu. Mesela onun tahtadan yol döşenmesini tarif ederken olayı basit göstermeye özenişi dinleyenler üzerinde ters etki yapıyor ve o yol ziyafet salonunda binlerce amelenin alın teriyle ve yorulmuş adaleleriyle döşeniyormuş gibi herkesi hülyalı bir hayret sarıyordu. Hele kadınlar, büyülenmiş sanılacak kadar kendilerini kaybetmişti. Fakat bu şaşkınlığın onları hüzünlendirdiği de anlaşılıyordu. Başka türlü nasıl olabilirdi ki? Karadan filolar yürüten Türkler, gökten yere inmiş veya denizlerin dibinden fırlayıp şuraya buraya dağılmış kimseler değildi. Her millet gibi onlar da bir babayla bir ananın ürünüydü. Lakin düşünce, duygu, cüret ve hareket bakımından kimseye benzemiyorlardı, tabiata hükmetmek için yaratılmış görünüyorlardı. İşte bu üstünlük, o öykünün anlatılması sırasında, her kadının idrakinde derece derece belirginleştiğinden topunu birden tatlı bir şaşkınlık sarmıştı. Koca koca harp gemilerini karada yürüten Türklerin bir kadın kalbini ne yükseklere ve ne derinliklere götürebileceğini o şaşkınlık arasında düşünmek için çabalayanlar ve bu düşüncenin hazzıyla yarı baygınlaşanlar da vardı.

Deli Cafer, işte bu derin hayret içinde sözünü bitirdi, yüzünü Bafo’ya çevirdi.

“Turgut Reis’in yanında o gün ben de vardım, Kara Kadı da vardı. Bir koyun sürüsünü suya götürür gibi şarkı söyleyerek gemileri yürütmüştük. Fakat kuvvet bizim değildi, Turgut’undu. Ona da bu güç aşktan geliyordu.”

Bafo, ruhları dalgınlaşan o topluluk içinde kendine ilk gelen oldu ve mahmur mahmur sordu:

“Turgut Reis aşık mıydı?”

“Evet, aşıktı.”

“Kime?”

“Savaşa.”

Bu kısa cevabın ne büyük bir hakikat taşıdığını aşkla, şevkle anlatmaya da girişecekti. Fakat Türk yiğitliğini, Türk kahramanlığını, Türk dehasını tek bir öykünün canlı çerçevesi içinde Venediklilere seyrettirmeyi siyaset bakımından doğru ve gerekli bularak Cerbe olayını Deli Cafer’e naklettirmiş olan elçi Kubat Çavuş araya girdi.

“Kara Kadı amca,” dedi, “senden de Nasuh ile Cafer ’in hikayelerini dinleyelim. Bir savaş hikayesinden sonra tatlı bir kıssa dinlemek sinir yatıştırır.”

Ve Duçe’ye hitap ederek nasıl bir konu seçtiğini açıkladı:

“Nasuh ile Cafer, Kara Kadı amcanın cüceleridir. Ne Osmanoğulları sarayında ne Çini maçinde ne de bir başka yerde onlardan daha küçük boylu insan vardır. Rahmetli Sultan Süleyman bu minimini yaratıkları haber alınca, kendilerinin değil, sahibi olan Kara Kadı’nın ağırlığınca altın verip onları sarayına almak istedi. Fakat o sırada bu emmiler devlet hizmetini bırakıp savuşmuştu. İzlerini bulmak, cüceleri almak mümkün olmadı.

Kara Kadı’ya bakarak sustu. O da bu bakıştaki arzuyu anlayarak anlatmaya koyuldu.

“Nasuh’la Cafer bir boydadır, bir çaptadır. Teraziye koyuşumda ağırlıkları bir gelir. Ne yarım dirhem aşağı ne yarım dirhem yukarı. İkiz olmadıkları, hatta bir memleket halkından bulunmadıkları halde birbirlerine denk olmaları, yüzce de benzer görünmeleri şaşılacak bir şeydir. Ben her ikisini birlikte terbiye ettim, okuttum, yetiştirdim. Şimdi Nasuh kaç dil bilirse, Cafer de o kadar dil bilir. Cafer ata ne kadar iyi binerse, Nasuh da o kadar güzel at kullanır. Nişancılıkta, cirit oyununda, yüzmede, gemi kullanmada ikisi de birinci sınıf ustalardandır. Fakat biri öbüründen üstün değildir. Zavallıların beceremedikleri tek bir sanat var. Pehlivanlık! Cüsseleri uygun olmadığından o sanatta yaya kaldılar.”

Herkes bu uzun övgüleri alık alık ve ağızları açık dinlerken Bafo sordu.

“Cücelerinizin boyları ne kadar?”

“Benim elimin ölçüsüyle üç karış!”

Bafo’nun gözü Kara Kadı’nın kalın ve kuvvetli eline kaydı. Koca koca gemileri birer kuzu uysallığıyla karada yürüten bu elin sandığı kadar uzun olmadığını gördü.

“Benim elimle,” dedi, “beş karış demek. Çok küçük şeyler. Nerede buldunuz bunları?”

На страницу:
2 из 7