
Полная версия
Slav masalları
Bir gün hekim ile delikanlı şifalı ot toplamaya gittiler. Her bir ot, genç öğrenciye neye iyi geldiğini söylüyordu. Hekim de ot topluyordu ancak elindeki otların ne işe yaradığından habersizdi. Delikanlının topladığı otlar her derde deva oluyordu. Hekim, öğrencisine dönüp şöyle dedi: “Sen benden çok daha akıllısın. Bana gelen hiçbir hastaya teşhis koyamıyorum. Oysa sen her hastalığa hangi otun iyi geleceğini şıp diye anlıyorsun. Ne diyorum biliyor musun? İş ortağı olalım. Hekimlik diplomamı sana vereyim. Senin asistanın olayım. Ölene dek yanında çalışayım.”
Genç adam, araftaki mumu sönene dek başarılı bir hekim olarak çalıştı ve tüm hastalarını iyi etti.
Dört Birader
Bir zamanlar bir avcı yaşardı. Bu adamın dört oğlu vardı. Oğulları memleketlerinden ayrılıp dünyayı görmek istiyordu. Hepsi on altı yaşını geçince babalarına şöyle dediler: “Baba, biz dünyayı dolaşmak istiyoruz. Lütfen yolculuğumuz için bize biraz para ver.”
Babaları her birine bir at ve yüz florin verdi. Atlarına binip dağlara doğru yola çıktılar. Bir dağda dört yol kesişmişti, tam ortada gürgen ağacı vardı. Bu ağacın yanında durdular. En büyükleri dedi ki: “Kardeşlerim, burada ayrılıp bahtımıza düşeni bulmak üzere kendi yolumuzda yürüyelim. Bu gürgen ağacına bıçaklarımızı saplayıp tam bir yıl bir gün sonra yine burada buluşalım. Bu bıçaklar bize işaret olsun. Buna göre, hangimizin bıçağı paslanmışsa ölmüş demektir. Bıçağı temiz olanlarınsa diri ve sağlıklı olduğunu bileceğiz.”
Böylece dört biraderin yolları ayrıldı. Her biri vardıkları yerde bir zanaat öğrendi. En büyükleri ayakkabı tamircisi, ikincisi hırsız, üçüncüsü yıldız falcısı ve en küçükleri avcı oldu.
Aradan bir yıl bir gün geçtikten sonra buluşacakları yere doğru yola çıktılar. En büyük birader gürgen ağacına ilk ulaşan oldu. Kendi bıçağını çıkarıp öteki bıçaklara baktı. Hepsinin tertemiz olduğunu görünce çok sevindi: “Tanrı’ya şükürler olsun. Hepimiz sağ salimiz!”
Sonra evlerine, babasının yanına gitti. Babası sordu: “Hangi zanaatı öğrendin bakalım?”
Oğlu cevap verdi: “Babacığım, sana boş hikâyeler anlatmama lüzum yok. Ben ayakkabı tamircisi oldum.”
Babası, “Kazançlı, güzel bir meslek öğrenmişsin,” dedi.
Oğlu, “Baba, ben öyle sıradan bir ayakkabı tamircisi değilim,” dedi. “Şöyle çalışıyorum: Eğer bir eşya eskiyip yırtılmışsa ‘Onarılsın!’ diyorum ve hemen yepyeni oluyor. “
Babasının dirsekleri yırtık bir paltosu vardı, oğlundan onu onarmasını istedi. Delikanlı “Onarılsın!” diye emreder etmez palto yepyeni oldu. Öyle ki kimse onarılmış olduğunu fark edemezdi. Bunun üzerine babası başka söz söylemedi.
Ertesi gün, ikinci birader gürgen ağacına ulaştı. Kendi bıçağını çekip geri kalan iki bıçağa baktı. İkisinin de passız olduğunu görünce çok sevinip “Tanrı’ya şükürler olsun! Hepimiz sağ salimiz. Ağabeyimiz de çoktan eve varmış,” dedi.
Sonra o da eve gitti. Babası sordu: “Oğlum, sen nasıl bir zanaat öğrendin?”
Delikanlı cevap verdi: “Babacığım, seni boş masallarla yormak istemem. Hırsızım ben.”
Babası şöyle dedi: “Ah, sen de kazançlı bir meslek edinmişsin! Yazıklar olsun!”
Delikanlı itiraz etti: “Ama baba, ben sandığın gibi bir hırsız değilim. Dilediğim ne varsa, onu düşünmem yeterli. O şey ânında elimde olur.”
Tam o sırada dağın kenarında bir yabantavşanı koşuyordu. Pencereden hayvanı gören baba, oğlundan onu yakalamasını istedi. Delikanlı hemen “Şu yabantavşanı buraya gelsin!” diye emretti. Tavşan bir anda karşılarında bitivermişti. Bunun üzerine babası başka söz söylemedi.
Ertesi gün üçüncü oğul gürgen ağacına gelip kendi bıçağını çekti. Geriye kalan bıçağın temiz olduğunu görünce “Tanrı’ya şükürler olsun. Hepimiz sağ salimiz. İki ağabeyim de eve gitmişler,” dedi.
Ve o da eve gitti. Babası ona da hangi mesleği öğrendiğini sordu. Delikanlı cevap verdi: “Sevgili babacığım, sana yalan söylememe gerek yok. Ben bir yıldız falcısıyım.”
Babası bunun güzel bir iş olduğunu söyleyince oğlu şöyle dedi: “Ama ben sıradan falcılardan değilim. Göklere bakar bakmaz yeryüzündeki her şeyin yerini görebilirim.”
Nihayet dördüncü gün avcının en küçük oğlu gürgen ağacına gelip bıçağını çekti. Diğer üç bıçağın yerinde olmadığını görünce çok sevinmişti. “Ağabeylerim çoktan eve gitmişler,” dedi.
Kendisi de evin yolunu tuttu. Babası ne tür bir iş öğrendiğini sordu. Oğlu avcı olduğunu söyledi.
Babası, “Benim mesleğimi hor görmemişsin, sen iyi bir evlatsın,” dedi.
Delikanlı şöyle karşılık verdi: “Fakat babacığım, ben senin gibi bir avcı değilim. Eğer çok güzel bir av hayvanı görürsem, ‘Şu hayvan vurulsun,’ demem yeterlidir, hayvan anında vurulup düşer.”
O esnada dağın eteğinde bir yabantavşanı zıplayıp duruyordu. Pencereden bunu gören babası, “Vur onu!” dedi.
Oğlunun tek bir emriyle tavşan oracıkta yere yığıldı.
Babası, “Ben göremiyorum, öldü mü hayvan?” diye sordu.
Yıldız falcısı, “Evet baba. Çalılıkların ardında yatıyor,” dedi.
Babası, “İyi ama buraya nasıl getireceğiz onu?” diye sordu.
Hırsız oğlu, “Tavşan buraya gelsin,” der demez hayvan yanlarındaydı.
Babaları dedi ki: “Kürkü paramparça olmuş. Bu halde bunu kimselere satamayız.”
Tamirci evlat emretti: “Onarılsın!” Tavşanın kürkü sapasağlam olmuştu.
Babaları şöyle dedi: “Hepiniz kolayca geçiminizi sağlayacak güzel işler edinmişsiniz.”
Bir süre babalarıyla yaşadılar ve yetenekleri sayesinde geçimlerini sağladılar.
Günün birinde ülkenin dört bir yanına bir haber salındı. Kral’ın kızı ortadan kaybolmuştu. Kim Prenses’i bulursa Kral kızını onunla evlendirecek ve üstelik krallık onun olacaktı.
Biraderler “Gidip Prenses’i arayalım,” dediler. Babaları izin vermemişti ama yine de bu göreve talip olduklarını ve kayıp Prenses’i bulacaklarını saraya bildirdiler. Bunun üzerine Kral onları alması için bir araba gönderdi ve huzuruna çıktılar.
Kral’ın onu bulan delikanlıyla kızını evlendireceğini ve hatta krallığını ona bağışlayacağını duyduklarını söylediler.
Kral bunu onaylayıp “Kızımın nerede olduğunu hemen söyleyin,” dedi.
Yıldız falcısı şu an bir şey söyleyemeyeceğini fakat akşam olup yıldızlar belirince kızın yerini görebileceğini anlattı.
Akşam saat sekiz-dokuz gibi dışarı çıkıp gökyüzüne baktılar. Yıldız falcısı, Prenses’in bir ejderhanın tutsağı olduğunu söyledi. Bir gün kız dolaşmak için dışarı çıkmıştı. Bunu gören ejderha Prenses’i yakalayıp Kızıldeniz’in ötesinde bir adaya götürmüştü. Kızcağız her gün kucağına yatan ejderhanın başını iki saat okşamak zorundaydı.
Sabah olunca biraderler toplandı ve at arabasıyla Kızıldeniz’e doğru yola çıktılar. Sonra bir tekneye atlayıp Prenses’in olduğu adaya kürek çektiler. Adaya vardıklarında Prenses dışarıda dolaşıyordu. Ejderha evde değildi fakat Prenses tehlikede olduklarını belirten bir işaret verdi. Zira ejderha eve doğru kanat çırpıyordu.
Hırsız delikanlı hemen bağırdı: “Prenses burada olsun!” Kız bir anda teknede belirdi fakat tehlikede olduklarını, ejderhanın hepsini yok edeceğini haykırdı. Biraderler oradan uzaklaşmak için hızla kürek çekmeye koyuldular ama öfkeli ejderha tepelerinde kükrüyordu.
Yıldız falcısı, avcıya döndü: “Kardeşim, vur onu!”
Avcı, “Ejderha vurulsun!” dedi.
O anda koca ejderha vuruldu fakat teknenin üstüne düşmüştü. Darbenin etkisiyle tekne parçalanıp su almaya başladı. Ejderhayı suya attılar. Avcı bu defa tamirci kardeşinden yardım istedi.
Tamirci, “Tekne onarılsın!” deyince teknenin su alan kısmı kapandı. Böylelikle, sağ salim karaya ulaştılar. Sonra arabaya binip Prenses’le birlikte yola çıktılar. Ne var ki yol üzerinde kavgaya tutuşmuşlardı çünkü Prenses ve krallığı kimin hak ettiğine karar veremiyorlardı. Yıldız falcısı, “Prenses benim hakkımdır. Ben olmasam nerede olduğunu dahi bilemezdik,” dedi.
Hırsız itiraz etti: “Prenses benimdir, ben olmasam onu tekneye getiremezdik.”
Avcı, kızla kendisinin evlenmesi gerektiğini söylüyordu zira o olmasa ejderhayı vurmaları imkânsızdı. Tamirciye gelince, o da ödülü kendisinin hak ettiğinden emindi çünkü onun sayesinde tekne onarılmıştı ve böylece boğulmaktan kurtulmuşlardı.

Kral’ın sarayına ulaştıklarında Prenses’i kimin hak ettiğini sordular. Kral cevap verdi: “Sevgili gençler, adil bir karar vermek istiyorum. Her birinizin kızımla evlenmeyi hak ettiği doğrudur lakin onu ancak bir kişi alabilir. Verdiğim söz gereği, kızımla yıldız falcısı evlenmelidir. Zira kayıp Prenses’i kim bulursa kızımı ve krallığımı ona vereceğime söz vermiştim. Kızımın nerede olduğunu bize yıldız falcısı söyledi. Fakat sizler de çabalarınıza layık şekilde ödüllendirileceksiniz. Her birinize bir bölge verilecek. Böylece kendi ülkenizin kralı olacaksınız.”
Bu karar herkesi memnun etmişti. Yıldız falcısı düğün biter bitmez babasını saraya getirtti. Yaşlı adam oğullarının her birinin kral olduğunu görünce çok sevindi. Bahar mevsiminde tamirciyle, yaz olunca hırsızla, sonbaharda avcıyla ve kışın yıldız falcısıyla kalıyordu. Ölünceye dek her günün tadını çıkardı.

Bu masalın Ceres ve Proserpina döngüsüyle bağlantılı olduğu kanısındayım. Ama burada kızını kaybeden kişi anne değil, baba. Ayrıca masalın sonunda biraderlerin sırasının aynı olmadığı görülecektir. Masalda bir hata olduğunu, avcı yerine yıldız falcısının en küçük kardeş olması gerektiğini düşünüyorum.
Biraderler yılın dört mevsimini temsil eder. Antik dönemlerde yılın ilk mevsimi bahar, yani her şeyi onarıp yenileyen tamircidir. Sonra topraktaki ürünleri toplayan yaz, yani hırsız gelir. Onu sonbahar, yani avcı takip eder. Bu mevsimde yıl boyunca çoğalan vahşi hayvanlar avlanır ve sınırlar dahilinde sayıları azaltılır. Nihayet kış, yani yıldız falcısı gelir. Tüm yılın planlanmasını sağlayan ekme, biçme ve diğer tarım faaliyetleri hesaba göre devam eder. Dolayısıyla Prenses, yani yeryüzü veya bereketli toprak kışın temsilcisine verilir. Diğer mevsimler ise kendi bölgelerinin efendisidir.
Bu Moravya masalı, Grimm Kardeşler’in biraderlerden hiçbirinin Prenses’le evlenemediği “Dört Sanatkâr Kardeş” masalına çok benzer.
Macaristan'dan Derlenmiş Slav Masalları
Giriş
Kuzey Macaristan Slovenleri ya da Slovakları çok farklı lehçeler konuşur. Fakat edebi dilleri Bohemya dilidir. Slovenlerin çok daha büyük bir ulus veya uluslar topluluğunun kalıntısı olduğunu anlıyoruz. Macar atlılarının işgali üzerine bu ulus, Pannonia ovalarını terk edip dağlık alanlara yerleşmek zorunda kalmıştır. Rus tarihçisi Nestor’a göre Macarlar, MS 898’de Kiev’i geçerek bugünkü yurtlarına yerleşmişti.
Macaristan’dan derlenen Sloven masalları, Bohemya masallarından çok farklı değil. Yine de aralarındaki benzerlik Moravya masallarında gördüğümüz kadar yakın değildir.
“Alnı Güneşli At” adlı masal, bir Beyaz Rusya masalı olan “Yuvarlanan Küçük Bezelye” ve Ralston’ın aktardığı meşhur Rus masalı “Ivan Popyalof”ta tekrarlanan bazı olayları içeriyor. Gerçi bu üç masal diğer yönlerden birbirinden çok farklıdır. “Yuvarlanan Küçük Bezelye”, Grimm Kardeşler’in derlediği Alman masalı “Rumpelstilskin”in çok daha üstün bir varyantıdır. “Kızdın mı?” başlıklı masal ise “Ava giden avlanır,” sözünü doğrulayan bambaşka bir masaldır.
Alni Güneşli At
Evvel zaman içinde, mezar kadar kasvetli ve hüzünlü bir ülke vardı. Tanrı’nın nimeti olan güneş, yüzünü bu ülkeye hiç göstermezdi. Fakat ülkenin bir kralı ve kralın da alnı güneşli bir atı vardı. Kral, halkı yaşayabilsin diye atını karanlık ülkesinin bir ucundan öteki ucuna dolaştırır dururdu. Atın götürüldüğü yer aydınlanır, orada ışıl ışıl bir gün yaşanırdı.
Ne var ki günün birinde bu at ortadan kayboldu. Tüm ülkeyi zifiri karanlık sardı ve bu karanlığı hiçbir şey dağıtamadı. Halk arasında eşine rastlanmamış bir korku yayılmıştı. Sefalete düşmüşlerdi çünkü ne bir şey üretebiliyor ne de tek kuruş kazanabiliyorlardı. Akılları iyice karışmış, tüm dünyaları tepetaklak olmuştu. Ülkesini kurtarmak isteyen Kral, ordusunu toplayıp alnı güneşli atını aramak için yola koyuldu.
Koyu karanlığın içinden geçerek güç bela ülkesinin sınırına ulaştı. Şimdi Tanrı’nıın binlerce yıllık ışığı, başka bir ülkeden yüce dağların üzerine vuruyordu. Sanki güneş koyu bir sis içinden yükselerek sabahı müjdeliyordu. Ordusuyla birlikte ilerleyen Kral böyle bir dağın üzerinde yalnız bir köy evine rastladı. Nerede olduklarını ve buradan nasıl ilerleyebileceklerini sormak için içeri girdi. Bir köylü masaya oturmuş, önünde açık duran kitabı dikkatle okuyordu. Kral selam verince adam başını kaldırıp teşekkür etti. Sonra ayağa kalktı. Sıradan bir adam değildi bu, bir kâhindi.

“Tam da sizin hakkınızda bir şey okuyordum,” dedi Kral’a. “Alnı güneşli atınızı arıyorsunuz. Daha uzağa gitmenize gerek yok, zira onu bulamayacaksınız. Ama bana güvenebilirsiniz, ben size alnı güneşli atı getireceğim.”
“Bu iyiliğinin karşılığını katbekat alacağına söz veririm,” diye karşılık verdi Kral. “Ben hiçbir ödül istemiyorum efendim,” dedi adam. “Siz ordunuzla birlikte ülkenize dönün, halkınızın size ihtiyacı var. Bana bir hizmetçi bırakmanız yeterlidir.”
Ertesi gün kâhin, Kral’ın yanına verdiği hizmetçiyle birlikte yola çıktı. Uzun bir yolculuktu bu; altı ülke geçtikleri halde gidecekleri yere hâlâ varamamışlardı. Nihayet yedinci ülkenin kraliyet sarayına geldiklerinde durdular.
Bu ülkede üç birader hüküm sürüyordu. Üç birader, anneleri cadı olan üç kız kardeşle evliydi. Sarayın önünde durduklarında kâhin hizmetçisine şöyle dedi: “Dinle beni. Sen burada kalacaksın, ben gidip krallar evde mi öğreneceğim. Alnı güneşli at onların elinde. En küçükleri sürüyor atı.”
Bunun üzerine kâhin kendini yeşil bir kuşa çevirdi. En büyük kraliçenin çatısının kenarına çıktı. Kadın pencereyi açıp onu odaya alana dek çatı kenarını gagaladı durdu. Sonra Kraliçe’nin beyaz elinin üzerine tünedi. Kraliçe küçük bir çocuğu sever gibi sevip oynamaya başlamıştı kuşla: “Ah, ne tatlı bir şeysin sen! Kocam evde olsa o da seninle oynardı. Ama akşama kadar gelmeyecek. Ülkesinin üçüncü bölgesine gitti.”
Ansızın yaşlı cadı girdi odaya. Kuşu görür görmez kızına bağırdı: “O lanet kuşun boynunu koparıver, senin kanını akıtıyor!”
“Neden kanımı akıtsın ki? Pek tatlı, pek masum bir şey!” diye cevap verdi Kraliçe.
Fakat cadı itiraz etti: “Masummuş! Ver şunu bana, ben burarım boynunu!”
Yaşlı kadın birden kuşun üzerine atladı. Ne var ki kuş tekrar insana dönüşmüş ve kapıdan çıkıvermişti. Nereye gittiğini göremediler.
Sonra kâhin yine yeşil bir kuş oluverip ortanca kız kardeşin çatısına gitti. Pencereyi açana dek gürültü yaptı. Sonra onu içeri alan kadının beyaz eline konup bir elinden ötekine uçtu durdu. “Ah, ne tatlı bir şeysin sen!” dedi Kraliçe gülümseyerek. “Evde olsa kocam da seninle oynamak isterdi ama yarın akşama kadar gelmeyecek. Krallığının üçte ikisini ziyaret etmeye gitti.”
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
Rus. Masal. (e.n.)
2
Sözkonusu kitabın Türkçe çevirisi, Maya Kitap Dünya Masalları Dizisi'nin 3. kitabı olarak yayımlanmıştır.
3
Günümüzde Slovenya sınırları içerisinde yer alan bir bölge. (e.n.)
4
Üç Yazgı: Yunan mitolojisindeki karşılığı Mireler ya da Moiralar olan ve kaderin üç şeklini temsil eden mitolojik kahramanlar. Slav masallarında bu üç yaşlı kadın, her yeni doğan çocuğun kaderini tayin ediyor. Çocuk büyüdüğünde kaderiyle yüzleşiyor (ç.n.)
5
Jezinka: Çek dilinde “orman perisi” anlamına gelen bir kelime. (ç.n.)
6
Kirmen veya kirman: Elde yün eğirmek için kullanılan araç. (ç.n.)
7
Moravya, Çek Cumhuriyeti’nde bir eyalet olup ülkenin Bohemya ve Silezya gibi tarihi bölgelerinden biridir. (ç.n.)



