
Полная версия
Slav masalları
George hemen atından inip çalılığı dağıttı ve ateşi söndürdü. “Başın ne zaman derde düşse bizi düşün. Hemen yardımına koşacağız,” diyerek teşekkür etti karıncalar kurtarıcılarına.
George orman boyunca yola devam etti. Ulu bir çam ağacına varmıştı. Ağacın tepesinde bir kuzgun yuvası vardı. Yerdeyse iki kuzgun yavrusu ağlayıp sızlanıyordu: “Anne babamız uçup gitti, kendi başımızın çaresine bakmak zorundayız ama henüz uçamıyoruz bile. Bize yardım et George, ne olur! Bizi besle yoksa açlıktan öleceğiz!” George hiç düşünmeden yere inip kılıcını atının böğrüne soktu. Böylece kuzgun yavruları yiyecek bulmuş ve açlıktan kurtulmuştu. “Başın ne zaman derde girse, bizi düşün. Hemen imdadına koşarız,” dedi kuzgun yavruları.
Bundan sonra George yoluna yayan devam etmek zorundaydı. Uzunca bir yol yürüyüp nihayet ormandan çıktıktan sonra engin bir denize ulaştı. Sahilde iki balıkçı tartışıyordu. Ağlarında kocaman bir altın balık vardı. İkisi de balığın kendisine ait olduğunu söylüyordu. “Ağ benim olduğuna göre balık da benim,” dedi biri.
Öteki cevap verdi: “Seni tekneme alıp yardım etmemiş olsam, senin ağın ne işe yarayacaktı bakalım?”
“Bir daha böyle bir balık yakalarsak senin olsun.”
“Yok canım, sen sonrakini al. Bu benim.”
“Ben aranızdaki anlaşmazlığı çözebilirim,” dedi George. “Balığı bana satın, size çok para veririm. Parayı bölüşürsünüz.”
Kral'ın yolculuk için verdiği bütün parayı balıkçılara uzattı. Artık cebinde tek kuruş kalmamıştı. Balıkçılar durumdan pek memnundu.
George balığı tekrar denize saldı. Altın balık neşeyle suya dalıp kıyıdan biraz uzaklaştıktan sonra başını sudan çıkardı. “Bana ne zaman ihtiyacın olursa, hiç çekinmeden çağırabilirsin George. Hemen yardımına koşarım,” diyerek gözden kayboldu. “Nereye gidiyorsun?” diye sordu balıkçılar.

George, “Altın saçlı kızı bulup ihtiyar kralımızla evlenmesi için saraya götürmem gerekiyor. Ama kızı nerede aramam gerektiğini bile bilmiyorum.”
“Biz sana o kız hakkında öğrenmek istediğin her şeyi anlatabiliriz,” dedi balıkçılar. “Aradığın kız, Altın Saç’tır. Şu uzaktaki adada, Kristal Saray’da yaşayan Kral’ın kızıdır. Her sabah gün doğarken altın saçlarını tarar, o güzel saçlarından gelen ışık göklere ve denize vurur. Dilersen seni o adaya götürebiliriz. Ne de olsa bize çok yardımcı oldun. Sakın yanlış kızı getireyim deme zira on iki kız var. Hepsi de Kral’ın kızları ama içlerinden yalnızca birinin altın saçları var.
George adaya çıkınca hemen Kristal Saray’a, Kral’ın yanına gitti. Altın saçlı kızını efendisine vermesi için dil döktü. “Tamam,” dedi Kral, “ama kızımı hak etmen gerek. Üç günde sana vereceğim üç görevi tamamlamalısın. Şimdi gidip dinlenebilirsin.”
Ertesi sabah erkenden George’u huzuruna getirten Kral şöyle dedi: “Benim altın saçlı kızımın kıymetli incilerden yapılmış bir kolyesi vardı. Kolye koptu, inciler yeşil çayıra saçıldı. Bütün o incileri toplaman gerek, biri bile eksik kalmamalı.”
George çayıra gitti. Burası uzun ve geniş bir yerdi. Çimlerde diz çöküp incileri aramaya koyuldu. Sabahtan akşama koca çayırı aradı taradı ama tek bir inci bile göremedi. “Ah! Karınca dostlarım burada olsalar, bana yardım edebilirlerdi,” dedi.
“İşte buradayız, sana yardıma geldik,” dedi karıncalar. Dört bir yandan koşuşup etrafını sarmışlardı. “Ne istiyorsun bizden?”
“Çayırdaki incileri toplamam gerek ama tek bir inci dahi göremiyorum.”
“Bekle biraz. Biz senin için toplayacağız hepsini.”
Çok geçmeden çimenlerin içinden bir sürü inci toplayıp getirdiler. George’a incileri ipe dizmek kalmıştı. Tam kolyenin ipini bağlayacaktı ki bir karınca daha topallaya topallaya geldi. Yuvalarında çıkan yangında bacağı fena halde yaralanmıştı bu karıncanın. “Dur, George!” diye bağırdı, “İpi bağlama. Bir inci daha getiriyorum.”
Kral, George’un getirdiği incileri bir bir saydı, hiç eksik yoktu. “İşini iyi yaptın,” dedi. “Yarın sana bir görev daha vereceğim.”
Sabah olunca Kral, George’a şöyle dedi: “Altın saçlı kızım denizde yıkanırken altın yüzüğünü kaybetti. O yüzüğü bulup getirmen gerek.”
George, denize gitti, üzgün bir şekilde sahilde yürümeye başladı. Deniz berraktı ama öyle derindi ki dibini görmek mümkün değildi. Yüzüğü bulmasına imkân yoktu. “Ah! Altın balık arkadaşım burada olsa bana yardım ederdi belki,” dedi.
Bunun üzerine denizde bir şeyin parladığını gördü. Altın balık derinlerden gelip suyun yüzüne çıktı: “Sana yardıma geldim George. Ne yapmamı istiyorsun?”
“Denize düşen altın yüzüğü bulmam gerek ama suyun dibini göremiyorum.”
“Daha biraz önce bir turnabalığıyla karşılaştım, ağzında altın bir yüzük vardı. Birazcık bekle, hemen getireceğim sana o yüzüğü.” Kısa süre sonra altın balık suyun derinliklerinden geri döndü. Turnabalığı ve yüzük de yanındaydı.
Kral, bu görevi de başarıyla tamamladığı için George’u övdü. Sonra üçüncü görevini verdi: “Altın saçlı kızımı, Kral’ına eş olarak vermemi istiyorsan, bana ölüm ve hayat sularını getirmen gerek.” George bu suları nerede bulacağını bilmiyordu. Ayaklarına kara sular inene kadar dolaştı durdu. Sonunda karanlık bir ormana vardı. “Ah! Kuzgun yavruları burada olsaydı, belki bana yardım edebilirlerdi,” diye iç geçirdi.
Başının üzerinde iki küçük kuzgun yavrusu kanat çırpıyordu: “İşte buradayız. Sana yardım etmeye geldik. Ne diliyorsun bizden?”
“Ölüm ve hayat sularını bulmam gerek ama nereye bakmam gerektiğini dahi bilmiyorum.”
“Ah, biz bu suların yerini çok iyi biliyoruz. Birazcık bekle, hemen getireceğiz ikisini de.”
Çok geçmeden George’a sukabağından yapılmış iki şişe getirdiler, ikisinin de içi su doluydu. Şişenin birinde hayat suyu, diğerinde ölüm suyu vardı. George, bu kadar şanslı olduğu için çok mutluydu. Hemen saraya dönmek için yola çıktı.
Ormanın kenarındaki iki çam ağacı arasında bir örümcek ağı gördü. Ağın tam ortasında kocaman bir örümcek oturmuş, ölü bir sineği emiyordu. George ölüm suyuyla dolu şişeden biraz su alıp örümceğin üzerine serpti. Örümcek, tıpkı olgun bir kiraz gibi yere yuvarlanıverdi. O anda ölmüştü. Sonra hayat suyundan alıp sineğe serpti ve sinek hemen hareket etmeye başlayarak örümcek ağından kurtuldu. “Beni diriltmekle pek iyi yaptın George,” dedi sinek kulaklarına vızıldayarak. “Ben olmasam, on iki kızdan hangisinin Altın Saçlı olduğunu asla bilemezsin çünkü.”
Kral, George’un bu görevi de başardığını görünce ona altın saçlı kızını vereceğini söyledi. “Ama,” diye ekledi, “onu kendin seçmen gerek.”
Sonra Kral, George’u büyük bir salona götürdü. Salonun ortasında yuvarlak bir masa vardı. Masanın etrafında on iki güzel kız oturuyordu. Kızların hepsi birbirine benziyordu. Üstelik her birinin saçı kar beyaz bir mendille örtülüydü. Bu yüzden hangisinin altın saçlı olduğunu bilmeye imkân yoktu. “İşte kızlarım,” dedi Kral. “Hangisinin Altın Saç olduğunu tahmin edebilirsen onu alıp götürebilirsin. Aksi halde, tek başına memleketine dönersin.”
George çok endişeliydi, ne yapacağını bilemiyordu. Bu sırada kulağında bir ses işitti: “Vız! Vız! Masanın etrafında dolaş. Hangisi olduğunu söyleyeceğim sana.”
Bu, George’un hayat suyuyla dirilttiği sinekti. “Bu değil, hayır bu da değil. Evet, işte Altın Saç bu!”
“Bana bu kızınızı verin,” diye bağırdı George. “Onu efendime götürmeyi hak ettim.”
“Evet, doğru tahmin ettin,” dedi Kral. Genç kız hemen masadan kalkıp başını örten mendili çıkardı. Altın saçları berrak ırmaklar gibi ta yerlere kadar akıyor, tıpkı sabah güneşi gibi etrafa ışık saçıyordu. George’un gözleri kamaşmıştı.
Sonra Kral, kızına yolculuk için gereken her şeyi verdi. George, efendisiyle evlenmesi için onu saraya götürdü. Altın saçlı kızı gören yaşlı kralın gözleri ışıldamıştı. Böyle güzel bir kızla evleneceği için sevinçten havalara uçan Kral, düğün için hazırlıkların yapılmasını emretti. "İtaatsizliğin yüzünden seni astıracak, kuzgunlara yem edecektim,” dedi George’a. “Ama bana öyle iyi hizmet ettin ki başını bir baltayla uçurtmakla yetineceğim. Sonra da seni şerefli bir şekilde gömdüreceğim."
Böylece George idam edildi. Altın Saçlı, cesedin kendisine verilmesi için yalvardı. Kral, altın saçlı güzele hayır diyemiyordu. İsteği yerine getirilen kız, George’un başını bedenine yapıştırıp üzerine ölüm suyundan serpti. Böylelikle başı ve vücudu birleşti. Boynundaki yaradan eser kalmamıştı. Sonra kız, hayat suyundan serpti ölünün üzerine. George bir anda dirilmişti, sanki yeniden doğmuş gibi yüzünden can fışkırıyordu.
“Ah, ne derin uyumuşum!” dedi George gözlerini ovuşturarak.
“Evet, hakikaten pek derin bir uykudaydın,” dedi Altın Saçlı. “Ben olmasam sonsuza dek uyanamayacaktın.”
Kral, George’un dirildiğini, üstelik eskisinden de genç ve yakışıklı olduğunu görünce kendisi de gençleşmek istedi. Başının kesilip cesedinin üzerine hayat suyu serpilmesini emretti. Emri yerine getirildi. Kesik başını vücuduna yapıştırıp hayat suyundan serptiler. Su bitene kadar devam ettiler ama baş ile vücut bir türlü birleşmiyordu. Ardından ölüm suyundan serpmeye başladılar. Kral’ın başı ile beden birleşti lakin artık dirilmesi imkânsızdı çünkü hayat suyundan hiç kalmamıştı.
Krallık, kralsız kalamazdı. George gibi zeki ve tüm hayvanların lisanından anlayan bir başkası yoktu. İşte bu yüzden George’u kral, Altın Saç'ı ise kraliçe ilan ettiler.
Zekâ ile Şans
Evvel zaman içinde Şans, bir bahçede oturmuş dinlenen Zekâ ile karşılaşmıştı. “Bana yer aç bakalım!” dedi Şans. Zekâ o zamanlar tecrübesizdi, karşısındakinin kim olduğunu bilmiyordu. Şöyle cevap verdi: “Ne diye sana yer açacakmışım? Benden üstün değilsin ki.”
“Üstün olan,” dedi Şans, “en çok işe yarayanımızdır. Şu ötede, tarlasını süren köylü genci görüyor musun? Onun aklına gir. Eğer sen ona benden daha fazla yardımcı olabilirsen, karşılaştığımız her yerde ve her zaman sana yol açarım.”
Zekâ bunu kabul ederek köylü delikanlının aklına girdi. Genç adam, zekânın varlığını hisseder hissetmez şöyle düşünmeye başladı: “Ne diye ölene dek bu tarlayı süreyim ki? Başka bir yere gidip kolayca servet kazanabilirim.” Sonra hemen tarlayı sürmeyi bırakıp eve gitti.
“Baba,” dedi, “ben köy hayatını sevmiyorum. Bahçıvanlık bana daha uygun bir iş.”
Babası şaşırmıştı: “Neyin var senin, Vanek? Aklını mı yitirdin?” Biraz düşündükten sonra şöyle dedi: “Madem gitmek istiyorsun, git bakalım. Tanrı seninle olsun! Yalnız bu durumda evi kardeşin miras alacak. Bilmiş ol.”
Vanek yeni hevesi yüzünden köy evini kaybetmişti ama umurunda değildi. Hemen yola çıkıp Kral’ın bahçıvanına gitti ve onun çırağı oldu. Bahçıvan’ın öğrettiklerinin kat kat fazlasını öğrenip iyice ustalaştı. Hatta öğretmenini geçti. Kısa süre sonra neyi nasıl yapacağı konusunda bahçıvanın talimatlarına uymaz oldu. Her şeyi kendi bildiği gibi yapmaya başladı. İlk başta bahçıvan bu duruma çok kızmıştı ama delikanlının çok iyi iş çıkardığını ve bahçenin eskisinden güzel olduğunu görünce kızgınlığı yerini memnuniyete bıraktı.
“Sen benden çok daha akıllısın," dedi. Böylece bahçıvan, Vanek’in bahçeyi istediği gibi düzenlemesine izin verdi. Çok geçmeden Vanek bahçeyi öyle muhteşem bir görüntüye kavuşturmuştu ki Kral, bu manzaranın tadını çıkarmak için sık sık Kraliçe ve tek kızlarıyla birlikte bahçede gezintiye çıkıyordu.
Prenses çok güzel bir kızdı lakin on iki yaşından beri konuşmuyordu. Kimse ağzından tek bir kelime çıktığını işitmemişti.
Kral bu duruma çok üzülüyordu. Her kim bu derde bir çare bulursa, kızını onunla evlendirecekti. Nice genç krallar, prensler ve daha birçok yönetici saraya gelmiş ama hepsi eli boş dönmüştü. Hiçbiri genç kızı konuşturmayı başaramamıştı. “Ben neden şansımı denemeyeyim?” diye düşündü Vanek. “Kim bilir, belki benimle konuşur.”
Hemen gönüllü olduğunu saraya bildirdi. Kral ve danışmanları Vanek’i Prenses’in bulunduğu odaya götürdü. Kralın kızının küçük bir köpeği vardı, bu akıllı hayvanı pek seviyordu zira kız ne istese hemen anlıyordu.
Vanek, Kral ve danışmanlarıyla birlikte odaya girdiğinde sanki Prenses’i görmemiş gibi köpeğe seslendi: “Köpekçik, duydum ki sen pek akıllı bir hayvanmışsın. Bu yüzden sana danışmaya geldim. Biz üç gezgin arkadaşız. Biri heykeltıraş biri terzi iki arkadaşım da benimle beraber. Bir keresinde bir ormandan geçiyorduk ve geceyi orada geçirmek zorunda kaldık. Kurtlardan korunmak için ateş yaktık ve sırayla nöbet tutmaya karar verdik. İlk önce heykeltıraş nöbet tuttu. Zaman geçsin diye bir ağaç kütüğünü oyup güzel bir kız yaptı. Sonra terziyi kaldırıp nöbet sırasının onda olduğunu söyledi. Terzi, tahtadan kızı görünce şaşırdı. 'Canım çok sıkılmıştı,' dedi heykeltıraş, 'yapacak bir şey bulmam gerekiyordu. Ben de ağaç kütüğünden bir kız yaptım. Dilersen zaman kolay geçsin diye ona elbise yapabilirsin.'
Terzi hemen makas, iğne ve iplik çıkardı. Kumaşları kesip elbise dikmeye koyuldu. Yaptığı giysileri kıza giydirdi. Ardından nöbet sırasının bana geldiğini haber verdi. Bu kızın nereden çıktığını ben de merak etmiştim. 'Görüyorsun ya,' dedi terzi. 'Heykeltıraş zaman geçsin diye ağaç kütüğünden bir kız yapmış. Ben de aynı nedenle ona güzel elbiseler diktim. Eğer canın sıkılırsa kıza konuşmayı öğretebilirsin.'
Sabah güneş doğarken kıza konuşmayı öğretmiştim. Fakat arkadaşlarım uyandıklarında, kızı kendilerinin hak ettiğini söylediler. Heykeltraş, 'Ben yaptım onu, bu kız benimdir' dedi. Terzi itiraz etti: 'Ben de giydirdim.'
“Elbette, ben de kızda hakkım olduğunu söyledim. Şimdi söyle bana kuçu kuçu, bu kız hangimizindir?" Köpek tek kelime etmemiş, onun yerine Prenses cevap vermişti: “Kimin olacak, senindir elbette! Heykeltıraşın yaptığı cansız bir kızın ne değeri var? Tek kelime edemedikten sonra terzinin yaptığı giysilerin ne kıymeti var? Sen ona en güzel armağanı verdin. Yaşamayı ve konuşmayı öğrettin. Bu nedenle kız sana aittir.”
“Öyleyse, kendi hükmünü verdin,” dedi Vanek. “Seni tekrar konuşturdum ve sana yeni bir hayat verdim. O halde bana aitsin.”
Bunun üzerine Kral’ın vezirlerinden biri şöyle dedi: “Kızını tekrar konuşturduğun için Kral hazretleri sana kıymetli armağanlar verecektir lakin Prenses’le evlenmene izin veremez zira asil bir soydan gelmiyorsun.”
Vezirin sözleri Kral’ın aklına yatmıştı. “Sen alt tabakadansın. Hizmetin nedeniyle seni ödüllendireceğim fakat kızımı alamazsın.”
Gelgelelim Vanek’in ödülde falan gözü yoktu : “Kral, kızını iyileştiren her kim olursa olsun, onunla evlendireceğine kayıtsız şartsız söz verdi. Bir kralın sözü kanun demektir. Kral koyduğu kanunlara herkesin uymasını istiyorsa ilk önce halka örnek olmalı. Sözün özü, Kral kızını bana vermek zorunda.”
“Yakalayıp bağlayın şunu,” diye bağırdı az önce konuşan vezir. “ Kimse Kralımıza ne yapacağını söyleyemez. Bu, majestelerine hakarettir! Böyle hadsiz bir adamın hakkı ölümdür. Majesteleri, bu rezil adamın kılıçla idam edilmesini emretmek istemez misiniz?”
Kral emretti: “İdam edin şunu!”
Vanek hemen eli kolu bağlanarak götürüldü. Darağacına getirildiğinde Şans onu bekliyordu. Zekâ’nın kulağına usulca fısıldadı: “Gördün mü bak, senin yüzünden neler oldu? Kellesi gidecek delikanlının. Şimdi açıl da senin yerine geçeyim!”
Şans, Vanek’in bedenine girer girmez celladın kılıcı idam sehpasına çarpıp kırıldı. Sanki biri elinden alıvermişti kılıcı. Yeni bir kılıç getirmelerine zaman kalmadan bir ulak geldi şehirden. Dörtnala koşan atının sırtında neşeyle davul çalıyor ve beyaz bir bayrak sallıyordu. Vanek için yollanmış bir kraliyet arabası onu izliyordu.
Olay şöyleydi: Prenses babasına Vanek’in doğruyu söylediğini anlatmıştı. Bir kralın sözü kanun demekti. Vanek, asil bir soydan gelmiyorsa bunun kolayı vardı. Onu prens ilan etmesi yeterliydi. Kral şöyle dedi: “Haklısın kızım. Prens olsun Vanek!”
Kral’ın emri üzerine hemen bir araba gönderildi. Vanek’in yerine, Kral’ı genç adama karşı kışkırtan vezir idam edildi. Ardından Vanek ve Prenses evlendiler. Genç çift bir kraliyet arabasıyla evlerine giderken Zekâ yol üzerinde onları bekliyordu. Burada Şans ile karşılaşınca sanki birden üstüne soğuk su dökülmüş gibi başını eğip kenara çekildi.
Derler ki o zamandan beri Zekâ, her karşılaştıklarında Şans’a yer açar.
Jezinkalar5
Bir zamanlar öksüz ve yetim bir çocuk yaşardı. Geçimini sağlamak için çalışması gerekiyordu. Gece gündüz demeden yolları aştıysa da hiçbir yerde iş bulamadı. Ta ki günün birinde bir viraneye denk gelene kadar. Bir ağaç altında kaybolmuştu bu ev. Kapı eşiğinde ihtiyar bir adam oturuyordu, gözleri iki kara oyuktu. Ahırda keçiler meliyordu. Yaşlı adam dedi ki: “Zavallı keçilerim, keşke sizi meraya götürebilsem ama elimden bir şey gelmiyor. Gözlerim kör. Size çobanlık edecek kimsem yok.”
“Dedeciğim, ben sana yardım edebilirim,” diye cevap verdi delikanlı.
“Sen de kimsin? Adın ne?”
Çocuk kendisini tanıttı, adının Johnny olduğunu söyleyip başına gelenleri anlattı.
“Peki Johnny, bana yardım edebilirsin. Önce keçileri meraya götürmen gerek. Yalnız onları sakın ormandaki tepeye götürme. Yoksa Jezinkalar gelip seni uyutur, sonra tıpkı bana yaptıkları gibi gözlerini oyuverirler.” “Korkma Dede,” diye cevap verdi Johnny. "Jezinkalar benim gözlerime dokunamazlar."
Ardından keçileri ahırdan çıkarıp meraya götürdü. İlk iki gün hayvanları ormandan uzakta otlattı. Ama üçüncü gün kendi kendine şöyle düşündü: “Ne diye Jezinkalardan korkacakmışım? Keçileri ormana götüreceğim, orada daha güzel otlar var.”
Sonra üç yeşil böğürtlen çalısı koparıp şapkasına yerleştirdi. Keçileri doğruca ormandaki yeşil tepeye sürdü. Hayvanlar burada otlarken Johnny, dinlenmek için bir ağaç gölgesine oturdu. O sırada beyazlar içinde güzel mi güzel bir genç kız belirdi karşısında. Güzelce taranmış kuzguni siyah saçları sırtından aşağı dalgalanıyordu, gözleri birer kara zeytin gibiydi.
“Tanrı seni korusun, ey keçi çobanı!” dedi kız. “Bahçemizde enfes elmalar yetişir. Buyur, sen de bir tane al. Ne kadar leziz olduklarını gör.”
Genç kız, Johnny’ye kıpkırmızı bir elma verdi. Fakat Johnny elmadan yediği takdirde uyuyakalacağını ve gözlerinin oyulacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden şöyle dedi: “Çok teşekkürler güzel kız! Efendimin bahçesinde bunlardan daha güzel meyveler veren bir elma ağacı var. O elmalardan çok yediğim için tokum.”
“Madem öyle ısrar etmeyeceğim,” diye cevap veren kız oradan uzaklaştı.
Bir süre sonra ondan da güzel bir başka kız geldi. Elinde kıpkırmızı bir gül vardı. “Tanrı seni korusun ey keçi çobanı!” dedi. “Ne güzel bir gül kopardım çalılardan. Kokusu da harika. Bir kere koklasana.”
“Çok teşekkür ederim güzel kız ama benim efendimin bahçesinde bundan çok daha güzel güller var. Hepsini bol bol kokladım.”
“Madem öyle, bırak kalsın!” dedi kız öfkeyle, sonra sırtını dönüp gitti.
Ardından üçüncü kız geldi. Diğerlerinden de genç ve güzeldi. “Tanrı yardımcın olsun, ey çoban!”
“Teşekkürler güzel kız!”
“Hakikaten, pek yakışıklı bir delikanlısın,” dedi kız. “Ama saçlarını tarayıp güzelce giyinsen, daha hoş gözükürsün. İzin ver tarayayım saçlarını.”
Johnny hiçbir şey demedi ama kızın yaklaşması üzerine başından şapkasını çıkarıp sakladığı çalılardan birini fırlattı. Kızın iki eline isabet etmişti çalılar. “İmdat! İmdat!” diye acı içinde bağıran kız, ağlamaya başladı. Ne kadar uğraşsa da yerinden kıpırdayamıyordu.
Johnny kızın ağlayıp inlemesine aldırmadan çalılarla ellerini sıkıca bağladı. Bunun üzerine diğer iki kız koşarak geldi. Kardeşlerinin yakalandığını görünce ellerini çözmesi için Johnny’ye yalvarmaya başladılar. “Kendiniz çözün,” dedi Johnny.

“Yapamayız ki! Ellerimiz pek narindir, dikenler batar.”
Fakat ne kadar dil dökseler de delikanlıyı ikna edemeyeceklerini anlayan kızlar, ellerini çözmek için kardeşlerinin yanına gitmek zorunda kaldılar. Bunun üzerine Johnny birden öne atılıp onların da ellerini bağlayıverdi.
“Gördünüz mü, yakaladım işte sizi kötü kalpli Jezinkalar! Neden oydunuz efendimin gözlerini, ha?”
Bu olayın ardından delikanlı, keçilerin sahibi yaşlı adamın yanına gidip şöyle dedi: “Gel dede. Sana gözlerini geri verebilecek birini buldum.”
Tepeye vardıklarında ilk Jezinka’ya seslendi: “Söyle bakalım, ihtiyarın gözleri nerede? Yoksa gözünün yaşına bakmam seni suya atarım!”
Jezinka, yaşlı adamın gözlerinin yerini bilmediğini söyledi. Bunun üzerine Johnny yaklaştı. Niyeti kızı tepenin aşağısında hızla akan nehre atmaktı.
“Yapma Johnny, yapma!’’ diye yalvardı Jezinka. “Sana ihtiyarın gözlerini vereceğim.”
Kız delikanlıyı bir mağaraya götürdü. Burada yüzlerce gözden oluşan bir yığın vardı. Kimi kocaman kimi küçük; kimi mavi kimi ise yeşil, siyah ve kırmızıydı. Kız yığının içinden bir çift göz alıp delikanlıya uzattı. Fakat Johnny bunları yaşlı adamın gözlerindeki boşluklara yerleştirdiğinde zavallı adam haykırmaya başlamıştı: “Heyhat! Bunlar benim gözlerim değil. Baykuşlardan başka şey görmüyorum.”
Johnny aldatıldığı için çok sinirlenmişti. Jezinka’yı kolundan yakalayıp suya fırlattı. Sonra ikincisine döndü: “Sen söyle bakalım. İhtiyarın gözleri nerede?”
O da önce bilmediğini söyledi ama Johnny’nin kendisini suya atacağını anlayınca mağaraya gidip iki göz getirdi. Fakat yaşlı adam bir kez daha haykırdı: “Heyhat! Bunlar da benim gözlerim değil. Kurtlardan başka şey göremiyorum.”
Böylece ikinci Jezinka da birincisiyle aynı kaderi paylaştı ve hızla akan sularda gözden kayboldu.
“İhtiyarın gözleri nerede, söyle!” dedi Johhny, üçüncü ve en genç Jezinka’ya. Bu kız da onu mağaradaki yığının başına götürüp içinden iki göz aldı. Fakat bunları yerine koyduklarında yaşlı adam yine kendi gözleri olmadığını söyledi. “Turnabalıklarından başka bir şey göremiyorum,” dedi.
Üçüncü Jezinka da Johnny’yi aldatmıştı. Delikanlı, kızı suya fırlatmak üzereydi ki kız gözyaşları içinde yalvardı: “Dur Johnny, yapma! İhtiyarın gözlerini vereceğim.”
Sonra yığının altından iki göz çıkardı. Johnny bunları yaşlı adamın göz oyuklarına yerleştirdi. İhtiyar bu defa neşesinden haykırmıştı: “İşte, benim gözlerim! Tanrı’ya şükürler olsun. Yine görebiliyorum!”
Bundan sonra Johnny ve ihtiyar birlikte mutlu bir şekilde yaşadılar. Johnny keçileri otlatırken ihtiyar da evde peynir yapıyordu. Sonra birlikte afiyetle yemek yiyorlardı. Jezinka’ya gelince, bir daha onu o tepede gören olmadı.
Orman Perisi
Betty küçük bir kızdı, annesi ise dul bir kadın. Harap bir köy evi ile iki dişi keçiden başka hiçbir şeyleri yoktu. Buna rağmen Betty her zaman pek neşeliydi. İlkbahardan sonbahara kadar keçileri bir huş ağacının bulunduğu otlakta otlatırdı.
İşte Betty her gün bu otlağa giderdi. Evden ayrılmadan önce annesi bir dilim ekmek ile bir kirmen6 koyduğu sepeti verip “Yünle dolsun!” derdi. Betty, örekesi olmadığından eğirmesi gereken keten ipi başına bağlardı.
Betty annesinin elinden sepeti alıp keçilerin ardından neşeyle huş ağacının olduğu yere yürümeye koyulurdu. Oraya vardıklarında keçiler otlara hücum ederken Betty bir ağacın altına oturup işe başlardı. Sol eliyle başındaki ipi çeker, sağ eliyle kirmeni kullanırdı. Kirmenin yere çarpmasıyla çıkan ses ve küçük kızın neşeli şarkısı birbirine karışıp ormanda yankılanırdı.
Güneş tepeye çıkınca Betty işini bir kenara bırakıp keçilere seslenirdi. Yanından uzaklaşmasınlar diye ikisine de bir parça ekmek verdikten sonra birkaç çilek ya da başka mevsim meyveleri bulmak için ormana girerdi. Topladığı meyveleri ekmeğinin üstüne tatlı niyetine yerdi. Yemeğini bitirince ayağa fırlar, ellerini çırpıp şarkı söylemeye ve dans etmeye başlardı. O sırada güneş, yeşillikler arasından kıza gülümserdi. Çimenlerde keyif çatan keçiler “Ne kadar neşeli bir çobanımız var,” diye düşünürdü. Dansın ardından yine hiç ara vermeden ip eğirmeye koyulurdu küçük kız. Akşam keçileri eve getirdiğinde kirmeni daima dolu olurdu. Annesinden hiç azar işitmezdi çünkü işini hep böyle eksiksiz yapardı.
Bir gün, âdeti olduğu üzere tam gün ortasında işine ara vermiş, küçücük yemeğini yedikten sonra dans etmeye hazırlanıyordu. Birden karşısında nereden çıktığı belli olmayan güzel bir kız belirdi. Tül gibi incecik beyaz bir elbise vardı üzerinde, altın rengi saçları beline kadar uzanıyordu. Ayrıca başını orman çiçeklerinden yapılmış bir taç süslüyordu.
Betty’nin şaşkınlıktan dili tutulmuştu. Genç kız tebessüm ederek hoş bir sesle konuştu: “Betty, dans etmeyi sever misin?”
Genç kızın sevimli tavrı ve konuşması Betty’nin kalbini yumuşatmış, korkusunu yok etmişti. “Ah, bütün gün dans etsem yorulmam!” diye cevap verdi.
“Gel öyleyse, birlikte dans edelim. Ben sana öğreteceğim!”
Bu sözlerin ardından kız elbisesinin ucunu toplayıp Betty’yi belinden kavradı ve onunla dans etmeye başladı. Böyle döndükleri sırada o kadar hoş bir müzik duyuluyordu ki Betty’nin heyecandan kalbi duracaktı.



