bannerbanner
Slav masalları
Slav masalları

Полная версия

Slav masalları

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

Siyah, külrengi, kahverengi ve alacalı kaftanlar içindeki müzisyenler huş ağacının dallarına oturmuştu. Güzel kızın işaretiyle bir araya gelen seçkin müzisyen grubu; bülbüller, tarlakuşları, ketenkuşları, sakalar, fluryalar, ardıçkuşları, karatavuklar ve pek hünerli bir alaycı kuştan oluşuyordu.

Betty’nin yanakları kızarmıştı, gözleri ışıl ışıldı. Keçileri ve işi aklından uçup gitmişti. Büyüleyici hareketlerle dans eden partnerinden gözlerini ayıramıyordu. Kızın hareketleri öyle yumuşaktı ki narin ayaklarının altındaki çimler bile ezilmiyordu. Akşama kadar böyle eğlenip dans ettiler ama Betty’nin ayakları hiç yorulmamıştı. Sonra güzel kız dansı bıraktı, müzik durdu ve kız tıpkı geldiği gibi bir anda gözden kayboluverdi.

Betty etrafına baktığında güneşin batmak üzere olduğunu gördü. Hemen ellerini başına götürdü. Keten ip, sabah getirdiği gibi duruyordu. Çimende duran kirmeni bomboştu. Keten ipi başından alıp kirmenle birlikte sepete koydu. Keçilere seslenip evin yolunu tuttu.

Yol boyunca hiç şarkı söylemedi çünkü güzel dansçı kıza aldanıp bütün günü aylaklıkla geçirdiği için kendine çok kızgındı. Bir daha gelecek olursa o kızı dinlememeye kararlıydı. Her zamanki neşeli sesi duyamayan keçiler, peşlerinden gelenin gerçekten kendi çobanları olduğundan emin olmak için arkalarına baktı. Şarkı söylemeden geldiğini görünce annesi de kaygılanmış, “Hasta mısın kızım?” diye sormuştu.

“Hayır anneciğim hasta değilim ama çok şarkı söylemekten boğazım ağrıyor. O yüzden sessizim,” dedi Betty.

Sonra kirmen ve eğrilmemiş keten ipi yerine koymaya gitti. Annesinin ipi hemen dolama alışkanlığı olmadığını bildiğinden, o gün bitiremediği işi ertesi gün telafi etmek niyetindeydi. Bu yüzden, bütün gün birlikte şarkı söyleyip dans ettiği güzel kızdan annesine bahsetmedi.

Ertesi gün Betty yine şarkılar söyleyerek keçileri huş ağacının olduğu yere götürdü. Keçiler hemen otlanmaya başladı. Betty ağacın altına oturup zaman kaybetmeden işe koyuldu. Bu sırada hep şarkı söylüyordu zira şarkı söylerken ip eğirmek daha kolay geliyordu. Saatler geçti, güneş gökte yükselmiş ve öğle vakti olmuştu. Betty keçilere birer lokma ekmek verdikten sonra çilek aramaya gitti. Geri dönüp yemeğini yerken keçilerine dert yanıyordu: “Ah, benim keçiciklerim. Bugün dans edemem, çok işim var!”

Kucağındaki ekmek kırıntılarını toplayıp kuşlar yesin diye bir taşın üzerine koydu. O sırada “Neden dans etmeyecekmişsin?” diye sordu güzel bir ses. Geçen gün gördüğü o güzel kızdan başkası değildi bu. Sanki bulutlardan düşüvermiş gibi Betty’nin yanında bitmişti. Betty bu sefer öncekinden daha da fazla korkmuştu. Onu görmemek için gözlerini yumdu ama kız aynı soruyu tekrarlayınca tevazuyla cevap vermek zorunda kaldı: “Bağışlayın beni güzel hanımefendi fakat sizinle dans edemem çünkü bugün de işimi ihmal edersem annemden azar işiteceğim. Akşam olmadan dün yarım bıraktığım işimi bitirip bütün bu ipleri eğirmem gerek.”

“Haydi gel, dans edelim,” dedi güzel kız. “Güneş batmadan işlerin hallolmuş olacak.” Sonra elbisesinin ucunu kıvırıp Betty’yi belinden kavradı. Huş ağacının dallarında oturan müzisyenlerin nağmeleri eşliğinde dans etmeye başladılar. Güzel kız eskisinden daha göz alıcı hareketlerle dönüyordu. Öyle ki Betty onu izlerken mest olmuş, işini ve keçileri yine unutuvermişti. Nihayet kız dansı bıraktı ve müzik durdu. Bu sırada güneş batmak üzereydi. Betty ellerini başına götürüp eğrilmemiş iplere dokununca ağlamaya başladı. Güzel kız elini Betty’nin başına koyup ipleri çekti ve ince bir dala sardı. Sonra kirmeni eline alıp ip eğirmeye başladı. Kirmen, Betty’nin gözleri önünde gitgide dolmuştu. Güneş batmak üzereyken bütün ipler eğrilmişti. Betty’nin önceki gün yarım bıraktığı ip de bitmişti. Güzel kız, yumağı Betty’ye uzatırken şöyle dedi:

“İpi makaraya sar ve homurdanma. Sözlerimi unutma sakın: İpi sar ve homurdanma!” Bu sözlerin ardından kız yer yarılıp içine girmiş gibi bir anda gözden kayboldu.

Betty çok mutluydu. Eve dönerken şöyle geçirdi içinden: “Bu kadar iyi ve yardımsever biri olduğuna göre, tekrar gelirse onunla yine dans edeceğim.”

Neşeyle şarkı söyleyerek keçilerini eve götürdü. Fakat bu defa annesi onu hiç hoş karşılamamıştı. Betty gittikten sonra annesi eğrilmiş ipleri makaraya sarmak istemişti ama kirmenin boş olduğunu görünce keyfi kaçmıştı.

“Dün ne yaptın da işini bitiremedin bakalım?” diye sordu kadın azarlayıcı bir ses tonuyla.

“Özür dilerim anneciğim. Dans ederken, zamanı unutmuşum,” dedi Betty. Sonra kirmenini göstererek ekledi: “Ama bugün dünkü işimi telafi ettim, bütün ipleri eğirdim.”

Annesi başka bir şey demeden keçileri sağmaya gitti. Betty yaşadığı macerayı annesine anlatmayı çok istiyordu ama kendi kendine şöyle düşündü: “Hayır, şimdi bir şey söylemeyeceğim. Eğer kız bir daha gelirse ona kim olduğunu soracağım. Sonra anneme anlatırım.” Böylece dilini tutmaya karar verdi.

Üçüncü sabah da her zamanki gibi keçileri huş ağacına götürdü. Keçiler otlamaya başladı, Betty de ağacın altına oturdu. Bir taraftan işini yapıyor, bir taraftan şarkı söylüyordu. Gün ortasında kirmenini çime bırakıp keçilere birer lokma ekmek verdi. Sonra çilek topladı ve yemeğini yedi. Kırıntıları kuşlara verirken keçilere seslendi: “Keçiciklerim, bugün sizin için dans edeceğim!”

Ayağa fırlayıp ellerini kaldırdı. O güzel kız gibi dans etmek için hazırlanmıştı ama o anda kızı karşısında buldu.

“Haydi, birlikte dans edelim!” dedi kız Betty’yi belinden kavrayarak.

Aynı anda muhteşem bir müzik başlamıştı. Kızlar etrafta uçar gibi dönüyordu. Betty yine işini ve keçilerini unutmuştu. Vücudu söğütten bir değnek gibi her yöne eğilebilen güzel kızın dansından bir an bile gözlerini ayıramıyor, ayaklarını yerden kesen muhteşem müzikten başka bir şey düşünemiyordu. Öğle vakti başladıkları dans akşama kadar devam etti. Sonra güzel kız dansı bıraktı ve müzik durdu.

Betty etrafına bakınca güneşin çoktan ağaçların ardına ulaştığını gördü. Gözyaşları içinde ellerini başına götürdü. Yarısı boş kirmeni ararken kara kara annesinin ne diyeceğini düşünüyordu.

“Sepetini uzatsana,” dedi güzel kız. “Bugün yarım kalan işini bitireceğim.”

Betty sepeti verdi. Kız bir an ortadan kayboldu. Sonra Betty’ye sepeti geri verdi. “Şimdi değil, eve gidince bak sepetin içine,” dedi.

Ardından rüzgârla birlikte savrulmuş gibi uçup gitmişti.

Betty sepete bakmaya korkuyordu ama eve yaklaşırken merakına daha fazla direnemedi. Sepet, içi boşmuş gibi hafifti. Kızın onu aldatmış olabileceğini düşündüğü için bir an evvel içine bakmak istiyordu. Sepete bakıp içinin yapraklarla dolu olduğunu görünce o kadar korktu ki! İki gözü iki çeşme ağlamaya başladı. Bu kadar saf olduğu için kendine çok kızmıştı. Biraz yaprak alıp öfkeyle etrafa savurdu. Sepeti boşaltacaktı ama “Keçilerin altına sererim bunları,” diye düşündü. Eve gitmeye korkuyordu. Keçilere gelince, hayvancağızlar bu akşam da çobanlarını tanımakta zorluk çekiyordu.

Annesi kapının önünde merak içinde onu beklemekteydi. Betty’yi görünce ilk sözleri şu oldu: “Tanrı aşkına, kızım! Dün bana nasıl bir yumak getirdin öyle?”

“Ne oldu ki?” diye sordu Betty telaş içinde. “Dün sabah sen keçileri götürdükten sonra ben de ipi sarayım istedim. Saatlerce uğraştım ama yumak bir türlü bitmedi. Bir çile, iki çile derken, ip olduğu gibi duruyordu. ‘Bu kötü bir cinin işi mi?’ diye sordum kendi kendime. Bir de üstüne kirmendeki ipler kayboluverdi. Bu ne demek oluyor, söyle bakalım!”

Betty başına gelenleri bir bir anlattı.

“O gördüğün kız bir orman perisiydi!” diye haykırdı annesi. “Orman perileri öğlenden akşama dek dans eder dururlar. Neyse ki erkek değilsin. Yoksa o perinin elinden sağ kurtulamazdın. Nefesin tükenene dek seninle dans eder, belki de öldürene dek gıdıklardı. Ama orman perileri kızlara karşı merhametlidir. Hatta güzel hediyeler verirler onlara. Keşke bana anlatsaydın. Öfkeyle konuşmamış olsaydım şimdi bir oda dolusu ipimiz olacaktı.”

İşte o anda Betty’nin aklına sepet geldi. Belki o yaprakların altında bir hediye olabilirdi. Kirmeni ve eğrilmemiş keten ipi çıkarıp bir kez daha sepete baktı. “Anne, baksana!” diye bağırdı.

Annesi sepete bakınca neşeyle ellerini çırptı. Huş ağacı yaprakları altına dönüşmüştü!

“Bana burada değil eve gidince bak demişti ama sözünü dinlememiştim.”

“İyi ki bütün sepeti boşaltmamışsın,” dedi annesi.

Ertesi sabah Betty’nin iki avuç yaprak attığı yere giden annesi taze huş yapraklarından başka bir şey göremedi. Ancak Betty’nin eve getirdiği hazine yeter de artardı. Annesi altınlarla küçük bir arazi aldı. Ayrıca bir sürü büyükbaş hayvan aldılar. Betty’nin güzel elbiseleri vardı artık. Üstelik keçileri otlatmasına gerek kalmamıştı. Varlık içindeydi ve neşesi hep yerindeydi. Gelgelelim, hiçbir şey onu orman perisiyle yaptıkları dans kadar mutlu etmeyecekti. Bu yüzden sık sık huş ağacına gidiyor ve o güzel kızı görmeyi umuyordu ama bir daha onu göremedi.

George ile Keçi

Bir zamanlar bir Kral yaşardı. Kral’ın yüzü hiç gülmeyen bir kızı vardı. Her daim üzgündü. Bu yüzden Kral ülkedeki tüm delikanlılara haber salınmasını istedi. Her kim ki kızını güldürmeyi başarırsa, Kral’ın damadı olacaktı.

Bu ülkede bir de George adında bir çoban yaşıyordu. Babasına şöyle dedi: “Baba! Ben de gidip Prenses’i güldürmeye çalışacağım. Senden bir şey istemiyorum, keçiyi yanıma ver yeter.”

Babası, “Peki, git bakalım,” diye cevap verdi.

Keçinin öyle bir tabiatı vardı ki sahibinin dileği üzerine herkesi yanında alıkoyabilirdi. Böylece sözkonusu kişi keçiye yapışmış gibi yanından ayrılamazdı.

Delikanlı işte bu keçiyi alıp yola çıktı. Sonra bir ayağı omzunda olan bir adamla karşılaştı. George, “Neden bir ayağın omzunda?” diye sordu.

Adam, “Eğer ayağımı indirecek olursam yüz mil öteye zıplarım,” diye cevap verdi.

“Peki, nereye gidiyorsun?”

“İş arıyorum. Beni hizmetine alacak birini bulmak için yollara düştüm.”

“Bizimle gelsene öyleyse.”

Birlikte yola devam ettiler. Bu defa gözleri bağlı bir adam çıktı karşılarına. George sordu: “Neden gözlerin bağlı?”

Adam cevap verdi: “Eğer gözlerimdeki bağı açacak olursam yüz mil ötesini görebilirim.”

“Peki nereye gidiyorsun?”

“İş arıyorum. Sizinle gelebilir miyim?”

“Elbette.”

Biraz ilerlemişlerdi ki başka bir adamla tanıştılar. Kolunun altında bir şişe vardı. Şişenin ağzını kapak yerine başparmağıyla kapatmıştı.

“Şişeyi niçin parmağınla kapatıyorsun?”

"Parmağımı çekersem yüz mil öteye su fışkırtıp istediğim şeyi sırılsıklam edebilirim. Dilersen beni hizmetine al, belki işine yararım."

George, “Peki, sen de gel,” dedi.

Nihayet Kral’ın yaşadığı şehre geldiler. Keçi için gümüş bir kurdele aldıktan sonra dinlenmek için bir hana gittiler. Han sahibine önceden emir verilmişti. Gelenler ne dilerse yiyip içecek, parasını Kral ödeyecekti.

George ve arkadaşları keçiyi gümüş kurdeleyle bağlayıp hancıya emanet etti. Hancı hayvanı kızlarının yattığı odaya koydu. Bu adamın üç genç kızı vardı, henüz uyumamışlardı. Manka adındaki kız şöyle dedi: “Ah! Keşke benim de şöyle gümüş bir kurdelem olsa! O ipi keçiden çözeceğim.”

Ortanca kız Dodla, "Yapma sakın, sahibi anlar," dediyse de ablası onu dinlemedi.

Manka uzun süre geri dönmeyince en küçük kız Kate, “Git, çağır onu,” dedi kardeşine. Bunun üzerine Dodla gidip Manka’yı çağırdı. “Gel haydi, bırak şu ipi!”

Manka gibi o da keçinin yanından ayrılamıyordu. Ablaları bir türlü gelmeyince Kate “Gelin haydi, çözmeyin şu hayvanı,” diye seslendi. Sonra yanlarına gidip Dodla’nın sırtına hafifçe dokundu. Artık o da ablaları gibi keçinin yanından ayrılamıyordu!

Sabah olunca George hemen keçinin yanına gitti. Hayvanla birlikte ona yapışmış durumdaki üç kızı da aldı. Bu esnada hancı hâlâ uykudaydı. Şehrin içinden yürüdüler. Pencereden bakan hâkim şaşkınlık içinde sordu: “Amanın, hancının kızları değil mi bunlar? Ne oluyor orada?” Adam gidip en sondaki Kate’in elinden tuttu, onu diğerlerinden ayırma niyetindeydi ama akıbeti kızlarınkiyle aynı oldu. Sonra dar bir sokaktan ineklerini geçirmeye çalışan bir çoban göründü. Sürüsündeki boğa hızla koştu ve keçinin yanında sıkıştı kaldı. Böylece bu hayvan da George’un alayına katılmış oldu.

Nihayet sarayın önüne vardılar. Dışarı çıkan hizmetçiler gördükleri manzarayı hemen Kral’a anlattı. “Efendim, nice maskaralıklar gördük ama böylesine hiç şahit olmadık,” dediler. Hiç vakit kaybetmeden Prenses’i sarayın önündeki alana götürdüler. Kız gördüğü manzara karşısında öyle bir kahkaha kopardı ki gürültüsü sarayı sallamıştı.

Delikanlıya “Kimsin, neyin nesisin?” diye sordular.

“Adım George. Bir çobanın oğluyum,” dedi.

George, Kral’ın kızını doya doya güldürmeyi başarmıştı lakin soylu bir aileden gelmediği için onunla evlenemeyeceğini söylediler. Bunun için zorlu bir görevi daha yerine getirmesi gerekiyordu. “Ne yapmam gerek?” diye sordu genç adam. Saraydan yüz mil uzakta bir pınar vardı. Bir dakika içinde bu pınardan bir kupa su getirebilirse Prenses’le evlenebiliecekti.

George ayağı omzunda olan adama döndü: “Ayağını indirdiğinde yüz mil öteye atlayabileceğini söylemiştin.”

Adam, “Evet, çok kolay iş benim için,” dedi.

Sonra ayağını indirip atladı. Göz açıp kapayana dek su pınarının yanındaydı. Fakat çok az zamanı vardı, hemen geri dönmesi gerekiyordu. George ikinci adama döndü: “Gözlerindeki bağı çıkardığında yüz mil öteyi görebileceğini söylemiştin. Haydi bak bakalım, orada neler oluyor.”

“Ah, efendim!” dedi adam, gözlerini açtıktan sonra. “Uykuya dalmış!”

“Bu çok kötü,” dedi George, “Zamanımız yok. Sen, üçüncü adam, başparmağını şişeden çektiğin takdirde yüz mil öteye su fışkırtabilirim demiştin. Çabuk ol, uyandır onu! Sen de bak bakalım uyandı mı.”

“Uyanıyor efendim. Üstündeki tozu silkeleyip su çekiyor.”

Ardından adam bir kez daha zıplayıp tam zamanında geri döndü. Ancak bir görevi daha yerine getirmesi gerektiğini söylediler. Uzaktaki kayalıkların arasında vahşi bir hayvan yaşıyordu, tek boynuzlu bir at. Bu acımasız canavar onlarca insana saldırıp hepsini helak etmişti. İşte George bu atı yok ettiği takdirde Kral’ın kızını alabilecekti.

Bunun üzerine genç adam yol arkadaşlarıyla birlikte ormana gitti. Burada üç vahşi hayvan vardı. Yattıkları yerde yuvarlana yuvarlana üç çukur açmışlardı. İkisinin kimseye zararı yoktu fakat üçüncüsü insanları öldüren canavarın ta kendisiydi.

George ve arkadaşları ceplerine birkaç taş ve kozalak alıp bir ağaca tırmandılar. Hayvanlar yere uzanınca tek boynuzlu ata bir taş attılar. At hemen yanındaki hayvana şöyle dedi: “Sessiz ol, rahatsız etme beni.”

“Ben bir şey yapmıyorum,” diye cevap verdi hayvan.

Sonra George ve yoldaşları tek boynuzlu ata bir taş daha attılar. “Sessiz olun! İki kere rahatsız ettiniz beni,” diye bağırdı tek boynuzlu at.

“Biz bir şey yapmadık,” dedi diğer iki hayvan. Sonunda birbirlerine saldırıp dövüşmeye başladılar. Tek boynuzlu at, hayvanlardan birini boynuzuyla delip geçmek istedi ama onu elinden kaçırmıştı. Peşinden hızla koşayım derken bir ağaca çarpıp boynuzunu sıkıştırdı. Bu arada diğer iki hayvan kaçmıştı. George ve arkadaşları fırsattan istifade yere atladılar. Hemen tek boynuzlu atın kafasını kesip saraya götürdüler.

Saray halkı George’un bu görevin de üstesinden geldiğini görünce şaşkına dönmüştü. “Nasıl olur, ne yapacağız? Belki de kızımı onunla evlendirmem gerek!” dedi Kral.

“Hayır, efendim,” dedi hizmetçilerinden biri. “Kızınızı ona veremezsiniz. Bu adam bir prensesle evlenmeye layık asil bir soydan gelmiyor. Onu yok etmemiz şart!”

Bunun üzerine Kral, genç adamın öldürülmesini emretti.

Sarayda bir kadın hizmetçi daha vardı. Hemen koşup delikanlıya haber verdi: “George, seni öldürmek istiyorlar.”

“Hiç korkmuyorum,” dedi George. “Ben daha on iki yaşındayken onlar gibi bir düzinesini tek hamlede öldürdüm!”

Oysa bahsettiği olay şuydu: Bir gün ekmek pişirirken annesinin üstüne on iki sinek konmuş, George da hepsini tek hamlede öldürüvermişti.

Bunu duyan saray sakinleri “Ancak silahla kurtulabiliriz ondan,” dedi. Hemen askerleri topladılar. George’a düğünün sarayın önündeki açık alanda yapılacağını ve düzenlenecek askeri tören için prova yapmak istediklerini söylediler. Sonra genç adamı dışarı çıkardılar. Askerler hücuma hazır bekliyorlardı. O sırada George elindeki şişenin ağzını başparmağıyla kapatan arkadaşına döndü: “Başparmağını çektiğin an nişan aldığın her şeyi sırılsıklam edeceğini söylemiştin. Hemen çek parmağını, çabuk!”

“Ah, efendim. Bu iş çok kolay.”

Adam hemen kendisine söyleneni yaparak askerlere nişan aldı. Suyun şiddetiyle hepsinin gözleri kör olmuştu.

Böylece Kral ve yanındakiler başka çarelerinin olmadığını anladı. Prenses’i George’a vereceklerdi. Genç adama şık bir kaftan giydirdiler ve düğün yapıldı.

Ben de o düğündeydim. Şarkılar çalındı, yemekler yendi. Çeşit çeşit et yemekleri, çörekler, leziz meyveler ve kova kova içki sunuldu.

Bugün gittim, dün geldim. Ağaç dibinde bir yumurta buldum, bir adamın kafasına attım, adam kel kaldı. Hâlâ da kel.



Bu masal, Grimm Kardeşler’in "Altın Kaz" masalına benzer ama çok daha rasyonel biçimde düzenlenmiştir ve daha ilginçtir. Yüz mil öteye zıplayabilen adamın gökkuşağı, gözleri bağlı adamın şimşek ve elinde şişe olan adamın bulut olduğunu söyleyebiliriz. Bu masalı, “Uzun, Geniş ve Keskin Bakışlı” masalına benzer şekilde yorumlayabiliriz. Ancak masalın alegorisi aynı derecede açık ya da iyi yapılandırılmış değil. Masalın sonundaki saçma sözlere gelince, tüm Slav dillerinde anlatıcıların masalları bitirirken kullandıkları tekerlemelere bir örnek olduğunu belirtmeliyiz.

Moravya Masalları

Giriş

Moravya7, adını Morava Nehri'nden (Almanca Maehren) alır. Bu nehir ve kollarının kapladığı havza Moravya bölgesidir. Morava Nehri, Presburg’un biraz yukarısında Tuna Nehri’ne dökülür.

Çok eski dönemlerde Moravya’nın, Bohemya’dan çok daha medeni ve güçlü olduğu anlaşılıyor. Ancak sonraları Bohemya büyük bir krallık haline gelmiş, Moravya da bu krallığa bağlanmış. Nihayetinde Bohemya’nın bir uç beyliği olmuştur.

Moravya masalları, yapı ve özellikleri bakımından Bohemya masallarına çok benzer.

Bohemya’dan farklı olarak Moravya bölgesinde çok sayıda lehçe konuşulur. Ancak edebi dil Bohemya dilidir. Doğuda Moravya dili, “Deniz Lehçesi” olarak da bilinen Silezya diliyle birleşir.

Bu kitaptaki 8 numaralı masal olan “Vaftiz Anne”, Grimm Kardeşler’in derlediği “Vaftiz Baba” adlı Alman masalının ilginç bir varyantıdır. Bu Moravya masalında ölümün Vaftiz Baba yerine Vaftiz Ana ile temsil edilmesinin nedeni tüm Slav lehçelerinde ölüm (smrt) kelimesinin dişil olmasıdır. Bu temel üzerine kurulmuş olan masal, ölümün erkek olduğu Alman masalından daha zarif ve detaylıdır.

“Dört Birader” adlı masal da “Doğa Bilimleri Alegorisi” başlığı altında değerlendirilebilir. Bu masal, yapı ve yorum bakımından bildiğim diğer tüm varyantlardan çok daha açık ve basittir.

Vaftiz Anne

Evvel zaman içinde pek yoksul bir adam yaşardı. Günün birinde karısı bir erkek çocuk dünyaya getirdi. Fakat çok yoksul oldukları için kimse çocuğun vaftiz annesi ya da vaftiz babası olmayı kabul etmemişti.

“Tanrım,” dedi adam, “o kadar yoksulum ki kimse bana yardım etmek istemiyor. Bebeğimi alıp gideceğim. Karşıma çıkan ilk kişiden çocuğumun vaftizinde bulunmasını isteyeceğim. Eğer kimselerle karşılaşmazsam, belki mezarcı bana yardım eder.”

Adamcağız az gitti uz gitti, nihayet karşısına Ölüm çıktı. Diğer tüm kadınlar gibi çok güzeldi Ölüm. Ne var ki adam onun nasıl biri olduğunu bilmiyordu. Ölüm’den çocuğunun vaftiz annesi olmasını istedi. Kadın hemen kabul etti, bu teklifi ve adamı vaftiz oğlunun babası olarak selamladı. Sonra bebeği kollarına alıp kiliseye götürdü. Çocuk usullere uygun şekilde vaftiz edildi.



Kiliseden çıkınca çocuğun babası kadını bir hana götürdü. Adam bebeğinin vaftiz annesine küçük bir ikramda bulunmak istiyordu. Fakat kadın, “Boşver kardeş. İyisi mi benim evime gelin,” dedi. Böylece adamı kendi evine getirdi. Güzelce döşenmiş bir evi vardı.

Daha sonra vaftiz anne, adamı büyük bir mahzene götürdü. Bu mahzenden geçip doğruca karanlık yeraltı dünyasına vardılar. Burada küçük, orta boy ve büyük mumlar yanıyordu. Henüz yakılmamış olanlar çok büyüktü. Kadın vaftiz çocuğunun babasına döndü: “İşte kardeş, herkesin ömrü burada!”

Çocuğun babası yere çok yakın bir mum gördü. “Peki ama bu küçücük mum kimin?” diye sordu.

“Kimin olacak, senin! Bir mum işte bunun gibi hızlıca yanmaya başlayınca, gidip o mumun sahibini bulmam gerekir,” diye cevap verdi kadın.

Bunun üzerine adam yalvardı: “Lütfen, bana biraz daha zaman ver.”

“Ah, bunu yapamam!”

Ardından kadın, vaftiz ettirdikleri çocuk için yeni ve büyük bir mum yaktı.

Vaftiz anne mumu yakmak için başını çevirdiği sırada çocuğun babası yeni ve büyük bir mum alıp yakmış ve iyice küçülmüş olan kendi mumunun yerine koymuştu.

Vaftiz anne bunu fark etmişti: “Kardeş, bunu bana yapmamalıydın. Ama mademki ömrüne ömür ekledin, öyle olsun. Haydi gel, karının yanına gidelim.”

Bir hediye alıp çocuğun babasıyla birlikte yola çıktılar. Çocuğu annesinin yatağına yatırdılar. Sonra vaftiz anne kadına ağrısı olup olmadığını sordu. Çocuğun annesi, ağrıyan yerlerini gösterdi. Baba ise misafirine teşekkür etmek ve onu layık olduğu gibi ağırlamak için bira getirtti. Birlikte yiyip içtiler. Sonra vaftiz anne, babaya döndü: “Kardeş, öyle yoksulsunuz ki size ancak ben yardım edebildim. Ama olsun, beni daima hatırlayacaksınız! Pek çok muhterem insanın evine gidip onları hasta edeceğim. Sen de onları muayene edip iyileştireceksin. Ben sana gerekli ilaçları temin edeceğim. Bunun karşılığında seni mükafatlandırmak isteyecekler. Yalnız şuna dikkat et: Birinin ayaklarının dibindeysem, ona yardım edebilirsin. Lakin adamın başında dikiliyorsam, işte o zaman yardım etmeye yeltenmemelisin.”

Hakikaten böyle oldu. Çocuğun babası, vaftiz annenin hasta ettiği kişilerin her birine şifa verdi. Bir anda saygıdeğer bir hekim olmuştu.

Genç bir prens ölüm döşeğindeydi, hatta çoktan son nefesini vermişti. Yine de hekimi çağırdılar. Adam geldi, genç adama merhemler sürüp ilaçlar içirdi. Nihayet onu sağlığına kavuşturmayı başardı. Karşılığında cömertçe ödüllendirildi. Bir kont, hasta yatağında can çekişiyordu ve yine hekimi çağırdılar. Ne var ki Ölüm, yatağın arkasında hasta adamın hemen tepesinde dikiliyordu. Hekim şöyle dedi: “Çok ağır bir vaka ama elimizden geleni yapacağız.”

Hizmetçileri çağırıp yatağı ters çevirmelerini emretti. Böylece Ölüm, hastanın ayakları dibinde duracaktı. Hekim yine hastaya merhemler sürüp ilaçlar içirdi. Böylece şifa bulan kont, borcum nedir diye bile sormadan adama bir sürü para verdi. Yeniden sağlığına kavuştuğu için çok mutluydu.

Ölüm, hekimle karşılaştığında ona şöyle dedi: “Kardeş, sakın bir daha bana oyun oynamaya kalkma. Kontu iyileştirdiğin doğru ama kısa bir süreliğine. Vadesi dolduğunda nasılsa canını almam gerekecek.”

Çocuğun babası yıllarca hekimlik yapmaya devam etti. Artık yaşlanmıştı. Sonunda iyice güçten düşünce Ölüm’den canını almasını istedi. Gelgelelim, upuzun bir mum yakıp kendine ek ömür verdiği için Ölüm adamı öteki tarafa götüremiyordu. Mum sönene kadar beklemesi gerekiyordu.

Günün birinde hekim yine bir hastayı iyileştirmişti. Evine dönerken karşısına Ölüm çıktı. Hekimin arabasına binmişti. Adamı gıdıklayıp onunla oynamaya başladı, eline aldığı yeşil bir dalı boğazına sürtüyordu. Nihayet adamcağız kendini Ölüm’ün kucağına atıp son uykusuna daldı. Hekimi arabasında cansız halde yatarken bulup evine götürdüler. Bütün şehir ve çevredeki köyler yastaydı: “Ne iyi bir hekimdi! Onu çok özleyeceğiz. Hepimize yardım etmişti. Bir daha onun gibisi gelmez!”

Mirasını oğlu almıştı ama babası kadar yetenekli değildi.

Bir gün oğlu kiliseye gittiğinde vaftiz annesiyle karşılaştı. Kadın sordu: “Sevgili oğlum, nasılsın?”

Delikanlı cevap verdi: “Ne iyiyim ne kötüyüm. Babamın bıraktığı para şimdilik yetiyor ama sonra ne yapacağım, Tanrı bilir.”

Vaftiz annesi dedi ki: “Korkma oğlum. Ben senin vaftiz annenim. Başarılı olması için babana yardım etmiştim. Senin de ekmeğini kazanmanı sağlayacağım. Bir hekimin yanında eğitim alacak ve babandan çok daha yetenekli olacaksın.”

Bu sözlerin ardından kadın, genç adamın kulaklarına merhem sürüp bir hekime götürdü. Hekim bu kadını tanımıyordu. Eğitim alması için getirdiği delikanlının da nasıl biri olduğunu bilmiyordu.

Kadın oğlundan öğretmeninin sözünden çıkmamasını, hekimden ise ona iyi bir eğitim verip güzel bir makama getirmesini istedi. Sonra veda edip ayrıldı.

На страницу:
4 из 5