bannerbanner
Mısır mitolojisi
Mısır mitolojisi

Полная версия

Mısır mitolojisi

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 5

Canlıcılığın izlerini taşıyan çok sayıda yerel henoteist inanç, varlığını uzun süre sürdürmüş olamaz. Bireysellik için hiçbir zaman uygun olmayan bir ülkede aile ruhu, topluluğun efendisiyle rekabet edememiştir ve dolayısıyla devlet daha geniş ölçekli olarak kurulduğunda pek çok yerde yerel tanrı kısa sürede sınırları daha geniş veya siyasi önemi daha fazla olan bir şehrin tanrısına boyun eğmek zorunda kalmıştır. Bir şefin kendi şehir tanrısını, Mısır panteonları arasındaki bütün benzer ilahlardan daha üstün bir konuma getirerek kendisini Mısır’ın veya onun büyük bir bölümünün efendisi haline getirdiğine sık sık rastlamaktayız. Sözgelimi Teb’in ücra kasabası birdenbire Mısır’ın başkenti haline geldiğinde şehrin yerel tanrısı Amon, Mısır panteonları içinde şef konumuna gelmiş ve kendisine “tüm dünyanın efendisi” denmiştir. Kralın veya atalarının Amon’a inanmasından dolayı duyulan saygı, Amon’un yeni hanedan tarafından onurlandırıldığı zengin inanış ve kralın asıl bölgesiyle sarayından diğer şehirlere giden resmi görevliler kısa sürede bütün krallıkta firavunun tanrısına tapınılmasını sağladı. Böylelikle bu tanrı yerel ilahlarla birlikte tapınılmanın da ötesinde genellikle onlara üstün geldi ve hatta eyaletlerin kadim efendilerinin yerini alabildi. Sözgelimi, birinci ve on birinci eyaletin tanrısı Khnum ile asıl etki alanı Orta Mısır (altıncı, yedinci ve onuncu eyaletler), Yukarı Mısır eyaletlerinin en kuzeyi (yirmi ikinci eyalet) ve bir de Aşağı Mısır eyaleti (üçüncü) olan Hat-hor’un bu şekilde yayıldığını görmekteyiz. Az önce gördüğümüz gibi Teb’li Amon ise ancak MÖ 2000’den sonra önem kazanıp Nil deltasındaki en az dört eyalette hüküm sürmüştür. Bunun sebebi, Teb’in MÖ 2000’den 1800’e ve 1600’dan 1100’e kadar başkent olmasıdır. Ancak tutucu Mısırlıların zihin yapısından dolayı Teb’li tanrıların uzun süren hâkimiyeti bile dini inancın tam olarak bu tanrılar lehine kanunlaşmasını sağlayamadığı gibi, birkaç yerel tanrıdan fazlasını da tahtından indirememiştir.


1. şekil: Elefantin’in Üçlüsü: Khûm, Satet ve ‘Anuqet


Daha önce söylediğimiz gibi, farklı inançların bir arada sürdürülmesinin zorluğu birtakım başka sebeplerle birleşince, din adamlarının çok erken bir dönemde birçok farklı ilahı kutsal aile adı altında tek bir tapınakta bir araya getirmesine yol açmıştır. Bu aile genellikle baba, anne ve oğul üçlemesi biçiminde tasarlanmaktaydı; daha nadiren bir tanrının iki eşe sahip olabildiği durumlar da (Elefantin’de ve bazen Teb’de olduğu gibi) sözkonusuydu. Bir tanrının eşi unvanıyla ikinci sırada olmakla yetinemeyecek kadar önemli sayılan tanrıçalar sözkonusu olduğunda, tanrıçanın oğlu gibi daha az önemdeki erkek bir ilahla ilişkilendirilmekteydi (Dendera’daki gibi). Bütün bu tanrı zümresinin aslında birbiriyle komşu tanrılar tarafından şekillendirildiğini varsayabiliriz. Dokuzlu grupların gelişimi (belki de üçlünün üç misli hali) belli ki çok daha sonraları ortaya çıkacaktır.

Yerel tanrılara evrensel bir rol atfedilmedikçe bu tanrıya geniş çaplı tapılıyor olsa bile, sözgelimi timsah Sobk tanrısı hiçbir mitolojik özelliğe sahip değildi, bunların kişiliklerine bir miktar mitolojik özellik dahil edilebiliyordu. Tanrıların çoğu hakkındaki mitlere dair pek bilgimiz yoktur. Bazı Mısır bilimcilerin düşündüğü gibi bu bilgi eksikliğinin sebebi bilginin kazara kaybolması değildir; bunun sebebi, sözkonusu ilahların mitolojik özelliğe ya az sahip olması ya da hiç sahip olmamasıdır. Dolayısıyla mitolojik hayata uygun yerel ilahlar yalnızca, güneşin veya Osiris’in döngüsüyle bağlantılı olanlardır.

Aslını söylemek gerekirse, bazı tanrıların bir isme sahip olmayıp kendilerine tapınılan yerin ismiyle anılıyor olmalarında bu ilkel basitliğin izine rastlamak mümkündür. Mesela, kedi biçimli tanrıça Ubastet’in ismi, ona burada uzun yıllar gerçek bir isim olmaksızın tapınılmış ve basitçe “tanrıça” denilmişçesine yalnızca “Ubaset şehrininki” anlamına gelmektedir. Benzer şekilde aslında bir çakal olan (?) tanrı Khent(i)-amentiu (Batılılardan Önceki, yani ölüm) namını basitçe, mezarlığın yanındaki tapınağının konumundan almış gibi gözükmektedir. Bununla birlikte diğer açıklamaların kabulü olan bu örnekler, daha eski bir ismin kullanılmaz duruma gelmiş hali olabilir veya bazı yerlerde yerel bir farklılaşma meydana gelmiş olabilir. Çakal tanrı Khent(i)-amentiu yalnızca, Up-uaut’un (Ophois) yerel bir suretiymiş gibi gözükmektedir. Kuş kafalı tanrısına ait “Hint Yağı (?) Bitkisinin Altındaki” (beq), gibi isimler bunların oldukça ilkel olduğu izlenimi vermektedir. Bir ilahın kendisine ibadet edilen yerlerin çeşitliliğine göre iki veya daha çok kişiliğe ayrılması gerçekten görülür. Ancak bunun, tarihöncesi dönemde Min’in ve Amon’un farklı kişiliklere ayrılması gibi oldukça ender durumlar dışında esaslı bir etkisi olmamıştır. Tarihi dönemden bildiğimiz örneklerde bu ayrım çok nadiren yeni bir ilah isminin doğmasına sebep olmaktadır. Bir yerin Horus ve Hathor’u genellikle kendi isimlerini korur. Dolayısıyla böylesi ayrımlar, daha basit bir sistemden çoktanrıcılığa geçişi sağlamış olamaz. Aksine, kanatlı disk Behdeti’nin (Behdet’li [modern hali Edfu]) Horus ile onun yerel bir biçimi olarak özdeşliğinin gerçek olup olmadığı bile şüphelidir. Bu örnekte örtük isim, Horus ile özdeşliğin halen ikincil olduğunu ima eder gibi gözükmektedir.

Dolayısıyla her zaman şu durumla karşılaşmaktayız: Mısır’ın asıl durumuna ne kadar çok yaklaşırsak onun dininde yukarıda tarif edildiği gibi canlıcılığın asıl temelini açığa çıkaran sonsuz ve sistemsiz bir çoktanrıcılığa o kadar rastlamaktayız. Tarihi dönemin dinini anlamadaki bütün zorluk, her zaman ilkel aşamayla daha gelişmiş tür arasında gidip gelen çok kafa karıştırıcı bir şekilde tasarlanmış tanrıların evrensel algısında yatmaktadır. Böylesi bir algıya herhangi bir başka dinde neredeyse hiç rastlamamaktayız. Başka bir deyişle Eski Mısır dininin değeri, en ilkel kabilelerin bakış açısından bir sonraki daha yüksek dini gelişimin, özellikle Babil dininde temsil edildiği gibi, bakış açısına geçişin en açık örneğini oluşturmasıdır.


2. şekil: Daha sonraki dönemlerde ilahi gücü kaybolan tarihöncesi dönem Mısır’ının bazı tanrıları. (a), (b) çoğunlukla tılsım olarak kullanılan sakallı bir ilah, (c), (d), bir çifte boğa (Khonsu?), (e) bilinmeyen bir boğa-tanrı, (f) Sokari’ye benzer ancak çok daha güneyde bulunan bir cüce ilah


İkinci Bölüm

Güneşe Tapınma

Canlıcılığı ilk dönem Mısır dininin temeli olarak kabul ederek asıl evrensel güçlerin kolaylıkla ilah olarak kişilik kazandığını ve kabul edildiğini varsaymak zorundayız. Her göze çarpan ağaçta ve kayada ilahi güçler bulan bir topluluk, bu güçleri güneşte çok daha kolay bir şekilde bulacaktır. İlk Mısırlılar bu güçleri güneşte bulmuş ve bu evrensel güçlerin yüce tanrılar olduğunu kabul etmiş olabilirler. Ancak Mısırlılar başlangıçta bu güçlere, başka büyük ve evrensel dinlerin canlıcılık aşamasındaki pek çok toplum tarafından kabul gördüğünden daha fazla adak sunma düşüncesine sahip değillermiş gibi gözükmektedir. Her gün görülen bu güçleri daha az gizemli ve dolayısıyla şehrin koruyucu güçlerinden daha az ilahi gösteren şey bu muydu? Yoksa bu yerel güçler insana daha yakın geldi ve böylece insanın refahıyla, sıradan bir ölümlü için çok büyük ve çok uzak olan evrensel tanrılardan daha alakadar mı görüldü? Her ne olursa olsun, sözgelimi, tarihi dönemlerde yeryüzü tanrısının (Keb) bütün tanrıların babası ve panteonun en önemli karakterlerinden biri olarak tarif edildiğini görmekteyiz. Buna rağmen Keb’in Yeni Krallık döneminde kendisine ait bir tapınağı yoktur. Benzer bir durum, tüm tanrıların en eskisi ve en bilgesi olduğu ilan edilmesine rağmen, Tanrı Nuu (cehennem) için de geçerlidir. Daha sonradan, eski yerel ruhları ve putları evrensel güçlerin simgesi haline dönüştürme çabasından doğan çelişkiler böyle bir simgeleştirmenin tarihöncesi dönemlerde (Mısır inançlarının büyük bir kısmının izi buraya kadar sürülebilir) kabul edilmediğini kanıtlamaktadır. Dolayısıyla bu, evrensel güçlere genel olarak hürmet edilmediğini tasdik eder. Tarihi dönemlerde aya az da olsa bir ilgi duyulurken güneş tanrısına tapınmanın aslında önem arz edip etmediği bile şüphelidir. Ayrıca üç gezegenin bir isimle anılmasının sebep olduğu kafa karışıklığı Mısırlıların hiçbir inancının atalarının zamanından nakledilmediğini tekrardan gözler önüne sermektedir.


3. şekil: Cennetin doğu kapısında diskinin görünüşünü izleyen Güneş Tanrısı


Diğer taraftan Mısır medeniyetinin gelişmesine refakat etmiş felsefi düşüncedeki ilk girişimler doğa hakkında daha derin bir temaşaya ve onun daha iyi bir şekilde idrak edilmesine açık bir şekilde yol açmıştır. Ancak, bir evrensel tanrılar sistemi yaratmaya yönelik çeşitli girişimlerin izlerine rastlasak da bunun gibi bir sistem hiçbir zaman tatmin edici bir şekilde kurulmamıştır. Dolayısıyla panteonun büyük bir kısmı hiçbir zaman evrenselleşmemiştir veyahut yukarıda söylendiği gibi, olsa olsa yalnızca başarısız bir şekilde evrenselleştirilmiştir.

Tüm evrensel güçlerin içerisinde kendisine yaygın bir şekilde tapınılan ilk varlık, ışınlarının Mısır’da çok güçlü bir şekilde etkili olduğu güneşti. Güneşi temsil etmek için ilk girişimler onu eski bir şahin tanrısıyla özdeşleştirmiştir ve böylelikle güneş her gün gökyüzünde uçan bir şahin olarak tarif edilmeye çalışılmıştır. Bu sebepten güneş ilahının en çok bilinen iki şekli, Ra ve Horus, bir şahin veya şahin kafalı bir insan (daha sonraları kimi zaman şahin kafalı bir aslan) şekline sahip olmuştur. İki ilahın da tarihi dönemlere ait asıl tapınma bölgelerini belirleyemediğimiz kadar çok sayıda tapınağı vardır. Horus, hanedan dönemlerinin başlarında Mısır’da en yaygın olarak tapınılan güneş tanrısına dönüşmüş gibi gözükmektedir. Ra, daha sonraki zamanlara kadar resmi olarak tanınmamış olsa da İkinci ve Üçüncü Hanedan dönemlerinde, ismi güneş diskinin yaygın gösterimiyle uyum içinde olduğundan güneşin daha eski bir simgesiymiş gibi gözükmektedir.


4. şekil: Khepri’nin insan şeklindeki resimleri


Güneşin Khepri (daha eski yazılarda Kheprer) veya “Kutsal Mısır Böceği benzeri” (bok böceği), yani yumurtasını (güneşi) gökyüzünün bir tarafından öbür tarafına yuvarlayan kutsal bir Mısır böceği olarak ya da kafasının üstüne veya kafasının yerine bir böcek takan bir insan olarak tarifi daha az bilinmektedir. Daha sonraki teologlar bu fikri, Khepri’yi zayıf güneş olarak izah ederek güneş tanrısının diğer temsilleriyle bağdaştırmaya çalışmışlardır. Başka bir deyişle güneş, bir yumurta şeklinde sabahları kendini gösterdiği veya bazen akşamları ve hatta geceleri ölüler diyarının üstünden geçip cehenneme ışık tuttuğunda ufkun altında embriyonik durumda olduğu için bu fikri harmanlamaya çalıştılar. Böcek, arkasında ikinci bir yumurta bıraktığında veya gökyüzünde uçarken iki yumurta taşıdığında sabah ve akşam güneşini simgelemektedir.


5. şekil: Bebek güneş olarak Khepri


6. şekil: Çifte görünüşlü Khepri


Bununla birlikte en erken dönemde güneş ayrıca yüzü, gözü veya başlığı güneş şeklinde olan bir insan olarak tarif edildi. Daha sonraları bu, sürekli olarak yaşam ve ölüm üzerindeki mutlak gücünün bir işareti olarak firavunun yüzünü yaralayan kızgın engerek yılanı Uraeus’a benzetildi. Güneş tanrısının gökyüzünde kutsal yolda karşıdan karşıya geçerken bir yılan tarafından ısırılması mitin en son versiyonudur; (muhtemelen kaybedilmiş) bir göz ve bir engerek yılanı olarak güneş yorumlarının harmanlanmasıdır. Bununla birlikte en yaygın görüşe göre, güneş (belki de daha önceki bir çift salın yerini alan) bir gemiyle denizin ve Nil Nehri’nin bir uzantısı olan mavi bir nehir veya göl olarak tasarlanan gökyüzüne yelken açar. Güneşe ait bu geminin baş kısmında çoğunlukla ilginç bir ayrıntıya rastlamaktayız. Burası, kamaradaki asıl tanrının bir kopyasının bazen üzerinde oturduğu bir halı olarak tasvir edilir. Bu ayrıntı halen açıklama beklemektedir. Bu ilah kendi kendine veya tanrının kürek çekmesiyle giden teknenin içinde yalnız başına olabileceği gibi kendisine pek çok önemli tanrı, özellikle Heliopolis dokuzlusunun tanrıları ve bilgelik sembolleri vb. refakat ediyor da olabilir. Bir metinde boyu yedi yüz metreye yetmiş metre olarak tarif edilen bu muhteşem gemi birçok tanrı, kralların ruhları ve diğer ölmüşler, Horus’un veya Ra’nın yani güneş gemisine sahip olan tanrının takipçileri tarafından kürekle yürütülmektedir. The Book of the Gates (Kapılar Kitabı), “hiç kaybolmayan yıldızlar”ın (yani tekrardan seçkin ruhlar) gündüzleri güneşin kürekçisi olduğunu açıklayarak kadim bir fikre tekrar dönmektedir. Böylece güneş, bir disk veya ateşin simgesi olan uraeus çıngıraklı yılanı olarak belki de tanrının tahta oturtulduğu kamarada dinlenebilir. İkinci örnekte pruvayı, kamarayı veya geminin diğer herhangi bir kısmını sarabilir. Bir örnekte bir çifte çıngıraklı yılan, güneşin basamaklarını taşıyan tekneyi, başka bir deyişle günlük rotasının simgesini fiilen şekillendirmektedir. Sözgelimi, güneşin insan şekliyle onun şahin şeklinin karışımı, firavun Menes’e ait ünlü fildişi tabletinde bulunacak kadar eski bir fikirdir. Böylelikle güneş kuşu sanki kanatları yokmuş gibi devasa geminin kamarasında gemiyle yol almaktadır.


7. şekil: Güneş tanrısı bir ölüyü kayığıyla götürüyor


8. şekil: Gündüz vakti güneşin kürekçisi olarak bir yıldız


Güneş teknesini günlük rotasında maceralar ve görünüşe bakılırsa bulutları ve tutulmaları simgeleyen düşmanlar beklemektedir ve onu bekleyen tehlike geceleyin dünyanın sınırı olan batı dağ sırasını geçip düşman karanlığa girdiğinde daha da artmaktadır. Bununla birlikte güneş teknesi her sabah doğu dağlarının üzerinden muzaffer bir şekilde doğmaktadır. Güneş ile onun cesur kürekçileri ve askerleri, Nil Nehri’nin altındaki rota boyunca başarılı bir şekilde yolculuk ederek veya güneşin akşamları içine battığı derin okyanusun üzerinden geçerek bütün düşmanlarını perişan etmişlerdir. Güneş tanrısı gece boyunca (veya bir kısmında), ışınları üzerlerine vurduğunda bir süreliğine uykularından uyanan ölülerin diyarlarına ışık saçar. Bu ölülerin kimi zaman güneş teknesini ölü ve rüzgârsız alçak sular boyunca veya özellikle bunların zorlu yerlerinde ittiklerine inanılır ve bunlar düşmanlarına karşı orada güneş tanrısına yardımcı olurlar. Güneş ayrıca geceleri yeraltı dünyasında, kızgın unsurun asıl merkezi olan “alevler adası”ndaki özel ikametgâhında istirahat edebilir.


9. şekil: Bir çift yılan olarak Güneş Teknesi


Daha açık konuşmak gerekirse güneş tanrısının iki farklı gemisi vardır: Me’enzet isimli birincisi gündüz içindir ve ikincisi Semektet ise gece içindir. Kimi zaman öğleden sonra “akşam gemisi”ne biner. Bu ayrım sonraki zamanlarda güneşin gün içinde sabahları Horus (veya Har-akhti, “Ufkun Horusu”), öğlenleri Ra (olağan ismi) ve akşama doğru Atum(u) ismiyle üç farklı kişiliğe ayrılmasını anlamamızı kolaylaştırır. Heliopolis’in yerel tanrısından gelen Atum, insan biçiminde tasvir edilir; Atum’un en eski tasvirlerinde ise çok nadiren bir firavunfaresi olarak tasvir edildiği görülür. Eşlik eden resim bu akşam güneşi tanrısını, batıdaki dağın üzerine inşa edilen cennetin batıdaki kapalı kapısının arkasında asıl hayvan şeklindeyken tasvir etmektedir. Khepri isminin daha zayıf gösterimler için kullanıldığını zaten gördük. Akşam güneşinin ölümü ve gecenin ölü güneşi kısa sürede Osiris’le özdeşleştirilirken, daha sonraları Ra da en eski isim olarak zayıf ve yaşlı güneş için daha fazla kullanılır olmuştur. Bu meseleyi Osiris mitiyle ilgili bölümde göreceğiz. Güneşin, geceleyin cehenneme doğru seyahatleri sırasında bir keçi kafasıyla temsil edilmesi yalnızca Yeni Krallık dönemine kadar uzanıyor gibi gözükmektedir. Bunun görünürdeki açıklaması cehennemden gelen suların koruyucusu ve Hades’in efendisi olan Khnûm ile özdeşleştirilmesidir. Güneş gece vakti Khnûm’un karanlık diyarında kaybolur ve onunla birleşir. Güneşin kokulu bir tütsü alevi olarak tasvir edilmesi, baharatların ve güzel kokuların geldiği doğu bölgelerinde doğuyor olmasından kaynaklanıyor gibi gözükmektedir.


10. şekil: Gece vakti güneş tanrısı. Teknesinde “Bilgelik” ve “Büyü” ile “yeraltı dünyasının ruhları” tarafından çekiliyor


11. şekil: Atum, cennetin batı kapısının arkasında


MÖ 2000’den sonra resmi olarak bilinirliğinin artması sayesinde güneşe tapınma, daha önceki zamanlarda belirli bir evrensel işlevi olmayan neredeyse bütün tanrıları güneş veya onun bir evresiyle özdeşleştirilmeye çalışacak kadar yaygın hale gelmiştir. Bu yolla pek çok yerel ilah en nihayetinde Ra’nın “takipçileri” veya “ruhları” gibi güneşin farklı tezahürleri olarak açıklanmıştır. Bu tezahürleri sistemleştirme çabaları bize, güneş gibi böyle yüce bir tanrının yedi veya on dört ruha veya eşe sahip olduğunu anlatmaktadır. Daha sonraki güneş tanımları elbette ki bu rakamları çok aşmıştır.

Güneş, ay ile paralel konuma geldiğinde, bu yüce aydınlatıcıların her birine kutsal tanrının bir gözü olarak güneş tanrısına nispetle daha mütevazı bir mevki verilmiştir; ancak bu semavi ilah halen gökyüzünün efendisi olarak güneş tanrısı ismini taşımaktadır. Bu isim genellikle Horus (kendisine “İki Gözün Horusu” da dendiğinden dolayı), daha nadiren Ra veya güneşin diğer kimliklerinden biri oluyordu. Bu semavi ilahın bir seferde yalnızca bir gözünü kaybetmesi güneş tanrısının bir gözünü nasıl kaybettiğini anlatan çeşitli mitlerde açıklanmaktadır. Daha sonradan baskın gelen ve Osiris mitiyle uyumlu hale getirilen inanca göre bu hadise, Set ile savaşırken olmuştur.

Eski Mısır dilinde “göz” kelimesi dişildir. Bu yüzden güneş diski de dişi olarak kabul edilebiliyordu. Güneşle ilgili bir teori zaten bahsetmiş olduğumuz aynı genel sonuca ulaşır: Güneş küresi, güneş tanrısının yeryüzündeki temsilcisi olan firavunun alnına dolayıp taktığı ateşli engerek yılanıyla, ‘ar’et ile (Greklerin ve Romalıların uraeusu) kıyaslanır. Ateşin bir sembolü olarak kabul edilen bu yılanın aslında alnı süslediği veya 9. şekilde tasvir edildiği gibi güneş gemisinin veya semavi tanrının gemisini sardığı düşünülüyordu. Ancak kısa süre içinde güneş tanrısı yılanın alevli gözüyle o kadar yakından özdeşleştirildi ki “göz” ve “engerek yılanı” eşanlamlı hale geldi. Böylece ayın daha etkisiz ışığı dikkate alınmaksızın semavi tanrının iki gözü de engerek yılanlarıyla özdeşleştirildi. Kimi zaman firavunu süsledikleri gibi iki uraeinin güneşin alnının üzerine takıldığı düşünülüyordu. Bu iki göz veya yılan genellikle “güneş tanrısının kızları” olarak isimlendirilir. Birbirine rakip olan bu iki kız kardeşin mitine ileride değineceğiz. (Ayrıca bkz. 9. şekil. Bu resimde güneş tanrısının merdivenini taşıyan gemi olarak çifte engerek yılanı tasvir edilmektedir.)

Bütün bu ifadeler dişil ilahların güneşle ilişkili hale gelmesini sağlamaktadır. Güneşle ilgili kabul edilen ve güneşin kızı, güneşin gözü, güneşin çıngıraklı yılanı veya güneşin tacı olarak tasvir edilen ana tanrıçalar; Tefenet, Sekhmet ve Ubastet’ti. Bu tanrıçaların hayvan şekilleri, güneş tanrısı genelde bir aslan şeklini aldığı için (ilkinin ve ikincisininki dişi aslan, üçüncüsününki kedi), gün ışığı ile ilişkilendirilmelerinde katkı sağlamış gibi gözükmektedir. Ayrıca Hat-hor, İsis ve diğer semavi tanrıçalar, Horus gibi erkek ilahların güneş ve gökyüzüyle ilgili işlevleri arasında dolanıp durması gibi kimi zaman güneşe ait böylesi bir yoruma uymayabiliyorlardı. Bununla birlikte güneşin bütün dişil kişileştirmelerinin Mısırlıların zihinlerinde gerçek bir yeri olmadığını da vurgulamak zorundayız. Dişil tanrıların güneş haline getirilmeleriyle ilgili bu örnekler bize tarihi henüz netleşmemiş ilk geçici çabaların izlenimini vermektedir. İsteyerek babasını terk eden bir kız evlat olarak güneşin gözüyle ilgili bir mite ve ayrıca güneş tanrısının yaralı (ya da kör) gözüyle ilgili kalıcı bir hasar verilemediğinden üstü kapalı “sağlam, bozulmamış” (uzat, uzait) denen diğer efsanelere ileride değineceğiz.

Dinsel şiirlerde de iyi ve faydalı her şeyden “güneşin gözü” olarak bahsedilir. Çünkü bütün hayat, varlığını bazı ilahilerin canlı bir şekilde dillendirdiği gibi, bu yüce kutsal cisme borçludur; ayrıca göz yerinden kopup, yeryüzüne düşüp hayatı başlatmış olabilir.

Güneşin yeryüzüne geldiği zamanla ilgili düşünceler oldukça farklılık arz etmekteydi. Bunlardan kimisine göre güneş, doğrudan cehennemden çıkıp bütün dünyayı yaratmıştı (en azından düzene sokmuştu). Güneş tüm tanrıların babasıydı. Diğer görüşe göreyse özellikle Osiris’in daha sonraki güneş formundayken iki büyük evrensel gücün yani gökyüzü ve yeryüzünün birbirinden ilk defa ayrılmasının sonucuydu. Her halükârda güneş her zaman, “kendisinin gözünden veya gözlerinden türeyen” insanlığın yaratıcısı ve dünyayı, en azından (kendi başına veya yardımcısı Thout ile) mevcut halini düzenleyen tanrı olarak kabul edilmiştir.

Güneş tanrısının en kutsal maddesi parlak metal altındı. Bu maddenin dini sembolizmde önemli bir yeri vardı. Hathor gibi tanrıçalar güneşle, “altın rengi” gibi sıfatlarla irtibatlandırılıyordu.

Güneşe bu kadar güçlü bir tanrı olarak tapınılması tüm Mısır dinine nüfuz etmiştir ve çoğu tanrıyı güneş olarak açıklama âdetinden önce bile bütün yerel tanrı inanışlarını etkilemiştir. Böylece, tek parçalı kırmızı obelisk çifti Mısır tapınaklarının kapılarının önüne dikildi. Aslında bunların amacı yalnızca güneşin rotasının sınırlarını, özellikle yıllık istikametini, ekinoksunu simgelemekti. Ayrıca güneşin hem yeryüzünde hem de gökyüzünde iki tane obeliski olduğu söylenir. Bu sütunlardan yalnızca bir tanesi gerçekten önemliymiş gibi muamele görmüş olmalıdır. Bu algıya yönelik bir gönderme şüphesiz yalnızca Beşinci Hanedan krallarının Ra’yı onurlandırmak için diktikleri küp bir temel üzerindeki devasa obelisk benzeri yapılarda bulunur. Zira bu hanedan, Ra’nın kendi ataları olduğunu diğer hanedan ailelerinden daha çok iddia etmiş gibi gözükmektedir. Sonraları bütün obelisklere, güneşin yeryüzündeki varlığının işareti olarak tapınılmıştır. On (en eski yazılarda Un[u?], Eun[u?]), Mısır’ın en eski ve en kutsal şehriydi. Güneş tanrısının yaygın ismi Ra, burada yavaş yavaş eski yerel ilah Atum(u)’un yerini MÖ 2000’den hemen sonra almış gibi gözüküyor olmasına rağmen Güneş Şehri, Greklerin Heliopolis’i, güneşle ilgili mitolojinin asıl merkeziydi. Cennet ağacının yeryüzündeki temsilcisi kutsal Persea ve günümüzde “Güneşin Gözü” (‘Ain Shams) olarak adlandırılan ve güneşin sabahları ve geceleri içinde kendisini yıkadığına veya dünyanın başlangıcında cehennemden çıktığında orada doğduğuna inanılan kutsal kuyu, Heliopolis sınırları içerisindeydi. Dolayısıyla burası sıradan bir havuz değildir; aksine kadim tufanın gerçek bir kalıntısıdır. Bunun gibi kutsal göller, tıpkı Heliopolis’in kutsal ağacının yerel benzerleri olduğu gibi pek çok tapınakta taklit edilmektedir.


12. şekil: Bir şebek olarak Thout


Güneşe ait bütün tapınaklarda tanrının yeryüzündeki varlığı güneş gemisinin tek veya çiftli kopyalarıyla gösterilmekteydi. Bunlar genellikle tahtadan yapılmalarına ve seyyar olmalarına rağmen kimi zaman taştan veya tuğladan kocaman yapılar da olabilmekteydi. Böylelikle din adamları dini törenlerde güneşin günlük ve yıllık hareketlerini tapınağın etrafında gemiyi taşırken veya sürüklerken ya da tapınağın yakınındaki kutsal gölde yüzdürürken taklit edebiliyorlardı.

Güneşle en yakından ilişkilendirilen yardımcısı ve aynı zamanda güneşin gözü yaralandığında veya yırtıldığında onu tedavi eden Thout(i) (ay) idi. Bölünmüş Mısır’ın tarihöncesi dönemlerindeki merkezlerinin şahin veya çakal kafalı insan figürleri biçiminde tasvir edilen ve aynı zamanda “doğunun ruhları” olarak adlandırılan tanrıları veya “ruhları”ndan Buto ve Hierakonpolis her sabah güneşi selamlarken tasvir edilir. Bazı bilim insanları bu imalarda yabani hayvanların doğmakta olan güneşi neşeyle selamladıklarını görmeye çalıştılar. Bununla birlikte Mısırlıların bakış açısına göre doğuşu sırasında güneşi dualar ve ilahilerle içtenlikle karşılayan köpek başlı şebekler de güneşin batışında ona veda ederler ve hatta selam dururlar; ona refakat edip gece güneşine o yeraltı dünyasında seyahat ederken yardımcı olurlar. Bu yüzden onların rolü Thout’un güneş tanrısının yardımcısı olarak oynadığı rolden kaynaklanıyor gibi gözükmektedir ve benzer şekilde az önce bahsettiğimiz şahinler ve çakallar mitin bazı özelliklerini gösterirler.

На страницу:
2 из 5