bannerbanner
Bin mumlu ev
Bin mumlu ev

Полная версия

Bin mumlu ev

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
4 из 5

Beşinci Bölüm

KIRMIZI BİR İSKOÇ BERESİ

Parlak ekim sabahına yenilenmiş bir yalnızlık hissiyle baktım. Penceremin önünde bir ağaç kalabalığı vardı. Kimileri hâlâ neşeli renkler taşıyordu. Kızıl, kahverengi ve altın sarısı. Tam karşıda, şaşırtıcı bir canlılıkta parlak yeşil ağaçlar da vardı. Fitilli kadifeden bir gezinti ceketi giyip ayağıma ağır ayakkabılar geçirdim. Dışarıda tur atmaya hazır, aşağı indim.

Büyük kütüphane sabah ışığında daha da geniş görünüyordu. Fransız pencerelerden birini açıp taş terasa adım attım ve oradan evin dış cephesini daha net gördüm. Mazgalları ve iki kulesiyle güncellenmiş Tudor tarzındaydı. Kulelerden birinin henüz yarısı tamamlanmıştı ve hem yarım kulede hem de evin diğer kısımlarında işçi iskeleleri hâlâ duruyordu. Taş ve kereste yığınları büyük bir düzensizlikle etrafa dağılmıştı. Ev kısmen bir geçidin kenarına dek uzanıyordu. Geçitten ince bir dere göle doğru akıyordu. Teras, kütüphanenin hemen dışında büyük bir balkona dönüşmüştü ve altında su tatlılıkla ağır taş sütunlara çarpıyordu. İki güzel ve sade köprü geçidi bölüyordu. Biri ön girişe, diğeri arka girişe yakındı. Büyükbabam bu eve asil bir planla başlamıştı ama ağaçların arasına gömüldüğünde perspektif noksanlığı çekiyordu. Yine de göle doğru uzanan bir yanında hoş bir çayır vardı. Çayırı bölen tek şey bir su kulesiydi ve batı tarafındaki ayırıcı duvarın ardında küçük şapeli gördüm. Aynı yönde, biraz daha ilerideyse St. Agatha binalarının dış cepheleri, başka bir koruluğun arasından belli belirsiz seçiliyordu.

Kibar rahibelerin ve okul kızlarının komşum olduğu düşüncesi beni eğlendirdi. Tek isteğim, duvarın kendilerine ait tarafında kalmalarıydı.

Arkamda Bates’in dikkatli adımlarını duydum.

“Günaydın, Bay Glenarm. Umarım iyi dinlenmişsinizdir, efendim.”

Duruşu ciddi, sesi saygılı ve gece gibi renksizdi. Sabah ışığı solgun benzini ortaya çıkarmıştı. Onu inceleyişimi oldukça sakin karşıladı. Aslına bakılırsa ona dair en güzel şey gözleriydi.

“Burası Bay Glenarm’ın platform dediği yer. Sanırım Hamlet’te geçiyordu, efendim.”

Yüksek sesle güldüm. “Elsinore: Kalenin Önündeki Platform.

“Bay Glenarm’ın küçük meraklarından biri denebilir, efendim.”

“Peki ya hayalet? Danimarka’nın öldürülen hükümdarı gündüzleri nerede yatıyor?”

“Korkarım henüz tamamlanmadı, efendim! Gördüğünüz gibi, Bay Glenarm, bu ev tamamlanmış değil. Merhum beyefendi bütün planlarını gerçekleştiremedi.”

Bates gülümsemedi. Hiç gülümsemediğini düşündüm ve John Marshall Glenarm’ın adamın mizahtan yoksunluğuna takılıp takılmadığını merak ettim. Büyükbabamın insanlara takılma konusunda korkunç, ironik bir yeteneği vardı ve büyük ihtimalle bu hizmetçiye de takılarak eğleniyordu.

“Ne zaman isterseniz kahvaltıya geçebilirsiniz, efendim.” cümlesini duyunca yemekhaneye gittim.

Tabağıma bir gazete konmuştu. Chicago’nun günlük gazetesinin sabah baskısıydı. Dünyadan tamamen kopmamak için herhalde, başlıklara göz gezdirdim.

“Büyükbabanız gazeteyi nadiren incelerdi. Bay Glenarm daha çok eski zamanlarla ilgilenirdi. İfademi bağışlayın efendim ama pek çağdaş değildi.”

“Bu konuda çok haklısın Bates. Görüşleri de tam anlamıyla ortaçağa aitti.”

“Bu ifade için teşekkür ederim, efendim. Onun bunu kendi için söylediğini sık sık duyardım. Sade omlet, büyükbabanızın çok sevdiği bir yemekti. Umarım siz de seversiniz, efendim.”

“Çok güzel olmuş, Bates. Ayrıca kahven de nefis.”

“Teşekkür ederim, Bay Glenarm. Elimden geldiğince işte, efendim.”

Beni pencereyi görecek şekilde oturmuştu. Rahat ve güvende hissetmem için gösterdiği özeni takdir ettim. Kırık cam, bir gece önce beni kıl payı ıskalayan kurşunun hikâyesini anlatır gibiydi.

“Bugün tamir ederim, efendim,” dedi Bates, cama baktığımı görünce.

“Burada bir yıl geçirmem gerektiğini biliyorsun. Şartları bildiğini varsayıyorum,” dedim, birbirimizi anlamamızın iyi olacağını hissederek.

“Kesinlikle, Bay Glenarm.”

“Ben öğrenciyim, biliyorsun. Tek istediğim yalnız kalmak.”

Bunu ona bildirmekten çok kendimi rahatlatmak için söylemiştim. Karşımdaki adam kuşkusuz Pickering’i temsil ediyor ve emirleri de ondan alıyordu ama benim de otoritemi az da olsa ortaya koymam iyi olabilirdi.

“Bir iki gün içinde ya da işte buraya alışır alışmaz, çalışmak için kütüphaneye yerleşeceğim. Sabahları yedi buçukta kahvaltı, bir buçukta öğle yemeği, yedide de akşam yemeği verirsin bana.”

“Bunlar tam da merhum beyefendinin saatleri, efendim.”

“Çok güzel. İstediğin yemeği yapabilirsin. Sadece koyun çorbası, etli börek ve konserve çilek yemem. Teneke kutulardaki çilekler, Bates, insanın neşesini yükseltecek şekilde yetiştirilmiyor.”

“Sizinle tamamen aynı fikirdeyim, efendim, affınıza sığınarak.”

“Ve faturalar…”

“Onları Bay Pickering karşılıyor. Evin masrafları için bana bir ödenek gönderiyor.”

“Sen de şimdiye kadar ona rapor veriyordun, öyle mi?”

Bir kibrit çakarak puromu yaktım ve dumanı yok olana dek dikkatle izledim.

“Sanırım durum bu, efendim.”

Baskı altında olmak, özgürlüğünüzün kısıtlandığını hissetmek, ispiyonlandığınızın farkında olmak pek hoş değildi. Hiçbir şey söylemeden ayağa kalkıp hole çıktım.

“Kendinize ait bir anahtar istersiniz herhalde,” dedi Bates peşimden gelerek. “Bahçe duvarındaki kapılar için iki, St. Agatha kapısı için bir anahtar var. Bakın, hepsi işaretli. Bu ev kapısının anahtarı. Şu da dün gece istediğiniz kayıkhane anahtarı.”

Eşyalarımı açmakla geçen bir saatin ardından araziye gittim. Pickering’e buraya vardığımı haber vermemin iyi olacağını düşünerek ona bir telgraf çekmek için Annandale’e doğru yola koyuldum. Serin hava ve iç açıcı güneş ışığı birden içimi hafifletti. Gece vakti tuhaf ve karanlık görünen, gündüz vakti gayet açıktı.

Bir gece önce araziye girdiğimiz kapıyı zorlanmadan buldum. Taş duvar pek ince değildi elbette. İşçiler tarafından hakkıyla yapılmıştı ve kafamdan bu duvarın muhtemel maliyetini şaşkınlıkla hesaplamaya çalıştım. Paranın Indiana ormanlarına duvar örmekten çok daha tatmin edici yerlere harcanabileceğini düşündüm. Ama burası benimdi, yani hemen hemen benimdi ve merhum büyükbabamın meraklarıyla savaşmanın bana bir faydası yoktu. Bir yılın sonunda istersem duvarı yıkabilirdim. Henüz tamamlanmamış eve gelince de ister satar ister zevkimce yeniden yaptırırdım.

Genel olarak oldukça tatlı bir haletiruhiye içindeydim. Bir gece önceki kurşun hadisesiyle ilgili tereddütlerim mavi göğün ve ısıtan güneş ışığının altında giderek siliniyordu. Yolda birkaç köylü yanımdan geçtiler ve kırsala özgü bir üslupla selam verdiler. Bir yandan da açıkça görülen bir ayıplama ifadesiyle golf pantolonumu incelediler. Göle ulaştım ve durgun sularını memnuniyetle izledim. Annandale’in ana caddesinin girişinde birkaç küçük buharlı tekne ve birkaç tek yelkenli kış için sökülmüştü. Ben geçerken adamın biri küçük bir sandalla rıhtıma yanaşarak teknesini bağladı. Hızlı adımlarla köye doğru ilerlemeye başladı ama sonra dönüp köylülere has bir dürüstlükle bana baktı.

“Günaydın!” dedim. “Civarda hiç ördek var mı?”

Duraksadı, başıyla selam verdi ve adımlarını bana uydurdu.

“Hayır. Sıkıntıya girmeye değecek kadar yok.”

“Üzüldüm. Birkaç tane avlarım diyordum.”

“Herhalde buraların yabancısısın,” dedi adam beni tekrar süzerek. Golf pantolonum şüphesiz beni bir yaratık gibi gösteriyordu.

“Öyle sayılır. Adım Glenarm, yeni geldim.”

“O olabileceğini anlamıştım. Seni köye bekliyorduk asıl. Ben John Morgan, göl kenarındaki yenilenen evlerin bekçisiyim.”

“Sanırım buralarda herkes büyükbabamı tanıyor.”

“Eh, yani. Tanıyoruz da denebilir tanımıyoruz da. Yanına hevesle gidebileceğin biri değildi. Daha çok kendi halindeydi. Bizi dışarıda tutmak için koca bir duvar yaptırdı ama zahmet etmesine gerek yoktu. Biz insanların işine burnunu sokan tipler değiliz. Yazın gelenlerin de ona hiç sıkıntı vermediğinden emin olabilirsin.”

Sesinde bir gücenme tınısı vardı. Telaşla atıldım.

“O duvarın yapılma amacını yanlış anladığından eminim. Büyükbabam mimarlıkla ilgileniyordu. Bu onun hobisiydi. Ev ve duvar, deneyinin sınırlarını belirliyordu. Kendi meraklarını gidermek için. Umarım köydeki insanlar onun anısına karşı yahut bana karşı kırgınlık içinde değillerdir. Hem işgücü olması buradaki insanlar için iyi bir şey olmalı.”

“Olabilirdi,” dedi adam terslenerek. “Ama sıkıntı da orada zaten. Buraya onun için çalışsınlar diye bir sürü tuhaf adam getirip onlarla sözleşme yaptı. İtalyanlar, Yunanlar ve başka başka yabancılar. Duvarı onlar inşa ettiler. Sonra da bir altı ay kadar içeride çalıştılar. Hava almaları için bile dışarı çıkartmadı onları. İşleri bitince de hepsini bir günde trene bindirip uzaklara gönderdi.”

“Tam onun tarzı,” dedim, büyükbabamın gizemli hallerini keyifle hatırlayarak.

“Sanırım biraz kaçıktı,” dedi adam kendinden emin bir sesle.

Glenarm Malikânesi’nin sakinleriyle dostane ilişkiler kurmanın pek umurunda olmadığı açıktı. Kırk yaşlarında, açık tenli, sarı sakallı ve soluk mavi gözleri olan bir adamdı. Üzerinde kaba saba bir kıyafet vardı ve gevşek bir şapka takmıştı.

“Eh, sanırım onunla ve yaptıklarıyla ilgili sorumluluk almam gerek,” dedim adamın sertliğine gücenerek.

Köyün merkezine vardığımızda birdenbire yanımdan ayrıldı ve caddenin karşısına geçerek dükkânlardan birine girdi. Ben tren istasyonuna doğru ilerlemeye devam ettim. Orada notumu yazıp ödememi yaptım. Ceplerimde bozukluk ararken istasyon şefi beni dikkatle inceledi.

“Telgrafınızın eve teslim edilmesini mi istiyorsunuz?” diye sordu.

“Evet, lütfen,” diye yanıtladım. Masasına dönerek bana bir daha bakmadan aletlerin tuşlarına basmaya başladı.

Postaneyle ilişki kurmanın akıllıca olacağını düşündüğümden kendimi dağıtım bölmesinde oturan kıza tanıttım.

“Şimdiden bir paket geldi size,” dedi bana. “Postalarınızı evinize taşıyan bir oğlan var. Bay Bates tuttu onu.”

Bates bu bilgiyi kendi de vermişti bana ama kız bu bilgiyi belirgin bir ciddiyetle bana aktarmaktan keyif alır gibiydi. Sonra eczaneden bir kalıp sabun ve bakkaldan bir paket tütün aldım ki aslında buna ihtiyacım yoktu.

Gelişimin haberi köylülere ulaşmıştı belli ki. Varlığımın onlar için muhtemelen ilginç olduğunu düşünecek kadar kibirliydim. Ama istasyon şefi, postanedeki kız ve dükkânlardaki tezgâhtarlar bana açıkça soğuk davranmışlardı. Bana bakarkenki soğukluklarında belirgin bir dürüstlük vardı. Sanki bir parça duygusuz davranacakları önceden kararlaştırılmış gibiydi.



Omuzlarımı silkerek Glenarm’a döndüm yüzümü. Büyükbabam bana komşularımın güvensizliği gibi hoş bir miras bırakmıştı. Muhtemelen evine yabancı işçiler getirmesinin bir sonucuydu. Somurtkan Morgan bir şeyler ima etmişti ama o kadar da önemli değildi. Ne de olsa Glenarm’a köylüleri geliştirmeye değil, büyükbabamın vasiyetinde yer alan belirli şartları yerine getirmeye gelmiştim. Tabiri caizse görevimin başındaydım ve köylülerin beni rahat bırakmasını tercih ederdim zaten. Bu düşüncelerle kendimi avuturken rıhtıma vardım. Orada Morgan’ın ayaklarını suya uzatmış oturduğunu, bir pipo tüttürdüğünü gördüm.

Ona doğru başımı salladım ama beni görmemiş gibi yaptı. Az sonra da sandalına atlayarak gölde kürek çekmeye başladı.

Eve döndüğümde, Bates mutfakta çalışıyordu. Burası geniş, kare biçimli bir odaydı. Duvarlarda ve alçak tavanda koyu keresteler görülüyordu. Devasa bir bacası olan büyük bir şömine vardı. Bir turna ve salkımlarla donatılmıştı ama kullanım için küçük bir alan ayrılmıştı.

Bates beni uysallıkla karşıladı.

“Evet, pek alışıldık bir mutfak değil, efendim. Bay Glenarm burayı İngiltere’deki eski bir mutfaktan kopyaladı. Burasıyla çok gurur duyardı. Akşamları burada oturmak çok hoştur, efendim.”

Bana aşağıya inen yolu gösterdi. Evin her kısmına doğru uzayan bir mahzen olduğunu ve büyük odalara bölünmüş olduğunu o zaman fark ettim. Birinin kapısı koyu meşedendi ve etrafı demirle çevrilmişti. Tepesinde de parmaklıklı bir açıklık vardı. Üzerinde ağır bir asma kilit bulunan büyük, demir bir makara ile demirli geniş pencereler daha çok bir hücre havası veriyordu. Bu görüntü, bu tuhaf evdeki pek çok şey gibi beni korkuttu. Büyükbabamın zevklerini hayata geçirmek için harcadığı parayı düşününce gülmekle küfretmek arasında kaldım. Odanın bir patates deposu olarak kullanıldığını fark edince keyiflendim. Bates’e büyükbabamın evine bu hücreleri yapmaktaki amacını bilip bilmediğini sordum.

“Bu, efendim, merhum efendimin bir diğer fikriydi. Bir defasında bana mükemmel donanımlı bir evde zindan da bulunması gerektiğini söylemişti. Yine o mizahi yanı, efendim! Ayrıca patatesler için de oldukça kullanışlı oldu.”

Başka bir odada akla gelebilecek her türden fenerler buldum. Gruplar halinde raflara dizilmişti ve kapının hemen yanında tuhaf tasarımları olan pirinç şamdanlarla dolu bir malzeme odası vardı. Elimde bir mumla etrafa bakarken John Marshall Glenarm’ın zihnindeki aşırılıklar karşımda dururken duyduğum hisleri anlatmaya kalkacak değilim. Böyle merakları olan bir adamın onları tatmin etmek için yeterli parayı bulması bile inanılmayacak şeydi.

Zemin kata dönüp kütüphanedeki kitapların başlıklarını inceledim. Ardından da bir pipo yakıp Normandiya Uyanışı ve etkileri üzerine son derece sıkıcı bir çalışmanın sıkıcı bir bölümünü okudum. Çok geçmeden bir iki gün içinde düzenli çalışmaya başlayacağım konusunda kendimi avutarak dışarı çıktım. Saat henüz on bir bile olmamıştı. Hapishanemin taş duvarları arasında zamanın geçmekte pek telaş etmediği aşikârdı. Önümde çaresiz kendimi çalışmaya gömeceğim uzun bir kış vardı ama şimdi sonbaharın ihtişamıyla karşımda uzanan manzarayı izlemek çok keyifliydi.

Bates evin arka tarafında kabaca bırakılmış bir kereste yığınından aldığı tahtaları ciddiyetle kesiyordu. Çalışkanlığı beni etkilemişti. İdeal bir hizmetkârın sessiz tarzı vardı onda.

“Eee, Bates, soğuktan ölmeme izin vermemeye kararlısın, öyle mi? Orada bütün kışa yetecek kadar odun olmalı.”

“Evet, efendim. Ben sadece biraz daha ceviz kesiyorum. Bay Glenarm daha çok kayın ya da akçaağaç tercih ederdi. Yalnızca yaşlı ağaçları söktük. Yaz fırtınaları koruyu epey harap etti, efendim.”

“Ah, ceviz, tabii ya! Şömine ateşi için en iyisi olduğunu duymuştum. Ne kadar da düşüncelisin.”

Çayır tarafındaki tamamlanmamış kuleye döndüm. Oradaki bir yel değirmeni eve su pompalıyordu. Demir çerçeve tamamen taşla kaplanmamıştı ama çalışmadan geriye kalan malzemeler yerde dağınık halde duruyordu. Korunun içinden ormana doğru ilerleyerek kayıkhaneyi inceledim. Karanlıkta gördüğümde aklımda canlanandan çok daha gösterişli bir yerdi. İki katlıydı. Üst kat sıcak bir dinlenme odasından oluşuyordu. Geniş bir penceresi ve güzel bir göl manzarası vardı. Boyasız duvarlara Hint battaniyeleri asılmıştı. Pencerenin önünde şezlonglar ve geniş bir koltuk vardı. Yerdeki renkli hasır ve duvarlara asılmış birkaç Navajo baskısı mekânı daha da renklendirmişti.

Çakıllı kıyıyı takip ederek okul arazisinin sınırlarını belirten taş duvara doğru ilerledim. Gördüğüm kadarıyla duvar, burada da tıpkı yol boyunca olduğu gibi devam ediyordu. Duvarın yanından ilerlerken büyükbabamın mülkünün, cumhuriyetin merkezinde yer aldığını ve günün birinde Amerika’da hiç tarihi kalıntı olmadığına dair iddiaları yalanlayacağını düşündüm.

Duvarda bir aralık olmadığını düşünmüştüm ama yolun daha yarısına gelmişken demir bir kapı çıktı karşıma. Zincir ve asma kilitle kapatılmıştı. Ben de onlara basarak kapının üzerine çıktım. İki yanındaki sütunlar devasaydı ve ulaşamayacağım kadar yüksekti. Zeki bir ormancı okul arazisinde yer alan ve Glenarm mülkündekiyle aynı genel özellikleri gösteren koruyu temizlemişti. Birkaç genç kadının okul binalarından birinden çıkarak ikişerli ve dörderli gruplar oluşturmasını, şapele giden kaba patikada ileri geri yürümelerini izledim. Kahverengi bir cüppe giymiş olan bir rahibe ara sıra arkada kalıyor ya da önden giderek bir o grubun bir diğerinin yanına yanaşıyordu. Oldukça güzel ve ilgi çekiciydi. Ayrıca beklediğim kadar çirkin bir yoksullar okulu değildi. Öğrenciler, aklımda canlandırdığım o hayır kurumu çocuklarından sayılmazdı. Öncelikle çocuk sayılacak kadar genç değillerdi ve gayet düzgün giyinmişlerdi.

Komşularımı ilk kez izlerken kendimi atkımı ve yakamı düzeltirken bulunca gülümsedim.

Duvarın üzerinde öyle otururken arkamda, Glenarm tarafında öfkeli sesler duydum ve bir çalının çıtırdamasıyla bir kaçma kovalama olduğunu anladım. Duvarın üzerinde çömelip bekledim. Biraz sonra adamın biri koruya daldı ve alçak bir dala takılarak on metre öteme düşüverdi. Yerde yatan adamın sabah tanıştığım Morgan olduğunu görünce çok şaşırdım. Talihsizliğine lanetler yağdırarak kalktı, duvara dayandı, sonra göle doğru koşmaya başladı. Birden peşindeki de görüş alanıma girdi. Bates’ti tabii. Çok heyecanlıydı ve alnının ortasında çirkin bir kesik vardı. Elinde ağır bir sopa taşıyordu. Bir süre düşmanının çıkardığı sesleri dinledikten sonra, peşinden gitti.

Pek benim kalemim işler değildi ama yine de merakımı cezbettiğini söyleyebilirim. Çömeldiğim yerden doğruldum, bacaklarımı duvarın okul tarafına doğru sarkıtarak bir puro yaktım. Dünyayı gözleme şansı veren taş bir barikat imkânı beni neşelendirmişti.

Küçük kilisenin olduğu tarafa bakarken diğer iki aktörün de sahnede belirdiğini gördüm. Korudaki küçük bir açıklıkta bir kız, bir adamla konuşuyordu. Kızın elleri uzun paltosunun cebindeydi. Kırmızı bir İskoç beresi takmıştı. Korunun içinde kendini epey belli eden bir renkti. Taş çatlasın beş altı metre ötemdelerdi ama genç akçaağaçların devasa gövdeleri aramızda bir duvar oluşturuyordu. Onları profilden görüyordum ve kızın, arkadaşına hitap eden sesi bana açıkça ulaşıyordu. Adamın üzerinde din adamlarına has uzun bir yelek vardı. Bates’in bahsettiği papaz olduğunu düşündüm. Doğam gereği etrafımdakilere kulak kabartan biri değilimdir ama kızın bir tür ricada bulunduğu açıktı ve papazın iri yarı görüntüsü, içimde beni duvarda tutmaya yetecek bir düşmanlık hissi uyandırmıştı.

“Eğer o buraya gelirse ben uzaklara giderim, yani bunu anlayabilir ve ona söyleyebilirsiniz. Hiçbir koşul altında onunla görüşmeyeceğim. Özel bir arabayla Florida’ya, California’ya ya da başka bir yere gidecek değilim. Refakatimde kim olursa olsun.”

“İstemedikçe elbette gitmeyeceksin. Kesinlikle hayır,” dedi papaz. “Ben sana yalnızca onun mesajını iletiyorum. Ona göre en iyisi…”

“Bana ya da Rahibe Theresa’ya yazmamak!” diye araya girdi kız aşağılarcasına. “Ne zeki adam ama!”

“Ben de ne ahmağım!” dedi papaz gülerek. “Neyse, bana onun mesajını iletme fırsatı verdiğin için teşekkür ederim.”

Kız gülümsedi, başını salladı ve hızla okula yöneldi. Papaz bir süre kızın arkasından baktı, ardından ciddiyetle göle doğru yürümeye başladı. Genç, tıraşlı ve esmer bir adamdı. Bende kıskançlığa neden olan geniş omuzları vardı. O zinde bedenin bende olması, kendi işlerimde nasıl işime yarardı hayal bile edemedim. Duvardan inip Glenarm Malikânesi’ne doğru ilerlerken aklım atletik papazdan ziyade kızdaydı. Kısa eteği, ellerini paltosunun cebine sokuşundaki umarsızlığı ve İskoç beresinin yana yatışındaki sorumsuzlukla gençliğinin altını çizer gibiydi. İskoç berelerinde bir ruh ve bağımsızlık vaat eden, neşeli bir şeyler vardı. Özellikle de kırmızı olanlarda. Deyim yerindeyse, eğer kırmızı İskoç beresi St. Agatha’nın ilkelerini temsil ediyorsa, okulun yakınlığı o kadar da kötü bir şey değildi.

Neşeli bir haletiruhiye ve açık bir iştahla öğle yemeğine oturdum.

Altıncı Bölüm

KIZ VE KANO

“Hurmalar buranın mahsulüdür, efendim. Bay Glenarm bu meyveye pek düşkündü.”

Daha önce hiç Amerika hurması görmemiştim ama yeni şeyler deneyecek bir haletiruhiyedeydim. Buzlu dış yüzeyi kesinlikle iticiydi ama zengin posası damağımda şaşırtıcı bir lezzet bıraktı. Bates saygılı bir tatminle beni izledi. Sağ gözünün üzerine düzgünce yapıştırılmış ten rengi yara bandı, ciddiyetinden zerre götürmemişti. Havada zayıf bir arnika kokusu vardı.

“Burada yaşam sakin,” dedim ona sabahki karşılaşmayı anlatsın diye bir fırsat vermek için.

“Çok haklısınız, efendim. Büyükbabanızın da sık sık dediği gibi huzurlu bir yer.”

“Tabii birileri sana pencereden ateş etmediğinde,” dedim.

“Bu tür şeyler her beyefendinin başına gelebilir,” diye yanıtladı. “Ama kabul edersiniz ki birden çok gerçekleşmesi pek muhtemel değildir.”

Bekçiyle karşılaşmasından bahsetmedi. Ben de bildiklerimi kendime saklamaya karar verdim. Her zaman serserilerin kendilerini asmalarına izin vermeyi tercih etmişimdir. Bu durumda da Bates, Pickering’ın ona yüklediği görevlere sadakat göstermediyse, ihaneti önünde sonunda kendini açığa çıkaracaktı. Gardını düşürmüşken ona baktığımda, sandalyemin arkasında kollarını kavuşturmuş dikilirken yüzünde tam bir keder ifadesi görmek beni şaşırttı.

Kızardı ve kıpırdanmaya başladı. Sonra elini alnına götürdü.

“Bu sabah küçük bir kaza geçirdim, efendim. Ceviz kütükleri biraz sert oluyor, efendim. Bir parça tahta fırlayıp bana çarptı.”

“Ne kötü!” dedim anlayışla. “Öğleden sonra biraz dinlensen iyi olur.”

“Teşekkür ederim, efendim. Ama önemli bir şey değil. Sadece küçük, çirkin bir iz.”

Sigaram için bir kibrit yaktı. Ona bir kez daha bakmadan çıktım. Ama kütüphanenin eşiğinden geçer geçmez notumu düştüm: “Bates öncelikle bir yalancı ve saldırgan düşmanları olan biri; onu dikkatle izle.”

Her şey hesaba katıldığında gün gayet iyi geçiyordu. Bir kitap seçip keşiflerime devam etmeden önce, biraz sigara içmek ve düşünmek için kendimi rahat divana bıraktım. Orada uzanırken Bates bana bir telgraf getirdi. Pickering’e gönderdiğim mesaja cevap gelmişti. Şöyle diyordu:

“Varışını bildirdiğin mesaj alındı ve dosyalandı.”

Glenarm'daki işlerim gerçekten de tuhaftı. Birkaç saat boyunca düşler kurarak ve gözlerim ağrıyana dek büyük kristal avizedeki mumları sayarak uzandım. Sonra kalktım, şapkamı aldım ve göle doğru ilerlemeye başladım.

Kayıkhanede birkaç küçük sandal ve petrolle çalışan bir tekne vardı. Bir kanoyu suya indirdim ve yan duvarlarıyla bacaları Glenarm kıyısından açıkça görülebilen yazlıklara doğru kürek çekmeye başladım.

Karaya çıktıktan sonra, yapraklarla kaplı yolda aylak aylak ilerleyerek pencerelerindeki ve verandalarındaki kışlık örtülerin korkutucu ve soğuk bir hava yaydığı yüz küsur kulübeye yaklaştım. Bir yerde geniş verandası gölün üzerine uzayan bir kumarhane vardı. Verandanın alt tarafında, su kısmında bir kayıkhane mevcuttu. Buradan güzel bir göl manzarası görülebiliyordu. Bunun avantajını kullanarak bölgenin topoğrafyasını zihnime kazıdım. Glenarm Malikânesi’nin kalın katlarını, kırmızı kiremitli çatısını görebiliyordum. Duvarın diğer tarafındaki küçük kilisenin gri kulesi de yumuşak bir gururla korunun üzerine uzatmıştı başını. Ağaçların üzerinde sonbaharın belli belirsiz pusu asılıydı.

Yeniden kanomu bıraktığım rıhtıma doğru ilerledim. Tam kanoma binecektim ki yanımdaki iskelede benimkiyle aynı tipte hafif bir kano gördüm. Ama o koyu kestane rengine boyanmıştı. Ben geldiğimde o kanonun orada olmadığından emindim. Muhtemelen bekçiye, Morgan’a aitti. Yanına gidip inceledim. Hatta ağırlığını test etmek için hafifçe kaldırdım. Küreği rıhtımda, hemen yanımda duruyordu. Onu da dikkatle tarttım ve bana göre fazla hafif olduğuna karar verdim.

“Lütfen… Rica etsem…”

Döndüğümde kırmızı İskoç bereli kızla yüz yüze geldim.

“Affedersiniz,” dedim kanodan uzaklaşırken.

Sabahki uzun paltosu üzerinde değildi ama kırmızı, örgü bir ceket giymiş, düğmelerini sıkıca kapamıştı. Her yönüyle oldukça gençti. Bir çift koyu mavi göz, iyi niyetli bir merakla beni izledi. Güneşle arası iyiydi. Yanaklarının kahverengiliği, dış dünyayla kurulmuş güzel bir arkadaşlık belirtisi beni sevindirdi. Cennetin güzelliğinin bir belgesi gibiydi. Ekim ayında yüzü güneş yanığı, elleri kürek tutan ya da bir golf topu süren ya da yazın mavi kemerleri altında uçan bir kız gösterin bana, küçümseyişini neşeyle karşılayayım. Beni ahmak yerine koyabilir ve en bilgece sözlerimi kahkahalarla çürütebilirdi. Çünkü o Diana kardeşliğinin ayrıcalıklarına sahipti. O yumuşak bronz ten, gözlerinin altındaki o cüretkâr geçici çiller flütünü üfleyen Pan’ın zamanına, o uzak günlere aitmiş gibi gösteriyordu onu.

Sessizce yaklaştı. Gafil avlanışımdan duyduğum rahatsızlığın ona keyif verdiğinden emindim.

Şapkamı çıkararak kanonun yanında, itiraf etmeliyim ki bir başkasının -özellikle de bakılması son derece memnuniyet verici birinin- malını uygun olmayacak şekilde incelerken yakalandığım için hafif bir suçluluk duyarak dikildim.

“Yani eğer o küreğe ihtiyacınız yoksa…”

На страницу:
4 из 5