bannerbanner
Bin mumlu ev
Bin mumlu ev

Полная версия

Bin mumlu ev

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 5

Gezdiğim yerlerden bahsetmesi beni tekrar öfkelendirdi çünkü bu en hassas olduğum konulardan biriydi. Yirmi yedi yaşındaydım ve babamdan kalan mirası yiyip bitirmiştim. Pek çok ülkenin lezzetini tatmıştım ve büyükbabamın mirası için bir yılımı daha önce hiç görmediğim, hiç de ilgimi çekmeyen Indiana’daki terk edilmiş, ıssız bir çiftlikte geçirmek zorundaydım.

Odadan çıkmak için ayaklandığımda Pickering tekrar konuştu:

“Bana ara sıra, -mesela ayda bir diyelim- bir pusula yazıp orada olduğunu bildirmen yeterli olacaktır. Postane Annandale’de.”

“O zaman köyde kartpostalları birine verir, ayda bir göndermesini ayarlayabilirim yani.”

“Öyle de olur,” diye yanıtladı düz bir sesle.

“Açlıktan ya da can sıkıntısından ölmezsem tekrar görüşürüz belki. Hoşça kal.”

Resmiyetle el sıkıştık. Sonra ondan ayrılarak gözleri hevesle bakan, kaygılı adamlarla dolu bir asansörle aşağı indim. Hiç değilse iş gibi bir derdim yoktu. Piyasa yükselmiş mi düşmüş mü, hiç fark etmezdi benim için. Kalabalık Broadway boyunca Trinity Kilisesi’ni geçip bir bankaya girdiğimde ve kredi mektubumda kalan parayı çektiğimde, lanetim sayılabilecek macera ruhu kalbimi hızlandırmıştı. Bin dolardan biraz az bir miktarı nakit olarak çekmiştim.

Veznedarın penceresinden ayrılıp arkamı döndüğümde, dünyada görmeyi bekleyeceğim son insanla karşı karşıya kaldım.

Bu, İsa Efendimizin doğumundan bin dokuz yüz bir yıl sonraki ekim ayında gerçekleşti.

İkinci Bölüm

SHERRY'S'DEKİ YÜZ

“Beni biraz olsun seviyorsan adımı telaffuz etme!” dedi Laurance Donovan ve beni kenara çekti. Elimi görmezden geldi ve ayrıca en son Kahire’de görüştüğümüz düşünülürse son derece şaşkınlık verici olan tesadüfi karşılaşmamıza sıradan bir şeymiş muamelesi yaptı.

Allah Allah!

Karşımdakinin Larry olduğu su götürmezdi. Çölün sıcağını hissedebiliyor, deve sürücülerinin küfürlerini ve ilerideki bir pencerenin altında bir fenalık tasarlayan Sudanlı rehberlerimizin sesini duyabiliyordum.

“Eee?” dedik ikimiz de soru sorarcasına.

Elleri cebinde, bankanın seramikli zemininde hafifçe öne arkaya sallanıyordu. Bir kez daha böyle durduğunu görmüştüm. Dört gün boyunca hiçbir şey yememiştik. Habeşistan’daydık ve rehberlerimiz bizi olabilecek en kötü yerde kaybetmişlerdi. O zaman da gözlerinde aynı sakin bakış vardı.

“Lütfen şaşırmış ya da korkmuş gibi davranma Jack,” dedi o tatlı sesiyle. “Bir saat kadar önce beni izleyen birini gördüm. Birkaç aydır peşimde. Yani bu kıyılarda bulunmam oldukça cesur ve özgür bir hareket. Adam muhtemelen hâlâ izliyordur, zira ısrarcı şeytanın teki. Yani burada takma bir isim kullanıyorum diyebiliriz. Doğu Yakası’ndaki konuk evinde kalıyorum. Seni oraya davet edemem ama seninle görüşmem gerek.”

“Bu akşam Sherry’s’de yemek yiyelim.”

“Çok büyük, fazla kalabalık…”

“Başın beladaysa kalabalık daha güvenli. Sürgüne gitmek üzereyim ve gitmeden önce son bir kez medeni bir yemek yemek istiyorum.”

“Belki de haklısın. Sen nereye gidiyorsun? Yine Afrika değil herhalde?”

“Hayır. Indiana’ya. Amerika’nın egemen eyaletlerinden biri, biliyorsundur.”

“Kızılderililer mi?”

“Hayır, hepsinin öldüğü garanti.”

“Yük treni, balon, otomobil, deve… Hangisiyle gideceksin?”

“Kulağını dört aç. Çok kolay. Mesele oraya gitmekte değil, mesele oraya varınca can sıkıntısından ölmemekte.”

“Of! Akşam yemeği için kaç diyorsun?”

“Yedi. Girişte buluşalım.”

“Kaçmayı başarırsam! İzin ver kapıdan önce ben çıkayım. Caddede de peşimden gelme lütfen!”

Eldivenli ellerini arkasında tembelce kenetleyerek ilerledi. Broadway’de aylak aylak yürüyerek Battery’ye doğru döndü. Gözden kaybolmasını bekledikten sonra, şehrin yukarısına gitmek için bir araba tuttum.

Laurance Donovan’la ilk kez Konstantinopolis'te, yemek yediğim bir kahvede karşılaşmıştık. Bir İngiliz’le kavgaya tutuşup adamı alt etmişti. Benim tarzım değildi ama Larry’nin düşmanını harcarken gösterdiği rahatlığı ve açıklığı sevmiştim. Sonradan onun hep böyle olduğunu öğrendim. İngiliz oldukça iyi niyetliydi ama elbette Larry’nin İrlanda’nın makus talihiyle ilgili hislerinin yoğunluğunu bilemezdi. Donovan’la tanışıklığımızın ilk zamanlarında ben de zaman zaman onunla tartıştım ama çok geçmeden idare etmeyi öğrendim. İrlanda meseleleri konusunda beni kendi görüşlerine ikna etti. İrlanda’nın kaybolan itibarını yeniden kazanma yolunun kafa parçalamak olduğu fikrini en az onun kadar ateşli bir şekilde savunur olmuştum.

Konstantinopolis'te Amerika başkonsolosu olan arkadaşım mizah duygusundan yoksun biri değildi. Onu da hemen Larry’nin tarafına çektim. İngiliz adam intikam istiyordu ve bütün güçleri devreye soktu. Mantıklı olarak Larry’nin Britanya tebaası olduğunu, Amerikan konsolosunun ona sığınak sağlamaya hakkı olmadığını iddia ediyordu. Hukuken ve fiilen dayanağı sağlam bir iddiaydı. Ancak Larry, İngiliz değil İrlandalı olduğunu ve ülkesinin Türkiye’de bir temsilcisi olmadığı için nereden iltica teklifi gelirse oraya sığınma imtiyazına sahip olduğunu söylemişti. Larry her zaman tanıdığım en akla yatkın insanlardan biri olmuştu ve aramızda -Amerikan konsolosuyla ben yani- ondan övgüyle söz ederek kendisini korumuştuk.

İşin komik yanını çok daha sonra öğrenmiştim. Larry aslında İngiltere doğumluymuş ve İrlanda’ya bağlılığı tamamen duygusal ve idealistmiş. Elbette ailesi uzun zaman önce İrlanda’dan gelip İngiltere’ye yerleşmiş. Ancak Larry kendini biraz biraz bilmeye başlayınca -reşit olmasa da- Oxford’dan ayrılmış ve Dublin’den mezun olmakta ısrar etmiş. Hatta ölüm perilerine bile inanıyor ya da inandığını düşünüyormuş. Üniversite yıllarında İrlanda’nın ulusal varlığının ayrılması gerektiğini savunan radikal ve kavgacı insanlarla arkadaş olmuş ve ara ara isyan çıkarmaktan bir ay hapis yatmış. Ama Larry’nin sezgileri bilime oldukça yatkınmış. Üniversitede parlak bir başarı gösterdikten sonra, yirmi iki yaşında dünyayı gezmeye çıkmış ve bu işi çok sevmiş. Babası meşgul bir adammış. Başka oğulları da olduğundan Larry’ye izin vermiş ve saygın birine dönüşmeye hazır olana kadar evden uzak durmasını söylemiş. Konstantinopolis'ten sonra kısa bir Avrupa turu yaptık ve ardından kayıp krallıkların bereketini aramak üzere Akdeniz’i geçtik birlikte. Orada üç yıl geçirdik. Kahire’de gayet dostane bir şekilde ayrıldık. O İngiltere’ye, sonra da çok sevdiği İrlanda’ya döndü. Maceralarımızın en karanlık günlerinde en vahşi Galce şarkılarını neşeyle söylerdi ve benimsediği ülkesinin Çimen’ine -bilhassa büyük harfle kullanırdı- duyduğu sevgiyi hiç yitirmedi.

Larry’nin tertemiz giyinmek gibi bir alışkanlığı vardı. O akşam Doğu Yakası’ındaki konuk evinden oldukça düzgün bir kıyafetle ve centilmenlere yaraşır bir sükûnetle çıkmış, huzursuzluğu besleme ve isyana teşvik etme yaradılışıyla tamamen zıt bir görüntü sergilemişti. Sherry’s’de rahat bir akşam yemeği yemek için oturduğumuzda, alçakgönüllülükle diyebilirim ki ürkütücü bir görüntü oluşturmuyorduk. Kendimi de dahil etmem gerekirse ikimiz de ortalama uzunluğun birazcık altında, zinde, heyecanlı ve bir de iyi eğitimliydik. İnce, tıraşlı yüzlerimiz iyice esmerleşmişti. Benimkinde gemide geçirdiğim günlerden kalan daha taze bir katman vardı hatta.

Larry daha önce Amerika’ya hiç gelmemişti ve manzara ikimiz için de bir neşe kaynağı, görülmeye değer yeni bir şeydi. Larry’yle uluslardan ve ırklardan konuşurken, Amerikalıların dünyadaki en iyi görünümlü ve iyi giyimli insanlar olduğunu söylerdim. Sanırım o gece restoranda toplanmış insanların alışılmadık gösterişini izlerken o da buna ikna olmuştu. Işıklar, müzik, kadın kıyafetlerinin çeşitliliği ve zenginliği, kesinlikle yabancı oldukları anlaşılan yüzler, dünyanın harap ve kasvetli yerlerindeki güçlükleri kanıksamış duyularımızın üzerine bir hoş geldin büyüsü serper gibiydi.

“Anlat bakalım şimdi,” dedim. “Cinayet mi işledin? Vatana ihanet türünden bir suç mu?”

“Galway’de arazi sahipleri arasındaki bir kavgaya karıştım ve bir polisi dövdüm. Kavganın gazetelerde ortalığı karıştırmasına bakarak sağlam dövdüm diyebilirim. Birkaç hafta ortalıkta görünmedim. Queenstown’da bir gemi yakaladım ve işte buradayım. Prangaya vurulmadan Çimen’e dönebilmenin bir yolunu bulmayı bekliyorum.”

“Kesinlikle asılmak için doğmuşsun Larry. Amerika’da kalsan daha iyi. Burada her yerdekinden daha geniş bir alan var. Ayrıca Amerika’da birini kaçırıp öldürmek o kadar da kolay değil.”

“Değildir muhtemelen ama yine de tam manasıyla huzurlu değil,” dedi çatalına bir parça yaladerma1 alarak. “Çaktırmadan sağındaki süslü centilmene baksana. Saat dört yönündeki masada, pembeli hanımefendinin yanında. O adamın İngiltere konsolosu olduğunu öğrenmek ilgini çekebilir.”

“İlginç ama önemi yok. Bir an bile sanma ki…”

“Bana baktığını mı sanmayayım? Asla. Ama notlarında adımın olduğuna şüphe yok. Burada beni takip eden dedektif epey sıkıcı. Bu sabah bankada seninle konuşurken izimi kaybetti. Sonra bir saat boyunca ben onun peşinden gittim ve beni İngiltere konsolosunun ofisine götürdü. Teşekkür ederim, başka balık istemiyorum. Neyse, keyfini çıkaralım. Asılmak için doğmadım. Siyasi bir muhalif olduğum için beni ele geçirirse sürgün edilebilir miyim, ondan da şüpheliyim.”

İnce, bakımlı parmaklarının arasında tuttuğu kadehindeki baloncukları dalgın dalgın izledi.

“Sen şimdi ne yapıyorsun, gelecekte ne yapacaksın, anlat biraz,” dedi.

Büyükbaba Glenarm’ın mirasıyla ilgili hikâyeyi olabildiğince kısa bir özet halinde anlattım, zira kısa anlatımlar arkadaşlığımızın belirlenmiş yasalarından biriydi.

“Yani bir yıl boyunca ellerini bağlayıp hiçbir şey yapmadan bekleyeceksin, öyle mi? Bana acayip çekici geldi doğrusu. Para olmasa da yapardım.”

“Ama bir şeyler yapmaya niyetliyim. Eğer içimde bir parça iyilik varsa, büyükbabamın anısı için iyi bir şeyler yapmaya mecburum.”

“Bu aşırı duygusallık tam senlik Glenarm,” dedi dalga geçer gibi. “Ne gördün, bir hayalet mi?”

Birkaç adım ötede bir anda Arthur Pickering’i görünce hafifçe irkilmiş olmalıydım. Altı yedi kişilik bir grup ayağa kalmıştı ve Pickering, bir kızla birlikte kısa bir süreliğine diğerlerinden ayrıldı.

Genç bir kızdı. Pickering’in masasındaki en genç insandı. Pickering’in heybetli görüntüsünün yanında, bu genç kızın boyu ve dış hatlarındaki kadınsılığın altı çiziliyordu sanki. Boynundaki ve bileklerindeki beyaz çizgiler dışında siyahlar içindeydi. Partideki diğer kadınların gösterişiyle ciddi bir zıtlık oluşturuyordu. Yelpazesini düşürünce Pickering eğilip aldı. Genç kadın beklerken ilgisizce bana doğru döndü ve bir an için göz göze geldik. Büyük ihtimalle Pickering’in kız kardeşiydi. Kafamda Pickering’in gençlik yıllarından tanıdığım ailesini yeniden hatırlamaya çalıştım ama karşımdaki kadını bir yere oturtamadım. Kadın Pickering’in önünden geçip giderken gözlerimle onu takip ettim. Dimdik bir duruş. Özgür ve zarif. Ama çekici bir onur ve letafet de vardı duruşunda. Sarı saçları, siyah şapkasının altında parıldıyordu.

Tamamen bana çevirdiği gözleri hayatta gördüğüm en hüzünlü, en güzel gözlerdi ve o şaşaalı, kalabalık odada bile büyüsünü hissettirdi. Hafızama kalıcı bir şekilde nakşolundu. Hüzünlü, hülyalı ve arzulu. Kendimi kaptırınca Larry’yi unuttum.

“Haksız avantaj elde ediyorsun,” dedi sessizce. “Arkadaşın mı?”

“En baştaki iri adam, arkadaşım Pickering,” diye yanıtladım. Larry başını hafifçe çevirdi.

“Evet, sanırım kadınlara bakmıyordun,” dedi kuru bir sesle. “Kiminle ilgilendiğini anlayamadığım için üzgünüm. Ah! Şu adamlar!”

Olabildiğince umursamaz bir kahkaha attım ama zihnimde çoktan siyahlı kızın ciddi yüzünü hatırlamaya çalışıyordum. O hüzünlü gözleri ve sarı saçlarındaki ışıltı. Pickering’in şu fani dünyada hoş yerler bulduğu kesindi. Kalbimin ona karşı öfkeyle yandığını hissettim. Hiç sevmediğiniz birinin sizin başarısız olduğunuz konularda başarılı olduğunu görmek insanın canını yakıyor.

“Neden beni tanıştırmadın? Birkaç Amerikalıyla arkadaşlık kurmak isterim. Bana kefil olmaları konusunda ihtiyaç duyabilirim onlara.”

“Öncelikle Pickering beni görmedi. İkincisi de görse bile o sana da bana da kefil olmaz. Farklı bir yaradılışı vardır.”

Larry alaycı alaycı gülümsedi.

“Daha fazla açıklamana gerek yok. Kadını görmek seni sarstı. Bana Tennyson’ı çağrıştırdı. ‘Ölümsüz gözlerin yıldızvari acıları…’ Gerisi de senin için ciddi bir uyarı içermeli. (…) çoğu ‘kılıçlarını çekti ve öldü.’ Ardından felaketler sürükledi kadın. Ah! Şu kadınlar! Tüm bunları ardında bıraktığını düşünüyordum!”

“Bir erkek yirmi yedi yaşında bunları neden geride bıraksın ki? Hem Pickering’in arkadaşlarına yabancıyım. Peki senin aklını başından alan şu İrlandalı kıza ne oldu? Fotoğrafından hatırladığım kadarıyla ayırt edici özelliği ince üst dudağıydı. Afrika’dayken fotoğrafı burnuma dayayıp duruyordun.”

“Peh! Dublin’e döndüğümde kızın biracının oğluyla evlendiğini öğrendim. Düşünsene!”

“Asla ince bir üst dudağa güvenme! Yüzü bende hiçbir zaman güven uyandırmamıştı.”

“Aklımda tutarım, sağ ol. Garson hâlâ hayattaysa biraz daha mayonez alacağım. Büyükbabanın haziranda öldüğünü söylemiştin sanırım. Sana durumu bildiren mektup ekimde, Napoli’de eline ulaşmıştı. Sence de arada fazla bir zaman yok mu? Vasinin onca zaman neyle meşgul olduğunu sorabilir miyim? Çil çil altınların peşine düşme fırsatını kullandığından emin olabilirsin. Sana haberi sıcağı sıcağına ulaştıracak bir telgraf göndermediği için ona çıkışmadığını sanıyorum.”

Aptallığım için beni küçümseyerek baktı ki hayatım boyunca başka kimsenin böyle bir bakışına maruz kalmamıştım.

“Yani, doğrusunu söylemek gerekirse hayır. Görüşme sırasında aklımda başka şeyler vardı.”

“Büyükbaban senin için bir koruyucu atamalıydı, delikanlı. Para konusunda sana güvenilmez. O şişe bitti mi? Eğer şu kalın enseli herif arkadaşın Pickering’se, ben olsam gözümü dört açardım. Bay Pickering’in ihtiyar beyefendinin paralarını ortadan kaldırmadığından ya da ondan bana gelirken kaybolmadığından kesinlikle emin olurdum.”



“Süre başladı. Bir yılım var. Büyükbabam iyi bir ihtiyardı ve ben ona köpek gibi davrandım. Sonundaki ödülün ne olduğuna bakmaksızın vasiyetinde verdiği bütün direktifleri yerine getireceğim.”

“Elbette. Yapman gereken tam da bu zaten. Ama… Ama şunu aklında tut. Öyle kalın bir ensesi olan bir adam, bir zamanlar var olduğu bilinen bir paranın yerini bulamıyorsa, gerçekten çok derine gömülmüş olmalı. Büyükbaban biraz tuhaf bir adam olabilir ama bana kalırsa kesinlikle aptal değildi. Bu durum hayal gücümü çalıştırıyor Jack. Fikir hoşuma gitti. Kayıp hazine ve tüm o şeyler. Tanrım, ne salata ama! Şerefe dostum! Baykuş gibi nemrutsun!”

Sonra diğer ülkelerde gördüğümüz insanlardan ve mekânlardan konuşmaya başladık.

Ertesi günü de birlikte geçirdik ve akşam, ben otel odamda eşyalarımı toplarken her zamanki alaycı haliyle benim eşyalarımı eleştirip durdu.

“Umarım bunu da yanına almıyorsundur!” Dolaptan çıkarıp yatağın üzerine attığım tüfekleri ve birkaç tabancayı işaret etti.

“Ormanları özlememe neden oluyorlar.”

En son bir leopar avında kullandığım ağır tüfeği kılıfından çıkararak ağırlığını tarttı.

“Bunu pek kullanacağını sanmıyorum! Bırak da ben bunu Çimen’e götürüp toprak sahiplerine karşı kullanayım. Eee, Jack, artık birlikte talihimizin peşine düşmeyecek miyiz? Düşününce çok iyi başlamıştık eski dostum. Senden ayrılmak hoşuma gitmiyor.”

Gereksiz bir özenle tüfek kılıfının kayışlarına yaslandı ama sesinde Larry Donovan’a ait olmayan bir titreme vardı.

“Sen de benimle gel!” diye haykırdım ona doğru dönerek.

“Başka bir canlıyla olacağıma seninle olmayı tercih ederim Jack Glenarm; ama aklımdan bile geçiremem. Kendi dertlerim var benim. Hem senin de oraya tek gitmen gerek. Anladığım kadarıyla ihtiyar adamın senin için kurduğu oyunun bir parçası da bu. Eğer o arada ben de asılmazsam sonra yeniden güçlerimizi birleştiririz. Parayı keyifle harcama konusunda eski dostun L. D.'den iyisini hiçbir yerde bulamazsın.”

O sırıttı, ben kederle gülümsedim. Çok geçmeden yeniden ayrılacağımızı biliyordum. Larry arkadaşım olarak adlandırabileceğim çok az insandan biriydi ve bu karşılaşmamız ona duyduğum eski sevgiyi yeniden canlandırmıştı.

“Sanırım…” dedi ve devam etti, “…o adamın sana mülkle ilgili söylediği asıl gerçeği kabul ettin. Yerinde olsam temkinli olurdum. Birkaç haftadır buralarda dolaşıp dedektiflerden kaçıyorum ve arada da gazeteleri okuyorum. Belki de John Marshall Glenarm’ın bu mülkünden epeyce bahsedildiğinden haberin yoktur.”

“Bilmiyordum,” diye kabul ettim uysalca. Pek çok konuda beni bilgilendiren hep Larry olmuştu. Mirasım hakkında akıllıca bir şeyler söylemesi de tamamen mümkündü.

“Akdeniz’den bir gemiyle geldin, nereden bileceksin. Ama oradaki ev ve servetin gizemli kayboluşu epey tartışıldı. Yani halkın ilgisini çektiğin açık.” Cebinden gazeteden kesilmiş bir parça çıkardı. “Bak şurada küçük bir örnek var.” Okumaya başladı:

“Geçen yaz Vermont’ta hayata gözlerini yuman tuhaf milyoner John Marshall Glenarm’ın torunu John Glenarm, dün Maxinkuckee ile Napoli’den geldi. Glenarm’ın, büyükbabasının vasiyetindeki şartlar gereğince John Marshall Glenarm tarafından Indiana’daki Annandale Gölü kıyısında yaptırılan tuhaf bir evde bir sene yaşaması gerek.

Ailenin yakınlarına göre bu şart, genç Glenarm’ın bir yerde kalma becerisini test etmek için kondu. Çünkü beş sene önce Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden mezun olduğundan beri babasından ona kalan hatırı sayılır bir serveti, eski dünyanın güzelliklerini görmeye harcıyor. Söylenenlere göre…”

“Bu kadarı yeter! Yeterince işaret ve mucize gördüm ve harcadığım paranın da karşılığını aldım.”

Hesabı kapayıp faytonla gemiye doğru yola çıktım. Larry de benimleydi. O her zamanki neşesiyle espriler yapıp duruyordu. Benimle gemiye indi ve üzerimize muhtemelen yalnızca iki eski arkadaş arasında görülebilecek türden bir sessizlik çökerken gemi nehre doğru yol aldı. Şehrin ardımızda kalan ışıklarını izlerken bir arkadaştan ayrılmanın acısından farklı bir şeyler dokundu içime. Bir iç sezi, yaklaşan bir tehlike öngörüsü doldu kalbime. Ama ben muhtemelen en sakin yolculuklarımdan birindeydim. Hayatımda ilk kez bir başkasının direktiflerini izliyordum. Her ne kadar o direktifleri veren mezarda olsa da. Beni buna zorlamak için ölmek nasıl da büyükbabamlık bir hareketti! Haletiruhiyem birden değişti ve gemi iskeleye yaklaşırken bir kahkaha attım.

“Ah! Şu adamlar!” deyiverdi Larry.

“Hangi adamlar?” diye sordum çantalarımı bir hamala verirken.

“Âşık adamlar,” dedi. “O işaretleri bilirim. Dalgın dalgın dolaşmak, sessizlik, ani kahkaha patlamaları! Umarım sen evlenirken hapiste olmam.”

“Eğer o güne kadar tutacaklarsa içeride epey kalırsın. İşte trenim şurada.”

Kalan birkaç dakika boyunca eski günlerden ve gelecekteki görüşmelerden bahsettik.

“Köydeki adresime mektup yazarsın,” dedim. Bir kartın üzerine “Annandale, Wabana Bölgesi, Indiana,” yazıp ona verdim. “Ne zaman bana ihtiyacın olursa, sen her neredeysen oraya gelirim. Bunu sakın unutma eski dostum. Hoşça kal.”

“Sen de bana yaz, babama gönder. Son zamanlarda çıkardığım gürültü onu çok kızdırsa da adresim onda olacaktır.”

Kapıdan geçtim ve uzun tren boyunca yataklı vagonuma doğru ilerledim. Sonra geri dönüp öylece durmuş beni izleyen Larry’ye el salladım.

Biraz sonra tren gecenin içinde ağır ağır hareket ederek batıya doğru yolculuğuna başladı.

Üçüncü Bölüm

BİN MUMLU EV

Annandale esas önemini, iki demiryolu hattının burada kesişmesinden alıyordu. Chicago Ekspresi yalnızca birkaç dakikalığına durduğunda hamal eşyalarımı yanıma, platformun üzerine koydu. İstasyonun kapısından bir ışık akıyor gibiydi. Birkaç aylak platformun üzerinde geziniyor, vagonların camlarından içeri bakıyordu. Köy şoförleri uyuşuk uyuşuk işimi görmeyi önerdi. Derken gölgelerin arasından bir anda uzun, tuhaf bir adam belirdi. Uzun bir paltoya sarınmıştı. Bates’le ilk karşılaşmamda duyduğum his buydu, tıpkı yazdığım gibi. İnce uzun, kasvetli bedeni karşımda dikiliyordu ve saygıyla şapkasına dokunarak beni selamlarken sesindeki o derin hüznü duydum:

“Affedersiniz beyefendi. Bay Glenarm siz misiniz? Ben Glenarm Malikânesi’nden Bates. Bay Pickering sizi karşılamamı belirten bir telgraf gönderdi efendim.”

“Evet, tabii,” dedim.

Şoför eşyalarımı toplamaya başlamıştı bile. Valiz fişlerimi ona verdim.

“Ne kadar mesafe var?” diye sordum, gözlerim, itiraf etmem gerekirse, biraz da pişmanlıkla uzaklaşan trenin ardındaki ışıklara takılıyken.

“İki mil, efendim,” diye yanıtladı Bates. “Kış aylarında attan başka ulaşım yok. Yazınsa iskelemize buharlı gemi yanaşabiliyor.”

“Ayaklarımı biraz esnetmem gerek, yürüyeceğim,” dedim serin havayı ciğerlerime çekerek. Durgun, yıldızlı bir ekim gecesiydi ve uyku tulumunun sıcaklığından sonra temiz hava çok iyi gelmişti. Bates önerimi hiçbir yorum yapmadan kabul etti. Platformun sonuna kadar yürüdük. Sürücü, bavullarımı oraya götürmüştü bile. Hepsinin sıradan arabaya yığılışını izledikten sonra, köyün geniş, sessiz sokakları boyunca Bates’i takip etmeye başladım. Annandale’de hayal ettiğimden fazlası vardı. Orada burada birkaç uzun fabrika bacası yıldızlı göğe uzanıyordu.

“Tuğla fabrikaları efendim,” dedi Bates elini bacalara doğru sallayarak. “Bu iş için oldukça önemli bir merkez.”

“Samansız tuğlalar mı?” diye sordum yaya yolunu aydınlatan ışıltılı bir dükkânın yanından geçerken.

“Affınıza sığınarak söylemeliyim ki efendim, bu tür yerler insanlığın enkazıdır.” Bates’in bu sözleri, onun beni kendi faziletiyle etkilemeyi arzuladığına dair zihnime bir not düşmeme neden oldu.

Yanımda salınarak ilerlerken sorularıma kısa ve öz cevaplar veriyordu. Karşımda insan ilişkilerini gereklilik temeline indirgemiş bir adam olduğu aşikârdı. Bir yıl boyunca bu adamla bir yerde kapalı kalacaktım ve pek de neşeli bir gardiyan olmadığını göstermişti. Köy yolunun sonundaki çakıl taşlı araba yoluna ayak basınca birden suyun çarpışını duydum.

“Bir göl, efendim. Bu yol doğruca eve çıkıyor,” diye açıkladı Bates.

Bu kısımlarda manzaranın güzelliği karşısında sürekli düşüncelere daldığımı hayal ettim ve elimde yalnızca sıkıcı bozkırlar ya da kasvetli bir orman olmadığına sevindim. Rüzgâr sudan aldığı ferah kokuyu bize taşıdı.

“Mevsiminde iyi balık verir. Bay Glenarm balığa çıkmaktan büyük zevk alırdı. Levrek, evet efendim. Bay Glenarm kara levreğe denk hiçbir şeyin olamayacağını söylerdi.”

Adamın büyükbabamdan bahsetme şeklini sevdim. Sadık bir hizmetkâr olduğu açıktı. Şüphesiz büyükbabamın geçmişten birçok anısını hatırlayabilirdi ve ben de onun güvenini teşvik etmeye karar verdim.

Büyükbabamın vasiyetinin şartlarını ilk duyduğumda hissettiğim kızgınlık tamamen geçmişti. O bana tam da hak ettiğim gibi davranmıştı ve ben de en azından aklı başında ve samimi bir ruh hali içinde kestiği cezaya katlanabilirdim. Araba yolu boyunca bu düşüncelerin peşine takılıp gittim. Yol tekrar gölden uzaklaşarak yoğun bir ormana doğru ilerlemeye başladı. Sağda karanlık bir çit uzanıyordu. Elimi uzatıp kaba taştan yapılan ve hemen hemen 2,5 metre boyunca uzanan duvara dokundum.

“Bu nedir Bates?” diye sordum.

“Efendim burası Glenarm arazisi. Duvar büyükbabanızın fikriydi. Çeyrek mil boyunca uzanıyor ve sizi temin ederim ona epey pahalıya mal oldu. Yol şimdi gölden uzaklaşmış olsa da Glenarm mülkü tamamen göl manzaralı.”

Demek hücre evimin etrafında bir duvar vardı! Kendi kendime neşeyle gülümsedim. Birkaç dakika sonra rehberim, uzun bir duvarın ortasındaki kemerli kapının önünde durdu. Paltosundan bir dizi anahtar çıkardı, parmaklarıyla arayarak demir bir kapının anahtarı olabilecek anahtarı seçti. Macera ruhunun içinde canlandığını hissedebiliyordum.

Kapı arkamızdan bir tıkırtıyla kapandı. Bates bir fener bularak alışkın bir edayla yakıverdi.

“Daha yakın olduğu için bu kapıyı kullanıyorum. Normal giriş, yolun biraz daha ilerisinde. Fazla uzaklaşmayın efendim.

Ağaçlar pek düzenli değil.”

Çalılar gerçekten de yoğundu. Rehberimin fenerini güçlükle takip ettim. Karanlıkta burası bana tropikal ormanlar kadar yabani ve engebeli gelmişti.

“Çok az kaldı,” dedi önümde ilerleyen Bates. Ardından, “İşte ışık, efendim,” dedi. Gözlerimi kaldırınca büyük bir ağacın köklerine takıldım; Glenarm Malikânesi’nin karanlık dış cephesini ilk kez gördüm.

“Geldik, efendim!” diye haykırdı Bates ayağını yürüyüş yoluna atarken. Ben de evin ön kapısı olduğunu düşündüğüm yere doğru peşinden gittim. Devasa bir girişin iki yanında birer lamba parlıyordu. Bates kapıyı sessizce açtı. Alelacele, duvarlardaki raflara yerleştirilmiş mumlarla aydınlanan loş, geniş hole adım attım.

На страницу:
2 из 5