Полная версия
Bin mumlu ev
“Umarım büyük bir beklentiniz yoktur Bay Glenarm,” dedi Bates, uysalca özür diler gibi bir sesle. “İçinde yaşamak için oldukça yetersiz.”
“Eh, elimizden geleni yapmaya çalışacağız,” diye yanıtladım ama sesim pek neşeli değildi. Ayak seslerimiz büyük merdiven sahanlığında yankılanıyordu. Görebildiğim kadarıyla içeride bir parça mobilya bile yoktu.
“Şurada hoşunuza gidebilecek bir şey var, efendim.” Bates biraz ileride durup bir kapıyı açtı.
Tek bir mumun etrafına ışık saçtığı, büyük bir oda gibi görünen bir yere açıldı kapı. Bomboş bir çirkinliğin ortaya çıkışına hazırlamıştım kendimi. Kederli bir önseziyle, sessiz rehberimin kasvetli hücreyi ifşa etmesini bekledim.
“Lütfen şöyle oturun, efendim,” dedi Bates. “Ben de ışığı artırayım.”
Karanlık odanın içinde müthiş bir rahatlıkla ilerledi. Bir kibrit yakıp ince bir mumu tutuşturdu ve hızla ama usulca etrafta gezindi. İnce mumu arka arkaya başka mumlara değdirdi. Her yerde mum varmış gibiydi. Sonunda zayıf bir alacakaranlık elde etmeyi başardı. Işığın görkemiyle karanlık yavaş yavaş yumuşadı. Eski Dünya’daki loş katedrallerde rahip yardımcılarının muhteşem sunakları aydınlatan sayısız mumu yerlerine dizişini birçok kez izlemiştim. Ama bu aşina olmadığım evdeki sert görünümlü hizmetkâr, gölgelerin içinden çok daha tatlı, çok daha hayret verici bir büyü çıkarmıştı ortaya. Güzel şeyler arasında yalnızca gençlik, ışıktan daha tatlıdır.
Işık arttıkça duvarların çizgileri çekildi ve çatı kirişleri ortadan kaybolarak gözlerimi yukarıya doğru çevirmeme neden oldu. Dudaklarımdan dökülen boğuk bir hayret nidasıyla ayağa kalkarak etrafa bakındım ve odanın ruhu, büyüsünü içime akıttıkça şapkamı saygıyla başımdan çıkardım. Her tarafta kitaplar vardı. Bütün duvarlar tavana kadar kitaplarla kaplıydı. Koca odada bu düzeni boşan tek şey, bir Fransız penceresiyle devasa bir şömineden ibaretti. Şöminenin üzerinde büyük, koyu meşe renginde bir baca çıkıntısı, odanın büyüklüğünü daha da vurguluyordu. Uygun olan her yerde -bu amaçla yapılmış raflarda, kitapların arasından öne doğru uzanan kolların üzerinde, tavandan sarkan büyük, kristal şamdanda ve baca çıkıntısında- sayısız mum, baş döndürücü bir parlaklıkla yanıyordu. Bates, sihirli değneğini elinde tutarak durduğunda hayret ve hazla haykırdım.
“Bay Glenarm mum ışığını çok severdi. Mumluk toplamaktan da hoşlanırdı. Çok iyi bir koleksiyonu var. Buraya ‘Bin Mumlu Ev’ derdi. Burada sadece yüz tane kadar var ama ev tamamlandığında bin ışığı olacağı düşüncesi onun gururlandığı şeylerden biriydi. Büyükbabanızın şakacı bir yanı vardı. Bin demek mizah anlayışına da uygundu. Kendi zevklerinden haz almayı bilirdi, efendim.”
“Eminim öyledir,” diye yanıtladım hayretle bakarak.
“Belki gaz lambaları sizin zevkinize daha uygundur, efendim. Ama büyükbabanızda hiç yoktu. Eski pirinç ve bakırlar onun uzmanlık alanıydı ve Bay Glenarm cam mumlukları özelikle severdi. Kristalin en etkileyicileri olduğunu söylerdi. Ben gideyim de valizleri getiren adamı içeri alayım. Sonra da size biraz yemek ikram edeyim.”
Ağırbaşlı bir edayla dışarı çıktı. Ben de hayrete düşmüş, keyifli bakışlarla odayı inceledim. Sert ahşap zemin şık halılarla kaplanmıştı. Bütün mobilyalar antika ya da ilginçti. Şöminenin üzerindeki koyu meşe panelin üzerine eski İngiliz harfleriyle bir yazı kazınmıştı:
İnsanın ruhu, Tanrı’nın mumudur.
Ve iki yanında büyük bir şamdanın uzun kolları ocağa doğru uzanıyordu. Bütün kitaplar mimariyle alakalı gibiydi. Alman ve Fransız çalışmaları, İngiliz ve Amerikan otoriteler tarafından yapılmış çalışmalarla yan yana duruyordu. Bütün başlıkların Latince ya da İtalyanca olduğu bir bölüm buldum, tamamı arkeolojiyle ilgiliydi. Açtığım birkaç dolabın içinde taslaklar ve çizimler vardı ve hepsi dikkatle düzenlenmişti. Bir diğerinde özenle hazırlanmış bir kart kataloğu buldum. Becerikli ellerin işi olduğu açıktı. Titiz bir araştırma benim için fazlaydı. Kendimi bir katedralden alınmış olabilecek büyük sandalyeye bıraktım. Genel etkinin mutluluğuyla tatmin olmuştum. Indiana ormanlarının ortasında böylesine şık ve zevkli bir daire bulmak beni şaşırtmıştı. Eve yaklaşırken mekânın karakterini ya da boyutlarını hiçbir şekilde açık etmeyen karanlık bir hacim görmüştüm yalnızca. Giriş holü de beni bu odanın güzelliğine hazırlamamıştı doğrusu. Düşüncelerime öyle dalmıştım ki ardımdaki kapının açıldığını duymadım. Bates’in saygılı, kederli sesi, “Size yiyecek bir şeyler hazırlattım, efendim,” dedi.
Koridor boyunca onu takip ederek basit bir masanın kurulduğu lambrili, küçük bir odaya girdim.
“Bay Glenarm buraya yemekhane derdi. Evin diğer tarafında kalan yemek odası henüz bitmedi. Kendisi yemeklerini burada yerdi. Onun için esas önemli olan kütüphaneydi. Bu evi bitirmeye ömrü vefa etmedi. Ne yazık, değil mi efendim? Birkaç yılı daha olsaydı çok şık bir yere dönüştürürdü burayı. Ama umarım siz tamamlandığını göreceksiniz, efendim. Onun son dileği de buydu.”
“Evet, elbette,” diye yanıtladım.
Soğuk hindi eti ve salata getirdi ve gerçekliği su götürmez bir parça rokfor peyniri çıkardı.
“İngiliz birasının zevkinize hitap ettiğini umuyorum. Belirtmem gerekirse, büyükbabanızın favorisiydi, efendim.”
Adamın alçakgönüllülüğü hoşuma gitmişti. Ciddi bir saygıyla ve alışkın el hareketleriyle servis yaptı. Kristal mumluklardaki mumlar masayı makul derecede aydınlatıyordu. Oda küçük ve rahattı. Küçük şöminedeki cevizden kütükler neşeyle çatırdıyordu. Eğer büyükbabam yalnızlığı silah olarak kullanarak beni cezalandırmayı planladıysa, ruhu buralara uğradığında büyük bir hayal kırıklığına uğrayacaktı muhtemelen. Uzun zamandır kendi toplumumu kanıksamıştım. Yemeklerimi genellikle yalnız yerdim ve bu tuhaf, gizli evin sessizliğinde bir keyif bulmuştum. Tabii bir de en sonunda büyükbabamın isteğine itaat ediyor, onun benden istediği bir şeyi yapıyor olmanın verdiği tatmin de vardı. Her yerde kendisinin sanatların sanatı olarak gördüğü ilgi alanına dair izler görmek beni etkilemişti. Bu sanata duyduğu adanmışlıkta müthiş bir incelik vardı. Küçük yemekhanenin bile herhangi bir dekorasyonu olmamasına rağmen kendine has bir havası vardı. Büyükbeyin mimariye düşkünlüğünde garip ve hatta hastalıklı bir yan olduğu aile arasında hep konuşulan bir şeydi. Ama ben bunun onun zihninde ve karakterinde asil ve kibar bir şeyleri cezbettiğini hissettim ve kalbimi, yıllardır taşıdığımdan daha nazik bir haletiruhiye ele geçirdi. Büyükbabam benden ufacık bir şey istemişti ve ben onun için bu ufacık şeyi başarmaya kararlıydım.
Bates bana kahve verdi, ulaşabileceğim bir yere kibrit bıraktı ve odadan çıktı. Sigara kutumu çıkarıp hafifçe aralamıştım ki arkamdaki pencerenin camında keskin bir çatırtı duydum. Bir mermi ıslık çalarak başımın üzerinden geçti ve karşıdaki duvara çarpıp yassılaşmış, bozulmuş bir halde masanın üzerine, elimin altına düştü.
Dördüncü Bölüm
GÖLDEN GELEN SES
Pencereye koşup geceye baktım. Eve gelirken içinden geçtiğimiz orman geceyi kuşatmış gibiydi. Büyük bir ağacın dalları camlara değiyordu. Bates’in dibimde olduğunu fark ettiğimde pencerenin kilidini kurcalıyordum.
“Bir şey oldu mu, efendim?”
Sükûnetini kaybetmeyişi beni öfkelendirdi. Birileri pencereden bana ateş etmişti ve vurulmaktan kıl payı kurtulmuştum. Bu hizmetçinin durumu kabullenişindeki endişesizlik beni öfkelendirmişti.
“Bahsetmeye değer bir şey değil. Birileri beni öldürmeye çalıştı, o kadar,” dedim sakin ve ironik olmayı başaramayan bir sesle. Hâlâ pencerenin koluyla uğraşıyordum.
“İzin verin, efendim.” Pencerenin kanadını kolaylıkla açması öfkemi daha da köpürttü.
Uzanıp saldırganıma dair bir ipucu bulmaya çalıştım. Bates başka bir pencereyi açarak benimle birlikte karanlık manzarayı izledi.
“Dışarıdan bir atıştı, değil mi efendim?”
“Elbette öyleydi. Kendime ateş ettiğimi düşünmüyorsun, öyle değil mi?”
Kırık pencereyi inceledi ve masanın üzerindeki mermiyi aldı.
“Tüfek mermisi olduğunu söyleyebilirim.”
Mermi duvarla teması neticesinde kısmen yassılaşmıştı. Uzun kalibreli bir mermi kovanıydı ve tüfekle de tabancayla da ateş edilmiş olabilirdi.
“Bu çok tuhaf, efendim!” Öfkeyle ona doğru döndüğümde, yüzünde sıkıntılı bir ifadeyle bir metal parçasını beceriksizce evirip çevirdiğini gördüm. Birden, sanki korkularımı yatıştırmak istermiş gibi devam etti. “Büyük ihtimalle bir kaza kurşunu. Muhtemelen çocuklar gölde ördeklere ateş ediyorlardı.”
Öyle ani bir kahkaha patlattım ki Bates panikle irkildi.
“Geri zekâlı!” diye gürledim iki elimle yakasını kavrayıp adamı hırsla sarsarken. “Seni ahmak! Buradaki insanlar her gece ördeklere ateş mi eder? Bir fili öldürecek kuvvette silahlarla su kuşlarını mı avlarlar? Sırf eğlence olsun diye pencerelerden insanlara mı ateş ederler?”
Onu masaya doğru ittirince masa geriye kaydı ve Bates yere düştü.
“Kalk ayağa!” diye emrettim. “Bir fener getir.”
Hiçbir şey demeden ona söylediğimi yaptı. Ön kapıya uzanan uzun, kasvetli koridorda ilerledik. Onu önden koruya gönderdim. Bölgenin coğrafyasına dair pek bir bilgim yoktu ama keşke bu mülkün civarını bizzat inceleseydim zira belli ki tehlikeli insanlar vardı. Çok öfkeliydim ve birden kendi içine çekilen Bates’in peşinden ilerlerken öfkem gitgide artıyordu. Biraz sonra yemekhane penceresinin ışığıyla aydınlanan yerde durduk.
Zemin, ayaklarımızın altında çatırdayan yapraklarla doluydu.
“İleride ne var?” diye sordum.
“Koruluk çeyrek mil kadar devam ediyor, efendim. Sonra da göl var.”
“İlerle!” diye emrettim. “Doğruca göle!”
Az sonra eve doğru gelirken içinden geçtiğimize benzer kaba bir çalılığa takıldım. Bates biraz önümde kendinden emin ilerliyor, ara sıra durup dalları yolundan çekiyordu. Öfkem giderek sönerken aptalca bir girişimde bulunduğumu hissettim. Zeminin karakterine bakılırsa neredeyse denizde sayılırdım. İki saat öncesine kadar hiç görmediğim ve bana karşı tavırlarının tamamen planlı olduğundan şüphelenmeye başladığım bir adamın peşinden gidiyordum. Pencereden ateş eden adamın etrafta gizlice dolaşmasına ihtimal yoktu ve dahası, fenerin ışığı, yaprakların ve kırılan dalların çatırtısı yaklaştığımızı ona haber veriyordu. Ancak ben, hiçbir şeyde olmasa bile hata yapmakta ısrarlı bir insandım. Böylece gölün kenarına ulaşmak için ciddi bir kararlılıkla rehberimin peşinden ilerlemeye devam ettim. Bu tuhaf mülkteki bekçinin üzerindeki otoritemi kullanmaktan başka bir nedeni de yoktu bunun.
Bir çalı sertçe yüzüme çarpınca yüzümün acıyan kısmını ovuşturmak için durdum.
“Canınız yandı mı, efendim?” diye sordu Bates endişeyle ve fenerle birlikte bana döndü.
“Tabii ki hayır,” diye çıkıştım. “Hayatımı yaşıyorum! Bu ormanda patika falan yok mu?”
“Var denemez, efendim. Koruyu olduğu gibi bırakmak Bay Glenarm’ın fikriydi. Tomrukların arasında yürüyüş yapmayı çok severdi.”
“Geceleri değildir umarım! Neredeyiz şu an?”
“Göle epey yaklaştık, efendim.”
“O halde devam edelim.”
Bu patikasız korulukta Bates ve itiraf etmem gerekirse, büyükbabam John Marshall Glenarm’ın ruhu sabrımı taşırıyordu.
Çakıllı bir sahile vardık. Bates aniden bir döşemeye ayak bastı.
“Burası Glenarm rıhtımı, efendim. Şurası da kayıkhane.”
Fenerini yanımızdaki alçak bir yapıya doğru salladı. Sessizce oturmuş yıldızları izlerken uzaklardan bir küreğin suya daldığını ve bir kanonun suyun üzerinde usulca kaydığını duydum.
“Bir sal, efendim,” diye fısıldadı Bates, feneri paltosunun içine saklayarak.
Yanından geçerek rıhtımın ucuna doğru ilerledim. Kürek, durgun suya sessizce ve sakin bir hareketle daldı ama ses gitgide zayıflıyordu. Kano, insanoğlunun en zarif, en hassas, en esrarengiz buluşlarından biriydi. Onun kürekleriyle en sessiz kıyılarda yıldızları suya daldırabilir ya da hayallerinizdeki rıhtıma sessizce yaklaşabilirdiniz. O sinsi cup sesini hemen tanımıştım ve o küreği kullanan elin eğitimli olduğunu anlamıştım. Çocukluğumun Maine koruluğunda geçen yazlarının tamamen boşa geçmediğini sık sık fark ediyordum.
Anlaşılan, kanonun sahibi Glenarm rıhtımına sessizce yanaşmış ve koruluğu geçerek buraya geldiğimizi seslerden anlayınca panikleyerek uzaklaşmıştı.
“Burada bir tekne var mı?”
“Kayıkhane kapalı, anahtarı da yanımda değil, efendim,” diye yanıtladı Bates heyecansız bir sesle.
“Tabii ki yanında değil,” diye çıkıştım. Sesindeki o kusursuz saygı bir yandan, kendi çaresizliğim öbür yandan öfkeyle doldurmuştu beni. Burayı gün ışığında bir kez bile görmemiştim. Ardındaki koruluk da ayaklarımın dibindeki göl de benim için karanlık, gizemli yerlerdi. Ayağımı öfkeyle yere vurdum.
“Geri dönelim, düş önüme,” diye gürledim.
Koruluğa doğru dönmüştüm ki, birden suyun karşı tarafından bir ses çalındı kulağıma. Bir kadının derin, melodik ve temkinli sesi.
“Gerçekten, yerinde olsam bu kadar öfkelenmezdim!” dedi. Öfkeden bahsederken kısa bir an duraksamıştı.
“Kimsin sen? Orada ne yapıyorsun?” diye bağırdım.
“Sessiz sakin düşünüyorum biraz!” diye ağır, alaycı bir cevap geldi.
Suyun ilerisinde küreğin suya daldığını ve kanonun hareket ettiğini duydum. Bir anlığına belli belirsiz bir figür görür gibi oldum. Sonra yok oldu. Göl çevresindeki koruluk bilinmez bir dünyaydı. Kano, rüya teknesi. Ses bir kez daha yükseldi:
“İyi geceler, neşeli beyefendiler!”
“Bir hanımefendiydi, efendim,” dedi Bates, bir süre sessizce bekledikten sonra.
“Ne kadar da zekisin!” diye çıkıştım. “Sanırım burada hanımlar geceleri sinsice dolaşmaya çıkıp ördeklere ya da insanların evlerine ateş ediyorlar.”
“Oldukça muhtemel görünüyor, efendim.”
Onu göle atmak hoşuma giderdi ama feneri yanında sallayarak ilerlemeye başlamıştı bile. Peşine takılarak ağaçların arasından eve doğru ilerlemeye başladım.
Büyük kütüphanenin hoş etkisi ruhumu hızla sardı. Şöminedeki ateşi karıştırıp canlandırdım ve onca yürüyüşün yorgunluğuyla önüne oturdum. Gelişimi dikkat çekici kılan olay beni şaşırtmış, kafamı karıştırmıştı. Küçük yemek odasında başımı az bir farkla ıskalayan merminin, kötü niyet taşımayan serseri bir kurşun olma ihtimali vardı gerçekten. Ama atışın gölün oradan yapıldığı düşüncesini hemen eledim. Bir kere camı güçlü bir şekilde delip geçmişti. Üstelik bir tüfek mermisi bile olsa o yoğun ağaçların arasından hiçbir engele takılmadan eve kadar ulaşması akla hayale sığmazdı. Birilerinin bana rasgele ateş açtığı düşüncesinden kurtulmakta güçlük çekiyordum.
Kadının gölden gelen alaycı sesi de kafamı karıştırıyordu. İnsanın kırsalda yaşayan bir kızdan duymayı bekleyeceği bir ses değildi. Ayrıca ateş ve lamba güvencesinde olmayı akla getirecek denli serin bir ekim akşamında, gölde bir kadının oluşu herhangi bir getir götür işiyle açıklanabilecek gibi değildi. Suyun karşısından gelen o son haykırışta insanı rahatsız eden bir şey vardı. Kulaklarımda tekrar tekrar yankılanıyordu. Niteliğin, terbiyenin ve cazibenin sesiydi.
“İyi geceler, neşeli beyefendiler!”
Indiana’daki köylülerin, ister genç ister yaşlı olsun, ister er-kek ister kadın olsun, böyle yumuşak bir selamlama usulü olduğunu sanmıyordum.
Bates tekrar belirdi.
“Affınızı rica ederim efendim, ancak dinlenmek isterseniz odanız hazır.”
Bir saat bulma umuduyla etrafa bakındım.
“Evde vakti gösteren bir şey yok, Bay Glenarm. Büyükbabanız onlara çok karşıydı. Saatlerin, kendi deyimiyle, aylaklığa yol açtığına dair bir teorisi vardı. Bir insanın kendi hislerine göre çalışması gerektiğini düşünürdü efendim, saatlere göre değil. Bir varlık, diğerinden müşkülpesent olabilir derdi.”
Saatimi çıkarırken gülümsedi. Hem Bates’in ciddi tonlamaları hem de büyükbabamdan alıntı yaparken yüzünün aldığı katı ifadeydi sebep. Ama bu adam beni şaşırtıyor ve kızdırıyordu. Mütevazı siyah elbiseleri, güzelce taranmış saçları, tıraşlı yüzü içimde bir düşmanlık uyandırıyordu.
“Bates, eğer o silahı pencereden içeri sen ateşlemediysen, kim yaptı? Bunun cevabını verebilir misin bana?”
“Evet, efendim. Ben yapmadıysam kimin yaptığı oldukça önemli bir soru. Bunu öğreneceğim, efendim.”
Adama baktım. Bakışlarıma gözünü bile kırpmadan karşılık verdi. Sesinde de duruşunda da hiçbir küstahlık emaresi yoktu.
Devam etti:
“Ben yapmadım, efendim. Yemekhane camının kırıldığını duyduğumda kilerdeydim. Merminin dışarıdan geldiğini söyleyebilirim, efendim.”
Bates için gerçekler ve sonuçlar şüphe götürmezdi. Suçu ona yıkma çabamda pek de güvenilir biçimde aklanmadığımı hissettim. Ona söylediğim çirkin sözler, en hafif tabiriyle, patavatsızca olmuştu ve şimdi de başka bir hücum hattı deniyordum.
“Elbette, Bates, sadece takılıyordum sana. Peki bu konuyla ilgili senin teorin nedir?”
“Bir teorim yok, efendim. Bay Glenarm beni teorilere karşı hep uyarırdı. İzniniz olursa, derdi ki, kurguya yatkın zihinlerde büyük bir tehlike yatarmış.”
Adam hafif bir İrlanda aksanıyla konuşuyordu ki bu da beni şaşırtmıştı. Konuşma tuhaflıkları her zaman ilgimi çekmiştir. İrlandalı hizmetçi sınıfının şivesi değildi bu. İngiltere doğumlu olan Larry Donovan, zaman zaman Bates’in bu yumuşak ve akıcı tonlamalarından tamamen farklı olan abartılı bir İrlanda aksanı kullanırdı. Ama bu adamda konuşmasından başka, beni şaşırtan çok şey vardı.
“Kanodaki kişi? Ona ne diyorsun?” diye sordum.
“Bir şey demiyorum, efendim. Bu topraklarda hiçbir kadın, hatta bizim dışımızda hiç kimse yoktur.”
“Ama komşular var. Çiftçiler, göl kıyısında yaşayan insanlar olmalı.”
“Çok az, efendim. Batı duvarınızın biraz ilerisinde de bir okul var.”
Mülk sahibi oluşuma yaptığı hafif gönderme, kendi deyimiyle benim duvarımdan bahsedişi beni memnun etti.
“Ah, evet. Bir okul. Kız okulu? Evet, Bay Pickering bahsetmişti. Ama kızlar bu mevsimde, gecenin bu saatinde gölde kürek çekmez, ördek avlamaz, ne dersin Bates?”
“Onların ateş ettiğini sanmıyorum, Bay Glenarm. Her açıdan oldukça sıkı bir okul olduğunu tahmin ediyorum, efendim.”
“Peki öğretmenleri? Hepsi kadın mı?”
“Yanılmıyorsam kendilerine St. Agatha Rahibeleri diyorlar. Bazen onları yürüyüş yaparken görürüm. Oldukça sessiz komşulardır ve yazın Rahibe Theresa dışındakiler burada bulunmaz. Okul onun evidir, efendim. Duvarın yakınlarında bir de küçük bir şapel var. Genç papaz orada yaşar ve onun dışındaki tek erkek de bahçıvandır.”
Demek kapı komşularım Protestan rahibeler ve okul kızlarıydı. Araya bir de papaz ve bahçıvan karışmıştı. Yine de papaz sosyalleşmek için faydalı olabilirdi. Büyükbabamın vasiyetinde bir din adamıyla ahbaplık kurmamı engelleyecek bir madde yoktu. Hatta bana kalırsa oyunun bir parçasıydı bu da: Yapılacak başka hiçbir şey olmadığından ruhum bir taşra papazı tarafından gözlenecekti. Böylelikle ben de dikkatimi mimari çalışmalarına yöneltecektim. Gardiyanım ve kâhya Bates özenle sakalını sıvazlıyordu.
“Bana hücremi göster,” dedim kalkarak. “Yatayım.”
Bir yerlerden büyük, pirinç bir şamdan çıkardı. Üzerinde bir düzine mum vardı.
“Bu Bay Glenarm’ın alışkanlığıydı. Yatağa giderken hep bunu kullanırdı. Eminim sizin de kullanmanızı isterdi, efendim,” diye açıkladı.
Adamın sesinde bir titreme duyar gibi oldum. Büyükbabamın anısı onun için önemliydi. Düşündüm ve onun için üzüldüm.
“Ne kadar zamandır Bay Glenarm’la birlikteydin, Bates?” diye sordum koridorda peşinden ilerlerken.
“Beş yıl, efendim. Siz yurtdışına gittiğiniz yıl bana iş verdi. Bu konudan bahsedişini çok iyi hatırlıyorum. Size büyük bir hayranlık duyuyordu, efendim.”
Elinde bir yığın mumu taşıyarak geniş basamaklardan bana yol gösterdi.
Üst kattaki giriş de bütün evin genel havasını yansıtıyordu ama burada duvarlar beyazdı ve göz yoruyordu. Zemine gelişigüzel bırakılmış tahtalar vardı ve gevşek tahtalar ayaklarımızın altında tıkırdarken mumların ışığından ötedeki karanlıkta hayaletimsi yankılar beliriyordu.
“Umarım çok hayal kırıklığına uğramazsınız, efendim,” dedi Bates kapıyı açmadan önce bir süre bekleyerek. “Kesinlikle tamamlanmamış bir oda ama rahat olduğunu söyleyebilirim. Çok rahat.”
“Kapıyı aç!”
O benim ev sahibim değildi ve özür dilemesinden hoşlanmamıştım. Yanından geçerek küçük bir oturma odasına girdim. Bir yanıyla alt kattaki büyük kütüphanenin minyatür bir versiyonu gibiydi. Her tarafta zeminden tavana kadar uzanan açık raflar kitaplarla doluydu. Yalnızca küçük bir şöminenin, dolabın ve duvara bitişik bir masanın bulunduğu kısımlar boştu. Odanın tam ortasında, üzerinde özenle dizilmiş yazı malzemeleri bulunan uzun bir masa vardı. Şık bir kılıfı açtığımda tasarımcı aletleriyle dolu olduğunu gördüm.
Yüksek sesle inledim.
“Bay Glenarm bu odayı çalışmak için kullanırdı. Aletler bizzat onun, efendim.”
“Lanet olasıcalar!” diye haykırdım huysuzca. En yakın raftan bir kitap alıp açık halde masaya fırlattım. Kule: Savunma Amacıyla Kullanıldığı İlk Dönemler. Londra: 1816.
Kapağını sertçe kapadım.
“Yatak odası yanda, efendim. Umarım…”
“Artık hiçbir şey umma!” diye gürledim. “Ayrıca hayal kırıklığına uğrayıp uğramamamın hiçbir önemi yok.”
“Kesinlikle hayır, efendim!” diye yanıtladı kendimden utanmama neden olan bir sesle.
Bitişikteki yatak odası küçük ve az mobilyalıydı. Duvarlar boyasızdı ve sadece İngiliz katedralleri, Fransız şatoları ve mimarinin en iyi başka örneklerini sergileyen çizimlerle renklenmişti. Yatak en bilindik demir karyolalardandı. Diğer mobilya parçaları da fayda esasına göre seçilmişti. Valizlerim ve çantalarım buraya taşınmıştı. Bates kapıdan bir emrim olup olmadığını sordu.
“Bay Glenarm her zaman yedi buçukta kahvaltı ederdi, efendim. Tabii bir saati yokken tutturabildiği kadarıyla. Ama oldukça dakikti. Tarzı biraz tuhaftı, efendim. Geceleri etrafta dolaşmayı çok severdi ve kimse peşine düşmezdi.”
“Ben pek gezineceğimi sanmıyorum,” diye bildirdim. “Ayrıca büyükbabamın kahvaltı saati benim için de çok uygun, Bates.”
“Başka bir şey yoksa, efendim…”
“Bu kadar. Ayrıca, Bates…”
“Buyurun, Bay Glenarm.”
“Gerçekten de bana ateş ettiğini ima etmiyordum, anlamışsındır muhakkak.”
“Bahsini açmaya bile değmez, Bay Glenarm.”
“Ama biraz tuhaf bir durumdu. Eğer bu konuda bir şeyler öğrenirsen lütfen beni bilgilendir.”
“Elbette, efendim.”
“Ama geceleri güneşlikleri çeksek iyi olur. Görünüşe bakılırsa bu civardaki ördek avcıları çok dikkatsiz. Sen de bugün ve bundan sonraki akşamlarda buradakileri örtebilirsin.”
O dediklerimi yaparken saatimi kurdum. İtiraf etmeliyim ki kalbimin bir parçası hâlâ bu adamın yemek odasının penceresinden bana ateş eden adamla bir suç ortaklığı olduğundan şüpheleniyordu. Güneşliklerin açık olmasının biraz tuhaf olduğunu düşünüyordum ama bir yandan da bu durumu, bu henüz tamamlanmamış tuhaf evin sıradan ev bakımı ritüellerine tam manasıyla tabi olmamasına yorabilirdim. Bates şüphelerimin farkındaydı kuşkusuz ve düz yeşil güneşliklerin sonuncusunu çekerken konuşmaya başladı:
“Bay Glenarm bunları asla çekmezdi, efendim. Onun sözleriyle tekrarlamam gerekirse, derdi ki onları açık severmiş. Bunlar doğuya bakan pencereler ve büyükbabanız da güneş ışığının onu uyandırmasından büyük bir keyif alırdı. Tuhaflıklarından biri de buydu, efendim.”
“Şüphesiz. Çekilebilirsin, Bates.”
Ciddiyetle bana iyi geceler diledi. Ben de kapıya kadar peşinden gidip cebinden çıkardığı tek bir mumun ışığıyla uzaklaşmasını izledim.
Birkaç dakika boyunca ayak seslerini dinleyerek aşağıdaki koridorda ilerleyişinin izlerini sürerek bekledim. Eve dair bildiklerimin müsaade ettiği kadar elbette. Sonra, bilinmeyen bir yerden bir kapının kapandığını ve sürgünün çekildiğini duydum. Doğrusu gardiyanım özen gerektiren alışkanlıkları olan biriydi.
Seyahat çantamı açıp içindekileri tuvalet masasına yaydım. Bütün maceralarımda yanımda katlanabilir, deri bir fotoğraf çerçevesi taşımıştım. İçinde babamın, annemin ve büyükbabam John Marshall Glenarm’ın portreleri vardı. Küçük oturma odasındaki şömine rafına yerleştirdim onu. Bu gece dünyada hiç olmadığım kadar yalnız hissediyordum kendimi. Bir dostluğa ihtiyacım vardı ve içimde bir şefkat titreşti. Büyükbabamın sert, ihtiyar gözlerine yeni ve meraklı bir ilgiyle baktım. Babamın evine düzensiz ziyaretleri olurdu. Ama babam onu bahsetmeye gerek görmediğim çeşitli şekillerde mutsuz etmişti. Babamın ölümü de beni kendi eylemlerimle iyice büyüttüğüm bir yabancılaşmaya sürüklemişti.
Glenarm’a ulaşınca aklım tekrar Pickering’in büyükbabamın mülkünün değeriyle ilgili tahminine takıldı. John Marshall Glenarm oldukça tuhaf bir adam olsa da büyük bir servet biriktirmeyi başarmıştı. Ama ben vasinin, öldüğünde nispeten fakir olduğunu söyleyişini dinlemiştim. Vasiyetin şartlarını böyle kolaylıkla kabul edip kendimi hakkında hiçbir şey bilmediğim bir bölgeye hapsederek olağan danışma kanallarına erişimimi de kendim engellemiştim. Glenarm’daydım ve yılın sonuna kadar burada kalmalıydım. Benden ne kadar kolay kurtulduğunu düşündükçe Pickering’e olan öfkem arttı. Kendimi hep en az onun kadar keskin zekâlı olduğumu söyleyerek tatmin etmiştim ama şimdi, acaba aptallıkla onun gücüne mi boyun eğdim diye düşünmeden edemiyordum.