bannerbanner
Türk masalları
Türk masalları

Полная версия

Türk masalları

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 4

Şehzade uyanır uyanmaz merdivenlere koşmuş ve her yeri köşe bucak aramış. Bir aralıkta ne görsün? Küçük mercan bir taş! Taşı alıp odasına götürmüş ve masanın üzerine koymuş. Bu sırada küçük kızı da odaya girerek mercanı görmüş. Taşı eline alır almaz sanki hiç var olmamış gibi yitip gitmiş. Üç peri, küçük kızı alıp annesinin mezarına götürmüş. Küçük kız mercanı ölü kadının ağzına koyar koymaz Gül Güzeli yeni bir yaşama uyanmış.

Fakat Şehzade’nin içi hiç huzurlu değilmiş. Mezarlığa gidip bir tabutun içinde kollarında kızıyla Gül Güzeli’ni bulmuş karşısında. Hem ağlayıp hem gülerken ikisinin de gözünden inciler dökülüyor, dudaklarından yere güller saçılıyormuş. Şehzade’ye doğru ilerlerken bastıkları her yerden yemyeşil otlar fışkırmış.

Saraylı kadın ve kızı yaptıklarının cezasını çekerken Gül Güzeli, babasıyla ve sultanın kızı olan annesiyle yeniden bir araya gelmiş. Bunun şerefine kırk gün kırk gece davullar çaldırmışlar.

Yarım Akıllı Mehmet

Evvel zaman içinde, develer tellal iken, kurbağalar kanatlanıp uçar iken, bense havada süzülüp yeryüzünde yürüyerek dereleri tepeleri aşarken, birlikte yaşayan iki kardeş varmış.

Babalarından onlara kalan, birkaç öküz ile birkaç hayvan, bir de hasta analarıymış. Günün birinde, küçük kardeşin içine malları bölüşme arzusu düşüvermiş (Allah yardımcısı olsun, biraz da yarım akıllıymış bu kardeş). Abisine gidip demiş ki, “Bak şimdi abi, şuradaki iki ahırı görüyor musun? Biri olabildiğince yeni, diğeri ise eski ve harap. Gel bizim hayvanları buraya getirip serbest bırakalım. Yeni ahıra gidenler benim olsun, diğerleri de senin.”

“Öyle olmaz Mehmet,” demiş abisi. “Eski ahıra gidenler senin olsun.” Bizim yarım akıllı Mehmet kabul etmiş. Hemen gidip öküzleri getirmişler. Zavallı, ihtiyar ve kör bir öküz dışındaki bütün öküzler yeni ahıra gitmiş. Mehmet tek laf etmeden gidip kör, ihtiyar öküzü almış, otlamaya çıkarmış. Her sabah gelip öküzünü alıyor, otlamaya götürüyor, akşamları da geri getiriyormuş. Bir gün yolda giderken birden öyle bir rüzgâr çıkmış ki yolun kenarındaki devasa ağacın geniş dalları sızlanır gibi uğuldamaya başlamış. “Hey, sızlanan ağaç!” demiş bizim yarım akıllı, ağaca. “Abimi gördün mü?” Ağaç onu duymamış gibi sızlanmaya devam etmiş. Budala Mehmet öyle öfkelenmiş ki baltasını aldığı gibi ağaca vurmaya başlamış. Ağacın gövdesinde açılan yarıktan birden çil çil altınlar dökülmeye başlamış. Bunun üzerine yarım akıllı hemen eve gidip toprağı çift öküzle süreceğini söyleyerek abisinden ödünç bir öküz istemiş. Bir araba ile birkaç boş çuval da bulmuş bir yerlerden. Çuvalları toprakla doldurarak ağacın yanına götürmüş. Orada toprağı boşaltarak çuvalları altınlarla doldurmuş ve eve götürmüş. Abisi bu müthiş hazineyi görünce şaşkınlıktan hayretler içinde kalmış.



İki kardeş ellerindeki altınları bölüşmek isteyince küçük kardeş komşularına gidip bir terazi istemiş. Meraklı komşu, bu budala gencin ne tartacağını merak ettiğinden terazinin kefesinin dibine bir parça katran sürmüş. Çok geçmeden bizim yarım akıllı teraziyi geri götürmüş. Kefelerden birinin dibinde bir altın sikke gören komşu hemen gidip bu durumu bir başka komşusuna anlatmış. O birine, o diğerine derken çok geçmeden herkes her şeyi öğrenmiş.

Daha akıllı olan abi, bunca parayla ne yapacaklarını düşünüp korkmaya başlamış. Gidip bir kazma kürek getirmiş, bir çukur kazıp hazineyi oraya gömmüş. Sonra da tabana kuvvet kaçmaya başlamışlar. Biraz sonra abi evin kapısını kapamayı unuttuğunu hatırlayarak kardeşini kapıyı kapaması için geri göndermiş. Deli Mehmet eve dönmüş. Sonra kendi kendine, “Ben burada olduğuma göre ihtiyar annemi de unutmamalıyım,” demiş. Büyük bir kazanı suyla doldurup kaynatmış, sonra da zavallı anneciğini kazana yerleştirerek sesi kesilene kadar haşlamış. Daha sonra ihtiyar kadını bir süpürgeyle birlikte duvara dayayarak kapıyı menteşelerinden söküp omuzlarına almış ve ormanda bekleyen abisinin yanına dönmüş.

Abi, kardeşinin sırtındaki kapıyı görüp zavallı annesinin başına gelenleri dinleyince doğal olarak kardeşine sinirlenmiş ama kardeşi çok akıllıca davrandığını düşünerek övünüyormuş. Kapıyı yanında getirdiği için artık kimsenin içeri giremeyeceğini söylemiş. Abisi budala kardeşinden kurtulmak için her şeyini verirmiş. İçten içe bu işi nasıl halledeceğini düşünmeye başlamış. Önüne bakmış, ardına bakmış, yola bakmış ve üç atlının dörtnala onlara doğru geldiğini görmüş. İki kardeş, bu atlıların peşlerinde olduğunu düşünerek kapıyla birlikte bir ağaca tırmanmaya başlamışlar. Tam yerlerini almışlar ki üç atlı gelip ağacın dibine yerleşmiş. Akşam karanlığı çöktüğünden atlılar iki kardeşi görememiş.



Aslında birisi yarım akıllı olmasa, iki kardeşin ağacın tepesine çıkması çok iyi bir kararmış. Budala Mehmet, ağacın altında uzanan atlıları rahatsız edecek şakalar yapmaya başlamış. Sonra nasıl olduysa, bam! Uyuyan üç atlının ayaklarının dibine o koca kapı düşüvermiş. Adamlar, “Dünyanın sonu geldi! Dünyanın sonu geldi!” diye bağıra bağıra korkuyla kaçmışlar. Öyle bir kaçmışlar ki belki hâlâ koşuyorlardır. Büyük kardeş için bu olay bardağı taşıran son damla olmuş. Sabah kalkmış ve kendi yoluna giderek yarım akıllı kardeşini bir başına bırakmış.

Zavallı budala Mehmet artık dünyada yapayalnızmış. Bir köye varana dek yürümüş de yürümüş. Köye vardığında karnı zil çalıyormuş. Bir caminin kapısında durup kendine yiyecek bir şeyler almak için girip çıkanlardan para istemiş. Çok geçmeden içeriden şişman, kısa boylu bir adam çıkmış. Gözlerini Mehmet’e dikerek kendisi için çalışmak isteyip istemeyeceğini sormuş.



“Sen istiyorsan neden olmasın,” demiş Mehmet. “Ama bir şartım var: Ne olursa olsun ikimiz de birbirimize öfkelenmeyeceğiz. Eğer bana öfkelenirsen, seni öldüreceğim. Ben sana öfkelenirsem sen de beni öldürebilirsin.” Şişman adam bu şartı kabul etmiş, çünkü köyde hizmetli bulmak çok zormuş.



Uzun lafın kısası, bizim yarım akıllı ilk iş efendisinin kümeslerindeki tavukları, ahırındaki koyunları tek tek kesmiş. Sonra gidip efendisine, “Kızdın mı?” diye sormuş. Efendisi çok şaşırmış ama “Kızmak mı? Tabii ki hayır! Neden kızacakmışım?” demiş yalnızca. Fakat adam artık ondan korktuğu için hiçbir şey yapmadan evde oturmasına izin vermiş.

Efendisi artık hem karısına hem çocuğuna hem de Mehmet’e bakıyormuş. Mehmet çocuğu havaya atıp tutmayı çok seviyormuş ama sakar olduğundan düşürüp canını yakıyormuş, o yüzden çok geçmeden bunu yapmayı bırakmış. Efendisinin karısıysa hayvanların başına gelenlerden sonra sıranın er ya da geç kendilerine geleceğinden korkuyormuş. Bu yüzden kocasını bir gece vakti bu deliden kaçmak için ikna etmiş. Mehmet onların konuşmalarını duyup sandıklarından birine gizlenmiş. Aile bir sonraki köye vardığında sandığı açmış ve Mehmet birden dışarı fırlayıvermiş.

Bir süre sonra efendi ile karısı bir plan yapmış. Bir gece gidip gölün kıyısında yatacaklarmış. Mehmet’i de yanlarında götürecek, yatağını suyun hemen kıyısına sereceklermiş. Böylece Mehmet uyurken onu suya iteceklermiş. Ama bizim yarım akıllı Mehmet o kadar da aptal değilmiş. Kendisi yerine efendisinin karısının suya düşmesini sağlamış. “Kızdın mı?” diye sormuş efendisine. “Kızdım ya!” demiş adam. “Nasıl kızmayayım? Mallarımı mahvettin, karımı ve çocuğumu öldürdün, beni dilenecek hâle getirdin. Hepsi senin yüzünden!” Deli Mehmet efendisini yakalayıp tanıştıkları günkü anlaşmaları gereği suya atıvermiş.

Mehmet bir kez daha yapayalnız kalmış. Aylak aylak yürümeye başlamış. Kahvesini içip çubuk tüttürmekten başka bir şey yapmıyor, arada omzunun üzerinden geriye bakıp rahat rahat yürümeye devam ediyormuş. Bir gün yine böyle avare avare dolaşırken yerde beş para bulmuş. Hemen gidip leblebi almış bu parayla ve yemeye başlamış. Yol kenarındaki bir kuyunun yanından geçerken leblebilerinden birini kuyuya düşürmüş. Bunun üzerine avazı çıktığı kadar bağırmaya başlamış: “Leblebimi geri ver! Leblebimi geri ver!” Derken kuyudan bir dudağı yerde bir dudağı gökte korkunç bir cin uzatmış başını. “Ne dilersin?” diye sormuş cin. “Leblebimi isterim, leblebimi isterim!” diye haykırmış Mehmet.

Cin kuyuya geri girmiş. Yeniden yukarı çıktığında elinde küçük bir masa varmış. Deli adama bu masayı vermiş. “Acıktığın zaman ‘Küçük masa, bana yemek ver,’ demen yeterli. Doyduğun zaman da ‘Küçük masa, bu kadarı yeter,’ de,” demiş.



Mehmet masayı aldığı gibi köye dönmüş. Bir süre sonra acıkıp “Küçük masa bana yemek ver!” demiş. Karşısında birbirinden güzel yemeklerle dolu bir masa belirmiş. Mehmet hangisinden başlayacağına karar verememiş. Sonra, “Köydeki yoksulları da bu mucizeden haberdar etmeliyim,” diye düşünerek hepsine bir ziyafet çekmiş.

Köylüler arka arkaya gelmeye başlamış. Sağa bakmışlar, sola bakmışlar ama ne bir ateş görmüşler ne de herhangi bir yemek hazırlığı. “Bizimle dalga geçti herhâlde,” diye düşünmüşler. Ama genç adam masasını getirip orta yere bırakmış ve “Küçük masa, bana yemek ver!” diye haykırmış. Köylülerin karşısında aniden bir sürü lezzetli yiyecek ve içecek belirmiş. O kadar çok yemek varmış ki bütün davetliler tıkabasa doydukları hâlde hizmetçilere de yetecek yemek kalmış arkalarında. Köylüler kafa kafaya vererek her gün böyle bir yemek yemenin yolunu düşünmeye başlamışlar. İçlerinden bazıları, “Bir gün Mehmet’in üzerine yürüyüp masayı elinden alalım da bu ahmağın ihtişamlı sofrası bizim olsun,” önerisinde bulunmuş. Öyle de yapmışlar.

Bizim yoksul ve aç yarım akıllı ne yapsın? Gitmiş yine yol kenarındaki kuyunun başına, “Leblebimi isterim! Leblebimi isterim!” diye haykırmaya başlamış. O kadar çok tekrar etmiş ki bunu, sonunda cin yine başını kuyudan çıkarıp ne olduğunu sormuş. “Leblebimi isterim, leblebimi isterim,” demiş deli.

“Peki masan nerede?” diye sormuş cin.

“Çaldılar,” diye yanıtlamış Mehmet.

Koca dudaklı cin tekrar kuyuya dalmış ve bu kez elinde küçük bir değirmenle çıkmış. Elindekini deliye uzatarak, “Sağa çevirdiğinde altın dökülür, sola çevirdiğinde gümüş,” demiş. Genç adam değirmeni alıp evine gitmiş. Değirmeni önce sağa, sonra sola çevirmiş. Önünde bir yığın altın ve gümüş duruyormuş. O kadar zengin olmuş ki ne köyde ne şehirde bir dengi varmış.

Ama çok geçmeden köy ahalisi bu küçük değirmenden haberdar olmuş. Yine kafa kafaya verip planlar kurmuşlar. Mehmet bir sabah kulübesinde uyandığında küçük değirmenin yerinde yeller estiğini görmüş. Bir kez daha kuyunun başına koşarak, “Leblebimi isterim, leblebimi isterim!” diye haykırmış.

Koca dudaklı cin, “İyi de masan nerede? Değirmenin nerede?” diye sormuş.

Yarım akıllı genç, “İkisini de çaldılar,” diyerek acı acı ağlamaya başlamış.

Cin bir kez daha kuyuya dalmış ve elinde iki değnekle geri dönmüş. Bu değnekleri Mehmet’e verirken sakın ama sakın “Vurun, vurun değnekler!” dememesini tembihlemiş.

Mehmet değnekleri almış, sağını solunu incelemiş ama ne işe yaradıklarını çözememiş. Sonra “Vurun, vurun değnekler!” demenin ne işe yarayacağını merak etmiş. O, bu sözleri söyler söylemez değnekler acımasızca ona vurmaya başlamışlar. Mehmet’in vücudunda vurulmadık yer kalmamış. Başına, ayaklarına, kollarına, sırtına vurdukça vurmuşlar. Mehmet’in her yanı ağrıyormuş. “Durun, durun değnekler!” diye haykırmış Mehmet can havliyle. O da ne? İki değnek, o bu sözleri söyler söylemez durmuş. Mehmet onca ağrı ve acıya rağmen çok neşeliymiş, çünkü içinde bulunduğu gizemli durumu çözmenin bir yolunu bulmuş.

Değneklerini almış ve hemen evine dönüp köylüleri davet etmiş. Neden davet ettiğine dair de hiçbir şey söylememiş. Birkaç saat içinde herkes Mehmet’in evinde toplanıp büyük bir merakla yeni gösteriyi beklemeye başlamış. Mehmet elinde iki değnekle gelip, “Vurun, vurun değneklerim! Vurun, vurun!” demiş. Bunun üzerine iki değnek bütün köylüleri davul çalar gibi dövmeye başlamış. Adamlar çaresizlik içinde merhamet dilenirken aklı başına gelen Mehmet, “Masamı ve değirmenimi bana geri verene kadar kimseye merhamet edecek değilim,” demiş.

Yara bere içindeki köylüler her şeye razıymış, hemen gidip değirmenle masayı getirmişler. Mehmet ancak bundan sonra “Durun, durun değnekler!” demiş ve her yere yeniden huzur çökmüş.

Mehmet üç değerli hediyesiyle birlikte kendi köyüne dönmüş. Artık hem varlıklıymış hem de aklı başına gelmiş. Abisi de oradaymış. Gömdüğü hazinenin hepsini ona vermiş. İki kardeş evlenecek birer eş bulmuşlar ve kendi dünyalarında yaşamışlar. Zengin olan Deli Mehmet, köyün en akıllı adamıymış artık.


Altın Saçlı Kardeşler

Bir varmış bir yokmuş. Çok uzun zaman evvel, babam babam iken, ben babamın hem oğlu hem de anası iken, çok uzak diyarlarda, iblisler ülkesinin kıyısında devasa bir şehir varmış.

Bu şehirde yoksul bir oduncunun üç yoksul kızı yaşarmış. Sabahtan akşama, akşamdan sabaha durmadan dikiş diker, nakış işlerlermiş. İşlemeleri bittiğinde içlerinden biri pazara gidip bunları satar, kazandığı parayla yiyecek alırmış.

Günün birinde o şehrin padişahı halka öfkelenmiş ve üç gün üç gece boyunca şehirde mum yakılmasını yasaklamış. Bu zavallı üç kardeş ne yapacakmış şimdi? Karanlıkta çalışamazlarmış. Onlar da pencerelere kalın perdeler örmüş, kuru sazdan cılız bir mum yakmış, ekmek paralarını kazanmak için çalışmaya devam etmişler.

Yasağın üçüncü gecesi, Padişah şehirde bir gezintiye çıkarak herkes emirlerine uyuyor mu diye bakmak istemiş. Tesadüf bu ya, bizim üç kardeşin evinin önüne gelmiş. Perdenin katları pencerenin altını tam olarak örtemediğinden içeriden gelen ışığı görmüş padişah. Kardeşler ise evlerinin önündeki tehlikeden habersiz dikiş nakışa devam ediyor, bir yandan da dertleşiyormuş.

“Ah, ah!” demiş en büyükleri. “Keşke padişah beni baş aşçısıyla evlendirse. Her gün leziz mi leziz yemekler yerdim. Ona öyle bir halı işlerdim ki bütün atlarına ve bütün adamlarına yeterdi.”

“Ben,” demiş ortanca kardeş, “padişahın elbiselerinden sorumlu olan adamla evlenmek isterdim. Nasıl da muhteşem kıyafetlerim olurdu o zaman düşünsenize. Eğer onunla evlenseydim padişaha öyle büyük bir çadır yapardım ki bütün atları ve bütün adamları sığardı içine.”

En küçükleriyse, “Ben kimseyle değil, padişahın kendisiyle evlenmek isterdim,” demiş. “Beni kendine eş alsaydı ona altın saçlı iki çocuk doğururdum. Biri kız, biri oğlan. Oğlanın alnında bir yarım ay parlar, kızın şakaklarında parlak yıldızlar oynaşırdı.”

Padişah kızların sohbetine kulak misafiri olmuş. Şafak söker sökmez üç kardeşi sarayına çağırtmış. En büyüklerini baş aşçıyla, ortancayı kâhyasıyla evlendirmiş. En küçüğünü de kendine almış.

Üç kardeş de düşlerine kavuşmuş. En büyük kardeşin bir sürü yiyeceği olmuş ama söz verdiği halıyı işlemeye gelince sürekli yiyip uyuduğu için iğnesini bile kıpırdatmamış. Böylece onu oduncunun kulübesine geri göndermişler. Ortanca kız da altın ve gümüş işlemeli elbiseleri giyinmiş kuşanmış ama söz verdiği çadırı yapmak için lütfedip de elini çamura değdirmemiş. Bunun üzerine onu da oduncunun kulübesine, ablasının yanına göndermişler.

Peki ya en küçüğü? Dokuz ay on gün sonra iki ablası, zavallı kardeşlerinin gerçekten sözünün eri olup olmadığını, iki muhteşem çocuk doğurup doğurmadığını görmek için saraya sokulmuşlar. Sarayın kapısında ihtiyar bir kadınla karşılaşmış, onu hediyeler ve vaatlerle, bu işe burnunu sokması için ikna etmişler. Karşılaştıkları ihtiyar, şeytanın özbeöz kızıymış. Kötülük ve hainlik onun için ekmek ve su gibi bir şeymiş. Hemen gidip iki yavru köpek bularak kadının yatağına yanaşmış.

O sırada ne olmuş dersiniz? Padişahın karısı yıldızlar gibi parlayan iki küçük çocuk doğurmuş. Biri oğlan, biri kızmış. Oğlanın alnında yarım ay, kızın şakağında bir yıldız varmış. İki çocuğun bulunduğu yerde karanlıklar aydınlanırmış. Ama ihtiyar kadın, bu çocukları alıp yerine yavru köpekleri bırakmış. Sonra da Padişah’ın kulağına karısının iki yavru köpek doğurduğunu fısıldamış. Padişah öfkeden kudurmuş. Zavallı karısını tuttuğu gibi beline kadar toprağa gömmüş ve bütün şehre tellallar salarak kadının yanından geçen herkesin kafasına bir taş atmasını emretmiş. Kötü cadı da çok geçmeden iki çocuğu alıp şehrin çok uzağına götürmüş ve bir akarsuyun kenarına bırakmış. Sonra da işini halletmenin memnuniyetiyle saraya dönmüş.



Çocukların bırakıldığı nehrin yakınlarında ihtiyar bir çiftin kulübesi varmış. İhtiyar adamın da sabah saatlerinde otlamaya alışkın bir dişi keçisi varmış. Akşamları da kulübeye döner ve sütü sağılırmış. Bu yoksul insanlar bu şekilde geçinip gidermiş. Ancak günün birinde ihtiyar kadın, keçinin bir damla bile süt vermediğini görerek şaşırmış. Bu durumu kocasına anlatıp sabah keçiyi takip etmesini, sütü çalan biri olup olmadığına bakmasını söylemiş.

İhtiyar adam ertesi gün keçinin peşine düşmüş. Keçi doğruca suyun kenarına giderek bir ağacın ardında gözden kaybolmuş. İhtiyar adam oraya gidince bir de ne görsün? Gören herkesi mest edecek bir manzara! Çimlerin üzerinde altın saçlı iki çocuk uzanmaktaymış. Keçi de yanlarına gidip onları emzirmiş. Başlarında biraz meledikten sonra da otlamaya gitmiş. İhtiyar adam pırıl pırıl parlayan küçük bebekleri görünce o kadar mutlu olmuş ki aklı başından uçmuş. İki bebeği aldığı gibi kulübesine götürmüş, karısına vermiş. (Allah onlara çocuk vermemiş ne yazık ki.) Kadın, Allah onlara bu çocukları gönderdiği için çok ama çok sevinmiş. Onlara bakıp büyütmeye karar vermiş. Küçük keçi ise eve endişeyle meleyerek gelmiş ama çocukları görür görmez onların yanına gidip bebekleri emzirmiş, sonra yeniden otlamaya gitmiş.

Zaman akıp geçmiş, iki müthiş çocuk büyüyüp dere tepe gezmeye başlamış. Karanlık ormanlar onların altın saçlarıyla aydınlanıyormuş. Vahşi hayvanları avlayıp koyunlara bakar, ihtiyarlara güzel sözler söyleyip yardım ederlermiş. Zaman su gibi akmış, çocuklar büyümüş, ihtiyarlar iyice ihtiyarlamış. Altın saçlı kardeşler güçlenirken gümüş saçlı ihtiyarlar zayıf düşmüş. Sonunda bir sabah ölmüşler. İki kardeş yapayalnız kalmış. Ağlayıp sızlanmamışlar. Ağlayarak kim iyileşmiş ki? İhtiyarları gömmüşler. Kız keçiyle birlikte evde kalırken delikanlı da avlanmaya gitmiş. Sonuçta artık yiyecek bulmak onların işiymiş.

Günlerden bir gün, ormanda vahşi hayvanları avlarken gerçek babası olan padişahla karşılaşmış ama babası olduğunu bilmiyormuş. Padişah da oğlunu tanımamış. Buna rağmen bu harika çocuğu görür görmez çok sevmiş. Onu bağrına basmak istemiş. Yanındakilere çocuğun nereden geldiğini araştırmalarını söylemiş.

Bunun üzerine saraylılardan biri çocuğun yanına giderek, “Ne çok hayvan avlamışsın beyim!” demiş. Çocuk, “Allah bol bol yaratmış,” diye karşılık vermiş. “Hem sana hem bana yeter.” Sonra adamı oracıkta bırakıp gitmiş.

Padişah saraya dönmüş ama o çocuk yüzünden kalbi sızlıyormuş. Padişah’a onu neyin iyi edeceğini sorduklarında, ormanda çok güzel bir çocuk gördüğünü, onu çok sevdiğini söylemiş. Altın gibi saçları, alnında da karısının ona vaat ettiği parıltı varmış.

İhtiyar kadın bu sözleri duyunca çok korkmuş. Hemen derenin kenarına giderek kulübeyi bulmuş ve içeri girmiş. Evde ayın on dördü gibi güzel bir kız oturuyormuş. Kız, ihtiyar kadını nezaketle karşılamış ve ne istediğini sormuş. İhtiyar kadın, kıza bir kez daha sorma fırsatı vermemiş. Hatta adımını eşikten atar atmaz tatlı sözlerle yalnız yaşayıp yaşamadığını sormuş genç kıza.

“Erkek kardeşimle yaşıyorum,” diye cevaplamış kız. “Bir erkek kardeşim var. Gündüzleri ava çıkar, akşamları eve döner.”

“Bütün gün evde tek başına sıkılmıyor musun?” diye sormuş Cadı.

Kız, “Sıkılsam bile ne yapabilirim ki?” diye sormuş. “Zamanımı olabildiğince iyi geçirmeye çalışıyorum.”

“Söyle bana güzel kızım, abini çok mu seviyorsun?”

“Elbette seviyorum.”

“O hâlde güzel kızım,” demiş Cadı, “sana bir şey söyleyeyim ama kimseye söyleme. Bu akşam kardeşin eve geldiğinde ağlayıp sızlamaya başla. Ağlayabildiğin kadar ağla. Kardeşin sana neyin olduğunu sorduğunda cevap verme. Yeniden sorduğunda da tek kelime etme. Üçüncü kez sorduğundaysa bütün gün bir başına evde kalmaktan çok sıkıldığını, eğer seni gerçekten seviyorsa Peri Kraliçesi’nin bahçesine gidip sana oradan bir dal getirmesini istediğini söyle. Hayatın boyunca hiç görmediğin güzellikte bir dal.”

Genç kız, kadına söylediklerini yapacağına dair söz vermiş, cadı da çekip gitmiş.

Akşama doğru genç kız öyle ağlayıp sızlamış ki gözleri kan çanağına dönmüş. Kardeşi eve gelip de kardeşini böyle üzgün görünce çok şaşırmış ama bir türlü nedenini öğrenememiş. Genç adam, derdinin ne olduğunu söylerse kalbinin arzusunu yerine getirmek için gereken her şeyi yapacağına yerdeki bütün çimler ve ormandaki bütün ağaçlar üzerine yemin etmiş kardeşine. Altın saçlı çocuk ertesi sabah Peri Kraliçesi’nin bahçesine doğru yola koyulmuş. Kahvesini içip çubuğunu tüttürerek yürüye yürüye periler diyarının sınırlarına varmış. Kuş uçmaz kervan geçmez çölleri, dağları, vadileri aşmış. Allah’a sığınıp devam etmiş. Sonunda ne bir gözün değdiği ne bir âdemin ayak bastığı geniş bir çöle varmış. Bu çölün ortasında güzel mi güzel bir saray varmış. Yol kenarındaysa bir devanası oturmaktaymış. Etrafını bulaşıcı bir hastalık sarmış gibi kokuyormuş.

Genç adam doğruca Devanası’nın karşısına dikilip ona sarılmış, öpmüş. Sonra, “İyi günler anacığım! Ölene kadar evladınım!” diyerek elini öpmüş.

“Sana da iyi günler oğlum,” demiş Devanası. “Eğer bana anacığım demeseydin, sarılıp öpmeseydin ve masum annen yerin altında olmasaydı seni tek lokmada yutardım. Şimdi de bana oğlum, nereye gidersin?”

Biçare delikanlı Peri Kraliçesi’nin bahçesinden bir dal istediğini söylemiş.

“Sana bu ismi kim öğretti oğlum?” diye sormuş kadın şaşkınlıkla. “O bahçeyi yüzlerce ama yüzlerce tılsım korur. Yüzlerce ruh orada can vermiştir bu yüzden.”

Delikanlı yine de vazgeçmemiş. “İnsan ancak bir kez ölür zaten,” diye düşünmüş.

İhtiyar kadın, “O hâlde masum, gömülü annene selam olsun,” demiş ve genç adamı yanına oturtup ne yapması gerektiğini anlatmış. “Şafak sökerken yola koyul ve tam karşında bir kuyu ile bir orman görene dek sakın durma. Oklarını ormana doğru at, beş on kuş yakala. Ama hepsi canlı olsun. Bu kuşları kuyuya götür. İki rekat namaz kıldıktan sonra kuşları kuyuya atıp yüksek sesle bağırarak anahtarı iste. Kuyudan bir anahtar çıkacak. Onu al ve yoluna devam et. Büyük bir mağara göreceksin. Anahtarınla kapısını aç. İçeri adım atar atmaz sağ elini kör karanlığa uzatıp elinin değdiği ilk şeyi al, çekip çıkar. Sonra anahtarı yeniden kuyuya at. Ancak tüm bunları yaparken sakın arkana bakma, yoksa Allah sana merhamet etmez!”

Ertesi gün şafak sökerken genç adam yola çıkmış. Ormandan beş on kuş yakalamış, anahtarı almış, mağaranın kapısını açmış ve sağ elini uzatıp bir şey tutmuş. Arkasına bir kez bile bakmadan ve hiç durmadan kız kardeşinin kulübesine kadar yürümüş. Ancak oraya vardığında elindekinin ne olduğuna bakmış. Bir de ne görsün? Periler Kraliçesi’nin bahçesinden bir dal varmış elinde. Ne dalmış ama! Dalın üzerinde ince filizler, filizlerin üzerinde yapraklar, yaprakların her birinde küçük bir kuş varmış. Her kuş kendine has bir şarkı söylüyormuş. Öyle bir müzik, öyle bir melodiymiş ki bu, ölüye bile can verirmiş. Bütün kulübe neşeyle dolmuş.

Genç adam ertesi gün yeniden ava çıkmış. Ormanın yaratıklarını kovalarken Padişah onu bir kez daha görmüş. Genç adamla birkaç kelam ettikten sonra sarayına dönmüş. Oğluna duyduğu sevgi yüzünden daha da hasta düşmüş.

İhtiyar Cadı bunun üzerine yeniden kulübeye yollanmış. İçeride genç kızın elinde sihirli dalla oturduğunu görmüş.

“Gördün mü kızım?” demiş Cadı. “Ne demiştim sana? Ama sadece bu kadar değil. Eğer kardeşin sana Periler Kraliçesi’nin aynasını da getirirse, Allah bilir bu güzel dalı gözün bile görmez. Sana aynayı getirene kadar kardeşine huzur verme.”

Cadı kulübeden çıktıktan sonra genç kız öyle çok ağlayıp sızlanmış ki kardeşi onu nasıl teselli edeceğini bilememiş. Onu memnun etmek için koca dünyayı omuzlarında taşıyabileceğini söylemiş. Doğruca Devanası’na giderek öyle içtenlikle anlatmış ki derdini, kadın ona yok diyememiş.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

На страницу:
3 из 4