Полная версия
Türk masalları
Dr. Ignác Kúnos
Türk Masalları
Önsöz
Yayımlayacağımız kitapları seçerken göz önüne aldığımız pek çok ölçüt var: Söz konusu kitabın yayın ilkelerimize ve çizgimize uygunluğu, daha önce dilimize çevrilmemiş olması, yayın dünyasında bir boşluğu dolduracak olması ve elbette ki bizi heyecanlandırması.
2018 yılı için yayın programımızı şekillendirirken bir Japon masalları seçkisiyle karşılaştığımızda ölçütlerimizin hepsine ziyadesiyle uyduğunu fark ettik ve hemen bir masal dizisi çalışmalarına başladık.
Dizi için öncelikle üç ülke seçtik: “Güneşin Doğduğu Ülke1” Japonya, rengârenk kültüründen beslenen rengârenk masallarıyla Hindistan, uzun ve karanlık kış gecelerini zengin masal geleneğiyle aydınlatan Rusya. Şimdi de Doğu ve Batı’yı birleştiren geniş coğrafyamızda, nesillerdir sürdürdüğümüz sözlü geleneği kâğıda taşıyor ve masal dizimize ülkemizle devam ediyoruz.
Yayımlayacağımız versiyonu bulmaya çalışırken pek çok masal seçkisini inceledik ve en sonunda içimize en çok sinen, okurken en çok keyif aldığımız ve okuyuculara ulaştırmayı en çok istediklerimizi belirledik. Bolca araştırma içeren çeviri ve düzelti sürecinin ardından bu kez “Bu masalları en iyi yansıtan kapak nasıl olmalı?” sorusunun peşine düştük. Bu kültürlerin en önemli figürlerinin kapakta bulunmasını istedik. Uzun bir hazırlık süreci ve pek çok denemenin ardından hayalimizdeki kapaklara ulaştık.
Masal, sözlü anonim halk edebiyatıdır. Anlatı yoluyla nesilden nesle ulaşmış, nihayetinde de bir yazar tarafından yazıya dökülerek kalıcı hâle gelmiştir. Her ne kadar masal kahramanları ve yaratıkları doğaüstü, masallardaki olaylar ise gerçekdışı olsa da, masalların o toplumun bir yansıması olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Öyle ki her ülkenin masalları tıpkı kültürleri gibi diğerlerinden tamamen farklıdır. Bizim seçkimizdeki ülkelerde olduğu gibi. Kimisinin ana teması dostlukken diğerininki korku ve ölüm olabiliyor. Fakat bir zamanlar hiçbir teknolojik ürünün olmadığını düşünürsek, masalların toplumların sosyal hayatlarında ne kadar önemli bir boşluğu doldurduğunu tahmin etmek zor değil.
Giriş
Macar âlim Dr. Ignatius Kúnos, bu masalları, Anadolu’ya2 yaptığı geziler sırasında Türk köylülerinden dinleyip derlemiştir. Derleme ilk kez 1889’da, tanınmış Macar edebiyat topluluğu “A Kisfaludy Tarsasag” tarafından Török Népmések (Türk Masalları) adıyla yayımlanmış, önsözünü ise Profesör Vambery yazmıştır. Bu seçkin Doğu bilimi uzmanı, Türk-Tatar halklarının primitif kültürleri konusunda yaşayan tartışmasız en büyük otorite, Özbek destanlarına ve Uygur öğretilerine de en az Batı Avrupa’nın poetik başyapıtlarına olduğu kadar aşina olan bu bilim insanı, elinizdeki masallara coşkulu övgüler düzmüştür. Türk halk kültürünün hazinelerini, filolojinin yan yollarında yatan, unutulmuş ve bir derlemeci tarafından bulunmayı bekleyen değerli taşlara benzetmiştir.
Dr. Ignatius Kúnos’un bu eşsiz derlemesi, yanmaktan kurtarılmış sayılabilir. Elinizdeki masallar her hâlükârda hem halk bilimiyle ilgilenenler hem de masalları sevenler için önemli bir “bulgu”dur. Bu hikâyelerin daha önce hiç bilinmeyen şeyler içermesini beklemek açıkçası büyük bir beklenti olur. Profesör Vambery bu masalların pek çoğu ile Binbir Gece Masalları’nın temelini oluşturan tamamen Doğu’ya özgü diğer hikâyeler arasındaki yakınlıkları ortaya çıkarmıştır. Birkaç Slav ve İskandinav öğesi de açıkça görülebilir. Mesela gizemli bir kuş olan Zümrüdüanka’nın, Rus Masalları ile Kazak Masalları ve Halk Hikâyeleri’nde sırasıyla Mogol Kuşu ve Zhar Kuşu olarak anılan kuşlarla oldukça yakın olduğu açıktır. Öte yandan Sihirli Sarık masalı da kimi noktalarda Hans Andersen’in Yol Arkadaşı’yla tuhaf bir benzerlik göstermektedir. Yine de bu masalların kendilerine has bir karakteri vardır. Her şeyden önce, canlı yaratıcılıkları, görkemli imge oyunlarıyla dikkat çekerler. Buna karşılık Batı’nın en popüler masallarındaki imgeler çoğunlukla sıkıcı olacak denli basittir. Profesör Vambery’nin öne sürdüğü gibi bu Népmések, Türk kadınlarının kahvelerini yudumlayıp hoş kokulu nargilelerini tüttürerek zaman geçirmeleri gibi eğlenceler sunuyorsa, bu şiirsel tat ve hoş ayrıma hayran olmaktan başka bir şey gelmez elimizden.
Ben bu masalları, ilk Macar baskısından İngilizceye aktardım. Yani bu versiyon, belki de çevirinin çevirisi olarak eleştiriye açık. Ancak metni dikkatle ele aldığım ve Macarca ile Türkçenin aynı soydan gelen diller olduğu düşünülürse (dilbilgisi yapısı olarak hemen hemen hiçbir farkları yok), orijinal tatlarından ve kokularından çok bir şey kaybetmediklerini düşünüyorum.
Tamamen Türk masallarından oluşan bu seçkiye Ispirescu’nun Legende sau Basmele Româniloru (Bükreş, 1892) eserinin orijinal Romencesinden çevrilmiş dört yarı-Türk masal ekledim. Folk-Lore Society’nin dikkatine sunduğum bu koleksiyon son derece ilgi çekici ve orijinal olmakla birlikte çok bilinen masalların farklı güzellikte ve epey tuhaf çeşitlerini de içeriyor. Latin dilleri, Slav dilleri, Macarca ve Türkçe gibi dillerden öğeler içeren çok unsurlu Romencedeki tuhaf kombinasyonun doğal bir sonucu bu da.
R. Nisbet BainHaziran 1896Geyik Prens
Bir varmış bir yokmuş, Allah’ın kulu çokmuş. Bir zamanlar bir oğlu ve bir kızı olan bir padişah yaşarmış. Bu padişah yaşlanmış, zamanı gelince de ölmüş. Yerine oğlu geçmiş. Çok geçmeden de ona kalan bütün mirası çarçur etmiş.
Bir gün kız kardeşine şöyle demiş: “Sevgili kardeşim! Bütün paramız bitti. Eğer insanlar hiçbir şeyimizin kalmadığını duyarsa bizi kapı dışarı eder ve bir daha asla dostlarımızın yüzüne bakamayız. O yüzden tası tarağı toplayıp başka bir yere gitsek iyi olur.” Böylece iki kardeş ellerinde kalan azıcık eşyalarını toplamış ve bir gece vakti babalarının sarayını terk edip kendilerini yollara vurmuşlar. Az gitmişler uz gitmişler, geniş bir kum çölüne varmışlar. İkisi de yakıcı sıcaktan yere yığılmış. Genç adam yerde küçük bir su birikintisi gördüğünde bir adım daha atacak hâli yokmuş. “Kardeşim!” demiş. “Şu sudan içmeden bir adım bile atmam.”
“Olmaz, sevgili abiciğim!” diye yanıtlamış kız. “Bunun gerçek su mu yoksa çamur mu olduğunu nereden bileceğiz? Bu kadar zaman dayanmışsak, biraz daha dayanabiliriz demektir.”
“Sana söylüyorum,” diye yanıtlamış abisi. “Sonunda ölüm dahi olsa bu sudan içmeden tek bir adım bile atmayacağım.” Bunları söyledikten sonra diz çöküp o bulanık suyu bir damlası bile kalmayana kadar içmiş ve birdenbire bir geyiğe dönüşmüş.
Küçük kız kardeş bu talihsizlik karşısında acı acı haykırmış ama yollarına devam etmekten başka bir şey gelmezmiş ellerinden. Az gitmişler uz gitmişler, dere tepe düz gitmişler, kum çölünü geçer geçmez koca bir ağacın altında yer alan coşkun bir kaynağa denk gelmişler. O ağacın altına çöküp soluklanmaya karar vermişler. “Bana kulak ver, küçük kardeş!” demiş geyik. “Ben yiyecek bir şeyler bulmaya gittiğimde sen de şu ağaca tırmanmalısın.” Kız ağacın tepesine çıkmış, geyik de yiyecek bir şeyler bulmak için yollara düşmüş. Dere tepe düz gitmiş, bir yaban tavşanı yakalayıp ağacın dibine taşımış. Kardeşiyle birlikte tavşanı yemişler. Günler günleri, haftalar haftaları kovalarken böylece yaşayıp gitmişler.
Masal bu ya, o ülkenin padişahının ahırında bulunan atlar da koca ağacın dibindeki kaynaktan su içermiş meğer. Bir akşam bir grup atlı, her zaman olduğu gibi atlarını oraya getirmiş. Ama atlar tam suyu içmek üzereyken suyun yüzeyinde genç bir kızın yansımasını görerek geri çekilmişler. Binicileri belki de su temiz değildir diye düşünerek yalağı boşaltıp taze suyla doldurmuş ama atlar son anda yine geri çekilip suyu içmemiş. Atlılar ne yapacaklarını bilemeyerek durumu anlatmak üzere Padişah’a gitmişler.
“Belki de su kirlidir,” demiş Padişah.
“Hayır,” diye yanıtlamış atlılar. “Yalağı tamamen boşaltıp temiz suyla tekrar doldurduk ama atlar yine de suyu içmedi.”
“Tekrar gidin,” demiş efendileri. “Etrafa iyice bakın. Belki kaynağın yakınlarında onları korkutan biri vardır.”
Atlılar geri dönüp kaynağın etrafını iyice aramışlar. Başlarını koca ağacın tepesine çevirince genç kızı görmüşler. Hemen geri dönüp durumu Padişah’a anlatmışlar. Padişah gidip kendi gözleriyle görmeye karar vermiş. Başını kaldırıp da ayın on dördü gibi parlayan kızı görünce gözlerini ondan alamamış. “Cin misin, yoksa peri mi?” demiş Padişah, genç kıza.
“Ne cinim ne de peri, senin gibi bir faniyim,” diye yanıtlamış kız.
Padişah ağaçtan insin diye boş yere yalvarmış kıza. Ne kadar dil döktüyse de kızı inmeye ikna edememiş. Bunun üzerine çok öfkelenen Padişah, adamlarına ağacı kesmelerini emretmiş. Adamlar baltalarını getirip ağaca vurmaya başlamışlar. Vurmuşlar, vurmuşlar, vurmuşlar. Ağacın gövdesi incecik kalana dek vurmuşlar. Fakat o sırada akşam çökmeye, hava kararmaya başlamış. Adamlar da ertesi gün devam etmek üzere işi bırakmışlar.
Onlar gittikten biraz sonra geyik ormandan koşarak gelmiş, ağaca bakmış ve kardeşine neler olduğunu sormuş. Kız, ağaçtan inmediğini, adamların da ağacı kesmeye çalıştıklarını söylemiş. “İyi yapmışsın,” diye yanıtlamış geyik. “Bundan sonra da sana ne derlerse desinler sakın inme.” Geyik ağaca yaklaşıp gövdesini yalayınca ağaç bir anda öncekinden de sağlam ve kalın bir hâle gelmiş.
Ertesi gün geyik, yiyecek bulmak için bir kez daha kardeşinin yanından ayrıldığında, Padişah’ın adamları gelmiş ve ağacın gövdesinin eskisinden de kalın ve sağlam olduğunu görmüşler. Ağacı baltalamaya başlamışlar yine. Neredeyse yarısına gelene kadar balta sallayıp durmuşlar ama yine akşam çökmüş ve işin kalanını sabaha bırakarak evlerine dönmüşler.
Ardından geyik bir kez daha gelip ağaçtaki boşluğu diliyle yalayınca bütün emekleri boşa gitmiş. Ağaç hiç olmadığı kadar kalın ve sert bir hâl almış.
Ertesi sabah erken saatlerde, geyiğin ayrılmasından hemen sonra Padişah ve oduncuları yeniden ağacın yanına gelmiş. Ağaç gövdesinin yeniden birleştiğini, üstelik daha kalın ve daha sert olduğunu görünce başka yöntemler kullanmaya karar vermişler. Böylece yeniden evlerine dönüp meşhur bir cadıyı çağırtmış, ona ağaçtaki kızdan bahsetmişler. Kurnazlığa işleyen aklını çalıştırıp kızı aşağı indirirse Padişah’ın ona büyük bir ödül ihsan edeceğini söylemişler. İhtiyar Cadı meseleye hemen el atmış. Demirden ocağını, kazanını ve birkaç çeşit çiğ eti alarak kaynağın yanına gitmiş. Üç ayaklı ocağını yere, kazanı ise onun üzerine yerleştirmiş. Ama ters olarak! Sonra kaynaktan su almış. Kazana değil de hemen yanındaki toprağa dökmüş. Sonra da körmüş gibi gözlerini kapamış.
Genç kız, kadının gerçekten kör olduğunu düşünerek ağaçtan ona seslenmiş. “Sevgili teyzeciğim! Kazanı oraya ters koydun. Suyu da yere döktün.”
İhtiyar kadın, “Ah, tatlı kardeşim!” diye haykırmış. “Gören gözlerim yok ki doğrusunu yapayım. Yanımda kirli çamaşırlarımı getirmiştim. Allah aşkına aşağı in de kazanı düzelt. Şunları yıkamama da yardım et.” Genç kızın aklına küçük geyiğin sözleri gelmiş ve aşağı inmemiş.
Cadı ertesi gün tekrar gelmiş. Ağacın yanında tökezlemiş, bir ateş yakmış ve ayıklamak üzere bir yığın yiyecek çıkarmış. Ama eleğe yiyecekleri değil de külleri koymuş. “Zavallı akılsız ihtiyar!” diye içlenmiş genç kız şefkatle. Sonra ağaçtan aşağı, ihtiyar kadına seslenerek yiyecekleri değil külleri elekten geçirdiğini söylemiş. “Ah, güzel kızım!” diye haykırmış kadın ağlayarak. “Körüm, göremiyorum. Aşağı gel de derdimi çözmeme yardım et.” Ama küçük geyik daha o sabah kıza, ona ne söylenirse söylensin ağaçtan asla inmemesini tembih etmiş. Genç kız da abisinin sözüne itaat etmiş.
Üçüncü gün ihtiyar Cadı yeniden ağacın altına gelmiş. Bu kez yanında bir koyun ve onun derisini yüzmek için bir bıçak getirmiş. Ama boğazını kesmek yerine arka tarafından bir çentik atıp deriyi yüzmeye başlamış. Zavallı koyunun melemeleri yürekleri parçalıyormuş. Ağaçtaki kız, hayvanın çektiği eziyeti izlemeye dayanamayarak zavallının acılarına son vermek için aşağı inmiş. Tam o sırada ağacın yakınlarında gizlenmiş olan Padişah harekete geçerek kızı sarayına götürmüş.
Padişah genç kızdan öyle hoşlanmış ki hiç zaman kaybetmeden onunla evlenmek istemiş. Ama genç kız, abisini, yani küçük geyiği ona getirene kadar buna razı gelmeyeceğini, abisini görmeden katiyen huzur bulamayacağını söylemiş. Bunun üzerine padişah ormana adamlarını göndermiş. Onlar da geyiği yakalayarak kız kardeşine getirmişler. Geyik o günden sonra kardeşinin yanından hiç ayrılmamış. Birlikte yatıp birlikte kalkmışlar. Padişah ve genç kız evlendiğinde bile küçük geyik onlardan uzaklaşmamış. Akşamları nerede olduklarını bulur, yanlarına yatmadan önce ön ayaklarından biriyle ikisini de usulca okşar ve şöyle dermiş:
“Bu ayak kız kardeşim için, bu da eniştem için.”
Zaman dünyada hızla akarken masallarda daha da hızlı akarmış ama en hızlı akıp giden de gerçek aşkla geçen zamanlarmış. Sarayda yaşayan zenci bir cariye olmasa, bizimkiler mutlu mesut yaşar gidermiş. Padişah’ın, onu değil de ağaç tepesinden indirdiği perişan bir kızı koynuna aldığını düşündükçe kıskançlıktan çatlayan bu cariye, intikam almak için fırsat kolluyormuş.
Sarayın güzel mi güzel bir bahçesi, bu bahçenin tam ortasında da bir göl varmış. Sultan’ın karısı bu gölün kenarında yürümeyi âdet edinmiş. Bir gün genç kız elinde altın bir tabak, ayağında gümüş bir sandalla göle doğru ilerlerken Cariye de peşinden gidip onu göle itmiş. Bu gölde büyük bir balık varmış ve Sultan’ın karısını hemen yutuvermiş. Cariye de saraya dönmüş, sultanın karısının altından kıyafetini giyip onun yerine geçmiş.
Akşam olup da Padişah gelince karısına yüzüne ne yaptığını, nasıl bu kadar değiştiğini sormuş. “Bahçede fazla yürümüşüm, güneş yüzümü yaktı,” diye yanıtlamış kız. Padişah ona inanarak yanına oturmuş. Ama küçük geyik de gelmiş tabii. İkisini de ön ayağıyla okşamaya başlayıp “Bu ayak kız kardeşim için, bu da eniştem için,” derken Cariye’yi tanımış.
Bunun üzerine Cariye, geyiğin onu ele vermemesi için bir an önce ondan kurtulmanın yolunu arar olmuş.
Biraz düşündükten sonra hastalanmış gibi yaparak doktorları çağırtmış. Onlara çok para vererek Padişah’a onu kurtaracak tek şeyin küçük geyiğin kalbi olduğunu söylemelerini istemiş. Doktorlar da Padişah’a gidip hasta kadının mutlaka küçük geyiğin kalbini yemesi gerektiğini, aksi takdirde onun için hiçbir umut olmadığını söylemişler. Padişah bunun üzerine karısı sandığı kadının yanına giderek öz kardeşinin kalbini yemenin onu üzüp üzmeyeceğini sormuş.
“Ne yapabilirim ki?” diye iç geçirmiş sahtekâr. “Ölürsem zavallı abime ne olacak? O kesilirse ben yaşarım, o da ihtiyar ve hasta hayvanların çekeceği o işkencelerden kurtulur.” Böylece Padişah, kasap bıçaklarının bilenmesini emretmiş. Bir ateş yakılmış, üzerine bir kazan su konmuş.
Zavallı geyik bütün bu koşturmacanın nedenini hissetmiş. Bahçedeki göle koşarak kardeşine üç kez seslenmiş:
“Bıçak taşın üstündeSu ateşin üstündeÇabuk kardeşim, çabuk!”Kardeşi de balığın midesinden üç kez yanıt vermiş ona:
“Buradayım, balığın karnındaElimde altın tabakGümüş sandal ayağımdaKüçücük bir de şehzade var kollarımda!”Sultan’ın karısı, balığın karnında küçük oğlunu doğurmuş meğer.
Bahçedeki göle doğru kaçan geyiği yakalamak niyetiyle peşine düşen Padişah da hemen geyiğin arkasındaymış ve abiyle kardeşin birbirlerine söyledikleri her şeyi duymuş. Hemen gidip göldeki bütün suyun boşaltılmasını, balığın çıkarılıp karnının yarılmasını emretmiş. İstekleri yerine getirilince bir de ne görsün? Balığın karnında elinde altın bir tabak, ayaklarında gümüş sandallar ve kollarında küçük bir oğlan çocuğuyla karısı duruyormuş. Padişah hemen karısına sarılmış, oğlunu öpmüş. İkisini de saraya götürüp karısının başından geçenleri baştan sona dinlemiş.
Küçük geyikse balığın kanında bir şey bulmuş. O şeyi yutar yutmaz da tekrar insan olmuş. Hemen kardeşine koşmuş. Birbirlerine sarılmış, kurtuldukları için sevinç gözyaşları dökmüşler.
Padişah ise zenci cariyeyi huzuruna çağırtmış ve ceza olarak hangisini istediğini sormuş: dört iyi at mı, yoksa dört iyi kılıç mı? Cariye, “Bırakalım da kılıçlar düşmanlarımın boğazında olsun; bana dört at verin, sırtında zevke geleyim.” Cariye’yi dört atın kuyruğuna bağlayıp atları da yola koşmuşlar. Dört at, kızı paramparça ederek her bir parçasını bir yere dağıtmış.
Padişah ve karısı ise birlikte mutlu mesut yaşamışlar. Bir zamanlar geyik olan Şehzade de onlarla birlikteymiş. Kırk gün kırk gece süren bir ziyafet vermişler.
Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.
Üç Turunçlar
Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, her yanda bolluk ve bereket hüküm sürse de, insanların sabah akşam yedikleri hâlde yatağa aç gittikleri günlerde, oğlu olmadığı için günleri mutsuzluk içinde geçen bir padişah varmış.
Günlerden bir gün Padişah ile veziri bir gezintiye çıkmış. Kahvelerini içip çubuklarını tüttürerek uzun bir yürüyüş yapmışlar. Büyük bir vadiye varana dek yürümüşler. Burada oturup biraz dinlenmişler. Sağa sola bakınırken vadi birden deprem oluyormuş gibi sallanmaya başlamış ve önlerinde bir yarık oluşmuş. Derken karşılarında aniden yeşil urbalı, sarı terlikli, ak sakallı bir derviş belirmiş. Padişah ve Vezir o kadar korkmuşlar ki yerlerinden bile kıpırdayamamışlar. Derviş onlara doğru yaklaşarak “Selamünaleyküm,” diye seslenince cesaret bulan Padişah ile Vezir de “Ve aleykümselam,” diye karşılık vermişler.
“Burada ne işin var Padişahım?” demiş Derviş.
Padişah, “Benim padişah olduğumu bildiğine göre, neden burada olduğumu da bilirsin,” diye yanıt vermiş.
Derviş bunun üzerine koynundan bir elma çıkararak Padişah’a uzatmış ve şöyle demiş: “Bu elmanın yarısını sultana ver, diğer yarısını da sen ye.” Sonra da bir anda gözden kaybolmuş.
Padişah sarayına dönmüş, elmanın yarısını karısına vermiş, diğer yarısını da kendi yemiş. Bundan tam dokuz ay on gün sonra haremde küçük bir şehzade dünyaya gelmiş. Padişah çok mutluymuş. Fakirlere para dağıtmış, köleleri azat etmiş, dostlarına başı sonu görünmeyen bir ziyafet sofrası kurdurmuş.
Zaman hızla akıp geçmiş, el üstünde tutulan Şehzade on dört yaşına basmış. Bir gün babasının karşısına çıkıp demiş ki: “Sevgili padişah babam, bana mermerden küçük bir saray yaptır. İki de çeşmesi olsun. Çeşmelerin birinden yağ, diğerinden bal aksın!” Padişah tek oğlunu çok sevdiğinden isteğini yerine getirmiş ve o iki çeşmeli mermer sarayı yaptırmış. Şehzade bir gün mermer sarayında oturmuş yağ ve bal akıtan çeşmeleri izlerken ihtiyar bir kadının elindeki testiyi çeşmelerden akanlarla doldurduğunu görmüş. Şehzade bir taş kapıp ihtiyar kadının testisine fırlatmış ve testiyi paramparça etmiş. İhtiyar kadın hiçbir şey söylemeden oradan ayrılmış.
Ertesi gün başka bir testiyle yeniden gelmiş ve testiyi doldurmak üzere çeşmelere yanaşmış. Şehzade ikinci kez taş atarak kadının testisini yine paramparça etmiş. İhtiyar kadın yine hiçbir şey söylemeden gitmiş. Üçüncü gün tekrar gelmiş. İlk iki günde olduğu gibi o gün de testisi kırılmış. İhtiyar kadın bunun üzerine dile gelmiş. “Ah delikanlı!” diye haykırmış. “Allah’tan dilerim ki Üç Turunçlar’a âşık olasın!” Sonra da çekip gitmiş.
O andan itibaren Şehzade’nin kalbinde onu yakıp kavuran bir ateş peyda olmuş. Günden güne sararıp solmaya başlamış. Padişah, oğlunun hastalandığını duyunca hemen şifacıları, hekimleri çağırmış ama hiçbiri bu hastalığa bir çare bulamamış. Şehzade bir gün babasına demiş ki: “Ah padişahım! Sizin şifacılarınız bana deva bulamaz. Ne yapsalar boşuna. Ben Üç Turunçlar denen perilere âşık oldum ve onları bulmadıkça bir daha asla toparlanamam.”
“Ah güzel oğlum,” diye inlemiş Padişah. “Bu dünyada sahip olduğum tek şeysin sen benim. Sen de beni bırakıp gidersen kim güldürür yüzümü?” Fakat Şehzade’nin durumu günden güne kötüleşince ve günlerini ağır uykularla geçirmeye başlayınca babası, oğlunun gidip dilinden düşürmediği Üç Turunçlar’ı bulmasına izin vermenin onun için daha iyi olacağına karar vermiş. “Belki geri döner,” diye düşünmüş.
Böylece Şehzade bir sabah uyandığında yanına yükte hafif pahada ağır birkaç eşya alıp yollara düşmüş. Dağları, vadileri aşmış, günleri günlere eklemiş. Sonunda geniş bir düzlüğün ortasında, bir yolun kenarında bir minare kadar uzun ve heybetli bir Devanası’yla karşılaşmış. Ayağının biri bir dağda, diğeri öbür dağdaki Devanası’nın ağzında da kocaman bir sakız varmış. Sakızı çiğneyişi çok uzaklardan duyuluyor, aldığı her nefes bir kasırga yaratıyormuş. Kolları ise metrelerce ileri uzuyormuş.
“İyi günler anneciğim!” diye seslenmiş genç adam ve Devanası’nın geniş beline sarılmış.
“İyi günler evlat!” diye yanıtlamış Devanası. “Benimle böyle kibar konuşmasan seni tek lokmada yutardım.”
Devanası, Şehzade’ye nereden gelip nereye gittiğini sormuş.
“Ah, ah!” diye iç geçirmiş Şehzade. “Öyle bir talihsizlik geldi ki başıma, ne sen sor ne ben söyleyeyim.”
“Anlat oğlum,” diye ısrar etmiş Devanası.
“Dinle o hâlde anneciğim,” demiş Şehzade ve daha da derin bir iç çekmiş. “Üç Turunçlar’a deliler gibi âşık oldum. Keşke onlara giden yolu bulabilseydim.”
“Şişşşt!” demiş Devanası. “O ismi değil dillendirmek, akıldan geçirmek bile günahtır. Ben ve oğullarım onların muhafızları olduğumuz hâlde ben bile yolu bilmem. Kırk oğlum var, kâh yeraltına iner kâh yeryüzüne çıkarlar. Belki onların bildikleri bir şeyler vardır.”
Hava kararmaya başlayıp da devlerin eve dönme vakti yaklaşınca ihtiyar kadın Şehzade’ye dokunarak onu bir testiye çevirmiş. Hemen ardından Devanası’nın kırk oğlu kapıyı çalmış ve “Ana, insan eti kokusu alırız!” diye haykırmışlar.
“Saçmalık!” demiş Devanası. “İnsanın burada ne işi olur oğullar? Bence siz dişlerinizi temizleseniz iyi olur.” Sonra kırk oğluna kırk ince dal parçası vermiş ki dişlerini temizlesinler. Birinin dişinden bir insan kolu, diğerininkinden bir insan bacağı düşmüş. Hepsi dişlerini temizledikten sonra sofraya oturmuşlar. Yemeğin ortasında anneleri onlara demiş ki: “Şimdi bir fani kardeşiniz olsa ne yapardınız?”
“Ne mi yapardık?” diye cevaplamış devler. “Onu kardeşimiz gibi severdik tabii.”
Bunun üzerine Devanası su testisine dokunmuş, testi birden Şehzade oluvermiş. “İşte kardeşiniz!” diye haykırmış Devanası oğullarına.
Devler Şehzade’ye onlara katıldığı için teşekkür etmiş, onu da sofraya davet etmişler. Sonra annelerine neden kardeşlerinden daha önce bahsetmediğini, bilseler beraber yemek yiyeceklerini söylemişler.
“Evet ama oğullarım,” demiş Devanası, “o sizin yediğiniz etleri yiyemez. Kuş eti, koyun eti gibi şeylerle beslenir o.”
Bunun üzerine devlerden biri fırlayıp dışarı gitmiş ve bir koyun avlayıp getirmiş, yeni kardeşinin önüne koymuş.
“Ne çocuksun sen!” demiş Devanası. “Onun yiyebilmesi için etin önce pişmesi gerektiğini bilmiyor musun?”
Devler koyunun derisini yüzmüş, bir ateş yakıp etini pişirmiş, Şehzade’nin önüne koymuşlar. Şehzade koyun etinden doyana kadar yedikten sonra kalanını bırakmış. “Ama bitirmedin ki!” diye itiraz etmiş devler ve kardeşlerine daha çok yemesi için ısrar etmişler. “Hayır, hayır oğullarım,” demiş Devanası. “İnsanlar o kadar çok yemez.”
Kırk devden biri, “Bakalım koyun etinin tadı nasılmış?” diyerek birkaç lokmada hepsini bitirmiş.
Ertesi sabah hepsi erkenden kalkmışlar. Devanası oğullarına, “Yeni kardeşinizin büyük bir derdi var,” demiş.
“Nedir derdi?” demiş devler. “Söyle de ona yardım edelim.”
“Üç Turunçlar’a abayı yakmış!”
“Öyle mi?” diye yanıtlamış devler. “Biz Üç Turunçlar’ın yerini bilmiyoruz ama belki teyzemiz bilir.”
“O hâlde bu genç adamı ona götürün,” demiş anneleri. “Benim oğlum olduğunu, ona her türlü saygıyı göstermesini söyleyin. O da kardeşinizi bir oğlu bilsin, derdine derman olsun.”
Devler genç adamı alıp teyzelerine götürmüşler ve neden geldiklerini anlatmışlar.
Devlerin teyzesinin altmış oğlu varmış. Teyze de Üç Turunçlar’ın yerini bilmediğinden, oğullarının dönmesini beklemiş. Yeni oğluna bir zarar gelmesin diye de onu bir dokunuşla çömleğe çevirmiş.