bannerbanner
Türk masalları
Türk masalları

Полная версия

Türk masalları

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4

Devler eşikte belirir belirmez “İnsan eti kokusu alıyoruz anne!” diye haykırmışlar.

Anneleri, “Daha önce yediğiniz insanların kalıntıları dişlerinizin arasındadır,” demiş. Sonra onlara dişlerini temizlesinler diye kocaman odunlar vermiş ki başka şeyler de yiyebilsinler. Yemeğin ortasında ihtiyar kadın çömleğe dokunmuş. Altmış dev, ufacık insan kardeşlerini görünce çok sevinmiş. Onu masaya davet etmişler ve canı ne çekerse hemen söylemesini istemişler.

Ertesi sabah uyandıklarında anneleri altmış oğluna, “Evlatlarım,” demiş. “Bu delikanlı Üç Turunçlar’a âşık olmuş. Ona Üç Turunçlar’a giden yolu gösteremez misiniz?”

“Biz yolu bilmiyoruz,” diye cevap vermiş devler. “Ama belki ihtiyar büyük teyzemiz bu konuda bir şeyler biliyordur.”

“O hâlde bu delikanlıyı ona götürün,” demiş anneleri. “Teyzenize söyleyin, ona saygı göstersin. Bu genç adam benim oğlumdur, o da oğlu bilsin ve ona sıkıntısını gidermesi için yardımcı olsun.”

Böylece devler Şehzade’yi büyük teyzelerine götürmüş ve ona her şeyi anlatmışlar.

“Ne yazık ki ben de bilmiyorum yavrularım!” demiş ihtiyar mı ihtiyar olan büyük teyze. “Ama akşama kadar beklerseniz doksan oğlum eve dönecek. Onlara sorarım.”

Bunun üzerine altmış dev, Şehzade’yi orada bırakarak evlerine dönmüşler. Büyük teyze, akşam çökerken genç adama dokunarak onu bir süpürgeye dönüştürmüş ve kapının arkasına yerleştirmiş. Az sonra doksan dev eve dönmüş. Onlar da insan eti kokusu almış ve dişlerinin arasından insan parçaları çıkarmışlar. Yemeğin ortasında anneleri, insan bir kardeşleri gelse ona nasıl davranacaklarını sormuş oğullarına. Devler onun tırnağına bile zarar vermeyeceklerine yumurtalar üzerine söz verince anneleri süpürgeye dokunmuş ve Şehzade devlerin önünde belirmiş.

Dev kardeşler ona nezaketle yaklaşmış, sağlığını sormuşlar ve nefes alacak zaman bile tanımadan içtenlikle yiyecek ikram etmişler. Herkes sofradayken anneleri devlere Üç Turunçlar’ın yerini bilip bilmediklerini sormuş ve yeni kardeşlerinin onlara gönül düşürdüğünü anlatmış. Doksan devin en küçüğü neşeyle ayağa fırlayarak Üç Turunçlar’ın yerini bildiğini söylemiş.

“Madem biliyorsun,” demiş annesi, “bu oğlanı oraya götür de periler kalbinin arzusunu yerine getirsin.”

Ertesi sabah gün doğarken devlerin en küçüğü şehzadeyi yanına almış, neşeyle yola düşmüşler. Yürüdükçe yürümüşler. En sonunda küçük dev şöyle demiş: “Kardeşim, az sonra büyük bir bahçeye varacağız. Aradığın periler de oradaki çeşmede yaşarlar. Sana ‘Gözlerini kapa, gözlerini aç!’ dediğimde gördüğünü hemen yakala.”

Biraz daha ilerleyip bahçeye varmışlar. Dev, çeşmeyi görür görmez Şehzade’ye, “Gözlerini kapa, gözlerini aç!” demiş. Şehzade de ona söyleneni yapmış ve kaynağın fokurdadığı yerde, suyun üzerinde yüzen üç turunç görmüş. İçlerinden birini aldığı gibi cebine atmış. Dev bir kez daha “Gözlerini kapa, gözlerini aç!” demiş. Şehzade yine söyleneni yapmış ve ikinci turuncu da cebine koymuş. Üçüncü turuncu da aynı yolla ele geçirmiş. “Bundan sonra dikkatli ol,” demiş dev. “Sakın suyun olmadığı bir yerde keseyim deme bu turunçları. Yoksa pişman olursun.” Şehzade dikkatli olacağına söz vermiş, sonra da ayrılmışlar. Biri sağa gitmiş, diğeri sola.

Şehzade yürümeye başlamış. Az gitmiş uz gitmiş, dere tepe düz gitmiş. Sonunda bir kum çölüne varmış. O sırada aklına turunçlar gelmiş. Birini çıkarıp kesmiş. Keser kesmez içinden periler kadar güzel bir kız çıkıvermiş. Ayın on dördü gibi parlıyormuş kız. “Allah aşkına bana bir yudum su!” diye haykırmış. Ancak etrafta suyun damlası bile yokmuş. Kız silinip gidivermiş. Şehzade derin bir kedere gömülmüş ama çare de yokmuş, olan olmuş.

Şehzade yeniden yola koyulmuş. Bir süre daha gittikten sonra “Kalan turunçlardan birini daha kesebilirim,” diye düşünmüş. İkinci turuncu cebinden çıkarmış, kestiği gibi içinden güzeller güzeli bir kız çıkıvermiş. O da çaresizce bir yudum su dilense de Şehzade’nin ona verecek suyu yokmuş. İkinci kız da yok olup gitmiş böylece.

Şehzade, “Üçüncüye gözüm gibi bakacağım,” diye ağlaya ağlaya yoluna devam etmiş. Gitmiş, gitmiş, sonunda bereketli bir su kaynağına varmış. Suyundan içip susuzluğunu dindirmiş. Sonra da “Artık üçüncü turuncu kesebilirim,” diye düşünmüş. Turuncu çıkarıp kestiği gibi içinden önceki iki kızdan katbekat güzel bir kız çıkmış. Kız su ister istemez Şehzade ona kaynağı göstermiş, su içirmiş. Kız kaybolmamış bu kez, Şehzade’nin yanında kalmış.

Fakat kız anadan üryanmış. Şehzade onu bu şekilde şehre götüremeyeceğinden kıza suyun hemen yanındaki ağaca çıkmasını söylemiş. O da şehre gidip kıza üst baş alacak, bir de at arabası getirecekmiş.

Şehzade yoluna gittikten biraz sonra, zenci bir köle testisini doldurmak için suya yanaşmış. Ağaçtaki perinin sudaki yansımasını görünce, “Şuraya bak,” demiş kendi kendine. “Gencecik bir kızsın sen. Hem hanımından da çok daha güzelsin. Onun bana su taşıması gerek, benim ona değil.” Elindeki testiyi yere çalıp parçaladığı gibi eve dönmüş. Hanımı testinin nerede olduğunu sorunca köle, “Ben senden çok daha güzelim. Senin bana su taşıman gerek, benim sana değil,” diye cevap vermiş. Hanımı aynayı kaptığı gibi kadına doğru tutmuş. “Aklını kaçırdın herhâlde,” demiş. “Şu aynaya bak hele!” Köle aynaya bakınca çirkin yüzünü görmüş. Hiçbir şey demeden başka bir testi alıp yeniden suyun başına dönmüş. Tam testiyi dolduracakken suyun yüzeyinde yine genç kızın yansımasını görüp kendisi sanmış.

“Doğruyu söylüyorum işte,” diye haykırmış. “Hanımımdan çok daha güzelim ben.” Böylece testiyi yine parçalara ayırarak evin yolunu tutmuş. Hanımı yine neden su getirmediğini sorunca, “Çünkü ben senden çok daha güzelim. O yüzden sen bana su getirmelisin,” demiş.

“İyice delirdin sen,” demiş hanımı. Aynayı çıkarıp kölesine doğru tutmuş. Köle kız aynadaki yüzünü görünce bir testi daha alıp üçüncü kez kaynağın yolunu tutmuş.



Suda yine genç kızın yüzü belirmiş. Ama bu kez köle tam testiyi kıracakken genç kız ağacın üzerinden ona seslenmiş. “Testileri kırıp durma, suda gördüğün benim yüzümdür. Kendi yüzünü de görebilirsin orada.”

Köle başını kaldırıp bakınca müthiş güzellikteki genç kızı görmüş. Hemen yanına tırmanarak ona tatlı sözler söylemeye başlamış. “Ah benim altın kızım, orada onca zamandır çökmekten bacaklarına kramp girecek. Gel de başını yasla, dinlen!” Genç kız bu sözler üzerine başını köle kızın göğsüne dayamış. Onu sinesinde hisseden köle ise bir iğne çıkararak genç kızın kafasına batırmış. Turunç kız birdenbire bir kuşa dönüşmüş ve pırrr diye uçup gitmiş. Köle, ağaçta bir başına kalmış.

Şehzade sağlam bir araba ve güzel kıyafetlerle geri dönüp de ağaca baktığında simsiyah bir yüz görmüş ve kıza ne olduğunu sormuş. “Güzel soru,” diye yanıtlamış köle. “Neden beni bütün gün bir başıma bırakıp da uzaklara gittin? Güneşten öyle yandım ki kapkara oldum.” Zavallı şehzade ne yapsın? Zenci kızı alıp arabaya oturtmuş ve doğruca babasının sarayına götürmüş.



Padişahın sarayında herkes hevesle peri gelini karşılamayı bekliyormuş. Kara kızı görünce Şehzade’ye, “Gönlünü nasıl olur da siyah bir köleye kaptırırsın?” diye sormuşlar.

Şehzade, “O siyah bir köle değil,” diye cevap vermiş. “Onu bir ağacın tepesinde bıraktım, güneşten yanıp da kararmış. Biraz dinlensin de yeniden beyazlar.” Böyle dedikten sonra kızı odasına götürerek beyazlamasını beklemeye başlamış.

Şehzadenin sarayında güzel mi güzel bir bahçe varmış. Günün birinde turuncu bir kuş uçarak gelip o bahçedeki bir ağaca konmuş ve bahçıvana seslenmiş.

“Benden ne istersin?” diye sormuş Bahçıvan.

“Şehzade ne yapıyor?” diye sormuş kuş.

“Bildiğim kadarıyla iyi,” diye yanıtlamış Bahçıvan.

“Peki ya siyah karısı?”

“Ah, o da orada, her zamanki gibi oturuyor.”

Sonra küçük kuş şu sözleri şakımış:

“Onun yanında oturabilir şimdi,Ama bu böyle sürmez daimi.Çünkü o iyi yüzünün altındaBüyüyor dikenleri.Ben bu ağaca çıktıkçaO sararıp solacak altımda.”

Sonra da uçup gitmiş.

Ertesi gün kuş tekrar gelip Şehzade ve kara eşini sormuş. Bir önceki gün söylediklerini tekrarlamış. Üçüncü gün de aynı şekilde davranmış ve üzerinde sektiği ağaçlar bir bir sararıp solmuş.

Günün birinde Şehzade, karısından sıkılıp yürüyüş yapmak için bahçeye çıkmış. Solan ağaçları görünce bahçıvanı çağırmış. “Bunlara ne oldu bahçıvan? Neden ağaçlarına göz kulak olmuyorsun?” diye sormuş. Bahçıvan onun bakımının faydası olmadığını, birkaç gün önce o ağaçlara küçük bir kuşun konarak Şehzade ile karısının neler yaptığını sorduğunu anlatmış. Kuşa Şehzade ile karısının oturduklarını söyleyince de kadının sonsuza dek oturamayacağı, çünkü dikenlerinin büyüyeceği cevabını verdiğini söylemiş. Üzerine konduğu bütün ağaçların sararıp solduğunu anlatmış.

Şehzade bahçıvana ağaçlara kuş ökseleri kurmasını emretmiş. O küçük kuş yakalanınca da kendisine getirilmesini söylemiş. Bahçıvan bütün ağaçlara ökse kurmuş. Ertesi gün kuş gelip de tuzağa yakalandığında tutup Şehzade’ye götürmüş. Şehzade ise kuşu bir kafese koymuş. Siyah kadın kuşa bakar bakmaz onun bir zamanlar periler kadar güzel olan o genç kız olduğunu anlamış. Hemen bir hastalık numarası yaparak sarayın başhekimini çağırtmış. Onu gösterişli hediyelerle kandırarak Şehzade’ye karısının filanca kuşun etiyle beslenmezse asla iyileşemeyeceğini söylemesi için ikna etmiş.

Şehzade karısının çok hasta olduğunu görünce başhekimi çağırtarak hasta kadının yanına götürmüş ve nasıl iyileşeceğini sormuş. Başhekim karısının ancak filanca kuşun etini yerse iyileşeceğini söylemiş. Şehzade, “Şansa bak, ben de daha bugün o kuşlardan birini yakalamıştım,” demiş. Kuşu getirip öldürmüşler, etiyle de hasta kadını beslemişler. Siyah kadın birden iyileşip yataktan kalkmış. Ancak kuşun uçuşan tüylerinden biri kazara yere düşüp döşemelerin arasına sıkışmış. Kimse fark etmemiş onu.

Zaman akıp geçmiş. Şehzade hâlâ karısının beyazlamasını bekliyormuş. Haremde, artık orada yaşayanlara okuma yazma öğretecek ihtiyar bir kadın varmış. Bir gün alt kata inerken döşemelerin arasında bir şeyin parıldadığını görmüş. Ona doğru ilerleyince elmas gibi parlak bir kuş tüyü bulmuş. Tüyü alıp evine götürmüş ve çatı kirişinin arkasına tutturmuş. Ertesi gün yeniden saraya gitmiş. O yokken kuş tüyü kirişten atlamış, bir süre titremiş, sonra da güzel mi güzel bir genç kıza dönüşmüş. Odayı toplamış, yemek pişirmiş, her şeyi yerli yerine koymuş, sonra yeniden kirişe zıplayarak bir tüye dönüşmüş. İhtiyar kadın eve geldiğinde gördükleri karşısında çok şaşırmış. “Tüm bunları birisi yapmış olmalı,” diye düşünmüş. Etrafa bakınmış, bütün evi arayıp taramış ama kimseyi bulamamış.

İhtiyar kadın ertesi sabah tekrar saraya gitmiş. Tüy aynı şekilde insana dönüşüp bütün ev işlerini halletmiş. İhtiyar kadın eve döndüğünde evini tertemiz, her şeyi yerli yerinde bulmuş. “Bu işin sırrını çözmem gerek,” diye düşünmüş. Ertesi sabah saraya gidermiş gibi evden çıkıp kapıyı aralık bırakmış. Sonra da gidip bir köşeye saklanmış. Birdenbire odada etrafı toplayıp yemek pişiren bir genç kızın belirdiğini görmüş. Saklandığı yerden fırlayarak kızı yakalamış, kim olduğunu ve nereden geldiğini sormuş. Genç kız ona talihsiz hikâyesini anlatmış. Siyah kadın tarafından iki kez öldürüldüğünü ve bir tüy olarak geri döndüğünü söylemiş.

“Kendini üzme artık kızım,” demiş ihtiyar kadın. “Ben işleri yoluna koyacağım. Hem de bugün.”

Bunları söyledikten sonra doğruca Şehzade’ye gidip onu o gece evine davet etmiş. Şehzade siyah kadından artık iyiden iyiye sıkılmış olduğundan onu evinden uzaklaştıracak her bahaneye memnuniyetle sarılıyormuş. O nedenle akşam da tam vaktinde ihtiyar kadının evine varmış. Yemeğe oturmuşlar, ardından da kahve vakti gelmiş. Genç kız elinde fincanlarla odaya girmiş. Şehzade onu görünce bayılacak gibi olmuş.

“Fakat anacığım,” demiş Şehzade biraz olsun kendine gelince, “o kız da kim?”

“Senin eşin,” diye cevaplamış ihtiyar kadın.

“Bu güzel yaratık nasıl buldu seni?” diye sormuş Şehzade. “Onu bana vermez misin?”

“O zaten bir zamanlar senindi, senin olanı nasıl sana vereyim?” demiş ihtiyar kadın. Sonra da genç kızın elini tutarak Şehzade’ye götürmüş, onun göğsüne yatırmış. “Bu kez Turunç Peri’ye iyi bak,” demiş.

Şehzade neredeyse bayılacakmış mutluluktan. Genç kızı alıp sarayına götürmüş, siyah kadını idam ettirmiş ve perinin şerefine kırk gün kırk gece süren bir şölen düzenlemiş. Onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine.

Gül Güzeli

Evvel zaman içinde, kalbur saman içinde, develer tellal, pireler berber iken; guguk kuşu terzi, kaplumbağa fırıncı, eşekler de hamal iken; ben babamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, siyah kedisi ile bir değirmenci yaşarmış. Yine aynı günlerde biri kırk, biri otuz, biri ise yirmi yaşında üç kızı olan bir padişah varmış. Günlerden bir gün en küçük kızı babasına bir mektup yazmış: “Sevgili babacığım! Büyük ablam kırk, küçük ablam otuz yaşında ve ikisinin de henüz bir kocası yok. Ben koca beklerken saçlarıma aklar düşmesini istemiyorum.”



Padişah mektubu okuyunca üç kızını da huzuruna çağırtıp şunları söylemiş: “Dinleyin beni. Her birinize bir ok ve yay vereceğim. Oku fırlatacak ve nereye düşerse evleneceğiniz kişiyi orada arayacaksınız.”

Üç kız yaylarını almış. En büyük kızın oku, vezirin oğlunun sarayına düşmüş; oğlan da kızı eş olarak almış. Ortanca kızın oku şeyhülislamın oğlunun yaşadığı saraya düşmüş, onlar da evlenmişler. Üçüncü kız da okunu fırlatmış ve ok genç ve fakir bir köylünün kulübesine düşmüş. “Sayılmaz, sayılmaz!” diye bağırmış herkes. Küçük kız oku bir kez daha atmış, yine aynı kulübeye denk gelmiş. Üçüncü kez attığında da ok aynı fakir gencin kulübesine saplanmış. Padişah öfkelenerek kızına bağırmış: “Görüyor musun işte? Hak ettin sen bunu. Ablaların sabırla bekledikleri için kalplerinden geçene kavuştular. Sense en küçükleri olarak bana o küstah mektubu yazmaya cüret ettiğin için cezalandırıldın. Seni de kocanı da gözüm görmesin. Onun sana verebilecekleri dışında hiçbir şeyin olmayacak!” Böylece zavallı kız köylünün kulübesine giderek adamla evlenmiş.



Aradan zaman geçmiş, genç kadının karnında taşıdığı çocuğu doğurma zamanı gelmiş. Köylü, ebeyi çağırmaya gitmiş. Kocası gittiğinde genç kadın bu soğuk kış gününde ne yatacak bir yatağı ne de onu ısıtacak bir ateşi olduğunu düşünerek kederlenmiş. Derken kulübenin duvarları birden bir ileri bir geri sallanmış, üç güzel peri içeri girmiş. Biri genç kadının başında, diğeri ayak ucunda, üçüncüsü ise yanında durmuş. Üçü de ne yaptığını biliyor gibi görünüyormuş. Birdenbire kulübedeki her şey bir düzene girmiş. Prenses artık güzel mi güzel, yumuşak mı yumuşak bir kanepede yatıyormuş. Gözünü kapayıp açmasıyla yanında yeni doğmuş güzeller güzeli bir bebek belirmiş. Her şey bitince periler gitmek için hazırlanmış. Gitmeden önce de teker teker Prenses’in yattığı kanepeye yaklaşmışlar. Birincisi şöyle demiş:

“Gül Güzeli olacak kızının adı ve ağladığında gözyaşı değil inciler dökülecek gözlerinden!”

İkinci peri yaklaşmış ve şöyle demiş:

“Gül Güzeli olacak kızının adı ve gülümsediğinde güller bitecek yanaklarında!”

Üçüncü peri ise şunları demiş:

“Gül Güzeli olacak kızının adı ve ayağını bastığı yerde yemyeşil otlar bitecek!”



Sonra üçü birden gözden kaybolmuş.

Onca zaman her yerde ebe arayan kocası ise kimseyi bulamamış. Eve dönmekten başka ne yapabilirmiş ki? Ama eve döndüğünde o perişan kulübesinde her şeyin güzelleştiğini ve karısının harika bir yatakta yattığını görünce çok şaşırmış. Genç kadın ona üç perinin hikâyesini anlatınca adam hayret etmiş. Günler günleri, haftalar haftaları kovalarken küçük bebek günden güne serpilip güzelleşmiş. Bütün dünyada onun gibi biri daha yokmuş. Ona bir kez bakan gönlünü kaptırırmış. Ağladığında gözlerinden inciler dökülür, güldüğünde yanaklarında güller açarmış. Bastığı yerden yeşillikler fışkırırmış. Onu görenin ruhu çekilirmiş. Gül Güzeli’nin şöhreti dilden dile yayılmış.

Sonunda o diyarın padişahı da genç kızın ününü duymuş ve oğlunu onunla evlendirmeyi kafaya koymuş. Oğlunu çağırtıp ona kasabada güzelliği dillere destan olan, ağladığında gözlerinden inciler dökülen, güldüğünde yanaklarında güller biten, ayak bastığı her yerden yeşillikler fışkıran bu kızdan bahsetmiş. Oğluna o kızı bulup evlenmesini söylemiş.

Meğer periler, genç adama rüyasında bu genç kızı göstermişler. Şehzade’nin kalbinde aşk ateşi yanmaktaymış ama babasının bunu görmesinden utandığı için isteksiz davranmış. Bunun üzerine babası ona daha çok baskı yaparak bir an önce gidip kızla evlenmesini söylemiş. Saraydaki kadınlardan birini de köylünün kulübesine kadar ona eşlik etmekle görevlendirmiş.

Kulübeye gidip ziyaretlerinin sebebini söylemiş, genç kızı Allah’ın emriyle şehzadeye istemişler. Hane halkı başlarına konan bu talih kuşuna çok sevinmiş ve hemen hazırlıklara başlamışlar.

Ancak sarayda çalışan kadının da güzel bir kızı varmış ve ona göre Gül Güzeli’nden aşağı kalır bir yanı yokmuş. Bu kadın, Şehzade’nin onun kızını değil de fakir bir köylünün kızını almasına çok üzülmüş. Herkesi kandırıp Gül Güzeli’nin yerine kendi kızını geçirmek için hemen bir plan yapmış. Şölen günü zavallı kıza bir sürü tuzlu et yedirmiş. Sonra da bir testi su ile büyük bir küfe getirip gelin arabasına koymuş. Arabada Gül Güzeli ile kadının kızı varmış. Saraya doğru yola çıkmışlar. Yolda giderken (ki çok uzun zamandır yoldalarmış) genç kız susamış ve saraylı kadından su istemiş. “Bana bir gözünü vermezsen olmaz,” demiş saraylı kadın. Zavallı kızcağız ne yapsın? Susuzluktan ölüyormuş. Bir gözünü çıkarıp kadına vermiş, karşılığında suyu alıp içmiş.

İlerlemeye devam etmişler. Bir süre daha gittikten sonra genç kız yine susamış ve biraz daha su istemiş. “Diğer gözünü de vermeden olmaz,” demiş saraylı kadın. Zavallı kızcağız susuzluktan öylesine yanıp kavruluyormuş ki su içmek için diğer gözünü de vermiş.

İhtiyar kadın iki gözünü de aldığı âmâ kızı küfeye koyarak bir dağın tepesinde bırakıvermiş. Üzerindeki o güzel gelinliği kendi kızına giydirerek Şehzade’ye götürmüş ve “İşte eşin!” demiş. Büyük bir şölen düzenlenmiş. Şölenin ardından genç kızla odasına çekilip duvağını açan Şehzade, karşısındakinin rüyalarındaki kız olmadığını anlamış. Ama hafiften de olsa onu andırdığı için kimseye bir şey söylememiş. Öylece uyumuşlar. Ertesi sabah erkenden uyandıklarında Şehzade birden rüyalarındaki kızın gözlerinden inciler döküldüğünü, güldüğünde güller açtığını, bastığı yerde güzel otlar bittiğini ama bu kızda ne inci ne gül ne de güzel bitkiler olduğunu hatırlamış. Genç adam bu işte bir işler olduğunu hissetmiş. Evlenmek istediği kız bu değilmiş. “Bu işi nasıl çözeceğim?” diye düşünmüş kendi kendine. Yine de kimseye bir şey söylememiş.

Sarayda bunlar olurken zavallı Gül Güzeli de dağın tepesinde ağlıyormuş. Gözlerinden dökülen inciler o kadar çoğalmış ki küfeye sığmaz olmuş. O sırada arabasıyla çamur taşıyan bir arabacı yakınlardan geçiyormuş. Bir genç kızın acı acı ağladığını duyunca, “Kimsin sen? İn misin cin misin?” diye sormuş.



“Ne inim ne cinim,” demiş genç kız. “Bir faniden kalanlarım yalnızca.”

Bunun üzerine cesaretlenen arabacı küfenin kapağını kaldırmış. Zavallı kızcağız içeride hıçkıra hıçkıra ağlıyor, gözlerinden inciler dökülüyormuş. Arabacı genç kızı elinden tutup kulübesine götürmüş. Bu ihtiyar adamın kimsesi yokmuş. O da genç kızı kendi kızı gibi sahiplenip ona göz kulak olmuş. Ama zavallı kız yitip giden iki gözü için ağlayıp durmaktan başka bir şey yapmıyormuş. İhtiyar adamsa kızın gözünden dökülen incileri toplayıp paraya ihtiyacı oldukça satıyormuş. Böylece yaşayıp gidiyorlarmış.

Zaman geçip gitmiş. Sarayda neşe ve sevinç, arabacının kulübesinde sefalet ve keder hüküm sürüyormuş. Günlerden bir gün Gül Güzeli kulübede otururken bir şeyler onu gülümsetmiş ve anında bir gül bitivermiş orada. Genç kız onu evlat bilen arabacıyı çağırmış. “Bu gülü al, Şehzade’nin sarayına götür baba. Sonra da dünyada eşi benzeri olmayan bir gül sattığını haykır herkesin duyacağı şekilde. Saraylı kadın gelirse, ona gülü para karşılığı satmadığını, ancak bir insan gözü karşılığında vereceğini söyle.”

Adam da ona söyleneni yapmış, gülü alıp sarayın önünde dikilmiş ve bağırmaya başlamış: “Satılık gül! Satılık gül! Hiçbir yerde bulamazsınız böylesini.” Güllerin mevsimi bile değilmiş henüz. Saraylı kadın adamın birinin gül sattığını duyunca, “Kızımın saçına koyarım, şehzade de onu gerçek gelin zanneder,” diye düşünmüş. İhtiyar adamı çağırarak gül için ne kadar istediğini sormuş. “Para istemem,” demiş adam. “Bir insan gözü karşılığında satılıktır.” Saraylı kadın gidip Gül Güzeli’nin gözlerinden birini getirmiş ve gülü almış. Daha sonra bu gülü kızının saçına takmış. Şehzade gülü görünce aklına rüyalarındaki peri düşmüş. Birdenbire nereye kaybolduğunu anlayamamış bir türlü. Yine de onu bulmak üzere olduğunu düşünerek kimseye tek söz etmemiş.

Bu sırada ihtiyar adam aldığı gözü kulübesine götürüp Gül Güzeli’ne vermiş. Gül Güzeli gözünü yerine takarak her şeye kâdir olan Allah’a kalpten bir dua etmiş. Derken tek gözüyle yeniden görmeye başlamış. Zavallı kız öylesine mutluymuş ki gülümsemeden edememiş ve birden bir gül daha bitmiş oracıkta. Kız onu da babasına vererek sarayın önüne gitmesini, bu gülü de insan gözü karşılığında satmasını söylemiş. İhtiyar adam gülü alıp yola koyulmuş. Sarayın önüne gelip de bağırmaya başlar başlamaz saraylı kadın onu duymuş. “Tam zamanında geldi,” diye düşünmüş. “Şehzade güllerle süslediğim kızımı sevmeye başladı. Bu gülü de alabilirsem kızımı daha da çok sever ve o hizmetçi aklından tamamen çıkıp gider.”

Böylece arabacıyı çağırıp gül için kaç para istediğini sormuş ama adam yine gülü para karşılığında satmayacağını, ancak bir insan gözü karşılığında vereceğini söylemiş. Saraylı kadın da ona Gül Güzeli’nin diğer gözünü vermiş. İhtiyar adam gözü aldığı gibi aceleyle evine dönüp kızına ikinci gözünü vermiş. Gül Güzeli ikinci gözünü de yerine takıp Allah’a şükretmiş. Yaşam ışığı saçan iki parlak gözü olduğu için öylesine sevinmiş ki bütün gün gülümsemiş ve her tarafında güller bitmiş. Artık her zamankinden daha güzelmiş kız. Derken bir gün Gül Güzeli yürüyüşe çıkmış. Yürürken durmadan gülümsüyormuş ve etrafında sürekli güller bitiyor, ayağını bastığı yerde taptaze otlar yeşeriyormuş. Saraylı kadın onu görüp dehşete kapılmış. Bu kıza yaptıklarım ortaya çıkarsa başıma neler gelir diye düşünmüş. Yoksul arabacının nerede yaşadığını biliyormuş. Tek başına yollara düşüp kulübeye varmış ve adama bu evde kötü bir cadı olduğunu söyleyerek onu korkutmuş. Zavallı adam daha önce hiç cadı görmediğinden ölesiye korkmuş ve saraylı kadına ne yapması gerektiğini sormuş. “Önce gücü nereden gelirmiş, onu bul,” demiş saraylı kadın. “Ben gelir gerisini hallederim.”

Gül Güzeli eve döndüğünde ihtiyar adam ilk iş nasıl olup da sıradan bir fani olduğu hâlde bunca esrarlı gücü olduğunu sormuş ona. Kız hiçbir şeyden şüphelenmeyerek gücünü üç periden aldığını; tılsımı canlı olduğu sürece incilerin, güllerin ve taze otların kendisine eşlik edeceğini anlatmış.

“Nedir bu tılsım?” diye sormuş ihtiyar adam.

Genç kız, “Tepede yavru bir geyik yaşar. Ne zaman ki o ölür, ben de ölür kalırım,” diye yanıtlamış.

Saraylı kadın ertesi gün gizlice çıkıp gelmiş, arabacıdan her şeyi öğrenmiş ve büyük bir mutlulukla saraya dönmüş. Kızına yakınlardaki tepede bir yavru geyiğin yaşadığını, kocasından o geyiği istemesini söylemiş. Sultan hiç zaman yitirmeden kocasına gidip tepedeki yavru geyikten bahsetmiş ve o geyiğin kalbini getirip ona yedirmesi için yalvarmış. Şehzade’nin adamları kısa sürede geyiği yakalayıp öldürmüşler ve kalbini çıkarıp Sultan’a vermişler. Geyikle aynı anda Gül Güzeli de ölmüş. Arabacı genç kızı gömmüş ve derin bir yasa gömülmüş.

Küçük geyiğin kalbinde kimsenin fark etmediği küçük, kırmızı bir mercan parçası varmış. Sultan geyiğin kalbini yerken o mercan düşüp yuvarlanmış ve sanki gizlenmek istermiş gibi merdivenlerin arasına sıkışmış.

Aradan dokuz ay on gün geçmiş, Şehzade’nin karısı, ağladığında gözünden inciler dökülen, güldüğünde yanaklarında güller biten, bastığı yerde otlar yeşeren küçük bir kız bebek doğurmuş.

Şehzade derin düşüncelere dalmış; zira küçük kız onu doğuran kadına benzemiyormuş, Gül Güzeli’nin ise bir kopyasıymış âdeta. Bir gece Gül Güzeli rüyasına girene kadar hiçbir gece huzurlu bir uyku çekememiş. O gece rüyasına giren Gül Güzeli, “Ah, şehzadem! Ah, sevgilim! Ruhum bu sarayın basamaklarında, bedenim mezarda, senin kızın aslında benim kızım ve tılsımım küçük mercan taş,” demiş.

На страницу:
2 из 4