bannerbanner
Fahrenheit 451
Fahrenheit 451

Полная версия

Fahrenheit 451

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 3

Montag inme deliğinin yanında öylece durarak, korkularının geçmesini bekledi. Arkasındaki köşede, tavan abajurunun yeşil ışığında, kumar masasında oturan dört adam ona göz atsalar da bir şey demediler. Sadece Anka armalı Yüzbaşı şapkalı adam sonunda merakına yenilerek, ince elinde iskambil kartları tutarken, uzun odanın diğer tarafından seslendi.

“Montag…?”

“Benden hoşlanmıyor,” dedi Montag.

“Ne, Tazı mı?” Yüzbaşı kartlarını inceledi. “Boşversene. Onun hoşlanmak ya da hoşlanmamak gibi bir durumu yok. O sadece ‘işlevini yerine getirir’. Balistik dersi gibi bu. Onun kendisi için belirlediğimiz bir yolu var. O yoldan gider. Kendini hedef alır, kendine odaklanır ve durdurur. O sadece bakır tellerden, akülerden ve elektrikten ibaret.”

Montag yutkundu. “Hesaplayıcıları herhangi bir kombinasyona ayarlanabilir; herhangi bir amino asit, kükürt, süt yağı ve alkalin miktarına ayarlanabilir. Değil mi?”

“Bunu hepimiz biliyoruz.”

“Buradaki, binadaki hepimizin bütün o kimyasal dengelerimiz ve oranlarımız alt kattaki ana dosyaya kaydediliyor. Birinin Tazı’nın ‘hafızasına’ kısmi bir kombinasyon girmesi, belki amino asit ayarını biraz artırması kolay olabilir. O hayvanın demin yaptığı şeyi açıklar bu. Bana tepki verdi, üstüme geldi.”

“Haydi canım,” dedi Yüzbaşı.

“Sinirliydi, ama çok kızgın değildi. ‘Hafızası’, ona dokunduğumda hırlayacağı şekilde ayarlanmıştı sadece.”

Yüzbaşı, “Böyle bir şeyi kim yapar ki?” diye sordu. “Burada düşmanın yok Guy.”

“Bildiğim kadarıyla yok.”

“Yarın teknisyenlerimize söyleriz, Tazı’yı kontrol ederler.”

“Beni ilk tehdit edişi değil bu,” dedi Montag. “Geçen ay iki kez oldu.”

“Hallederiz. Merak etme.”

Ama Montag kımıldamadı ve öylece durup, evinin holündeki havalandırma ızgarasını ve ızgaranın ardında gizli şeyi düşündü yalnızca. Buradaki, itfaiye binasındaki birileri havalandırma ızgarasından haberdarsa, Tazı’ya “söylemiş” olamaz mıydılar…?

Yüzbaşı inme deliğine gelip, Montag’a sorgulayan gözlerle baktı.

“Sadece şeyi düşünüyordum… Tazı geceleri aşağıda neler düşünüyor acaba?” dedi Montag. “Gerçekten bize düşman mı kesiliyor? İçimi ürpertiyor.”

“Düşünmesini istemediğimiz hiçbir şeyi düşünmüyor.”

Montag usulca konuştu: “Bu üzücü… çünkü onu sadece avlanmaya, bulmaya ve öldürmeye ayarlıyoruz. Bilip bileceği sadece bunlarsa, ne yazık.”

Beatty hafifçe, horgörüyle güldü. “Boşversene! O iyi bir zanaat eseri, kendi hedefini yakalayabilen ve her seferinde on ikiden vurmayı garanti eden iyi bir tüfek.”

“İşte bu yüzden onun sıradaki kurbanı olmak istemiyorum,” dedi Montag.

“Neden? Vicdanını rahatsız eden bir mesele mi var?”

Montag hızla yukarı baktı.

Beatty karşısında durmuş, ona sabit gözlerle bakıyordu; sonra ağzı açıldı ve çok hafifçe gülmeye başladı.

Bir iki üç dört beş altı yedi gün. Montag bir o kadar kez evden çıktı ve Clarisse orada, dünyada bir yerlerdeydi. Montag bir keresinde onun bir ceviz ağacını sarstığını, bir keresinde de çimenlikte oturup mavi süveter ördüğünü gördü; üç dört kez de kapısının önünde mevsim sonu çiçeklerinden oluşan bir buket veya küçük bir torbanın içinde bir avuç kestane ya da beyaz bir sayfaya iğneyle tutturulup kapısına raptiyeyle asılmış sonbahar yaprakları buldu. Her gün Clarisse köşeye kadar ona eşlik ediyordu. Bir gün yağmur yağıyordu, ertesi gün hava açıktı, sonraki gün sert rüzgâr esiyordu, ondan sonraki gün hava ılık ve sakindi, o sakin günden sonraki gün de havanın fırın gibi olduğu yaz günlerini andırıyordu ve ikindi sonunda Clarisse’in yüzü artık iyice bronzlaşmıştı.

Montag bir keresinde, metro girişinde, “Neden seni yıllardır tanıyormuşum gibi hissediyorum?” diye sordu.

“Çünkü senden hoşlanıyorum ve senden bir şey istemiyorum,” dedi Clarisse. “Ve çünkü birbirimizi tanıyoruz.”

“Kendimi çok yaşlı hissettiriyorsun ve tam bir baba gibi hissetmeme yol açıyorsun.”

“Şimdi sen açıkla bakalım… madem çocukları o kadar seviyorsun, neden benim gibi kızların olmadı?”

“Bilmem.”

“Şaka yapıyorsun!”

“Yani, nasıl desem…” Montag durup başını iki yana salladı. “Şey, karım, o… o asla çocuk istemedi.”

Kız gülümsemeyi kesti. “Üzgünüm. Benimle dalga geçiyorsun sandım, gerçekten. Aptalın tekiyim.”

“Hayır, hayır,” dedi Montag. “İyi bir soruydu. Epeydir kimse bunu soracak kadar umursamıyordu. İyi bir soru.”

“Başka şeylerden konuşalım. Eski yaprakları kokladın mı hiç? Tarçın gibi kokmuyorlar mı? Al. Kokla.”

“Aaa, sahiden tarçın gibi kokuyor bir bakıma.”

Kız berrak, koyu gözleriyle ona baktı. “Hep afallamış gibi görünüyorsun.”

“Vaktim olmadı, o kadar…”

“Dediğim o genişletilmiş reklam panolarına baktın mı?”

“Sanırım. Evet.” Montag kendini tutamayıp güldü.

“Gülüşün eskisinden çok daha hoş.”

“Öyle mi?”

“Çok daha rahat.”

Montag kendini daha müsterih ve rahat hissetti. “Neden okulda değilsin? Her gün ortalarda dolandığını görüyorum.”

“Ah, beni özlemiyorlar,” dedi kız. “Asosyalmişim, öyle diyorlar. Kaynaşamıyormuşum. Öyle tuhaf ki. Aslında çok sosyalimdir. Sosyalden ne kastettiğine bağlı tamamen, değil mi? Bana göre sosyal olmak, seninle böyle şeyler hakkında konuşmak.” Ön bahçede ağaçtan düşmüş birkaç kestaneyi takırdattı. “Veya dünyanın ne tuhaf olduğundan bahsetmek. İnsanlarla olmak güzel. Ama bir grup insanı bir araya getirip de konuşmalarına izin vermemek sosyallik değil bence; ya sence? Bir saat televizyon dersi, bir saat basketbol veya beyzbol ya da koşu, yine bir saat çevriyazılı tarih veya resim ve yine spor… ama biliyor musun, asla soru sormuyoruz, en azından çoğumuz sormuyor; yanıtları bing bing bing diye veriyorlar sadece, biz de dört saat daha film-öğretmenin karşısında oturuyoruz. Bana göre kesinlikle sosyallik değil bu. Bir sürü huniye su döküyorlar ve alttan akan şeye şarap diyorlar, ama değil. Günün sonunda bizi öyle yormuş oluyorlar ki yatağa gitmekten veya kabadayılık taslamak için Eğlence Parkı’na gitmekten, Cam Kırma yerinde pencere camları kırmaktan ya da o büyük çelik toplu Araba Parçalama yerinde araba parçalamaktan başka bir şey yapamıyoruz. Veya arabalara atlayıp sokaklarda yarışıyoruz, lamba direklerinin ne kadar yakınından geçebileceğimizi görmeye çalışıyoruz, “tavuk”[1] veya “jant kapağı düşürmece” oynuyoruz. Hakkımda söyledikleri her şey doğru sanırım. Hiç arkadaşım yok. Bu anormal olduğumu kanıtlıyormuş. Ama tanıdığım herkes ya bağırıyor ya ortalıkta çılgınca dans ediyor ya da birbirini dövüyor. Bugünlerde insanların birbirini nasıl incittiğini fark ediyor musun?”

“Öyle yaşlı gibi konuşuyorsun ki.”

“Bazen çok yaşlı oluyorum. Yaşıtım çocuklardan korkuyorum. Birbirlerini öldürüyorlar. Hep böyle miydi? Amcam hayır diyor. Sırf geçen sene altı arkadaşım vuruldu. On arkadaşım araba kazasında öldü. Onlardan korkuyorum, korktuğum için de beni sevmiyorlar. Amcamın dediğine göre, dedesi çocukların birbirini öldürmediği zamanları hatırlıyormuş. Ama bu çok eskidenmiş… o zamanlar her şey farklıymış. Sorumluluğa inanırlardı, diyor amcam. Biliyor musun, ben sorumluluk sahibiyim. Yıllar önce, gerektiği zaman dayak yedim. Bütün alışverişi de ben yapıyorum ve evi ellerimle temizliyorum.

“Ama en çok da insanları seyretmeyi seviyorum,” dedi kız. “Bazen bütün gün metroyla gezip onlara bakıyorum, onları dinliyorum. Kim olduklarını, ne istediklerini ve nereye gittiklerini öğrenmek istiyorum sadece. Bazen Eğlence Parklarına gidip jet arabalarına bindiğim bile oluyor, gece yarısı şehir sınırında yarıştıklarında… sigortalı oldukları sürece polisin umurunda olmuyor. Bazen metrolarda gizlice kulak kabartıyorum. Veya gazoz makinelerinin başındayken kulak kabartıyorum ve biliyor musun?”

“Neyi?”

“İnsanlar hiçbir şeyden bahsetmiyor.”

“Ah, bir şeylerden bahsediyorlardır mutlaka!

“Hayır, hiçbir şeyden bahsetmiyorlar. Genellikle bir sürü araba veya giysi markası ya da yüzme havuzu firması sayıp, ne güzel diyorlar! Ama hepsi aynı şeyleri söylüyor ve kimse kimseden farklı bir şey söylemiyor. Kafelerde de genellikle espri makineleri çalıştırılıyor ve genellikle aynı espriler yapılıyor veya müzik duvarının ışıkları yakılıyor ve bütün o renkli desenler inip çıkıyor, ama bunlar sadece renk ve tamamen soyut. Müzelerde de… müzeye gittin mi hiç? Tamamen soyut. Artık sadece bu var. Amcamın dediğine göre bir zamanlar durum farklıymış. Çok eskiden bazen fotoğraflar bir şeyler söylermiş, hatta insanları gösterdikleri bile olurmuş.”

“Amcam şöyle dedi, amcam böyle dedi deyip duruyorsun. Amcan takdire şayan biri olsa gerek.”

“Öyledir. Kesinlikle öyle. Eh, gitmeliyim. Hoşçakalın Bay Montag.”

“Güle güle.”

“Hoşçakal…”

Bir iki üç dört beş altı yedi gün: İtfaiye binası.

“Montag, şu direğe öyle bir tırmanıyorsun ki, ağaca çıkan kuş gibisin.”

Üçüncü gün.

“Montag, bu sefer arka kapıdan geldiğini gördüm. Tazı rahatsız mı ediyor?”

“Hayır, hayır.”

Dördüncü gün.

“Montag, komik bir şey. Bu sabah duydum. Seattle’da bir itfaiyeci bir Mekanik Tazı’ya kasıtlı olarak kendi kimyasal bileşimini girmiş, sonra da onu serbest bırakmış. Bu ne tür bir intihar sence?”

Beş, altı, yedi gün.

Sonra Clarisse gitti. Montag o ikindinin ne tersliği olduğunu bilmiyordu, ama terslik kızı dünyada bir yerlerde görmemesiydi. Çimenlik boştu, ağaçlar boştu, sokak boştu ve Montag, başta bunun farkında bile olmasa da, kızı özlüyordu ve hatta onu arıyordu; işin gerçeği, metroya vardığında içinde huzursuzluk kıpırtıları belli belirsiz baş göstermekteydi. Bir sorun vardı; rutini bozulmuştu. Evet, bu basit bir rutindi, sadece birkaç kısa günde oluşturulmuştu, ama yine de…? Az kalsın dönüp, geldiği yoldan gerisingeri yürüyecekti… kıza ortaya çıkması için zaman tanımak amacıyla. Aynı yoldan gitmeyi denerse her şeyin yolunda gideceğine emindi. Ama vakit geçti ve treninin gelmesi Montag’ın planını engelledi.

Kartların hızlı ve düzensiz hareketleri, ellerin ve gözkapaklarının hareketleri, itfaiye binasının tavanından gelen monoton zaman-sesi: “…bir otuz beş, Perşembe gecesi, 4 Kasım… bir otuz altı… gece bir otuz yedi…” Yağlı masanın üstüne konulan iskambil kartlarının tıkırtısı… bütün sesler Montag’a geliyordu, kapalı gözlerinin ardından, anlık olarak diktiği bariyerin ardından. İtfaiye binasının ışıltılarla, parıltılarla ve sessizlikle, pirinç renkleriyle, bozukluk renkleriyle, altın ve gümüş renkleriyle dolu olduğunu hissedebiliyordu. Masada oturan görünmez adamlar kartlarına bakıp iç geçiriyordu, bekliyordu. “…bir kırk beş…” Sesli saat soğuk saati, daha da soğuk bir senenin soğuk bir gecesinin soğuk saatini matemle söylüyordu.

“Sorun ne Montag?”

Montag gözlerini açtı.

Bir yerlerde bir radyo vızıldıyordu. “…her an savaş ilan edilebilir. Bu ülke kendini savunmaya hazırdır…”

Kara sabah göğünde çok sayıda jet uçağı tek bir notayla ıslık çalarak geçerken itfaiye binası sarsıldı.

Montag gözlerini kırpıştırdı. Beatty ona sanki müze heykeliymiş gibi bakıyordu. Beatty her an kalkıp onun etrafında gezinebilir, ona dokunabilir, suçluluk duygusunu ve özbilincini araştırabilirdi. Suçluluk duygusu mu? Neyle ilgili suçluluk duygusu?

“Sıra sende Montag.”

Montag binlerce gerçek ve on binlerce hayali ateşle yüzleri bronzlaşmış, işleri yanaklarını kızartan ve gözlerini ısıtan bu adamlara baktı. Bu adamlar hep yanan siyah pipolarını yakarken, platin ateşleyici alevlerine gözlerini kaçırmadan bakardı. Onlar ve kömür karası saçları, is rengi kaşları ve mavimsi kül lekeli, sinekkaydı tıraşlı yanakları; ama soyları belli oluyordu. Montag irkilerek dikeldi, ağzı açıldı. Siyah saçlı, siyah kaşlı ve yanık yüzlü olmayan… çelik mavisi yanakları tıraşlı olup da tıraşsız gibi görünmeyen bir itfaiyeci görmüş müydü hiç? Bu adamlar kendisinin aynısıydı! Yoksa bütün itfaiyeciler eğilimlerinin yanı sıra görünüşlerine göre de mi seçiliyordu? Yanmış kömür artığı ve kül rengindeydiler, pipolarından da sürekli yanık kokusu geliyordu. Yüzbaşı Beatty oradaydı, fırtına habercisi bulutlar gibi yükselen tütün dumanları salıyordu. Beatty yeni bir tütün paketi açıyor, selofanı buruşturarak ateş sesine dönüştürüyordu.

Montag kendi ellerindeki kartlara baktı. “Ben… şeyi düşünüp duruyorum. Geçen haftaki yangını. Kütüphanesini hallettiğimiz adamı. Ona ne oldu?”

“Tımarhaneye götürdüler… çığlıklar atıyordu.”

“Deli değildi.”

Beatty kartlarını usulca düzenledi. “Devleti ve bizi kandırabileceğini sanan herkes delidir.”

“Nasıl bir his olduğunu hayal etmeye çalıştım,” dedi Montag. “Yani bizim evlerimizi, bizim kitaplarımızı itfaiyecilerin yakmasının nasıl bir his olduğunu.”

“Bizim kitabımız yok.”

“Ama olsaydı.”

“Sende var mı?”

Beatty gözlerini yavaşça kırpıştırdı.

“Hayır.”

Montag onların ötesine, bir milyon yasak kitabın daktiloyla yazılmış isimlerini içeren listelerin olduğu duvara baktı. Montag’ın baltasının ve su değil kerosen fışkırtan hortumunun altında seneleri yakan ateşte isimleri sıçrıyordu. “Hayır.” Ama Montag’ın zihninde serin bir rüzgâr esmeye başladı; evindeki havalandırma ızgarasından hafifçe eserek Montag’ın yüzünü donduruyordu. Ve Montag yine kendini yemyeşil bir parkta gördü… yaşlı bir adamla, çok yaşlı bir adamla konuşuyordu ve parkta esen rüzgâr da soğuktu.

Montag duraksadı. “Ne… hep böyle miydi? İtfaiye binası, işimiz? Yani, şey, evvel zaman içinde…”

“Evvel zaman içinde mi!” dedi Beatty. “Bu ne biçim laf?”

Montag içinden Kendini ele vereceksin geri zekâlı, dedi kendine. Son yangında, bir masal kitabı yanarken, tek bir satıra göz atmıştı. “Yani eskiden, evler yangına tamamen dayanıklı olmadan önce…” dedi. Birden sanki çok daha genç bir ses onun adına konuşuyormuş gibi geldi. Ağzını açtı ve konuşan Clarisse McClellan oldu: “İtfaiyeciler yangınları besleyip büyütmek yerine engellemiyor muydu?”

“Saçma!” Stoneman ile Black kural kitaplarını çıkarıp (bunlar Amerika’nın İtfaiyecileri’nin kısa tarihçelerini de içeriyordu), Montag’ın okuyacağı şekilde (oysa orada yazanları epeydir biliyordu) masaya koydular:

1790’da Koloniler’de, İngiliz etkisi taşıyan kitapları yakma amacıyla kuruldu. İlk itfaiyeci: Benjamin Franklin.

KURAL 1. Alarm verilince hızla harekete geçin.

2. Yangını bir an önce başlatın.

3. Her şeyi yakın.

4. Derhal itfaiye binasına dönüp rapor verin.

5. Başka Alarmlar için hazır bekleyin.

Herkes Montag’ı seyrediyordu. Montag kımıldamadı.

Alarm çaldı.

Tavandaki çan kendini iki yüz kez tekmeledi. Dört sandalye bir anda boşaldı. Kartlar kar gibi uçuşarak yağdı. Pirinç direk titredi. Adamlar gitmişti.

Montag sandalyesinde oturuyordu. Aşağıda, turuncu ejderha öksürerek canlandı.

Montag rüyada bir adam gibi direkten aşağı kaydı.

Mekanik Tazı kulübesinde ayağa fırladı; gözleri yeşil alevlerden ibaretti.

“Montag, kaskını unuttun!”

Montag kaskı arkasındaki duvardan kaptı, koştu, sıçradı ve yola çıktılar; gece rüzgârı, siren çığlıklarını ve güçlü metal gök gürültülerini çekiçliyordu!

Şehrin eski bölümündeki, boyası dökülen, üç katlı bir evdi; en az yüz yıllıktı ama tüm evler gibi o da yıllar önce yangına dayanıklı ince plastik kılıfla kaplanmıştı ve bu koruyucu kabuk onu gökyüzünde tutan tek şey gibiydi.

“İşte geldik!”

Motor ansızın durdu. Beatty, Stoneman ve Black kaldırımda koştular; yangına dayanıklı, bol itfaiyeci montlarının içinde tiksinç ve şişman görünmeye başlamışlardı birden. Montag peşlerinden gitti.

Ön kapıyı kırıp bir kadını tuttular, oysa kadın kaçmıyordu; kaçmaya çalışmıyordu. Öylece durup iki yana sallanıyordu sadece; gözlerini duvardaki bir hiçliğe dikmişti, sanki başına korkunç bir darbe vurmuşlar gibi. Dili ağzının içinde hareket ediyordu, gözleri de bir şeyi hatırlamaya çalışır gibiydi; sonra hatırladılar ve dili tekrar hareket etti:

“‘Adam rolü yap, Ridley Efendi; bugün İngiltere’de Tanrı’nın izniyle öyle bir mum yakacağız ki, inanıyorum ki asla sönmeyecek.’”

“Bu kadarı yeter!” dedi Beatty. “Neredeler?”

Kadını şaşılacak bir tarafsızlıkla tokatladı ve soruyu tekrarladı. Yaşlı kadının gözleri Beatty’ye odaklandı. “Nerede olduklarını zaten biliyorsunuz, yoksa gelmezdiniz,” dedi.

Stoneman arkasındaki telefon resmine şikâyet yazılıp imzalanmış telefon alarm kartını uzattı.

“Tavan arasından şüphelenmek için sebep var; No. 11 Elm, Şehir. E. B.”

Kadın baş harfleri okuyunca, “Bu komşum Bayan Blake olmalı,” dedi.

“Pekâlâ çocuklar, bulalım onları!”

Göz açıp kapayıncaya dek yukarı çıkıp küf kokulu karanlıkta gümüş el baltalarıyla kapılara vurmaya başladılar, kapıların kilitli olmadığını anlayınca da eğlenen gençler gibi bağrışarak apar topar içeri daldılar. “Hey!” Dik merdiveni titreyerek çıkan Montag’ın üstüne kitaplar yağdı. Ne rahatsız ediciydi bu! Daha önce her seferinde iş mum söndürmek kadar kolay olmuştu. İçeri önce polisler girerdi ve kurbanın ağzını bantlayıp, elini kolunu bağlayıp, onu parıltılı böcek arabalarına bindirirlerdi ve götürürlerdi… dolayısıyla geldiğinizde boş bir ev bulurdunuz. Kimseye zarar vermezdiniz, nesnelere zarar verirdiniz yalnızca! Nesnelerin canı yanmadığından, nesneler hiçbir şey hissetmediğinden ve çığlık atmadığından, inlemediğinden (ki bu kadın çığlık atmaya ve haykırmaya başlayabilirdi) sonradan vicdanınız rahatsız olmazdı. Yaptığınız şey altı üstü temizlikti. Temelde hademelikti. Her şeyi uygun yerine koymaktı. Kerosen, çabuk! Kimde kibrit var?

Ama bu gece biri hata yapmıştı. Bu kadın ritüeli bozuyordu. Adamlar aşağıdaki kadının suçlayıcı, korkunç sessizliğini bastırmak için fazla gürültü yapıyor, gülüyor, şakalaşıyorlardı. Kadın suçlamasını boş odalarda gürletiyordu ve sağa sola atılan adamlar, kadının üzerlerine sarsarak yağdırdığı incecik suçluluk yağmurunu burun deliklerine çekiyorlardı. Bu olanlar ne adil ne de doğruydu. Montag’ın epey canı sıkılmıştı. Her şeyin üstüne bir de bu kadın burada olmamalıydı!

Kitaplar Montag’ın omuzlarını, kollarını, yukarı dönük yüzünü bombardımana tutmuştu. Bir kitap beyaz güvercin gibi kanat çırparak, neredeyse itaatkârca Montag’ın ellerine kondu. Loş ve titrek ışıkta bir sayfa açıldı ve kar beyazı bir kuştüyü gibiydi, üzerine yazılmış sözcükler zarifti. Montag o hengâme ve sıcakta ancak bir satır okuyabildi, ama okuduğu şey sonraki bir dakika boyunca zihninde sanki kor çelikle damgalanmış gibi yandı. “İkindi gün ışığında zaman uykuya daldı.”[2] Montag kitabı elinden bıraktı. Hemen ardından bir başkası kollarına düştü.

“Montag, yukarı gel!”

Montag’ın eli, ağız gibi kapandı ve kitabı vahşi bir bağlılıkla, göğsünde delice bir akılsızlıkla buruşturdu. Yukarıdaki adamlar tozlu havaya kürek kürek dergi atıyordu. Dergiler katledilmiş kuşlar gibi düşüyordu ve kadın aşağıda, ölülerin arasında küçük bir kız gibi duruyordu.

Montag hiçbir şey yapmamıştı. Her şeyi eli yapmıştı, kendine ait bir beyni olan eli, titreyen her parmağında vicdan ve merak olan ve hırsıza dönüşmüş eli. El şimdi tekrar kitabı bir sihirbazın zarafetiyle Montag’ın koltukaltına tıkıştırdı, onun terleyen koltukaltına iyice bastırdı ve sonra öne uzanıp açıldığında, avucu boştu! Buraya bakın! Masumum! Bakın!

Montag o beyaz ele, sarsılmış bir halde baktı. Elini iyice öne uzattı, hipermetropmuş gibi. Elini yaklaştırdı, körmüş gibi.

“Montag!”

Montag hemen döndü.

“Orada kazık gibi durmasana sersem!”

Kitaplar kurumaya bırakılmış dev balık yığınları gibi yatıyordu. Adamlar dans ediyordu, ayakları kayınca da kitapların üstüne düşüyorlardı. Kitap isimlerinin altın sarısı gözleri parıldıyor, düşüyor, gidiyordu.

“Kerosen!”

Omuzlarına asılı, 451 numaralı tanklardan soğuk sıvı fışkırttılar. Her kitabı kerosenle kapladılar, odaları pompaladıkları kerosenle doldurdular.

Telaşla aşağı indiler; peşlerinden giden Montag kerosen buharının arasında sendeliyordu.

“Gelsene be kadın!”

Kadın kitapların arasında diz çökmüştü; ıslak deri ve kartonlara dokunuyor, yaldızlı başlıkları parmaklarıyla okuyordu… gözleri Montag’ı suçluyordu.

“Kitaplarıma asla sahip olamazsınız,” dedi.

“Kanunu biliyorsun,” dedi Beatty. “Sağduyun nerede? Bu kitapların hiçbiri birbiriyle hemfikir değil. Buraya, bu lanet olası Babil Kulesi’ne yıllarca kapanmışsın. Kendine gel! Bu kitaplardaki insanlar asla yaşamadı. Haydi, gel artık!”

Kadın başını iki yana salladı.

“Bütün ev yanıyor,” dedi Beatty.

Adamlar kapıya sakarca yürüdü. Geriye, kadının yanında duran Montag’a göz attılar.

Montag, “Onu burada bırakmıyorsunuz, değil mi?” diye itiraz etti.

“Gelmiyor.”

“Zorla götürün öyleyse!”

Beatty içinde ateşleyici gizli olan elini kaldırdı. “İtfaiye Binası’na dönmemiz gerek. Hem bu fanatikler hep intiharı dener; bildik bir durum.”

Montag elini kadının dirseğine koydu. “Benimle gelebilirsin.”

“Hayır,” dedi kadın. “Yine de sağ ol.”

“Ona kadar sayıyorum,” dedi Beatty. “Bir. İki.”

“Lütfen,” dedi Montag.

“Git,” dedi kadın.

“Üç. Dört.”

“Haydi.” Montag kadını çekti.

Kadın usulca, “Burada kalmak istiyorum,” diye karşılık verdi.

“Beş. Altı.”

“Saymayı kesebilirsin,” dedi kadın. Bir elinin parmaklarını biraz açtı; avucunda ince bir nesne vardı.

Sıradan bir mutfak kibriti.

Adamlar onu görünce evden dışarı fırlayıp uzaklaştı. Yüzbaşı Beatty vakarını koruyarak, ön kapıya doğru yavaşça geriledi; pembe yüzü binlerce yangın ve gece heyecanları sebebiyle yanık ve parlaktı. Montag Tanrım, öyle doğru ki!

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Notlar

1

İki sürücüyle oynanan, arabaların karşılıklı birbirine doğru ilerlediği ve direksiyonu önce kıranın kaybettiği oyun. —çn

2

İskoç şair ve denemeci Alexander Smith’in (1829–1867) Dreamthorp adlı deneme kitabından. —çn

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
3 из 3