Полная версия
Fahrenheit 451
O kızın özdeşleşme gücü ne inanılmazdı; bir kukla gösterisini hevesle izleyen ve her gözkapağı titreşimini, her el ve parmak hareketini başlamasından bir saniye önce öngören bir seyirci gibiydi. Ne kadar süre birlikte yürümüşlerdi? Üç dakika? Beş? Oysa bu süre şimdi ne kadar uzun geliyordu. O kız, Montag’ın karşısındaki sahnede ne devasa bir figürdü; zayıf vücudu duvara ne etkileyici bir gölge düşürüyordu! Montag kendisinin gözü kaşınsa kızın gözlerini kırpıştırabileceğini hissediyordu. Kendisinin çene kasları hafifçe gerilirse de kız ondan çok önce esnerdi.
Aslında şimdi düşünüyorum da, gecenin köründe sokakta beni bekler gibiydi sanki… diye düşündü.
Yatak odası kapısını açtı.
Ay battıktan sonra bir anıtmezarın mermer zeminli soğuk odasına girmek gibiydi bu. İçerisi zifiri karanlıktı, dışarıdaki gümüşi dünyadan eser yoktu, pencereler sımsıkı kapalıydı, oda büyük şehrin hiçbir sesinin giremeyeceği bir mezar dünyasıydı. Oda boş değildi.
Montag kulak kabarttı.
Havada dans eden, sivrisinek sesini andıran hafif, zarif vızıltı; özel, pembe, sıcak yuvasında keyif çatan gizli bir eşekarısının elektriksi mırıltısı. Bu müzik sesi, Montag’ın ezgiyi takip edebileceği kadar yüksekti neredeyse.
Gülümsemesinin donyağından bir deri, fazla uzun süre yanmış, çökmüş ve söndürülmüş düşsel bir mumun maddesi gibi kayıp gittiğini, eridiğini, katlanıp kendi içine göçtüğünü hissetti. Karanlık. Montag mutlu değildi. Mutlu değildi. Bu sözcükleri kendine söyledi. Bunun işin doğrusu olduğunu anladı. Mutluluğunu maske gibi takıyordu, o kız da maskeyi kapıp çimenlikte koşarak gitmişti ve onun kapısını çalıp maskeyi geri istemenin yolu yoktu.
Montag ışığı açmayıp, bu odanın nasıl göründüğünü hayalinde canlandırdı. Karısı yatağa uzanmıştı, üstü açıktı ve soğuktu, bir mezar kapağının üstünde sergilenen bir ceset gibiydi, görünmez çelik tellerle tavana sabitlenmiş gözleri kımıldatılamazdı. Kulaklarının içinde, sımsıkı geçirilmiş küçük Denizkabuklarından, yüksük radyolardan gelen, onun uyumayan zihninin kıyısına vuran bir elektronik ses, müzik ve konuşma, müzik ve konuşma okyanusu vardı. Oda sahiden de boştu. Her gece gelen dalgalar Mildred’ı büyük ses gelgitleriyle alıp götürüyor, gözleri fal taşı gibi açık kadını sabaha doğru salındırıyordu. Son iki yılda Mildred’ın o denizde yüzmediği, ona üçüncü kez seve seve dalmadığı bir gece olmamıştı.
Oda soğuktu, ama buna karşın Montag nefes alamadığını hissetti. Perdeleri ve Fransız pencereleri açmak istemiyordu, çünkü ayın odaya girmesini istemiyordu. Bu yüzden, kendini bir saat içinde havasızlıktan ölecek bir adam gibi hissederek, açık ve ayrı, dolayısıyla da soğuk yatağına el yordamıyla gitti.
Ayağının yerdeki nesneye çarpmasından bir saniye önce, öyle bir nesneye çarpacağını bildi. Köşeyi dönüp de kızı az kalsın yere sermesinden önce hissettiği duygunun benzeriydi bu. İleriye titreşimler gönderen ayağı hareket ederken, yolundaki küçük engelden gelen yankıları aldı. Ayağı tekmeledi. Nesne boğuk bir tıngırtıyla karanlığın içine yuvarlandı.
Montag dimdik durup tamamen özelliksiz gecede, karanlık yatakta yatan kişiye kulak kabarttı. Burun deliklerinden çıkan nefes öyle hafifti ki yaşamın ancak en uzak uçlarını, küçük bir yaprağı, siyah bir kuştüyünü, tek bir saç telini kımıldatıyordu.
Montag dışarıdan ışık gelmesini hâlâ istemiyordu. Ateşleyicisini çıkardı, onun gümüş diskine kazılı semenderi hissetti, onu yaktı…
Elinde tuttuğu küçük ateşin ışığında, iki aytaşı aşağıdan ona baktı; dünyanın hayatının onlara dokunmadan aktığı berrak bir derede gömülü iki solgun aytaşı.
“Mildred!”
Mildred’ın yüzü, üstüne yağmur yağabilecek ama yağmuru hissetmeyen, karla kaplı bir ada gibiydi; bulutlar hareketli gölgelerini onun üstünden geçirebilirdi ama o gölgeleri hissetmiyordu. Kulaklarına sımsıkı geçirilmiş yüksük eşekarılarının şarkısı vardı sadece ve gözleri tamamen cam gibiydi, nefesi burun deliklerine usulca ve hafifçe girip çıkıyordu; nefesinin girmesi ya da çıkması, çıkması ya da girmesi Mildred’ın umurunda değildi.
Montag’ın ayağıyla tekmelediği nesne şimdi onun yatağının kenarının altında parlıyordu. Günün daha erken saatlerinde otuz kapsülle dolu olan o küçük, kristal uyku hapı şişesi şimdi minik alevin ışığında kapaksız ve boş halde yatmaktaydı.
Montag öylece dururken, evin yukarısındaki gökyüzü çığlık attı. Müthiş bir yırtılma sesi koptu; sanki iki dev el, on beş bin kilometrelik siyah keteni dikiş yerinden yırtmıştı. Montag ortadan ikiye bölünmüştü. Göğsünün kesilerek ayrıldığını hissetti. Jet bombardıman uçakları geçiyor, geçiyor, geçiyordu; bir iki, bir iki, bir iki, altı tanesi, dokuz tanesi, on iki tanesi, bir tane, bir tane, bir tane ve sonra bir tane daha, bir tane daha, bir tane daha… hepsi Montag’ın yerine çığlık atıyordu. Montag kendi ağzını açtı ve onların haykırışının aşağı inip kendi sergilenen dişlerinin arasından çıkmasına izin verdi. Ev sarsıldı. Montag’ın elindeki ateş söndü. Aytaşları gözden kayboldu. Montag elinin telefona uzandığını hissetti.
Jetler gitmişti. Montag dudaklarının kımıldadığını, telefonun ahizesine sürtündüğünü hissetti. “İlkyardım hastanesi.” Korkunç bir fısıltı.
Montag siyah jetlerin sesinin yıldızları un ufak ettiğini ve sabahleyin yeryüzünün yıldızların tuhaf bir karı andıran tozuyla kaplı olacağını hissetti. Karanlıkta titreyerek dururken ve dudaklarının sürekli kımıldamasına izin verirken aklından geçen aptalca düşünce buydu.
Bir makineleri vardı. Aslında iki makineleri vardı. Biri denize inerdi, birikmiş bütün eski sular ile eski zamanı aramak için yankılı bir kuyuya inen siyah kobra misali. Ağır ağır kaynayarak tepeye akan yeşil maddeyi içerdi. Karanlığı içer miydi? Yıllarca birikmiş bütün zehirleri emer miydi? Sessizce beslenirken, arada sırada içsel boğulma ve körlemesine arama sesi çıkarıyordu. Bir Göz’ü vardı. Makinenin kişisellikten uzak operatörü özel bir optik kask taktığından, içini dışarı pompaladığı kişinin ruhuna bakabilirdi. Göz ne görüyordu? Adam söylemiyordu. Göz’ün gördüklerini görüyor, ama aslında görmüyordu. Bu operasyonun tamamı, insanın kendi bahçesinde hendek kazmasına benziyordu. Yataktaki kadın, ulaştıkları sert bir mermer katmanından fazlası değildi. Yine de devam edin, sondayı içeri sokun, boşluğu çekin, öyle bir şey zonklayan emiş yılanıyla dışarı çıkarılabilirse tabii. Operatör ayakta durarak sigara içiyordu. Diğer makine de çalışmaktaydı.
Diğer makineyi leke tutmaz kırmızımsı kahverengi iş tulumu giymiş, kişisellikten aynı ölçüde uzak biri kullanıyordu. Bu makine vücuttaki bütün kanı dışarı pompalayıp, yerine taze kan ve serum geçiriyordu.
Sessiz kadının başında duran operatör, “İki taraftan da temizlemek gerek,” dedi. “Kanı temizlemeyince, mideyi temizlemenin anlamı yok. O madde kanda kalırsa kan beyne tokmak gibi, bam bam diye birkaç bin kez vurur ve sonunda beyin bir anda pes eder, duruverir.”
“Kes şunu!” dedi Montag.
“Ben sadece söylüyordum,” dedi operatör.
Montag, “İşiniz bitti mi?” diye sordu.
Makineleri sımsıkı kapadılar. “İşimiz bitti.” Montag’ın öfkesinden hiç etkilenmemişlerdi. Öylece dururlarken, burunlarının etrafından kıvrılarak gözlerine giren sigara dumanına karşın gözlerini kırpıştırmıyor veya kısmıyorlardı. “Ücreti elli dolar.”
“Neden önce onun iyi olup olmayacağını söylemiyorsunuz?”
“Tabii, iyi olacak. Zararlı maddenin hepsini buraya, bavulumuzun içine koyduk; artık ona zarar veremez. Dediğim gibi, eskiyi çıkarıp yeniyi koyunca iş tamamdır.”
“İkiniz de doktor değilsiniz. Neden İlkyardım’dan doktor göndermediler?”
“Aman!” Operatörün sigarası dudağının üstünde kımıldadı. “Gecede böyle dokuz on vaka alıyoruz. Sayıları öyle çok ki, birkaç yıl önce özel makineleri yaptırdık. Optik lensli olan yeniydi tabii; gerisi çok eski. Böyle vakalarda doktora gerek yok; sorunu yarım saatte temizlemek için iki teknik eleman yeterli. Bak…” —Adam kapıya doğru yürüdü— “…gitmeliyiz. Benim emektar kulak yüksüğünden bir çağrı daha aldım şimdi. On sokak ötede. Biri daha hap şişesini boşaltmış. Bize tekrar ihtiyacın olursa ararsın. Sakin kalmasına dikkat et. Kontrasedatif verdik. Uyanınca acıkmış olacak. Hoşçakal.”
Dümdüz ağızları sigaralı adamlar, şişen engerek gözlü adamlar makinelerini ve tüplerini; sıvı melankolinin ve ağır ağır akan koyu, vıcık vıcık, isimsiz maddelerinin bulunduğu bavulu alıp uzun adımlarla kapıdan çıktı.
Montag bir sandalyeye çöküp bu kadına baktı. Kadının gözleri şimdi zarif bir şekilde kapalıydı; Montag avucunda onun nefesinin sıcaklığını hissetmek için elini koydu.
“Mildred,” dedi sonunda.
Sayımız çok fazla, diye düşündü. Milyarlarcayız ve bu çok fazla. Kimse kimseyi tanımıyor. Yabancılar gelip mahremiyetimizi ihlal ediyor. Yabancılar gelip kalbimizi söküyor. Yabancılar gelip kanımızı alıyor. Ulu Tanrım, o adamlar kimdi? Onları daha önce hiç görmemiştim!
Yarım saat geçti.
Bu kadının kan dolaşımı yeniydi ve ona yeni bir şey yapmış gibiydi. Kadının yanakları pespembeydi; dudakları çok tazeydi ve canlı renkliydi… yumuşak ve rahat görünüyorlardı. Orada başka birinin kanı vardı. Başka birinin bedeni, beyni ve hafızası da olsaydı keşke. Keşke Mildred’ın zihnini alıp kuru temizlemeciye götürebilseler ve ceplerini boşaltıp, buharlayıp, temizleyip, tekrar toparlayıp sabahleyin geri getirebilselerdi. Keşke…
Montag kalkıp önce perdeleri, sonra da içeri gece havası girsin diye pencereleri açtı. Saat sabahın ikisiydi. Montag’ın sokakta Clarisse McClellan ile karşılaşmasından, eve gelmesinden, karanlık odaya girmesinden ve ayağının küçük kristal şişeye çarpmasından beri yalnızca bir saat mi geçmişti? Yalnızca bir saat; ama o sözcük erimiş ve yeni, renksiz bir formla peydah olmuştu.
Ayın renklendirdiği çimenliğin ötesinden, Clarisse ile babasının, annesinin ve amcasının evinden kahkahalar geliyordu; öyle usulca ve içtenlikle gülümsüyorlardı ki. Her şeyden öte, gecenin köründe, diğer bütün evler karanlıkta kendi başlarına takılırken ışıl ışıl aydınlanan o evden gelen kahkahaları rahat ve samimiydi, kesinlikle zorlama değildi. Montag seslerin konuşup durduğunu, verdiğini, konuştuğunu, hipnotik ağlarını tekrar tekrar ördüğünü duyuyordu.
Montag hiç düşünmeden Fransız pencerelerden çıkıp çimenliği geçti. Konuşan evin önünde, gölgelerin içinde durdu; kapılarını çalıp, “Girmeme izin verin. Bir şey söylemem. Sadece dinlemek istiyorum. Ne diyordunuz?” diye fısıldamayı bile düşündü.
Ama bunun yerine öylece durdu; çok üşüyordu, yüzü buzdan bir maskeydi, bir erkeğin (Amca mıydı?) rahat rahat konuşmasını dinledi:
“Eh, sonuçta tek kullanımlık mendillerin çağı bu. Burnunu bir insana doğru sümkürürsün, kâğıt mendille silersin, mendili atıp sifonu çekersin, sonra bir başkasına uzanırsın, sümkürürsün, silersin, atıp sifonu çekersin. Herkes birbirinin smokin kuyruklarını kullanıyor. Ev sahibi takımı nasıl destekleyebilirsin ki, elinde bir program bile yoksa veya isimlerini bilmiyorsan? Hatta sahaya koşar adım çıkarlarken hangi renkte forma giydiklerini bile bilmiyorsan?”
Montag kendi evine geri döndü, pencereyi ardına kadar açık bıraktı, Mildred’ı kontrol etti, üstünü özenle örttü, sonra da uzandı; ay ışığı, kaşlarını çatmasıyla alnında oluşan çizgileri ve elmacık kemiklerini aydınlatıyordu, ay ışığı her gözde damıtılarak orada gümüşi bir katarakt oluşturuyordu.
Bir yağmur damlası. Clarisse. Bir başka damla. Mildred. Üçüncü bir damla. Amca. Dördüncü bir damla. Bu geceki yangın. Bir, Clarisse. İki, Mildred. Üç, amca. Dört, yangın. Bir, Mildred, iki, Clarisse. Bir, iki, üç, dört, beş, Clarisse, Mildred, amca, yangın, uyku hapları, adamlar, tek kullanımlık mendiller, smokin kuyrukları, sümkür, sil, atıp sifonu çek, Clarisse, Mildred, amca, yangın, haplar, kâğıt mendiller, sümkür, sil, atıp sifonu çek. Bir, iki, üç, bir, iki, üç! Yağmur. Fırtına. Gülen amca. Alt katta gök gürlemesi. Bütün dünya sağanak halinde yağıyordu. Bir volkandan fışkıran alevler. Hepsi de kesik kesik gürleyerek, nehre dönüşen bir akıntı halinde hızla aşağıya, sabaha doğru akıyordu.
Montag, “Artık hiçbir şey bilmiyorum,” dedi ve dilinin üstünde bir uyku pastilinin erimesine izin verdi.
Sabah dokuzda, Mildred’ın yatağı boştu.
Montag ayağa fırladı ve kalbi küt küt atarak holde koşup mutfak kapısının önünde durdu.
Örümceği andıran metal bir el, gümüşi ekmek kızartma makinesinden fırlayan dilimi kapıp erimiş tereyağına buladı.
Mildred kızarmış ekmeğin tabağına getirilmesini seyretti. İki kulağı da, vızıldayarak saati geçiren elektronik arılarla tıkalıydı. Mildred birden yukarı bakıp da Montag’ı görünce başıyla selam verdi.
Montag, “İyi misin?” diye sordu.
Denizkabuğu Kulak Yüksükleri’yle on yıllık çıraklık dönemi geçirmiş olan Mildred dudak okumakta ustaydı. Tekrar başını sallayarak onayladı. Ekmek kızartma makinesini, tıkırdayarak bir başka ekmek dilimini kızartmaya ayarladı.
Montag oturdu.
“Neden bu kadar açım bilmiyorum,” dedi karısı.
“Sen…”
“Açım…”
Montag, “Dün gece…” diye söze başladı.
“İyi uyumadım. Kendimi berbat hissediyorum,” dedi Mildred. “Tanrım, öyle açım ki. Anlam veremiyorum.”
Montag tekrar, “Dün gece…” diye söze başladı.
Mildred onun dudaklarını kayıtsızca izledi. “Dün geceye ne olmuş?”
“Hatırlamıyor musun?”
“Neyi? Çılgın bir parti filan mı verdik? Akşamdan kalma gibiyim. Tanrım, öyle açım ki. Kimler geldi?”
“Birkaç kişi,” dedi Montag.
“Ben de öyle düşünmüştüm.” Mildred kızarmış ekmeğini çiğnedi. “Karnım ağrıyor, ama felaket açım. Partide bir salaklık yapmamışımdır umarım.”
Montag usulca, “Yapmadın,” dedi.
Ekmek kızartma makinesinin örümceği andıran eli Montag’ın ekmeğine tereyağı sürüp uzattı. Montag ekmek dilimini elinde tuttu; kendini yükümlü hissediyordu.
“Sen de çok iyi görünmüyorsun,” dedi karısı.
İkindi sonunda yağmur yağdı ve tüm dünya koyu griydi. Montag evinin holünde durup, yanan turuncu semenderli rozetini taktı. Öylece durup, holdeki havalandırma ızgarasına uzun uzun baktı. Televizyon odasında senaryosunu okuyan karısı başını kaldırıp ona göz attı. “Hey,” dedi. “Adam düşünüyor!”
“Evet,” dedi Montag. “Seninle konuşmak istedim.” Duraksadı. “Dün gece şişendeki bütün hapları içtin.”
Şaşıran Mildred, “Ah, öyle bir şey yapmam ben,” dedi.
“Şişe boştu.”
“Ben öyle bir şey yapmam,” dedi Mildred. “Neden öyle bir şey yapayım ki?”
“Belki de iki hap aldın ve sonra unutup iki tane daha aldın, sonra da tekrar unutup iki tane daha aldın ve ilacın etkisiyle öyle sersemledin ki otuz kırk tane yutana kadar devam ettin.”
“Neden öyle aptalca bir şey yapayım ki?” dedi Mildred.
“Bilmiyorum,” dedi Montag.
Mildred’ın onun söze devam etmesini beklediği barizdi. “Öyle yapmadım,” dedi. “Hayatta yapmam.”
“Tamam, öyle diyorsan,” dedi Montag.
“Kadın böyle dedi.” Mildred senaryosuna geri döndü.
Kendini yorgun hisseden Montag, “Bugün öğleden sonra ne var?” diye sordu.
Mildred bu kez senaryodan başını kaldırıp bakmadı. “Eh, on dakika sonra duvardan duvara devrede bir tiyatro oyunu gösterilecek. Bu sabah repliklerimi postayla gönderdiler. Kuponlar gönderdim. Senaryonun bir bölümünü eksik bırakıyorlar. Yeni bir fikir. Eksik bölüm ev kadını, yani ben. Eksik repliklerin sırası gelince üç duvardan bana bakıyorlar ve replikleri okuyorum. Mesela burada adam ‘Bu fikrin tamamı hakkında ne düşünüyorsun Helen?’ diyor. Ben de şey diyorum, şey…” Mildred duraksayıp parmağını senaryodaki bir satırın altında gezdirdi. “‘Bence bu iyi!’ Sonra oyuna devam ediyorlar ve sonunda adam ‘Buna katılıyor musun Helen?’ deyince ben ‘Kesinlikle katılıyorum!’ diyorum. Çok eğlenceli değil mi Guy?”
Montag holde durup ona baktı.
“Kesinlikle eğlenceli,” dedi Mildred.
“Oyun neyle ilgili?”
“Şimdi söyledim ya. Bob, Ruth ve Helen diye birileri var.”
“Ah.”
“Cidden eğlenceli. Dördüncü duvarı da taktırmaya paramız olunca daha da eğlenceli olacak. Dördüncü duvarı söktürüp dördüncü bir televizyon duvarı taktırmak için gerekli parayı ne kadar zamanda biriktiririz sence? Sadece iki bin dolar.”
“Yıllık maaşımın üçte biri bu.”
Mildred, “Sadece iki bin dolar,” diye karşılık verdi. “Hem bazen beni de düşünmelisin bence. Dördüncü bir duvarımız olursa, bu oda bizim değil her türden egzotik insanların odaları gibi olacak. Birkaç şeyden kısabiliriz.”
“Üçüncü duvarın parasını ödemek için birkaç şeyden kısıyoruz zaten. Daha iki ay önce monte edildi, hatırlıyor musun?”
“Daha o kadar mı oldu sadece?” Mildred oturup Montag’a uzun bir an boyunca baktı. “Eh, güle güle canım.”
“Hoşçakal,” dedi Montag. Durup döndü. “Mutlu sonla mı bitiyor?”
“Henüz sonuna gelmedim.”
Montag gidip son sayfayı okudu, başıyla onayladı ve senaryoyu katlayıp Mildred’a geri verdi. Evden dışarıya, yağmura çıktı.
Yağmur hafifliyordu; kaldırımın ortasında başını kaldırmış yürüyen kızın yüzüne tek tük damlalar düşüyordu. Kız, Montag’ı görünce gülümsedi.
“Merhaba!”
Montag selam verdikten sonra, “Şimdi ne haltlar karıştırıyorsun?” diye sordu.
“Hâlâ deliyim. Yağmur iyi hissettiriyor. Yağmurda yürümeye bayılırım.”
“Benim pek hoşuma gitmezdi sanırım,” dedi Montag.
“Denesen hoşuna gidebilir.”
“Hiç denemedim.”
Kız dudaklarını yaladı. “Yağmurun tadı bile güzel.”
Montag, “Ne yapıyorsun… her şeyi bir kez denemeye mi çalışıyorsun?” diye sordu.
“Bazen iki kez.” Kız elindeki bir şeye baktı.
Montag, “Elinde ne var?” diye sordu.
“Yılın son karahindibalarından tahminimce. Yılın bu geç vaktinde çimenlikte bunlardan bir tane bulabileceğimi sanmıyordum. Çenenin altına sürtmeni söylediler mi hiç? Bak.” Kız gülerek çiçeği çenesine dokundurdu.
“Niye ki?”
“İz bırakırsa, âşığım demektir. Bıraktı mı?”
Montag bakmaktan başka bir şey yapamazdı.
“Eee?” dedi kız.
“Çenenin altı sapsarı oldu.”
“Güzel! Şimdi sende deneyelim.”
“Bende işe yaramaz.”
“İşte.” Montag’ın kımıldamasına fırsat kalmadan, kız karahindibayı onun çenesinin altına dayamıştı. Montag geri çekilince kız güldü. “Kımıldama!”
Montag’ın çenesinin altına bakıp kaşlarını çattı.
“Eee?” dedi Montag.
“Ne yazık,” dedi kız. “Kimseye âşık değilsin.”
“Hayır, âşığım!”
“Öyle görünmüyor.”
“Âşığım, hem de sırılsıklam!” Montag bu sözüne uygun bir yüz ifadesi takınmaya çalıştı, ama başaramadı. “Âşığım!”
“Ah, öyle bakma lütfen.”
“Sebebi karahindiba,” dedi Montag. “Hepsini kendinde kullandın. O yüzden bende iz bırakmadı.”
“Elbette, sebep bu olmalı. Ah, canını sıktım şimdi, bunu görebiliyorum; üzgünüm, gerçekten üzgünüm.” Kız, Montag’ın dirseğine dokundu.
Montag çabucak, “Hayır, hayır,” dedi. “Ben iyiyim.”
“Gitmem gerek, o yüzden beni affettiğini söyle; bana kızgın olmanı istemiyorum.”
“Kızgın değilim. Canım sıkıldı, evet.”
“Şimdi psikiyatristimle görüşmeye gitmeliyim. Beni gitmeye zorluyorlar. Uyduruk laflar ediyorum. Psikiyatristim hakkımda ne düşünüyor bilmiyorum. Soğan gibi katmanlı olduğumu söylüyor! Katmanları soymasına izin vererek, meşgul olmasını sağlıyorum.”
“Psikiyatriste ihtiyacın olduğuna inanmaya meyilliyim,” dedi Montag.
“Aslında öyle düşünmüyorsun.”
Montag derin bir nefes aldı ve bir süre içinde tuttuktan sonra bıraktı. “Evet, aslında öyle düşünmüyorum.”
“Psikiyatristim çıkıp ormanlarda gezinmemin, kuşları seyretmemin ve kelebek toplamamın sebebini merak ediyor. Koleksiyonumu bir gün gösteririm sana.”
“Güzel.”
“Boş vakitlerimde ne yaptığımı bilmek istiyorlar. Bazen sırf oturup düşündüğümü söylüyorum. Ama ne düşündüğümü söylemiyorum onlara. Koşturmalarını sağlıyorum. Bazen de başımı böyle geriye atıp yağmur damlalarının ağzımın içine düşmesini sağladığımı söylüyorum. Tatları aynen şarap gibi. Bunu hiç denedin mi?”
“Hayır, ben…”
“Beni affettin, değil mi?”
“Evet.” Montag bunu düşündü. “Evet, affettim. Sebebini Tanrı bilir. Tuhafsın, sinir bozucusun ama seni affetmek kolay. On yedi yaşında olduğunu mu söylemiştin?”
“Şey… gelecek ay.”
“Ne acayip. Ne garip. Karım otuz yaşında ama sen bazen ondan çok daha yaşlı gibi görünüyorsun. Bunu göz ardı edemiyorum bir türlü.”
“Siz de tuhafsınız, Bay Montag. İtfaiyeci olduğunuzu bile unutuyorum bazen. Şimdi, sizi tekrar kızdırabilir miyim?”
“Devam et.”
“Nasıl başladı? O işe nasıl girdin? Mesleğini nasıl seçtin ve bu işi yapmayı neden düşündün? Sen diğerleri gibi değilsin. Onlardan epey gördüm; biliyorum. Konuştuğumda bana bakıyorsun. Dün gece, aydan bahsettiğimde aya baktın. Diğerleri bunu asla yapmazdı. Diğerleri ben konuşurken çekip giderdi. Veya beni tehdit ederdi. Kimsenin kimseye ayıracak vakti yok artık. Sen bana katlanan çok az kişiden birisin. İtfaiyeci olmanı bu yüzden çok tuhaf buluyorum; sana uymuyor sanki.”
Montag bedeninin ikiye bölündüğünü hissetti; bir yanı sıcak, diğeri soğuktu… bir yanı yumuşak, diğeri sertti… bir yanı titriyor, diğeri titremiyordu; iki yarısı birbirine sürtünüyordu.
“Randevuna koşsan iyi olacak,” dedi.
Bunun üzerine kız koşarak uzaklaşıp, yağmurda duran Montag’ı tek başına bıraktı. Montag ancak uzun zaman sonra hareket etti.
Sonra, yürürken başını yağmurda çok yavaşça geriye attı ve sadece birkaç saniyeliğine ağzını açtı…
Mekanik Tazı, itfaiye binasının arka tarafındaki karanlık bir köşede hafifçe vızıldayan, hafifçe titreşen, yumuşak ışıkla aydınlanan kulübesinde uyuyor ama aslında uyumuyor, yaşıyor ama aslında yaşamıyordu. Gecenin birinin loş ışığı, büyük pencereyle çerçevelenmiş bulutsuz gökyüzünden gelen ay ışığı hafifçe titreyen canavarın pirinç, bakır ve çelikten oluşan vücudunu aydınlatıyordu. Sekiz bacağını altı lastikli patilerinin üstünde örümcek gibi toplamış halde çok hafifçe titreyen yaratığın ufak ve yakut rengi cam kısımlarında, naylon fırçalı burun deliklerinin incecik ve hassas kıllarında ışık titreşiyordu.
Montag pirinç direkten kayarak indi. Şehre bakmak için dışarı çıktı… bulutlar artık tamamen dağılmıştı; Montag bir sigara yaktıktan sonra geri dönüp eğildi ve Tazı’ya baktı. Tazı, balın zehir çılgınlığıyla, delilik ve kâbusla yüklü olduğu bir tarladan evine dönmüş, vücudu o fazla zengin nektarla tıka basa doldurulmuş ve şimdi uyuyarak kötülüğü içinden atan dev bir arı gibiydi.
Bu ölü canavar, bu canlı canavar karşısında her zamanki gibi büyülenen Montag, “Selam,” diye fısıldadı.
Sıkıcı gecelerde, yani her gece adamlar pirinç direklerden kayarak inip Tazı’nın koku sistemini tıkır tıkır ayarlayarak uygun kombinasyonlara getirir ve ardından itfaiye binasının aşağı eğimli rampasına sıçanlar, bazen de tavuklar veya zaten boğulması gereken kediler salarlardı; sonra da Tazı’nın hangi kedi, tavuk veya sıçanı önce yakalayacağı üstüne bahse tutuşurlardı. Hayvanlar serbest bırakılırdı. Üç saniye sonra oyun biterdi; Tazı’nın rampanın ortasında yakaladığı sıçan, kedi veya tavuk kendisini hafifçe tutan patilerin arasında kısılıyken, yaratığın uzun burnundan çıkan on santimlik, içi boş çelik iğne büyük dozda morfin veya prokain zerk etmek üzere inerdi. Sonra o piyon, yakma fırınına atılırdı. Yeni bir oyun başlardı.
Montag çoğu gece, bunlar olurken üst katta kalırdı. İki yıl önce bir keresinde en usta bahisçilerle bahse tutuşmuş ve bir haftalık maaşını kaybedince, deliye dönen Mildred’ın öfkesine maruz kalmıştı; Mildred’ın öfkelendiği damarlarından ve kırmızı lekelerden belliydi. Ama artık Montag geceleri ranzasında, yüzü duvara dönük halde yatıyor ve aşağıdan gelen yüksek kahkahaları, kaçışan sıçanların ayaklarının çıkardığı o piyano telini çağrıştıran sesleri, farelerin keman sesini andıran cıyaklamalarını ve Tazı’nın çiğ ışıkta gece kelebeği gibi öne atılıp kurbanını tuttuğu, iğneyi batırdığı ve sonra sanki bir düğme çevrilmiş gibi, ölmek üzere kulübesine döndüğü zamanlardaki o büyük, gölgelendirici, hareketli sessizliğini dinliyordu.
Montag uzun burna dokundu.
Tazı hırladı.
Montag geriye sıçradı.
Tazı kulübesinin içinde yarı doğrularak, ansızın etkinleştirilmiş göz ampullerinde yeşilimsi mavi neon ışıklar titreşirken Montag’a baktı. Tekrar hırladı; elektrik vızıltısının, kızarma sesinin, metal gıcırtısının ve çarkların dönme sesinin tuhaf bir karışımı olan bu kulak tırmalayıcı ses paslı ve kadimdi, şüphe yüklüydü sanki.
Kalbi küt küt atan Montag, “Hayır, hayır oğlum,” dedi.
Gümüşi iğnenin dışarıya iki buçuk santim çıkıp geri çekildiğini, tekrar çıkıp geri çekildiğini gördü. Canavar için için hırıldayarak ona bakıyordu.
Montag geriledi. Tazı bir adım atarak kulübesinden çıktı. Montag bir eliyle pirinç direğe tutundu. Tepki vererek yukarıya doğru kayan direk, Montag’ı usulca tavandan geçirdi. Montag yarı aydınlık üst katın zeminine indi. Titriyordu ve yüzü yeşilimsi beyazdı. Aşağıda, Tazı sekiz inanılmaz böcek bacağının üstüne tekrar kurulmuştu ve tekrar kendi kendine vızıldıyordu; çok yüzeyli gözleri huzurluydu.