bannerbanner
VAN GOGH'UN YILDIZLARI
VAN GOGH'UN YILDIZLARI

Полная версия

VAN GOGH'UN YILDIZLARI

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 2

“Çok yaşa bey amca! Şimdi seni dinleyince anladım bu resmi, ağzına sağlık.”

Hepimiz dönüp sesin sahibine baktık. Sapsarı dişleriyle bize gülümseyen güvenlik görevlisi, “Sizden öğrendiklerimi kafama yazıyorum.” dedi. “Böylece ben de bilgi verebilirim gelen gidene.”

Gözlüklerinin gerisinden onu süzen doktor, sakin bir sesle sordu.

“Beni dinlemek yetiyor mu? İki cümleyle Van Gogh uzmanı mı kesileceksiniz?”

“Estağfurullah! Ben kim uzmanlık kim bey amca… Burada boş boş dikileceğime, çoluk çocuğa bir şeyler anlatırım diye düşündüm.”

Adamı yine öksürük tuttu. Kendini toparladıktan sonra çatallı bir sesle devam etti. “Büyük bir özlemin resmidir bu, efendim. Yıldızlarla simgelediği sonsuzlukta huzur bulmak istiyor Van Gogh.”

Can kulağıyla dinlediğimiz doktor, şimdi de sanatçının yalnızlığından, tükenişinden söz ediyordu.

“Geçimini sağlayan kardeşine yük olmanın getirdiği eziklik, hastalık, sanatının ilgi görmemesi onu çok hırpalamış. Dünyaya veda etmeden önce de bu şahane resimleri bırakmış insanlara. Siz beni sevmediniz ama ben sizi ve dünyayı çok sevdim, demiş.”

Güvenlik görevlisinin sesi bu sefer gür çıktı.

“Helal olsun ressama! O da bizdenmiş demek.”

Gruptaki gençlerden biri hafifçe gülümsedi.

“Ne demezsin abi, biz ezelden beri Van Gogh’uz zaten!”

Şapkasıyla bizi selamlayan doktor, güzel dileklerle veda etti bize. Ardından birkaç adım geri gidip tekrar hazır ola geçti. Yıldızlı Gece’ye bir selam çaktıktan sonra ağır adımlarla kalabalığa karıştı. Diğerleri de yanımdan uzaklaşınca tekrar resme odaklandım. Tablonun bende yarattığı duygularla çakışıyordu yaşlı adamın sözleri. Birden Dizge Edebiyat Dergisi’nin açtığı yarışma geldi aklıma. Kaç zamandır ne yazsam diye düşünüyordum. Bu sergiyi mi anlatsam?

Salondan çıktığımda saat altıyı yirmi geçiyordu. Vestiyerden eşyalarımı ve gitarımı alıp çıkışa doğru yürüdüm. Elinde kartpostalla yanımdan geçen birini görünce Armand kılıklı gencin masasına yanaştım. Önündeki bilgisayardan başını kaldırıp bana dikkatle baktı. “Sergiyi nasıl buldunuz?” diye sorduktan sonra tekrar ekrana odaklandı. “Çok güzel.” dedim. Bir bana bir ekrana bakıp bilgisayarda bir şeyler yapan gencin gözlüğü çok havalıydı. Çakma Armand Roulin işini bitirdikten sonra masanın çekmecesinden bir yıldız çıkardı.

“Bu sizin, bunu mutlaka saklayın.”

“Saklarım tabii…”

Fosforlu yıldızı alıp teşekkür ettim. Arkası iğneli rozetin ön yüzünde ressamın imzası vardı. Göğsüme takmayı düşünmediğim için çantama koyup çıkışa doğru yürüdüm. Genç kızın masasının yanından geçerken yavaşladım. O da gözlüklüydü. İki görevlinin de on dokuzuncu yüzyıl giysileriyle pek uyumlu olmayan o havalı gözlükleri takması ilginç geldi bana. Masasına yanaşan çocukları kısa bir süre izleyen genç kız, bilgisayarın ekranına bakıyor ve ardından onlara kartpostal veriyordu. Sergiyi gezenlere hep aynı şey dağıtılırken, bana neden yıldız verilmişti? Kafama takılan bu soruyla çıktım binadan.

Sanat merkezine doğru yürürken caddenin büyülü ışıltısına bıraktım kendimi. Başımı nereye çevirsem Van Gogh’un renkleri selamlıyordu beni. Sergi nedeniyle şehirde esen festival havasının bir parçasıydı bu güzellikler. Renkli ışıklar ve yıldızlarla süslenen şehir, devasa bir Van Gogh tablosuna dönüşmüştü sanki.

Ehliyetini Sevsinler

Sanat merkezinden çıktığımda hava çoktan kararmıştı. Sert esen rüzgârdan korunmak için montumun yakasını yukarı kaldırdım. Gitarımı iyice sırtlanıp hızlı adımlarla yürümeye koyuldum.

Duraktaki kalabalığı görünce canım sıkıldı. Yine balık istifi olacağız galiba. Bu saatlerde belediye otobüsüne binmek dert. Hele sırtımdaki gitarla…

Araç durağa yanaşırken en az on kişi üşüştü biniş noktasına. Onca kalabalığa, sırtımdaki yüke rağmen kendimi otobüse atmayı başardım. Ayakta durabileceğim bir yer bulana kadar akla karayı seçtim. Gitarıma, çantama söylenenleri de aslanlar gibi duymazdan geldim.

Otobüsten sonra bindiğim tramvayda da boş yer yoktu. Neyse ki tıklım tıkış değildi içerisi. Uygun bir yere tutunup camdan akan ışıklı görüntülere daldım. Bir ara telefonum çaldı. Arayan kesin annemdir. Bu saatlerde dışarıda olmamdan tedirgin oluyor.

Tramvaydan inince hemen telefon ettim.

“Yoldayım anne, geliyorum.”

Caddeyi geçmek için bekleyen kalabalığa doğru yaklaşırken yeşil ışık yandı. Koşturup yolu geçenlere katıldım. Daha iki adım atmamıştım ki nereden çıktığını anlamadığım bir motosiklet bitti yolun ortasında. Şehrin uğultusunu parçalayan bir sesle üstüme gelen motordan zor kaçtım. Aynı anda tramvayın sesini duydum. Yüreğim ağzımda baktım bariyeri olmayan raylara. “Gitti çocuk!” diye haykırdı bir kadın. Tramvaydan kıl payı kurtulan motorlu kurye, çığlıklar eşliğinde gözden kayboldu.

Çocuğun akıbetini merak edenler tren yoluna koşturdular. Ben de karıştım aralarına. “Kesin havaya uçmuştur o hızla!” diye bağırdı bir genç. Ağız dolusu küfreden bir adam, “Gebersin!” dedi acımasızca. “Trafiği mahvediyor bunlar!”

Kuryeye sövüp sayanların, yazıklanan insanların önünden dev bir solucan gibi aktı tramvay. Rayların biraz ötesinde yerde yatan çocuğu görünce kanım çekildi. “Ambulans!” diye bağırdı bir kadın. Telefona sarıldığım gibi 112’yi aradım.

Genç bir kız, yüzükoyun yatan kuryeyi yavaşça sırtüstü çevirdi. Kanayan bir yeri yoktu, yüzü gözü de sağlam görünüyordu. Birden göğsünde parlayan bir şey dikkatimi çekti. Sergiden çıkarken bana verilen fosforlu yıldızın aynısıydı bu.

Çantasından pet şişe çıkaran yaşlı bir kadın, kapağını açıp kıza uzattı.

Beti benzi atmış çocuk, yüzüne çarpılan su sayesinde kendine gelir gibi oldu. “Nasılsın, bir yerin acıyor mu?” diye sordu baş ucundaki kız. Doğrulmaya çalışan çocuk, sersemlemiş bir hâlde cevap verdi.

“Bir şeyim yok, iyiyim.”

“Çok şükür.” diye mırıldandı yanımdaki teyze.

“Şanslıymış.” dedim.

Çocuğun yaralı olmadığına karar veren bazı insanlar, söz birliği etmişçesine veryansına başladılar. Öfkeyle bağırdı adamın biri.

“Böylesine acımayacaksın!”

Kuryeye yardım etmeye çalışan kız ters bir bakış attı ona. “Ne yani, bırakalım da ölsün mü? Duyarsızlığın bu kadarına da pes doğrusu!”

Bu sözleri umursamayan adam, “Bela kol geziyor ortalıkta.” diye devam etti. “Canavar kesildi bunlar başımıza!”

Çattık dercesine başını iki yana sallayan kız toplanan kalabalığı uyarmak zorunda kaldı.

“Geri çekilin biraz, hava alsın!”

Su şişesinin sahibi olan kadın, üzgün bir sesle konuştu.

“El kadar çocuğun altına motor verilir mi? Bu garibanların suçu yok aslında, bunları çalıştıranlarda kabahat. On sekizini doldurmadan çalışmaları yasak, bile bile üç kuruşa kölelik yaptırıyorlar bu çocuklara.”

Suratı acıyla kasılan kurye, yan yatmış motordan akan benzini görünce panikledi.

“Eyvah! Zaten azıcık bir şey kalmıştı, o da gitti.”

“Şuna bak!” diye höykürdü bir adam. “Az kalsın hepimizi eziyordun, üç kuruşluk benzini mi düşünüyorsun şimdi?”

Ona yardım eden kız, kalkmaya yeltenen çocuğa engel oldu.

“Ambulans gelene kadar uzansan iyi olur.”

Gözlerini yerdeki benzin gölcüğüne diken kurye, “Nesi üç kuruş abi?” dedi. “Anladık, yaptım bir hata. Ama müşteri sıcak pide ister, patron saat tutar. Hızlı gitmeyip de ne yapayım? Her gün yeterince hakarete uğruyorum zaten, bir de siz başlamayın…”

“Dili de pabuç kadar.” diye çıkıştı kalabalıktan biri. “Bacak kadar veletsin ama laf çarpmaktan geri kalmıyorsun. Çene yarıştıracağına o motoru doğru sürmeyi öğren.”

Üzgün gözlerle bakan çocuk, “Ne veledi!” diye karşılık verdi. “Ben on yedi yaşımdayım, üstelik ehliyetim de var, A1…”

“Vay canına!” dedi bir adam. “Sen o kadar büyük müsün?”

“Ehliyetini sevsinler!” diye söylendi gençten biri de. “Kaldırımda motor sürmenin yasak olduğunu bilmiyor musun? Caddeye nereden indiğini gördüm. Sizin gibilerin ehliyetine el koymak lazım.”

Çelimsiz kurye, bir an önce motoruna binip oradan uzaklaşmak istiyordu. Kızın itirazlarına rağmen oflaya puflaya kalktı ayağa. Üstünü başını şöyle bir silkeledikten sonra motoruna uzandı. Hareket ettikçe suratındaki acı dolu ifade daha da keskinleşiyordu. Bir eliyle dengelemeye çalıştığı aracın sepetine bakınca yine telaşlandı.

“Haşadı çıkmış pidelerin. Patron beni kovacak! Hemen gitmem lazım.”

Onu durdurmaya çalışan kız kararlı bir sesle konuştu.

“Bırak şimdi motoru, pideyi! Bu hâlde hiçbir yere gidemezsin. İyi bir sağlık kontrolünden geçmen lazım.”

“Sağ ol abla, bana bir şey olmaz. Kaç kere düştüm ben bundan, alışkınım.”

Çocuğun koluna sımsıkı yapışan kız sabırsızca bakındı etrafına.

“Nerede kaldı bu ambulans?”

Akşam trafiğine, bir türlü gelmeyen sağlık ekibine veryansın edenlerin arasından bir adam öne çıktı. “Onu bekleyene kadar sabah olur, bir taksi çevirelim hemen.”

Kızdan önce davranan kurye, “Sağ ol amca.” dedi sıkıntılı bir sesle. “Ne taksi ne hastane istiyorum.”

“İyilik de yaramıyor bunlara.” diyen bir kadın homurdanarak geçip gitti yanımdan.

Başını öne eğen çocuk, “Ne yaptım ki ben size?” dedi kırgın bir sesle. “Bulmuşsunuz bir gariban, ezin bakalım.”

“Ne ezmesi ya!” diye güldü bıçkının biri. “Asıl sen bizi eziyordun oğlum.”

“Akşam akşam, üstüme iyilik sağlık…” diye mırıldandı yanımdaki teyze.

Motoru yerden kaldırmaya yeltenen kuryeye “Dur.” dedi kız. “Birlikte yapalım.”

Çocuğa yardım ettikten sonra yere oturdu. “Gel hele, biraz sohbet edelim.”

Söz dinleyen kurye, usulca çöktü onun yanına.

Fosforlu yıldızı gösteren kız, “Nedir bu?” diye sordu. “Üstünde Vincent yazıyor galiba.”

“Van Gogh.” diyen çocuğun eli yıldızına gitti. “Onun resimlerini görmeye gittiğimde verdiler.”

Hemen çantamın ön gözüne uzanıp kendi yıldızımı çıkardım. İyice görmesi için ona doğru uzatıp “Benim de var.” dedim.

“Saklayacakmışız… Benden başka kimseye vermediler sanıyordum.”

“Ben de öyle zannetmiştim.” diyerek yıldızı cebime yerleştirdim.

Kalabalık ufak ufak dağılırken başka bir motorlu kurye yanaştı çocuğun yanına. “Geçmiş olsun!” dedi sırıtarak. “Hadi yine iyi sıyırmışsın paçayı!”

Uzaktan gelen ambulans sesiyle hareketlenip onlara veda ettim. Eve yürürken o sözler yankılanıyordu zihnimde.

“Müşteri sıcak pide ister, patron saat tutar. Hızlı gitmeyip de ne yapayım?”

Çocuğun kuralsızca sürdüğü motosiklet yüzünden birkaç kişi yaralanabilir, daha da kötüsü canından olabilirdi. Peki, ne uğruna? Birileri sıcak pide yesin, patron para kazansın, kurye de üç kuruşa çalışsın diye. Annemin yorgun olduğu bazı akşamlar biz de yemek siparişi veriyoruz. Öncesinde fırını ısıttığı için soğuk gelen yiyecekleri sorun etmez annem. Kuryelerin eline bahşiş vermeyi de hiç unutmaz. Hele kaza yapan çocuk gibi genç olanlara daha cömert davranır.

O ara kuryenin yıldızı düştü aklıma. Yetişkinler için paralı olan sergi öğrencilere bedavaydı. Bu durumda çocuk lise öğrencisi olmalıydı. Hem okullu hem ehliyetli bir genç nasıl oluyor da kaldırımda motor sürüyordu? Yarışma için yazacağım yazıda bu çocuğu mu anlatsam acaba? Zaman da az kaldı, elimi çabuk tutmam lazım. Ülke çapında açılan bu yarışmaya katılmak gözümü korkutuyor. Bu yüzden ne yazacağımı bilmiyorum. Gerçi bir tür zorunluluğu yok. Anı, mektup, öykü… Hangisi olsa olur. Daha fazla beklemeden kalemi elime alsam iyi olacak.

Uçuş Korkusu

Eve vardığımda annem mutfaktaydı. Müzik setinden yükselen Korsakov’un notaları babamın da evde olduğunu söylüyordu. Ortalıkta görünmeyen Nuni, odasında olmalıydı. Düdüklüde pişen tavuğun kokusu ise bütün evi sarmıştı. Harıl harıl çalışan anneme merhaba dedikten sonra babaannemin odasına uğradım. Kapı aralığından başımı uzatıp bir öpücük gönderdim ona. Gözlerini televizyon ekranından ayırmayan Nuni, “Bu sümsük, kızı yine ağlattı!” diye sızlandı. Onu dizi filmiyle baş başa bırakıp kapıyı çektim.

Müziğe kulak vererek girdiğim salonda, bizimkiler resim yapıyordu.

“Sanat atölyesine dönmüş burası!”

Yaptığı çizimden başını kaldıran babam merakla baktı bana.

“Hayrola, niye geç kaldın Örge? Gitar dersin altı buçuğa alınmış ama yine de seni daha erken bekliyorduk.”

“Yolda bir kazaya şahit oldum baba. Ambulans gelene kadar ben de bekledim. Neyse ki kimseye bir şey olmadı. Detayları sonra anlatırım, önce odama gidip şu yüklerimden kurtulayım.”

“Cep telefonunu kapatmayı unutma canım.”

“Tamam.”

Tam salondan çıkarken “Baksana ama!” diye seslendi Özge. Geri dönüp kardeşimin yanına gittim. Yanağından bir makas alıp yaptığı resme baktım. Kâğıdın tam ortasında televizyon seyreden bir su aygırı vardı. Onun sırtına da önündeki cep telefonunu gagalayan bir güvercin çizmişti.

“Kuşa bayıldım.” dedim gülümseyerek.

“Arkadaşını arıyor. Sıfıııır, beeeş, üüüüç, beeeeşş… dokuuuuzz, beeeşşş…”

Bu yaşta hepimizin numaralarını ezbere bilen Özge’nin sıraladığı rakamlar benim telefonuma aitti. Sayılara düşkünlüğü yüzünden televizyonda gördüğü telefon numaralarını bile kaydediyor zihnine.

Başıyla kardeşimi gösteren babam göz kırptı bana.

“Arınma seansımızı nasıl buldun?”

“İyi güzel de başka bir şeyler daha yapmalı, daha değişik uğraşlar, etkinlikler… Baksana, kızın zekâsı yıkılıyor.”

“Senin de Türkçen yıkılıyor yazar hanım.”

Babamın sitemine gülümseyerek karşılık verdim. Bizimkiler tam gün çalıştığı için babaannem büyüttü bizi. Son yıllarda iyice yaşlanan Nuni, artık eski gücünde değil. Bu yüzden çocukken bana gösterdiği ilgiyi Özge’ye gösteremiyor. Kardeşim de kafasına göre dolduruyor bu boşluğu. Televizyon izlemek, tabletle, cep telefonuyla oynamak en sevdiği şeyler. Daha dört yaşındayken rastgele aradığı telefon numaralarıyla herkesi rahatsız ederdi. Beş yaşına gelince iş çığırından çıktı. Bir ay önce televizyon sunucusuna gönderdiği emojiler ise bardağı taşıran son damla oldu. Olaya el koyan bizimkiler, soluğu çocuk doktorunda aldılar. O zamandan beri sadece Özge değil, hepimiz sıkı bir dijital arınma programındayız. Salondaki televizyon bile Nuni’nin odasına taşındı. Haberleşmek için ev telefonunu kullanıyoruz. Ailenin ilgisiz bırakılmış dâhi çocuğu yüzünden iletişim özgürlüğümün kısıtlanmasından rahatsızım. Geceleri yalnızca bir saat internet hakkımın olması da hiç adil değil.

Odama girer girmez çantamı yere, gitarımı da yatağın üstüne bıraktım. Cep telefonumu kapatıp hemen şarja taktım. Eşofmanlarımı giyerken İpek’e bırakılan o tuhaf yazı geldi aklıma. Bana kalsa hemen bilgisayarın başına çöküp internette sıkı bir arama yapardım. Ne yazık ki bu saatte modem kapalı oluyor.

Banyodan sonra doğru mutfağa gittim. Tavuğun yanı sıra başka bir yemek daha pişiyordu ocakta. Annem ise arkasından koşturan varmış gibi yufka sarıyordu.

“Hayrola, akşam akşam bu ne telaş?”

Yeni sardığı gül böreğini tepsiye yerleştirirken, “Yarın sabah Ankara’ya gidiyoruz.” dedi. “Bu nedenle iki günlük yemek yapıyorum.”

Ankara mı? Kulaklarıma inanamıyorum, kendimi tutmasam sevinç çığlığı atacağım. Demek bütün hafta sonu yalnızım. Oh, ne güzel! Anne yok, baba yok, internet kısıtlaması yok, cep telefonumu her an araklamaya çalışan Özge yok. Sadece ben ve Nuni varız. Bunca güzellik yetmezmiş gibi leziz yemekler de var.

Sevincimi gizleyerek, “Bu kadar yemeğe ne gerek var ki?” dedim. “Alt tarafı iki gün yalnız kalacağız.”

Doğrulup yüzüme bakan annem, “Bu sefer ikimiz gidiyoruz Örge.” demez mi!

“Ne demek, ikimiz gidiyoruz? Bana sormadan mı karar verdin?”

Beni duymamış gibi davranan annem buzdolabından çıkardığı yumurtaları bir kaba kırdı. Yolda olanlar yüzünden zaten gergindim, kendimi tutamayıp patladım.

“Benim adıma karar veremezsin anne! Ben çocuk değilim, tam on dört yaşında, kocaman bir kızım. Üstelik bu hafta sonu çok önemli bir programım var.”

Çırpıcıyı kâseye daldırıp, “Bağırma Örge.” dedi yumuşak bir sesle. “Sakin konuş, ben seni duyuyorum. Babanın işleri yoğun, Nuni de gelmek istemedi. Özge de üşütmüş biraz, evde kalması daha doğru. Hem senin için de değişiklik olur.”

Dişlerimi gıcırdatarak âdeta hırladım.

“Seninle gelemem anne! Arkadaşlarımla bovling oynayacağız yarın.”

“Uçak biletleri alındı bile. Hem tırnaklarını kırmıyor mu o bovling topları?”

“Kırarsa kırsın! Tırnak penası ne güne duruyor.”

“Bovling kaçıyor mu Örge, öbür hafta oynarsınız.”

“Of ya, of ya!”

“Oflayıp puflayacak ne var kızım?”

“Çok şey var anne! Bir kere moralim çok bozuk, eve gelirken az kalsın bir motorun altında kalıyordum.”

“Neee?” diye bir çığlık atan annem, elindeki işi bırakıp sağımı solumu yoklamaya başladı.

“Sakin ol anne! Gördüğün gibi sapasağlamım.”

“Doğru söyle, bir yerin incindi mi?”

“Bir şeyim yok dedim ya, bir rahatlasana!”

Bağırışlarımız yüzünden babam da geldi mutfağa.

“Neler oluyor burada, niçin atışıyorsunuz?”

Öfkeyle konuştum.

“Bana sorulmadan karar alınmış, ben de gidiyormuşum Ankara’ya. Bundan haberin var mı baba?”

Birey olmamız konusunda her zaman hassas davranan babamın tepkisini merak ediyordum. Ama annemin sesini duyunca yine dişlerimi sıktım.

“Örge kaza geçirmiş!”

“Abartma anne! Dur, bir dinle.”

Sakin bir sesle konuşan babam, “Biraz önce sözünü ettiğin kaza mı?” diye sordu.

“Evet.” diyerek olan biteni çabucak özetledim. Motorlu kuryelerin çok tehlikeli olduğunu söyleyen annem, “Nerede görürsen uzak dur.” diye tembihledi. Babam da benzer şeyler söyledikten sonra salondaki müziğe dikkat çekti.

“Duyuyor musun hayatım, Korsakov’un Şehrazat’ı çalıyor.”

“Korsakov mu?” diyerek hiddetle baktım ona.

Bana sus işareti yapan babam, “Binbir Gece Masalları.” diyerek elini kolunu oynatmaya başladı. “Anlat anlat bitmez.”

İç çeken annem, sitemli bir sesle karşılık verdi.

“Bilmem mi hiç… Beş bin sekiz yüz kırk gecedir anlatıyorum, hâlâ bitmedi.”

İşte böyleydi bizimkiler… Onca işin arasında bile tatlı tatlı didişmeyi severlerdi. Kendilerince önemli olmayan sızlanmalarıma ise pek kulak asmazlardı. Başka zaman olsa sevgi dolu atışmaları hoşuma giderdi. Ama bu gece ikisi de sevimsiz görünüyordu gözüme.

Tam mutfaktan çıkarken, babamın sesini duydum.

“Haklısın Örge, senin fikrini sormalıydı annen.”

Geri dönüp “Haklıyım tabii.” dedim dik bir sesle.

“Ama madem uçak biletin alınmış, gitsen iyi olur.”

“Mızıkçı hayat!” diyerek derin bir of çektim. “Sözde bu hafta sonu bovling oynayacaktım.”

Börek tepsisini fırına süren annem doğrulup yüzüme baktı. “Biliyor musun Örge?” dedi yorgun bir sesle. “Ben hayatın mızıkçı olduğunu öğrendiğimde ufacık bir kızdım. Dilerim hayat sana bundan daha kötü mızıkçılık yapmaz. Mırın kırın edeceğine yol hazırlığına başlasan iyi olur. Unutma, sabahın köründe çıkacağız evden.”

Henüz üç yaşındayken öksüz kalan annem, bunu bana her hatırlattığında yelkenlerim suya inerdi. Bu akşam da farklı olmadı, “Tamam!” dedim kös kös.

Koridordaki dolabın kapağını açarken annemin sesini duydum.

“Hem Diyar’la da tanışırsın Ankara’da.”

Raftan aldığım valizi sırtıma vurup tekrar mutfağa girdim.

“Diyar mı, o da kim?”

“Geçenlerde bahsetmiştim ya… Melahat halanın alışverişini gören çocuk, seninle yaşıtmış galiba.”

“Aman ne önemli biriymiş, tanımasam da olur.”

“Ne zamandan beri insanları küçümsemeye başladın Örge?”

“Kimseyi küçümsediğim yok! Sadece bir kere göreceğim biri neden benim için önemli olsun ki? Üstelik hısım akraba da değil, dıdının dıdısı yani…”

“Bilmeden konuşuyorsun kızım, dudak büktüğün o çocuk ve annesiyle uzaktan akrabayız. Üstelik aynı evde iki gün geçireceksin onunla. Çünkü Diyar ve annesi artık orada yaşıyor. Biliyorsun, hala çok yaşlandı, sonunda böyle bir çözüm bulduk.”

“Gitarımı da alacağım yanıma!”

Onu dinlemediğimi anlayan annem, “Gitarın mı?” dedi bıkkın bir sesle.

“Evet, gitarımı da götürmek istiyorum. Orada sıkılırsam hocanın verdiği yeni parçayı çalışırım.”

“Uçakta bir sorun çıkmaz mı?”

“Bilmem, internetten bakıp öğrenirim. Hangi havayoluyla gidiyoruz?”

Odama dönüp valizimi yere bıraktım. Hemen cep telefonumu açıp İpek’e bir ileti gönderdim. Yarınki planımızın suya düştüğünü, hafta sonu Ankara’da olacağımı yazdım. Tahmin ettiğim gibi anında telefonum çaldı. Arkadaşımla konuşurken oda kapısı gürültüyle açıldı. Kardeşimin ardına kadar ittiği kapının süs çanları yere savrulunca sinirlendim.

“Sen çok oldun ama!”

Gözlerini pörtletip telefonu gösterdi.

“Bana da vermezsen babama söylerim!”

“Bak sen! Bacak kadar boyunla beni tehdit mi ediyorsun?”

“Evet!” diyen Özge dik dik bakıyordu bana. Her an bir şımarıklık yapabileceğini bildiğimden İpek’le konuşmayı kısa kestim. Telefonu şarja takarken cırtlak bir ses patladı odamın duvarlarında.

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
2 из 2