
Полная версия
VATAN IÇIN
Köle ile köle sahibi, toprak ağası ile köylü ve işveren ile işçi arasındaki bu mücadele, esasen tarihin de itici gücü olmuş, ezilen ve sömürülen insanlara, emperyalizmin kanlı pençesinde kıvranan uluslara kimsenin kimseyi sömürmediği başka dünyaların da var olabileceğini düşündürtmüştür.
Gerçekten de bana göre doğru olan, kimsenin kimseyi sömürmediği, ezmediği; dünyadaki bütün insanların kardeşçe bir arada yaşayıp insanlığı yücelttiği bir dünya kurmaktır.
Bu, bugün için bile hâlâ bir özlem olsa da, böyle bir özlemin gerçekleşmesi için mücadele etmek, mücadele edenlerin yanında yer almak, onurların en büyüğüdür.
Askerî Rüştiye’den sonra hangi okula gideceğimi soran sınav görevlisi bir subaya, “İstanbul’a, Kuleli’ye gideceğim!” demişim.
Dostça bir yaklaşım ve ses tonuyla, “Beni dinlersen, Manastır Askerî İdadisi’ne git, orası daha iyidir.” dedi.
Gerçekten de Manastır Askerî İdadisi’nde yaşamımın en mutlu günlerini geçirdim. Orada bulunduğum üç yıl içinde özellikle edebiyata merak sardım. Önemli klasik eserleri okudum. Okuduklarım, ufkumu hayli açtı. Güzel yazıp güzel konuşmaya heves ettim. Üstüne bir de Fransızca öğrendim, ilerletmek için kurslara gittim.
Bu Böyle Gitmez!
Size bir anımı anlatayım:
Askerî lisedeki yaşamımın dünya görüşümü derinden etkilediğini ve beni ülke sorunları karşısında daha duyarlı bir hâle getirdiğini az önce söylemiştim.
Yemekteyiz. Yemeğin bir yerinde, “Bu böyle gitmez, gitmemeli!” diye sesimi yükselttim.
Benim ülke sorunları karşısında ne kadar duyarlı olduğumun farkında olmayan arkadaşlarım hayret dolu gözlerle bana baktılar.
İçlerinden biri, işaret parmağını dudaklarına götürüp, “Sussss…” dedi. “Sen ne dediğinin farkında mısın?”
Hiç şüpheniz olmasın, farkındaydım.
Yalnız farkında değil, bütün o olumsuzlukların nasıl değişmesi gerektiğini düşünmeye, kendimce planlar yapmaya bile başlamıştım.
Tabii bu anımda acı olan, birlikte yemek yediğim o arkadaşlarımın korkaklığı ve ülke elden giderken gösterdikleri duyarsızlıklarıydı.
Oysa söz konusu olan, yurttur ve gerisi ayrıntıdan başka hiçbir şey değildir.
Size anlatacak çok anım var sevgili arkadaşlar. Bakın işte, buna benzer bir başka anım:
Hapis ve Sürgün
Harp Akademisi’ni bitirip kurmay yüzbaşı olarak İstanbul’da görev yaparken birkaç arkadaşla birlikte Gedikpaşa semtinde bir apartman dairesi tuttuk.
O sıralarda Osmanlı Devleti’nin üstünde kara bulutlar dolanıyordu. Bir çaresizlik, bir umutsuzluk, bir dağılmışlık ki, sormayın gitsin!
Aynı evi paylaştığımız arkadaşlarımla birlikte bu sorunların çözümü konusunda deyim yerindeyse kafa patlatıyorduk.
Avrupa’ya, özellikle Paris’e yerleşen Türk aydınlarının gönderdikleri gazeteleri, tarih ve sosyoloji kitaplarını, Namık Kemal’in, Ziya Gökalp’in yazılarını, Tevfik Fikret’in şiirlerini okuyorduk.
Eski dostlarımdan biri olan Fethi Bey, Beyazıt’ta gezinirken yine eski bir dostum olan İsmail Hakkı’ya rastlamış. Fethi Bey üç beş yıllık subaylık deneyiminden sonra ordudan ayrılmıştı. Boş boş geziniyor, hiçbir iş tutmuyormuş. Dahası, İsmail Hakkı’ya parasal yönden çok zor durumda olduğunu söylemiş. Açıkçası, yardım istemiş.
Pamuk yürekli arkadaşım İsmail Hakkı, onu kolundan tuttuğu gibi Gedikpaşa’daki evimize getirmiş, karnını doyurmuş, yatacak yer vermiş.
Tabii bu arada bizim Padişah Abdülhamit’i tahttan indirme planlarımızın olduğunu da ağzından kaçırıvermiş.
Uzatmayayım, meğer bizim Fethi Bey, Abdülhamit hesabına çalışan bir hafiyeymiş. Yani ispiyoncu…
Beyazıt’taki Merkez Kıraathanesi’nde bizi yakalattı. Zülüflü İsmail Hakkı Paşa’nın karşısına çıktık. Paşa, nerede ne yapmışsak birer birer önümüze serdi. Bana, “Bunları inkâr edebilir misin Mustafa Kemal?” diye sordu.
“Hepsi yalan!” dedim.
Paşanın külyutmaz tavrı, rahatsız ediciydi.
“Yüzbaşı Mustafa Kemal!” diye bağırdı. “Biz sizi yıllardır izliyoruz. Yaptıklarınızın hepsini biliyoruz. Para topladığınızı, gazete çıkardığınızı, toplanan paraları Avrupa’ya kaçanlara gönderdiğinizi, hepsini hepsini biliyoruz. “
“Şu dediklerinizle benim hiçbir ilgim yok.” dedim.
Kırbacını körüklü siyah çizmelerinde şaklattı. Odanın içinde birkaç tur attı, derin derin düşündü. Sonra, “Diğer on arkadaşınız suçunu itiraf ettiler. Padişah efendimiz, hiç şüpheniz olmasın, onlara merhametini ve şefkatini gösterecektir. Sen ise kendini ateşin ortasına atıyorsun yüzbaşı!”
Zülüflü Paşa’nın oynadığı oyunun farkındaydım. “Ben, yurduma, ulusuma ve ülkemin güvenliğine zarar verecek hiçbir davranışta bulunmadım. Bunu aklımdan bile geçirmedim.”
Ben ne dersem diyeyim, onlar akıllarına koymuşlardı. “Bir süre hapis yatsın, gözü korksun, bir daha böyle işlere bulaşmasın.”
İki aydan fazla süren soruşturmalar ve Yıldız Sarayı’nın özel bir bölümünde hapis yattıktan sonra saray kararını verdi.
“Yüzbaşı Mustafa Kemal ile arkadaşı Kurmay Yüzbaşı Müfit, Şam’a!”
Koskoca Osmanlı Devleti’ni yıkan bu kafa yapısı değil de nedir arkadaşlar? Kim ki onların haksız uygulamalarına karşı çıkıyor, hemen uzak bir yerlere sürülüyordu.
Sorun bizim uzak illere sürülmemizle bitecek olsaydı, bunu biz de kendimize dert etmezdik. Fakat kazın ayağı öyle değildi.
O uzak Şam ilinde, Hamidiye Çarşısı’nda esnaflık yapan Mustafa adında biriyle tanıştım. Mustafa, tıbbiyenin son sınıfına kadar okumuş, siyasetle uğraştığı için bir süre hapiste kaldıktan sonra buraya, yani Şam’a sürülmüştü.
Şam’a geldikten bir süre sonra ekmeğini kazanmak için bir dükkân açmış, çalışıyordu.
Yattığı hapis, uğradığı sürgün onu daha bir bilemişti. “Bu düzen böyle gidemez!” diyordu. “Bu ülkede köklü değişiklikler yapılmadıkça hiçbir şey yoluna girmez. Akla, mantığa ve bilimsel gerçeklere uygun bir düzen kurulmalıdır. Esasen bu düzen, tarihsel olarak zamanını doldurmuştur. Halka verebileceği, açlıktan, yoksulluktan ve sömürüden başka bir şey yoktur.”
Sevgili arkadaşlar, Şam’da bir gece ulusal bağımsızlık ve kurtuluş için bayrağı açacak, Türk Devrimi’ne temel olacak olan kurum kurulmuştu: Vatan ve Hürriyet.
Gizli derneğimizin adını böyle koymuştuk, çünkü hepimizin tasası, yurdumuzun özgürlüğüydü. Özgür, bağımsız ve çağın gereklerine ayak uydurmuş, halkının sorunlarını çözme yolunda dev adımlar atan bir devlet düzeni istiyorduk.
Bu yolda bazı arkadaşlarımızı yolun bir yerinde yitirdik, ayrılan oldu, kimisi yoruldu, kimisinin soluğu yetmedi.
Geçmiş zaman tarihlerine bakın; başka ulusların, toplulukların geçmiş yüzyıllarını, hatta bin yıllarını araştırın. Oralarda da göreceksiniz ki, büyük toplumsal devrimlere önderlik edenler olduğu gibi, devrim yolunun bir yerinde yorulanlar da oluyor.
Bizim anlayışımıza göre yüzyıllardır padişahların merkezi otoritesiyle Afrika çöllerinden Avrupa içlerine, Hindistan’dan Kırım’a, oradan Yemen’e, Hicaz’a gönderilen zavallı köylümüzün istediği, aldığı yerlerdeki toplulukların bekçiliğini yapmak değildi. Türk ulusu yol, su, okul, kısacası aydınlanma istiyordu.
Kısacası, insanca yaşamak istiyordu!
4. Bölüm
İnsan anılarının toplamıdır. Ne kadar uzaklara gidersek gidelim, çıktığımız yere bağlı kalırız. Nitekim Osmanlı Devleti’nin duraklama, gerileme ve nihayet çöküş süreci dikkatle incelendiğinde, bütün bu sürecin tohumlarının ta kuruluş döneminde atıldığını görebilirsiniz.
Her şey karşıtıyla vardır. İyiyi iyi yapan, kötünün; güzeli güzel yapan çirkinin ve nihayet doğruyu doğru yapan, yanlışın varlığıdır.
Tarih, bu ikisinin çatışmasıyla ilerler.
Sözü anılarıma getirmek istiyorum; biraz dolanarak anlatmamın nedeni, anılarımın yalnızca okunup geçilmesini istemediğim içindir.
Benim siz sevgili arkadaşlarımdan istediğim, anlattığım anılarımın temelindeki temel düşünceyi kavramanızdır.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.