Полная версия
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BEYAZ ELDIVEN SARI ZARF
“Neden?” diye sordum.
Müşterilerimin, müşteri adaylarımın, müşterimin işi yüzünden yoluma çıkan insanların bazı sorularıma doğru cevap vermelerini beklemem. Cevap vermeleri yeterlidir. Doğru bir cevaptan bir şeyler çıkarırsınız. Bütünüyle palavra bir cevap da işe yarar. Sonradan öğrendiğiniz kimi gerçeklerle çarpıştırdığınızda hatırlayacağınız bir cevap yani. En azından başka sorulara yol açar. O yüzden karşımda oturan kravatlı adamın konuşmadan önce gözlerini masanın üzerinde ne varsa onların üzerinde gezdirmesini yadırgamadım. Elleri, içinde ne olduğunu asla bilemeyeceğim türden bir sıvı olan rakı kadehi, sigara paketim, boş kül tablası, önceki buluşmalardan kalmış lekeler… Yüzünde çoktandır alıştığı ama aklına her geldiğinde onu daha da yıpratan gerçeğin izini görür gibi oldum. Galiba doğruluk oranı yüksek şeyler duyacaktım. Şimdilik.
“Zaten çok yaşamayacağım,” dedi.
Buna nasıl cevap verilir bilemedim. Bekledim yalnızca.
“Kimse bilmiyor,” dedi. “Doktorum, iki oğlum ve şimdi sizin dışınızda. Beynimde bir tümör var. Kelek türden. Kelek yerde. Çok kelek türden, çok kelek yerde. Şu masadan kalkamadan bile ölebilirmişim, bırak ameliyat masasını. Öyle diyor.”
“Neden savaşmıyorsunuz?” dedim. “Tıp ilerledi. Anladığım kadarıyla paradan yana da sıkıntınız yok.”
“Hayatım boyunca sonunda avantajlı çıkamayacağım hiçbir işe girmedim,” dedi adam benden çok kendisine konuşuyormuş gibi. “Şimdi sonucu belli bir kavgada sürekli dayak yemek istemiyorum. Yenilgiden hiç hoşlanmam. Bir başka derdim de karım.”
Tanımadığım birisinin bu durumda ne hissedeceği konusunda yorum yapmak gereksizdi. Bekledim devam etsin diye.
“Hastalığımı açıkladığımda kıyamet kopacak evde. Elbette en iyi tedaviyi görmem için harekete geçecek karım. O doktor, bu hastane. Her sabah nasılım diye gözümün içine bakmalar. Üzüntüsünü bana çaktırmamak için tiyatrolar. Yalanlar, umut pompalamalar. İstemiyorum.”
“Allah’tan umut kesilmez,” dedim. Diyebildim sonunda.
“Kesilir!” dedi sanki bu lafı ettim diye bana değil, lafın kendisine kızmış gibi bir ses tonuyla. Alçak sesle bağırdı resmen. Defalarca içinden söylemiş, ilk kez seslendirmek zorunda kalınca daha da sinirlenmiş gibi. Sigara içemediğime ilk kez canım sıkıldı.
“Pardon,” dedim.
Ne dediğimin üzerinde zerre kadar durmadan devam etti.
“İstemiyorum,” dedi. “Bana acınmasını istemiyorum. Tanıdıklarımın durumuma kahrolmasını istemiyorum. Kendi kendime kahrolmayı istemiyorum.”
Burada teknik bir soru sormam gerekiyordu.
“Ama sizi kaybettikten sonra da üzülecekler,” dedim.
Hafifçe, ama çok hafifçe gülümsedi.
“Geçer,” dedi. “Ölenle ölünmediğini iyi bilirim. Tamam, üzülürler falan, biraz yas. Sonunda geçer. Hayatlarına devam ederler. Herkes öyle yapar. Ben de yaptım. Onlar da öyle yapacaklar. Ne kadar süreceği belli olmayan bir eziyet sürecinin içinde yaşamaktan iyidir.”
Bir teknik soru daha vardı aklımda.
“Madem tedaviyi düşünmüyorsunuz, neden her şeyi oluruna bırakmıyorsunuz?” dedim.
Akıllıca bir soru sormuşum gibi başını salladı.
“Basit,” dedi. “Beklersem, eninde sonunda bir belirti verecek hastalığım. Saklayamayacağım bir belirti. Bir yerde bir şey olacak. Düşeceğim. Bayılacağım. Her neyse. Saklamam mümkün olmayan o belirti nefretlik bir tedavi çukuruna mecburen düşürecek beni. O zaman geri dönüşü yok. Önceden halletmem lazım.”
Kovaladığımız garson yeniden tepemde belirse isteyeceğim sade kahve yerine papatya çayı getirse gözüm kapalı içebilecek durumda hissettim kendimi. Ya da ekinezya çayı.
Bir teknik soru daha kurtardı beni.
“Diyelim dediğinizi yaptık. Birileri öldürdü sizi. Öldürüp kaçtı. Mutlaka yaparlar. Otopside beyninizdeki her neyse ortaya çıkmayacak mı?”
“Çıksın,” dedi. “Ne önemi var?”
Doğruydu bu galiba. Adam devam etti.
“O gürültünün arasında çok önemli olmayacak bir bilgi bu. Kocam hastaymış. Zaten ölecekmiş. Belki rahatlatıcı bir düşünce bile olabilir bu. Yas süresini uzatmaz. Hayatına devam eder.”
Savunma konuşmasını bitirmiş bir avukat gibi sustu. Yüzüme, konuşma sırası sende, dercesine baktı. Konuşma sırası bendeydi ama ne diyeceğimi tam olarak bilemiyordum. Aslında biliyordum. Soracağım öteki soru işi kabul ettiğim anlamına gelecekti, bunu yapmayı istediğimden çok emin değildim ama.
Adam fazla düşünme payı bırakmamaya kararlıydı.
“Ne diyorsunuz?” dedi.
Arkama yaslandım. Bir sigara şimdi iyi giderdi. Gözümün ucuyla bile bakmadım pakete.
“Ne diyorsunuz?” dedi adam bir kez daha.
Evet, bir tür eşikteydim. Eşikler tahrik edicidir. Öteki tarafta ne olduğunu görmek istersiniz.
“Söylemediğiniz çok ama çok önemli bir şey olduğunu düşünüyorum,” dedim. “Deyim yerindeyse zurnanın zırt dediği yer.”
Hiç duraksamadı.
“Üfleyin o zaman,” dedi.
Öne doğru eğildim bu kez. Eşikse eşik, dedim içimden.
“Tetiği kim çekecek?” diye sordum. “Esas tetiği. Sizi bu hayattan ayıracak kurşunların barutunu patlatacak tetiği. Bulmamı benden istemeyecekmişsiniz gibi bir his var içimde.”
Adamın tombul yanaklarını kocaman bir gülümseme iki yana doğru genişletti. Görüşmenin gidişatından hoşnut bir gülümsemeydi bu. Kimi işverenlerin işe alma mülakatında yemekten bir çatal almadan tuz dökmeyen bir yönetici adayına karşı duydukları türden bir hoşnutluk. Cevabı hazırdı. Allah kahretsin hazırdı.
Yemeğe çağırır gibi olağan bir ses tonuyla cevap verdi.
“Tetikçiler hazır,” dedi.
Devam etsin diye bekledim. Yapacak başka bir şeyim yoktu.
“Tetiği oğullarım çekecek,” dedi. “Aynı anda. İkisi birden.”
Elimi sigara paketine götürdüm. Çektim sonra. Adam yüzüme bakıyordu.
“Epeyce tuhaf oldu bu,” dedim.
“Yoo,” dedi adam. “Sizin uzmanlığınıza bunun için ihtiyacım oldu zaten.”
“Oğullarınız sizi öldürecek ve bunun açığa çıkmamasını sağlamamı istiyorsunuz. Bu beni bir cinayete tam ortak yapar. Farkında mısınız?”
Adam hafifçe güldü.
“İşinizi iyi yaparsanız hiçbir tehlikesi yok. Ben ölmüş olacağım. Oğlanlar zaten susmak zorunda. Siz de vicdan meselesi yapıp anlatmazsanız kimsenin haberi olmaz. Sizi kendi uzmanlığınız kurtaracak.”
“Razılar mı buna?” dedim.
“Razı ettim,” dedi.
“Nasıl?” dedim.
“Bizim işimizde duygusallığa yer yok,” dedi adam. “Aynen size izah ettiğim gibi izah ettim. Hem böyle bir şey aralarındaki kardeşlik bağını daha da güçlendirir. Benden sonra işi tek yürek gibi yürütürler.”
“Neden kendi kendinizi öldürüp basitçe halletmiyorsunuz şu işi?” dedim kırk yıllık bir arkadaşıma sorar gibi.
Allah kahretsin, onun da cevabı hazırdı.
“Yaptığım işin niteliği intihar etmeme izin vermiyor,” dedi. “Çocuklarım işi devam ettirecekler. İntiharım iş yaptığım çevrelerde onları zor durumda bırakacak bir zayıflık duygusu saçar ortaya. Kendimi öldüremem. Öldürülmeliyim ben.”
Karşılık vermedim. Başımı sanki bir şey düşünüyormuş gibi salladım. Düşünmüyordum oysa. Sindiriyordum.
“Ne diyorsunuz?” dedi üstüne düşen her şeyi yapmış birinin kendine güvenen tavrıyla.
Elimi sigara paketine götürdüm. Sigarayı bırakmak ölümcül kalp ve akciğer hastalıkları riskini azaltır yazan yüzünü ters çevirdim. Şimdi yukarı bakan yüzünde Sigara içmek öldürür yazıyordu. Biraz daha düşünmem lazımdı galiba. Hızlı düşünmem.
Adam ayağa kalktı. Anlamış gibiydi.
“Hemen geliyorum,” dedi.
Arkasından baktım. Sondaki “t” harfi düşmüş tuvalet tabelasının altındaki kapıya doğru ilerledi. Hemen düşüp ölecekmiş gibi yürümüyordu. Sigara içilmesini yasaklayan panonun altında oturan adamlardan biri, mekâna her nasılsa düşmüş bu cebi dolu yabancıya, şu herife on dört yaşında bir kız mı yoksa oğlan mı teklif etsem daha uygun olur acaba, diye düşünür gibi göz attı.
Ben kendime döndüm.
Kırık dökük kariyeri boyunca insanların hayatını değiştirmemeyi temel marifetleri arasında görmeye çalışan birisi olarak bu işi kabul etmek mümkün görünmüyordu benim için. Olası tehlikelerini saymıyordum bile. Başarma ihtimalinin küçüklüğünü hele hiç. Evet, paraya ihtiyacım her zaman vardı ama zengin bir adam olmayı düşlememiştim hayatım boyunca. Yapmayı bildiğim bir işi yapıyordum. Yasaların dışına bazen az çıkıyordum bazen çıkmıyordum. Bazen iyi yapıyordum işimi bazen kötü. Başarsam da başaramasam da kendi kendime esnek çizgilerle çizdiğim sınırlar vardı. Bu teklif zorlasam bile o sınırların içine sığabilecek bir iş gibi gözükmedi gözüme. Gündüz neyse de gece uyurken kâbus görmeyi sevmezdim.
Sinema vakti çoktan geçmişti ama eve gidip Nat Geo Wild’da hayvanların birbirini yemesini seyredebilirdim.
Adam hoparlörden gelen dayanılmaz müziğe parmaklarımla tempo tutmaya daha henüz başlamışken geri döndü. Rahatlamış bir hali vardı. Ellerini kuruladığı beyaz mendili özenle katlayıp ceketinin cebine yerleştirdi. Yerine oturdu. Gözlerini gözlerime dikti.
Sigara paketi iki elinde de orak taşıyan bir Azrail gibi duruyordu masada.
Sormasını beklememeye karar verdim.
“Yanılmışım,” dedim.
“Hangi konuda?” diye sordu
“Önemli olan oturmaktır demiştim. Yanılmışım. Galiba kalkmak zorundayım.”
“İşi kabul etmiyorsunuz yani?” dedi.
Başımı salladım.
“Benim için bile fazla sert,” diye karşılık verdim.
İntiharına cinayet süsü verdirmek isteyen adam dudaklarını büzdü. Yakın zamanda bir erkek kuaförü makası değdiği belli olan kaşlarını çattı. Formika kaplamanın üzerindeki lekelerde kahve falındakilere benzeyen işaretler arıyormuş gibi masada gözlerini gezdirdi.
“Bu kötü oldu,” dedi. “Çok kötü.”
Ses tonunda küçük toplantımıza verdiğimiz aranın öncesinde taşımadığı bir gerginlik vardı şimdi. Gerginlikten çok bastırdığı bir kötülüğün açığa çıkması gibi. Biraz korkutucu. İtiraf ediyorum.
“Avansınızı iade edeceğim elbette,” dedim.
“Avans umurumda değil,” dedi. “Ben başka şeye üzülüyorum.”
Söylesin diye bekledim.
“Bu dünyadan,” diye devam etti. “Akıllı bir özel dedektif eksilecek diye üzülüyorum.”
Gelişme
Müzik bir an silindi kulaklarımdan. Hiç ama hiçbir şey duymaz oldum. Sonra geri geldi olanca sinir bozuculuğuyla. Belki biraz da yükselmişti. Yutkundum galiba.
“Bu ben oluyorum anladığım kadarıyla,” dedim. Sesim iyiydi.
“Evet,” dedi.
Başını olumlu anlamda salladı bunu söylerken. Net, doğal ve rahat bir tavrı vardı. Tümörü teşhis eden bir doktorun mesleki objektifliğini andırmıyor değildi. Üzgün görünmüyordu hiç.
“Nasıl gerçekleşecek bu?” dedim genzimi hafifçe temizledikten sonra.
Dimdik gözlerimin içine baktı. Ameliyatı nasıl yapacağını hastanın diliyle anlatmaya çalışan bir cerrah gibi konuştu.
“Arkamdaki iki adamı görüyorsunuz,” dedi. “Ben belli bir işareti yapmadan buradan çıkarsanız, onlar da çıkacak arkanızdan. Sokakta kaç metre yürürsünüz bilemiyorum. İşlerini iyi yaparlar.”
Elimi sigara paketime attım. Kapakçığını açtım. İki kanatlı melek umurumda değildi. Adama baktım.
“İçmeden iyi düşünemiyorum,” dedim.
“İyi düşünün,” dedi adam. “Ben buradayım.”
Paketimden bir sigara çekip yaktım. İlk nefeste kulaklarımdaki uğultu hafifledi. İkincide hafif bir baş dönmesi yaşadım. Hoşuma gitti bu. Kalktım, elimde sigara, montlu adamların oturduğu tabelanın altındaki masadaki küllüğü aldım. Adamların yüzüne bakmadan. Kılları kıpırdamadı. Yerime döndüm. Sigaramın külünü silktim. Bir nefes daha çektim.
“Şimdi nedeni lütfedin,” dedim. Sesim berrak çıkmıştı.
“Başka çarem yok sizi ikna etmek için,” dedi adam deminkinden daha yavaşça konuşarak. “Parayı artırmanın fayda etmeyeceğinin farkındayım. Oysa benim için önemli bu. Hayatta daha az önemli şeyler uğruna daha çirkin işler yaptığım olmuştur.”
“Ve bu seferkinden de sıyırırsınız?” dedim. “Yine de reddedecek olursam…”
“Sıyırdığım daha çirkin işler var ama konumuz bu değil,” dedi. “Şu an için gerekli tedbirleri almış olduğumu bilmeniz yeter. Yalnızca o iki adamdan bahsetmiyorum.”
Sigaramdan bir nefes daha çektim. İyi geldi bu son nefes. Dumanı içimde tuttum salmadan önce.
Daha önceden de bu türlü belden aşağı saldırılara uğradığım olmuştu. Hiçbiri bu kadar keskin değildi. Adama inanıyordum. Söylediğini yapacağına inanıp inanmamam değildi önemli olan. İstediğinin kendisi için bunu söyleyecek kadar önemli olduğuna inanıyordum. Beni öldürmekle değil başka bir şeyle de tehdit edebilirdi. Öldürmekten daha beter belki. Öldükten sonra acı duymazdınız. Bunu yapmadığına göre iş ciddiydi. Hayattaki hiçbir ilkenin daha ölmeden ölmekten daha önemli olmadığına karar verdim. Uyurken kâbus görüp görmeyeceğime sonra bakardım.
Sigaramdan bir nefes daha çekip kül tablasında söndürdüm. Dumanların arkasındaki adama konuştum.
“İkna oldum,” dedim.
Önce kaşları yeniden çatıldı. Bu kadar hızlı karar verişime şaşmış gibiydi. Sonra yüzü masaya ilk oturduğumdaki haline döndü. Her şeyin kontrolü altında olduğuna inanan insanların umursamaz görüntüsüne.
“İyi misiniz?” dedi sonra.
“İyiyim,” dedim.
“Bana kızgın değilsiniz umarım.”
“Daha tam emin değilim.”
Sandalyesinde biraz geriye yaslandı.
“İşinizi iyi yapmanızı engellemez umarım bu karışık duygularınız,” dedi.
“Benim duygularımı tahlil etmeyi bırakın da başlayalım,” dedim.
“Olur,” diye karşılık verdi. “Nerden başlamak istersiniz?”
Derin bir nefes aldım konuşmadan önce. Havadaki dumanın bir kısmı yeniden girdi ciğerlerime. Olsun, dedim kendi kendime. Zor bir işe girişmeden derin bir nefes almak iyiydi.
“Önce size bir katil adayı bulmamız gerek,” dedim. “Polisler ilk olarak geride kalanlara birinden şüphelenip şüphelenmediklerini sorarlar. Düşman falan.”
“Bende düşmandan bol şey yok,” dedi. “Orası kolay.”
“Anlatın.”
“Ben tefeciyim.”
“Bu iyi,” dedim.
“İyi mi?”
Biraz Remzi Ünal’lık yapmanın zamanı gelmişti.
“İşinizi yargılamıyorum,” dedim. “Polisler ya zaten biliyorlardır ya da kolayca öğrenirler. Canını yaktığınız insanlardan biri olduğunu düşünecekler. Belki dosyayı kapamalarını bile hızlandırır. Kötü değil bu. İşe yarar. Ama anlamadığım bir şey var.”
“Ne?”
“Çocuklarınız işinizi nasıl sürdürecekler sizden sonra?”
Masaya dirseklerini dayayıp bana doğru eğildi.
“Tefecilik paravan bir işin ardından yapılır bildiğiniz gibi,” dedi gözlerinin içi parıldayarak. “Emlakçıyım ben. Oğullarım ek iş olarak ne yaptığımı bilmediklerini söyleyeceklerdir polise falan. Kimse bir şey kanıtlayamaz. Etraftan üfürseler bile. Bir iki ay işleri yavaştan alırlar belki. Sonra devam.”
Bunu söylediğime inanamıyordum ama söyledim. Bir başkası konuşuyor gibi dinledim kendi sesimi.
“İşi,” dedim. “Sizin işyerinizde bitirsek daha iyi olur gibime geliyor. Güvenlik tedbiriniz ne normal olarak?”
“Bu işlerde daha tecrübeli, ne bileyim insanı gözünden tanıyan birisi kapıda çakmak doldurur. Geleni gideni gözler. Kelek sezerse sinyal verir…”
Sözünü kestim.
“Sinyal ne?”
“Kapıya yaklaşan adamı gözü tutmazsa ayağa kalkar. Sırnaşır. ‘Abicim bir sigara versene,’ falan der. İçeriden görür bizimkiler. Biraz da zaman kazandırır,” dedi intihar edip cinayete kurban gittiğinin zannedilmesini isteyen tefeci.
“Siz neredesiniz bu arada?”
“İçeride iç içe iki oda var. Ben iç odada otururum. İki adam dışarıda. Bana gönderip göndermeyeceklerine karar verirler.”
“Sizin odanın penceresi var mı dışarı bakan?”
“İki tane,” dedi. “Demirler var. Camları da kurşun geçirmez. Açmam hiç. Yazın klima…”
“Gelenin üstünü ararlar mı dış odadakiler?”
“Adam gergin falansa. Ya da gözleri tutmazsa,” dedi. “Yine lüzum görürlerse müşteriyle biri girer içeri.”
“Sizin odada para olur mu?” dedim.
“Bir kasa var ama içinde pek bir miktar bulunmaz. Ben sadece konuşurum adamla. Operasyonu dışarıda yapar bizimkiler.”
“Hiç sertleşmeyi deneyen oldu mu durum böyleyken?”
“Oldu,” dedi adam. “Birkaç kere. Büyümeden hallettik. Ofiste de dışarıda da. Kediyi bile köşeye sıkıştırırsanız tırmalar.”
“Ekip halinde gelirlerse?”
“Bu müşteri seçmekle ilgili,” dedi adam. “Öyle bir ıslıkla ordu toplayabilecek insanlarla çalışmam. Benimkiler daha mazlum tiplerdir. Başımıza hiç gelmedi.”
“Adamlarınız düzenli mi değiştirirler nöbeti?”
“Onu tam sağlayamadım,” dedi. “Disiplini yani. İşler bir süre arızasız yürüyünce gevşiyorlar. Haber vermeden yok oluyorlar bazen. Ya da kendi aralarında ayarlıyorlar. Gidip geliyorlar. O kadarına ses etmiyorum.”
“Oğullarınız?” dedim.
“Onlar hep dışarıdadır,” dedi. “Devamlı telefonlaşırız.”
“Müşteri peşinde?”
“Hayır. Müşteriler bana gelir. Pazarlığı ben keserim. Onlar mırın kırın edenlerle ilgilenirler daha çok. Bir de müşteri adayları hakkında istihbarat.”
“Adamlarınızın sabıkaları var mı?”
“Hayır. Kayıtları var ama ufak tefek. Bizim çocukların da. Sonradan şikâyetlerini geri alır insanlar hep. Mahkemeye düşmedik hiç.”
“Oğullarınız evliler mi?” dedim.
“Hayır.”
Sandalyemde geriye yaslandım. Aklıma bir soru gelsin diye sigara paketime baktım. Yardım etti.
“Sizin ofisi gören Mobese var mı?”
“Doğrudan bize bakan yok. Bizden çıkan biri sola giderse elli metre sonra kavşaktakine takılabilir. Sağa giderse mesele yok.”
“Çevrede kameralı işyerleri?”
“Banka falan gibi dişimizin geçmeyeceği birileri yok. Ötekilerden bir iki takan oldu, rica ettik, bizi görmüyorlar artık.”
Sanki kendi kendiyle dalga geçiyor gibi gülümsedi. Yardım ettiği için ödüllendirdim sigara paketimi. İçinden bir çubuk eksildi. Daha az içmeliyim bu mereti, diye geçirdim içimden. Dumanım bu kez yukarıya deminkinden çok daha hızlı yükseldi.
“Sizde de yok?” dedim. “Kamera. İçeride yani.”
“Yok,” dedi.
“Pekâlâ,” dedim.
“Pekâlâ ne?” dedi.
“Aklıma soracak başka şey gelmiyor,” dedim. “İşi sizin ofiste bitirmek makul geliyor şimdilik. İnce ayar ne yapacağımızı biraz düşünmem lazım.”
“Ne kadar?” dedi.
“Ne ne kadar?”
“Ne kadar zaman istiyorsun?”
Aynı soruları başkalarına da sorduğunda ve aldığı cevaptan hoşlanmadığında neler yapabileceğini hissettiren bir tavırla konuşmuştu. Üzerime alınmamaya çalıştım.
“Bir hafta,” dedim.
“Yirmi dört saat,” dedi.
“Çok kısa.”
“Hayat da öyle,” diye karşılık verdi. “O kadar bile vaktim olmayabilir. Bu beyin tümörlerinin ne zaman ne yapacakları belli olmuyor.”
“Kırk sekiz saat” dedim.
“Tamam,” dedi. Hafifçe geri çekilip sırtını sandalyenin arkalığına yasladı. Yüzünde fiziksel acı çekenlerin yüzündeki gibi bir kasılma oldu. İyi olup olmadığını sormak aklımdan geçmedi.
Elimi sigara paketime attım. Daha cebime yerleştirmeden konuştu.
“Kırk sekiz saat sonra ne olacak?” dedi.
“İstediğinizi nasıl yapacağımıza dair bir yol bulmuş olacağım.”
Başını salladı sözlü sınav yapan bir öğretmen gibi. Gerisini bekledi.
“Gelip anlatacağım,” dedim. “Oğullarınız da yanınızda olmalı. Dinleyecekler. Hep beraber ikna olursanız el sıkışıp ayrılacağız. Çekip gideceğim. Gerisini gazetede okurum. Unuturum sonra.”
“İlginç olacak,” dedi yüzünde hâlâ o rahatsız ifadeyle.
Ne demek istediğini açıklasın diye bekledim.
“Bizim çocuklarla sonumun kurşunlanmak olduğunu konuşurduk ara sıra rakılarken. Nasıl olacağını hayattayken öğrenmek ilginç değil mi?”
Buna cevap vermedim. Ayağa kalktım.
“Aynı saatte,” dedim.
“Aynı saatte,” dedi.
Arkasında sigara içen adamlarına nasıl bir işaret verdiğine bakma gereği duymadan döndüm. Kapıya doğru yürüdüm. İnsanı insan olduğuna pişman ettiren müzik beni temiz havaya çıkana kadar izledi.
Sonuç
Aynı kapıdan, aynı saatte ama farklı duygularla girdim. Tefeci aynı masada oturuyordu. İki yanında iki genç adam vardı. Sigara İçilmez panosunun altındaki iki adam yerlerinde yoktu. Dışarılarda bir yerlerde olmalıydılar. Aynı montlarla. Muhtemelen aynı marka sigaralarıyla. Üçünün oturduğu masanın çevresindeki tüm masalar boştu.
Müşterime doğru ne yaptığını bilen birinin adımlarıyla ilerlerken fark ettim mekânın sessizliğini. Müzik yoktu. İçimden şükrettim. Arkamdaki kapı kapandığında sokağın sesleri de sansürlenmişti. Hiçbiri konuşmuyordu. Girdiğimde kafalarını bana doğru çevirmişler, sessizce oturuyorlardı.
Son iki adımımda adamın iki yanında oturan oğullarına baktım. İkiz değillerdi ama şaşılacak kadar benziyorlardı adama. Yanakları henüz dolmamıştı, o kadar. Babalarından daha sert bir tavır takınmaya çalışıyor gibi görünüyorlardı. Bana göre soldaki daha büyüktü galiba. Sandalyesinde hafifçe geriye kaykılmıştı. Sağ eli kumaş pantolonunun cebindeydi. Sağdaki iki elini masanın üstünde önünde birleştirmişti. Saçları ötekinden farklı olarak iki yandan yukarıya sivrilecek biçimde jölelenmişti.
Tefecinin üzerinde aynı kıyafetin bir ton açık renklisi vardı. Kravat, yaka mendili yerindeydi. Masanın önüne geldiğimde hafifçe gülümsedi.
“Tam saatinde,” dedi.
Bir şey söylemeden boş sandalyeye oturdum. Masada temiz bir küllük vardı.
“Benimkiler…” dedi adam eliyle önce büyük sonra küçük kardeşi göstererek. Yüzlerindeki ifadede bir değişiklik olmadı çocuklarının.
Adımı söylemeden ikisine de başımla selam verdim. Sonra bakışlarımı tefeciye çevirdim.
“Çözdünüz mü benim işi?” dedi adam.
Sorusuna soruyla cevap verdim.
“Hâlâ aynı düşüncede misiniz?”
Başını salladı olumlu anlamda.
Bir soru daha sormam gerekiyordu.
“Delikanlılar da aynı fikirde mi?”
“Babam ne derse o,” dedi soldaki. Sağdaki başını salladı.
“Müzik için teşekkürler,” dedim.
“O kadar halden anlarız,” dedi tefeci hafifçe gülümseyerek. “Siz şimdi ne yapacağımızı anlatın.”
Sesimi çıkarmadan durdum.
“Evet?” dedi tefeci.
Konuşmadım. Sigara paketimi çıkarıp masaya koydum. Üzerinde yazanlara bakmadım. Nasıl olsa hepimiz ölecektik. Bazılarımız daha önce, bazılarımız daha sonra. Ağzımı açmadım ama.
“Ne bekliyoruz?” dedi solumdaki.
Ona cevap vermedim. Gözlerimi tefecinin gözlerine diktim bekledim. Adam deminkinden daha genişçe gülümsedi.
“Malı görelim önce,” dedi. “Beğenirsem hazır.”
Eliyle ceketinin içcebinin olduğu noktaya dokundu dışarıdan.
Pekâlâ, dedim içimden. Umarım beğenirsiniz. Oturduğum sandalyeyi bir kıl yaklaştırdım masaya. Ciddiyetle konuştum. Sesimin fazla çıkmasına izin vermedim ama.
“Bakalım doğru anlamış mıyım isteğinizi,” diye başladım konuşmaya. “İki oğlunuzun sizi aynı anda öldürmesini ve bu eylemin bilinmedik kimseler tarafından yapılmış olduğunun sanılmasını istiyorsunuz. Suçu kimsenin üzerine atmak gibi bir isteğiniz yok.”
“Noter gibi vallaha,” dedi soldaki oğlan.
Tefeci büyük oğluna sert bir bakış attı. Oğlan gözlerini masanın formika yüzeyine indirdi.
“Devam edin,” dedi bana.
“Yapılabilir,” dedim. “Tam bir işbirliği içinde olmanız halinde.”
“Tam bir işbirliği,” dedi tefeci gözlerini yüzümden santim ayırmadan.
“Yapacağımız şeyden üçünüz dışında kimsenin haberi olmayacak,” dedim. “Adamlarınız, arkadaşlarınız, yakınlarınız, hiç kimse. Sadece dördümüz…”
“Tamam,” dedi tefeci. “Çocuk değiliz.”
“Sohbeti kastetmiyorum,” dedim. “Hazırlıkları da kendiniz yapacaksınız. Kimseye iş buyurmak yok.”
Tefeci başını salladı.
“İşi sizin mekânda, gece yarısı yapacağız,” dedim. “Sonrasında düşünülmesini istediğimiz şeyler için en uygun yer orası.”
“Nerden biliyorsun?” dedi solumdaki tefeci çocuğu. “Görmedin ki yerimizi.”
Ona cevap vermedim. Kardeşi sessizliğimde araya girdi.
“Sen nerden biliyorsun abi görmediğini?” dedi. “Adam belki kılık değiştirdi, geldi bizim oraya.”
“Sherlock Holmes gibi yani,” dedi ağabeyi meslektaşımın soyadını Türkçe okunduğu gibi iki heceli seslendirerek.
İkisine de cevap vermedim. Tefeci devam et dedi elini sallayarak ve konuşmadan.
Devam ettim.
“Adamlarınızdan hiç kimseye hiçbir şey söylemek yok anlaştığımız gibi,” dedim. “Cuma ya da cumartesi günü. Dükkânı kapadıktan sonra her günkü gibi dağılacaksınız. Siz ikiniz sinemaya. Siz de son yemeğinizi yemeye.”
Tefeci yutkundu. Sonra bir kez daha.
Kafamı bir sağa bir sola çevirerek devam ettim.
“Gişe işi bir film seçin. Suare. Salon kalabalık olsun. Biriniz bileti nakit ödeyerek alsın. Sonuna kadar seyredin. Arada diğeriniz gece yarısı seansına iki bilet daha alsın. Kredi kartıyla. Ben orada olacağım. Bir arkadaşımla. Biletleri sizden alıp yerinize gireceğiz içeri.”
Küçük tefeci çocuğunun yüzünde bir gülümseme belirdi. Büyüğü anlattıklarımda bir tutarsızlık arar gibi kaşlarını çatmış dinliyordu. Biletlerdeki parmak izim için ne tedbir alacağımı söylemek içimden gelmedi.
“Biletlerin kesilmiş koçanlarını işten önce ulaştıracağım ben size. Belki arkadaşım getirir. Kaybetmeyin.”