bannerbanner
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA

Полная версия

CELIL OKER-ÖZEL BASKI-BIR SAPKA BIR TABANCA

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
5 из 5

Nurullah Sert’in tabancası yanımda olsaydı ne yapardım, diye sordum kendi kendime sonra.

Taksi durağından çıkan adamlar yaklaştılar. Yüzlerinde her gün böyle şeylerle karşılaşıyorlarmış gibi bir sükûnet vardı.

“Geçmiş olsun arkadaş,” dedi en öndeki bıyıklı. “Bir şey yok değil mi?”

“Yok galiba,” dedim montumun eteklerini çekiştirirken. Şapkamı biraz önüme eğdim.

“Dört tane sıktı şerefsizler!” dedi arkadaki kısa boylu.

“Verilmiş sadakan varmış,” dedi bıyıklı. Yere doğru bakıyordu bir şeyler arıyor gibi.

Önünde olduğumuz apartmanın sokağa bakan pencerelerinden birkaçı aydınlanmıştı. Gecelikli kadınlar, atletli adamlar sarkıyordu dışarı. Lüküstrümlerin arasından bir aralık bulup, kaldırım tarafına geçtim.

“Ne oldu yahu, vurulan var mı?” diye bağırdı pencereden biri.

“Yok, yok!” diye bağırdı apartmana doğru bıyıklı. “Havaya sıktılar arabadan.”

Bana bir göz kırptı bunu söyledikten sonra. O alacakaranlığın içinde gördüm.

Biri dışında pencereler kapandı.

“Polisi aradınız mı?” diye bağırdı ilgisini hâlâ koruyan o penceredeki adam.

“Yok canım, ne gerek var polisi molisi aramaya,” diye cevap verdi pencereye bıyıklı şoför. “Ne yapacak polis gelip?” Bir yandan da onayımı almak ister gibi gözümün içine bakıyordu.

Sessizliğimle onay verdim. Kafam yere doğru duruyordu.

Kısa boylu olanı taksi kulübesine doğru geri döner gibi yaptı. Durdu sonra. Arkadaşına doğru konuştu.

“Hıyarağaları da pek nişancı değilmiş Allah’tan,” dedi.

Bıyıklı bana yöneltti ilgisini sonunda.

“Bir durum yok değil mi arkadaş?” dedi. “Bulaşık bir durum?”

“Ne bulaşık durumu olacak,” dedim. Ben de yere doğru bakıyordum konuşurken. “Şurada bir arkadaşa uğramıştım.”

“Sen ufaktan yollan istersen,” dedi bıyıklı. “Bakarsın şimdi apartman akıllılarından biri arar marar polisi, işin yoksa dert anlat iki saat.”

Otomobilden ateş edenlerin geri gelme ihtimalini düşünüp düşünmediğini sormadım artık. Ufaktan yollanmak benim de işime geliyordu. Çok işime geliyordu.

“Atayım seni istersen gideceğin yere,” dedi adam söylediklerinin üstüne sos olsun diye. “İçin ezildiyse gel bir çay may iç diyeceğim ama…”

“Gerek yok,” dedim. “Arabamı şu aşağıdaki sokağa bırakmıştım.”

“Tamam o zaman,” dedi bıyıklı. “Geçmiş olsun.”

Eliyle kısa boylu arkadaşına kulübeye doğru işaret etti. Kısa boylu arkadaşı başını iki yana doğru sallayarak yürüdü.

Yeniden ceplerimi yokladım yürümeye başladığımda. Anahtarlar, dörde katlanmış kâğıt duruyordu yerlerinde.

Mutlaka haklı mı çıkmalısın Yıldız Turanlı alçağı, dedim kendi kendime bir kere daha. Bıyıklı taksiciye işaret ettiğim sokağa doğru yürümeye başladım.

Hızlı hızlı, arkama bakmadan yürüdüm ara sokaktan eve doğru. Attığım her adımda biraz daha rahatladım. Yanından geçtiğim çöp konteynerinin içine bakmakta yarar yok, dedim içimden. Elli apartmanın elli çöp konteyneri vardı civarda, içinden kurşun geçmiş yastığı fırlatacak. Elli metre aşağıdaki başka bir elektrik direğinin dibinde durdum, sanki eve kadar beklersem geç kalacakmış gibi. Polis ekip arabası apartmanımın önünde beni bekliyormuş gibi. Cebimdeki katlanmış kâğıdı çıkardım. Güçlü floresan lambasının ışığında hızla göz attım eve gitmeyi beklemeden.

Süleyman Çiçek adlı, erkek, altmış üç yaşındaki bir hastaya uygulanmış uzun bir kan ve idrar testinin raporuydu bu. Pilotluk günlerimdeki mecburi check-up’larda görmeye alıştığım ayrıntıdaydı neredeyse. Uygulanan testler kolonu ikinci sayfanın sonuna kadar uzanıyordu. Tanıdığım tanımadığım bir dolu tıbbi laf aşağıya doğru sıralanmıştı. Sonuç kolonunda yazan değerlerin yalnızca üç tanesi koyu yazılmıştı. Sonuçların sağında verilen referans değerbirim rakamlarına bakmadım bile. Kâğıdı yeniden dörde katlayıp cebime koydum.

Apartmana giden yolda beni bekleyen yoktu. Merdivenleri kulaklarımda patlama sesleriyle tırmandım. Üstünden zaman geçince yeniden yaşamaya başlıyordu insan böyle boktan şeyleri. Kişiliksiz bir banyonun zemininde, Münir Özkul’a benzeyen kabak kafalı bir adam yatıyordu, gözlerinde neye uğradığını anlamamış bakışlarla. Heykel gibi. Kıpırtısız. İnsanın tepesinden kurşunlar geçiyordu. Geçiyordu bayağı. Değse değerdi.

Evde her şey olması gerektiği gibiydi. Boş bir ev yani. Allah kahretsin, boş bir ev. Son çıktığınızdan sonra bir tek kılın bile yerini değiştirmediği boş bir ev. Başınıza gelen trafik kazalarını mesela, hafif abartarak da olsa, anlatacağınız birisinin olmadığı boş bir ev. Girer girmez baktığım telesekreterde üç not olduğunu bildiren ışık yanıp sönüyordu. Dur bakalım, dedim içimden, biraz heyecanlandığımı fark edince. Sakin sakin dinleyelim. Üstümdekileri çıkardım. Tahlil kâğıdını zarfın, zarfı şapkanın içine koydum, şapkayı kullanılmayan misafir odasındaki yatağın üstüne attım. Maymuncuğumu alet kutusunun içine bıraktım.

Tuvalete gidip işedim. Biraz uzun.

Elimi yıkarken düşündüm. Biraz yorgun muydum? Banyonun kapısının önünde salak salak dikilmek, koluma bir demir yemek, biraz konuşmak ve tepemden geçen kurşunların altında eşine az rastlanır bir ukemi yapmaktan başka bir şey yapmamıştım ama azıcık yorgundum herhalde. Kolum ağrıyor muydu? Ağrıyordu biraz. Lavabonun yanındaki ilaç dolabını açtım. Çoğu son kullanım tarihlerine çoktan güle güle demiş birtakım ilaçların arasında bir ağrı kesici aradım. Allah kahretsin, bulamadım. Reklamcı arkadaşımın çalışmalardaki ufak tefek şeyler için tavsiye ettiği kas gevşetici duruyordu en önde. İdare et Remzi Ünal, dedim kendi kendime. Bir tane aldım kas gevşeticiden, avucumun içinde çıktım banyodan. Aç mıydım? Mutfağa gittim. Buzdolabından bir maden suyu alıp telesekreterin başına gittim. İlacı ağzıma alıp şişeyi tepeme diktim ‘Play’ tuşuna basarken.

İncecik bir kadın sesi duyuldu küçük hoparlörden. Benzetmeleri sevseydim, tavuk gıdaklaması gibi, derdim. Telesektetere konuşmaktan rahatsız olmayan bir hali vardı kadının. Beklediğim sesi duymadığım için canım sıkıldı biraz. Belki ötekilerinde, dedim içimden.

“Eee, ben Simin Saraylı…” diyordu kadın, birtakım düdük seslerinden sonra. Kendi kendime gülümsedim. Neye niyet, neye kısmet, dedim içimden. Kadın devam etti. “Numaranızı Noyan’dan, eee, Noyan Sert’ten aldım Remzi Bey. Benim için önemli bir konuda bana vakit ayırabilir misiniz diye aramıştım. Ben yine ararım… İyi akşamlar.”

Mücevherlerini kaybetti ve bulmamı istiyor yazarımız, diye geçirdim içimden. İnanmadım buna tabii.

Telesekreter ikinci mesaja geçerken bir yudum maden suyu daha içtim. Aynı ses. Biraz hayal kırıklığına uğramış gibi sanki. Benim hayal kırıklığımdan büyük değil elbette.

“Remzi Bey, yine ben. Simin. Yine ararım.” Kısa bir ara. “Eeeee, görüşmek umuduyla.”

Bahsi, “son kitabının kayıtlı olduğu disketi çaldılar, bulmamı istiyor”a yükselttim. Ben bile güldüm buna.

Bir yudum daha çektim maden suyumdan. Üçüncü mesaj geliyordu.

Üçüncü mesaj gelmedi. Bir tıkırtı ve ardından bir sürü bib bib geldi. Fazla naz âşık usandırır Remzi Ünal, doğru, dedim içimden. Bahsi daha da yükseltmedim ama.

Son yudumu çekip şişeyi mutfaktaki çöpe attım. Masanın başına dikilip Sig Sauer’e bir kez daha baktım. Dokunmadım ama. Demin yanımda olsa ne yapardım, hâlâ bilmiyordum. Dolu olup olmadığını bile bilmiyordum. Evin içinde kararsızlıkla dolaştım. Bir an bilgisayarın başına geçmek, Chicago göklerine yükselmek geldi içimden, aynı hızla geri gitti. Pencereye gidip dışarıya baktım. Meydanı aydınlatan sokak lambası sönmüştü. Pencereyi açıp biraz soğuk hava çektim içime. İyi geldi. Ambulans sirenleri duyar mıyım diye beklediğimi fark ettim sonra. Gelmiş olsalar bile duyamazdım aslında. O kadar değildi Bahar Sitesi’yle apartmanımın arası. Maden suyunun kesmediğini düşündüm. Mutfağa gidip çay yaptım kendime kahve makinesinde.

Müşterinin telefon numarasını almayacak kadar salaklaştın Remzi Ünal, dedim kendi kendime. Belki de o açıdan da haklıydı Yıldız Turanlı. Belki de gerçekten bırakmalıydım bu işi.

Çay poşetlerinin üzerinden geçen kaynamış suyun bittiğini haber veren fışırtıları duyana kadar evin içinde yürüdüm. Pencereyi kapadım sonra. Mutfağa gidip kendime ince belli bir çay bardağı buldum. Doldurdum.

İnsanın yaptığı ve yapmadığı, söylediği ve söylemediği şeylerin neleri nasıl değiştirdiği üstüne düşüne düşüne çayımı yudumlarken telefonun zili çaldı.

Düşünecek yeni bir şey çıktı diye sevindim.

Telefonu açmadan önce bir an duraksadım.

İki kadından biri arıyor olabilirdi beni. Kadınların birinin telefonunu diğerininkinden çok daha heyecanla beklediğime karar verdim oturduğum yerden. Telefon bir kere daha çaldı.

İkisini de daha çok bekletmemek için sağlam nedenlerim olduğuna karar verdim. Üçüncüyü çaldırmadan attım elimi telefona.

“Alo?” dedi sanki gıdaklayan incecik kadın sesi.

Yıldız Turanlı’nın sesi böyle gıdaklamazdı. Haklı çıktığı zamanlarda bile.

“Evet?” dedim.

“Bay Remzi Ünal’la görüşmek istiyorum.”

“Benim,” dedim. Adımın önüne ‘bay’ sözcüğünü koyan biriyle çoktandır konuşmadığımı düşündüm. Bahsin peyini artırmadım ama.

“Simin Saraylı ben,” dedi incecik ses. “Buldum sizi.”

“Buyurun,” dedim. “Mesajlarınızı aldım ama numara bırakmamışsınız.”

“Kusura bakmayın,” dedi kadın. “Alışkanlık.”

“Önemli değil,” dedim. “Buyurun?”

“Numaranızı, eee, Noyan’dan aldım, dediğim gibi,” dedi kadın. “Noyan Sert… Reklamcı. Eeee, tanıyorsunuz?”

“Evet, tanıyorum,” dedim. “Sizin için ne yapabilirim Simin Hanım?”

Bir an boşluk oldu konuşmamızda.

“Eeee…” dedi kadın. “Noyan, vaktiniz olursa, eeee, bana yardım edebileceğinizi söyledi.”

“Şu an vaktim var,” dedim.

“Sizden ricam, eee…” diye geveledi kadın yeniden. “Bana biraz vakit ayırabilir misiniz? Eeee, oturup karşılıklı konuşmak için.”

“Ne hakkında?” dedim.

“Sizin hakkınızda,” dedi kadın bir çırpıda.

“Benim hakkımda mı?”

Simin Saraylı’nın sesi daha da inceldi. Üstelik bayağı hızlı konuşuyordu şimdi.

“Remzi Bey,” dedi. “Ben bir yazarım, biliyorsunuz…”

Biliyorum dememe izin vermek için durakladı.

“Biliyorum,” dedim. “Sizi televizyonda görmüştüm.”

“Evet,” dedi küçük bir kahkahadan önce. Sesindeki cırtlaklık kaybolmuştu sanki. “Arada sırada böyle medya maymunluğu yapmak zorunla kalıyorum işte. Her neyse. Yeni projem sizinle, daha doğrusu mesleğinizle ilgili. Bir polisiye roman yazıyorum. Daha başlamadım da, hazırlık yapıyorum yani. Birkaç pasaj yazdım. Deneme mahiyetinde. Kahramanım bir özel dedektif olacak. Sizi tanırsam, yani nasıl biri olduğunuzu falan, başınızdan geçen bir iki olayı, daha gerçekçi olacak. Noyan da sizden bahsedince…”

“Anladım,” dedim. Anlamamıştım ama anladım dedim. Anlardım nasıl olsa.

“Ne dersiniz?” dedi. “Belki biraz tuhaf ama…”

“Olur,” dedim.

“Ah, çok sevindim, teşekkür ederim,” dedi kadın. “Yarın vaktiniz var mı?”

“Olabilir,” dedim.

“Yarın poligona gideceğim,” dedi Simin Saraylı. “Siz de gelin isterseniz.”

“Poligon mu?” dedim şaşkınlıkla.

“Evet,” dedi. “Bu polisiye hikâyesi çıktı çıkalı arada gidip tabanca atıyorum orada. Polisiye yazacaksam burnuma barut kokusu gelsin biraz demiştim. Haksız mıyım?”

“Bilmem,” dedim. İnsanın burnuna barut kokusu gelmesi her zaman keyifli olmuyordu. Bunu ona söylemeyi aklımdan geçirmedim ama.

“Şaşırmış gibisiniz,” dedi Simin Saraylı, sesinde ufacık bir kışkırtıcılık vurgulamasıyla. “Siz atış yapmıyor musun?”

“Elime tabanca almayalı herhalde on beş yılı geçti,” dedim. Masanın üstünde duran Sig Sauer’e gitti gözüm.

“Şaşırma sırası bana geldi,” dedi Simin Saraylı. “Ben tabancalarla falan haşır neşirsiniz sanıyordum.”

“Benim silahlarım başka,” dedim, kendimi şimdiden bir roman kahramanı gibi hissederek.

“O zaman buluşma yerini değiştirelim isterseniz,” dedi Simin Saraylı, gülümsemesini tellerin ötesinden bana hissettirecek bir ses tonuyla. “O zaman… Dur bakayım. İstanbul Modern’e ne dersiniz?”

“İstanbul ne?” dedim.

“İstanbul Modern. Yeni açıldı ya hani? Kocaman bir sergi salonu. Tophane’de.”

“Bulurum,” dedim.

“İçeri girince solda, ilerde bir kafe var. Ben orada olacağım. Yarın görüşüyor muyuz o zaman?”

“Evet,” dedim.

“Saat on bir iyi mi?”

“İyi,” dedim.

“Tamam,” dedi Simin Saraylı. “On birde İstanbul Modern’de. Görüşmek üzere.”

Adamın telefon numarasını kadından istemek doğru olmayacak, dedim içimden. Birçok açıdan.

“Görüşmek üzere,” dedim.

Telefonu kapadıktan sonra kendi kendime gülümseyerek durdum bir iki saniye. Bahsi kaybetmiştim. Belki de kaybetmemiştim. İkili ganyanda hem birinciyi hem ikinciyi bilmeniz gerekiyordu.

Kadının kitaplarından birini bile okumamış olmanın eksikliğini nasıl gidereceğime çok fazla kafamı yormadım. İçimden bir ses, bir yazar olarak üslubunun yarınki görüşmemizde çok fazla önemli olmayacağını söylüyordu bana.

Gidip kendime bir çay daha doldurdum. Bu kez başka şeyler düşünerek yudumladım. Noyan Sert’in telefonunu reklamcı arkadaşımdan öğrenmek için de çok geçti.

Başka bir şey bekliyordum galiba. Galiba değil, bekliyordum. Yok, üstüme ateş edilmesini değil.

Hep haklı çıkmaya eğilimli kadının aramasını bekliyordum. İçimde tuhaf zamanlarda bana mesajlar yollayan ses beklememi söylüyordu. Sen arama, bekle, diyordu. Neden öyle söylüyordu bilemiyordum. Öyle söylüyordu işte. Çayımı yudumlayıp içimdeki sese kulak vererek ve demir yemiş kolumu arada sırada ovuşturarak oturdum. Sonra da kumandaya uzanıp televizyonu açtım.

Aramadı.

Aramadı işte.

Hani belki affetmiştir, diyordum içimden. Evindeki koca kütüphanedeki kalın kalın kitapların arasından durumuma uyan bir şeyler okumuştur, zihni açılmıştır gecenin bu saatinde. Mesleği ağır basmıştır. Anlamıştır. Affetmiştir.

Öyle bir şey olmadı.

Ararsa yine haklı çıktığını ona söyleyip söylemeyeceğimden emin olmadığımı biliyordum ama yine de heyecanla bekledim zap yaparak.

Telefon, kabloda ne var ne yoksa otuz kere üstünden geçtiğim, artık on altıncı kere seyrettiğim John Wayne filminden bile vazgeçtiğim ana kadar çıtını çıkarmadı. Bahar Sitesi’nde esrarlı cinayet anonsu da yoktu haberlerde.

O da aramadı. Başka bir kimse de. Arayan olmadı.

Gidip yatmaya karar verdim. Televizyonu kapadım. Salondan çıkmadan önce Sig Sauer 232’ye tepesinden bir kere baktım yalnızca. Bıraktığım gibi duruyordu. Ne daha az ne daha çok tehlikeli. Beyaz kefeninin içinde. Ama yine de canlı. Biraz masum, biraz kışkırtıcı. Işığı kapadım.

En azında Süleyman Çiçek konusunda masumdu. Bak, bunu biliyordum.

Banyonun önünden geçerken, dişlerimi fırçalamayacağım bu gece, dedim kendi kendime. Koridordan yatak odasına doğru yürüdüm.

Kapının zili çaldı.

Sevindiğimi itiraf etmeliydim. Çok sevindiğimi.

Geldi, dedim içimden. Bu, telefon etmesinden daha iyi. Çok daha iyi. Konuşurken gözlerinin içine bakmak, duvarların tavanla birleştiği köşeye bakmaktan çok daha iyiydi. Gece daha genç sayılırdı o gelince.

Geri döndüm. Kapıya doğru hızla yürüdüm. Hani çok acele etmesem, antredeki boy aynasına da bakardım nasıl görünüyorum diye.

Elimi kapıya attığımda durdum. Durmak zorundaydım.

“Bir dakika!” diye bağırdım kapının arkasına. Nasıl olsa bir kadın saklamıyordum evin bir köşesine. Çok fazla haklı çıkmasını istemiyordum ama.

Neredeyse koşarak salona girdim. Sig Sauer’i Nurullah Sert’in bir daha asla giyemeyeceği çamaşırının içinde yakaladım iki elimle. Koridoru hızla geçip kullanılmayan misafir odasına girdim. Aceleyle etrafıma bakındım. Akıllı bir yer bulamadım saklamak için. Uzatmadım, yatağın altına iteledim.

Muhtemel bir tartışmaya silahları karıştırmamayı garantiye almış olarak daha ağır ağır yürüdüm kapıya doğru. Silahı koyduğum yatağın altına bakmaya fırsatı olmayacağından emindim.

Kapıyı hızla sonuna kadar açtım eriştiğimde.

Ama gülümsemem dondu yüzümde. En azından ben öyle sanıyorum.

Kapıdaki adam Yıldız Turanlı’dan çok daha uzundu. Tanımıyordum adamı ama sanki tanıyor gibiydim.

Aşağı yukarı benim boyumdaydı. Ama benden biraz daha gençti. Balıksırtı uzun bir palto vardı üstünde. Yumuşak bir kumaştan lacivert bir atkı boynunu kapatıyordu. Yakışıklı denilebilecek bir yüzü vardı. İsterse delici bakabilecek siyah gözleri, evden çıkmadan önce makasla düzeltilmiş gibi disiplinli duran bıyığın vurguladığı biçimli bir burnu, ince dudaklarının sergilediği beyaz dişleri vardı. İşini bilen bir berberin kestiği saçları, ortaya çıkan alnındaki iki santimlik yara izini sanki göstermek için arkaya doğru taranmıştı.

Yüzünde yabancı bir evin kapısını çalanlarda sık rastlanan cinsten bir tedirginlik görmedim ilk bakışta. Sanki kime geldiğini çok iyi biliyordu.

Bir şey söylemedim. Soran bir ifade oturttum suratıma.

Cinayet masasının yeni kuşak dedektifleri bu kadar iyi giyinmiyordur inşallah, dedim içimden.

“Remzi Ünal?” dedi kapımdaki yakışıklı adam, gözlerimin içine bakarak.

“Kimin aradığına bağlı,” dedim sanki bir işe yarayacakmış gibi.

“Biraz görüşebilir miyiz?” dedi adam hafif bir gülümsemeyle. “Gecenin bu saatinde rahatsız ediyorum biliyorum ama… Murat Girgin ben. Noyan’ın eniştesiyim. Eski eniştesi yani…”

Sağ eli paltosunun cebinde duruyordu. Sol eli paltosunun arkasındaydı.

Kapımı çalması şaşırtıcıydı ama başkalarının çalmasından çok daha iyiydi. Sanki karar vermekte zorlanıyormuşum gibi baştan ayağa gözden geçirdim adamı. Ayakkabıları pırıl pırıldı. Dörtlü fotoğrafı hatırladım sonra.

“Daha pijamamı giymemiştim,” dedim kapının önünden çekilirken.

Bu esprimi daha takdir etti sanki kendince. Elini paltosunun cebinden çıkardı.

“Geçin,” dedim elimle içeriyi göstererek. “Paltonuzu alayım isterseniz.”

“Zahmet etmeyin,” dedi önüm sıra hareketlendiğinde. “Çok kalmamayı umuyorum.”

İlk adımını attığında bastonu gördüm.

Arkasında sakladığı sol elini öne getirip, siyah, pırıl pırıl bir bastonu sol bacağına destek vererek yürüdü. Hafifçe aksayarak yürüyordu. Baston altını çizmese fark etmeyeceğiniz kadar. Antrede durup çevresine baktı. Salonun kapısını gösterdim.

“Girin lütfen.”

İçeri girince yana çekilip ışıkları yakmamı bekledi. Ortalığa şöyle bir göz attı etraf aydınlanınca. Paltosunun düğmelerini çözerken televizyonumun karşısındaki iki koltuktan misafirlere ayırdığıma doğru ilerledi. Hani şu Yıldız Turanlı’dan başkasının oturmadığına. Sezgisini beğendim.

Sanki iznimi bekler gibi ayakta durdu sırtını koltuğa verip. Baston yine arkasına saklanmıştı.

Ben de kendi koltuğuma dirseğimi dayamış, ayaktaydım.

“Bir soruma cevap verirseniz ödül olarak size bir de kahve yaparım,” dedim gözlerinin içene bakarak.

Oturdu koltuğa. Bastonu dıştan koltuğa dayadı. Paltosunu iki tarafa doğru açınca içinden boğazlı siyah bir kazakla yine siyah kadife bir pantolon çıktı. Sevdiğim ikili.

“Sorun,” dedi iki eli koltuğun iki kolçağında. Kendine güvenen bir Kim Beş Yüz Milyar İster yarışmacısı gibi.

“Adresimi nereden buldunuz?” dedim. “Noyan Bey’e verdiğimi hatırlamıyorum. Aslını isterseniz son altı aydır herhangi birisine verdiğimi de hatırlamıyorum.”

Parmaklarını tam önünde birleştirerek hafifçe öne doğru eğildi Murat Girgin.

“Ödülü kazandırır mı bu cevap bana bilmiyorum ama,” dedi gözlerinde ufak ufak ışıklar saçarak, “kimin nerede oturduğunu küçük bir soruşturmayla bulabilecek arkadaşlarım var. Aşağıdaki demir kapı da açıktı, eğer merak ediyorsanız.”

Buyur buradan yak, dedim kendi kendime.

Hemen cevap vermememi şaşkınlığıma yordu herhalde Murat Girgin.

“Kazandım mı kahveyi?” dedi.

“Kahve kolay,” dedim. “Bu cevabın beni ne kadar korkutması gerektiğini düşünüyorum.”

“Yok canım,” dedi misafirim. “Sizi korkutmak amacıyla söylemedim.”

“Nasıl olsun?” dedim.

“Ne nasıl olsun?” dedi.

“Kahve,” dedim. “Neskafe yapacağım. Nasıl olsun?”

Geriye doğru yaslandı.

“Bol kahve. Bir şeker. Süt yok.”

Peşrevde kimin ağır bastığından emin olamayarak mutfağa yöneldim. Dur bakalım, dedim kendi kendime. Yaptığım en hızlı kahvelerden birini yaptım. İki kupayı kulplarından tutarak döndüm içeriye.

Kıçımı kendi koltuğuma, kahveleri koltukların arasındaki sehpaya bıraktım.

Ben de geriye doğru yaslandım koltuğumda. Bacak bacak üstüne attım. Bekledim.

Kahveden içmesini ya da konuşmasını.

Üçüncü bir şey yaptı.

Bölüm 6.7

Paltosunun cebinden bana ikram edeceği sigarayı çıkarıyormuşçasına ağır hareketlerle bir tabanca çıkardı. Sig’den daha küçük bir tabancaydı ama yine de namlusundan size doğru döne döne gelecek nesneler öldürücü olabilirdi.

“Bu ne?” dedim.

“Karadeniz üretimi, altı mermi, bir de namluda, bir tabanca,” dedi elindekini karnıma doğru tutarak. “Küçümsemeyin, işe yarar.” Peki eli titremiyordu.

“Çıkarır çıkarmaz tetiğe basmadığınıza göre, benden bir şey isteyeceksiniz herhalde,” dedim.

Sol elini uzatıp kahvesinden bir yudum aldı. Tadını denetliyormuş gibi damağını şaklattı yudumladıktan sonra.

“Güzel,” dedi sonra.

Yapacak bir şey yoktu. Kahvemden bir yudum da ben çektim. Bekledim. O kadar güzel olmamıştı ama kahve. Aceleden.

Geriye yaslandı yeniden Murat Girgin. Eli yine titrememişti.

“Anlayışı yüksek birisiyle konuştuğumdan emin olmamı sağladığınız için teşekkür ederim,” dedi gözlerimin içine bakarak. “O yüzden kısa keseceğim. Mesele şu: Bahar Sitesi’ndeki evden aldığınız bir şeyi, eee, bana vermenizi istiyorum. Başka bir şey değil. Basit.”

Конец ознакомительного фрагмента.

Текст предоставлен ООО «Литрес».

Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.

Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.

1

Bakınız Remzi Ünal’ın Son Ceset isimli macerası.

Конец ознакомительного фрагмента
Купить и скачать всю книгу
На страницу:
5 из 5