
Полная версия
CELIL OKER-ÖZEL BASKI-ROL ÇALAN CESET
“Hangi kız?”
“Yahu çalışmadaki kız. Yeni gelen…”
Ayaklarımı uzattığım tabureden indirdim.
“Ne olmuş?”
“Öldürmüşler kızı,” dedi reklamcı arkadaşım.
“Saçmalama!” dedim, ama gereksizdi bu. Herhalde saçmalamak için aramamıştı beni gecenin bu saatinde.
“Vallaha,” dedi. “Evinde tabancayla vurmuşlar. Fotoğrafından tanıdım.”
“Emin misin?” dedim, emin olduğunu bile bile.
“Güzel kızları karıştırmam,” dedi reklamcı arkadaşım. “Üstelik gösterdikleri fotoğraf öyle dandik ehliyet fotoğrafı değildi. Bayağı stüdyoda çekilmiş düzgün bir fotoğraftı.”
Tiyatrocuların stüdyoda çekilmiş düzgün fotoğrafları olurdu.
Filipinlerdeki fırtınanın yıkıp devirdiği evlerin ardından polise yakalanan sarhoş haberine başladı spiker ilk kameraya dönüp.
“Adı neymiş?” dedim. “Duydun mu?”
“Duydum ama tam anlayamadım,” dedi reklamcı arkadaşım. “Tuğba mı, Tuğçe mi ne?”
Başka bir kanalda aynı haberi veren olur mu diye art arda basmaya başladım uzaktan kumandanın artı tuşuna. Gözlerim televizyonda sordum.
“Başka ne dediler?”
“Vallaha galiba Moda’daymış evi. Önce bir tartışma falan duymuş komşular. Sonra bir gürültüler. Korkmuşlar tabii, kimse gitmemiş bakmaya. Polise telefon edilmiş. Kız evin salonunda yatıyormuş. Ev zemin kat, küçük bir balkonu varmış, oradan atlayıp kaçmıştır belki katil dedi komşular televizyonculara. Kimse bir şey görmemiş ama.”
Haber falan kalmamıştı kanallarda, yalnızca bir tanesinde takımdan ayrı düz koşu yapan bir futbolcu gösteriliyordu uzun sürdüğü anlaşılan bir spor haber programının sonunda.
“Yazık,” dedim. “Yakalarlar ama.”
“Yakalarlar mı dersin?”
“Yakalarlar,” dedim. “Ya sevgilisidir ya da öyle bir şey. Belki birkaç gün sürer, ama yakalarlar.”
“Güzel kızdı be,” dedi reklamcı arkadaşım. “Çalışmalara hani renk getirecek demiştim.”
“Pek farkında değildim,” dedim.
Tamam, arkadaşım falandı ama her şeyi bilmesinde fayda görmüyordum. Onlar üst katta bir şeyler içiyorlardı kız yanıma geldiğinde. Otopark görevlisinin de kızın yüzünü hatırlayacağını sanmıyordum.
“Sen ne zaman farkında oldun ki güzel kızların?” dedi.
Ortalama bir cevap vermeliydim.
“Artık güzel olmayan kız mı var?” dedim.
“O da doğru ya,” dedi reklamcı arkadaşım. “Ajanstaki manken kataloglarını bir görsen.”
“Uğradığımda bir gün bakarız,” dedim.
“Bakarız,” diyerek sahte bir iç çekti reklamcı arkadaşım. “Hadi iyi geceler. Allah rahmet eylesin sonuç olarak.”
“İyi geceler,” dedim.
Ahizeyi yerine koydum. Telefon çalmadan önce içmeye hazırlandığım sigarayı yaktım, ayağa kalktım. Pencereye gittim. Otomobilimi aradım park etmiş öteki otomobiller arasında. Aşağı sokağa koyduğumu sonra hatırladım. Böyle şeyleri hiç unutmam oysa. Kafam başka yerdeydi.
Her iki meslek hayatım da kadere inanmamayı öğretti bana. Uçuşa başlamadan önce hesaplarınızı iyi yapmazsanız, uçak ağır gelir, pist kısa, başınız belaya girer. Gizli kalmasını istedikleri şeyleri açığa çıkarırsanız, insanların canı sıkılır. Başınız belaya girer. Kader değil, kuraldır.
Ama benden istenen bir şeyi yapmayarak da bir insanın hayatını ilk kez değiştiriyordum. Daha önceleri hep bir şeyler yapardım. Bu sefer yapmayayım demiştim. Sonuç değişmemişti.
Yeni başlayan kıza bir borcum var diye düşündüm.
Belki de İstanbul sokaklarında kovalamaca oynamak için o kadar yaşlı değildim.
Belki de borcumu ciro ettiği birisini bırakmıştı arkasında.
Belki de polisten daha şanslı ya da daha hızlı olabilirdim.
Ahizeyi kaldırdım. Kararımı değiştirmemek için sensei’nin numarasını hızlı hızlı tuşladım.
Uykulu bir kadın sesi cevap verdi telefona.
“Bu saatte aradığım için çok özür dilerim,” dedim. “Hocamla konuşabilir miyim? Ben öğrencilerinden Remzi Ünal.”
Bir dakika beklememi söyledi uykulu kadın.
Beklerken sigaramı küllüğe bastırdım.
“Hayırdır?” dedi, sensei’nin sesi telefonda.
“Hocam, rahatsız ettim,” dedim. “Gerçekten özür dilerim. Önemli olmasa bu saatte…”
“Ne önemi var Remzi Bey saatin filan? Sizi dinliyorum.”
Yaşasın aikido dayanışması.
“Hocam,” dedim. “Kafama takıldı. Bugünkü yeni başlayan siyahlı kız…”
Bir an düşündü sensei. Sonra konuştu.
“Evet?”
Hocanın yüzünde bir gülümseme görür gibi oldum. Anlaşılan geç vakit haberlerini seyretmemişti.
“Adını hatırlıyor musunuz?”
“Tuğçen,” dedi hoca, sesindeki dalga geçen tonlamayı sürdürerek. “Soyadını bilmiyorum.”
“Tuğçen,” diye tekrarladım. “Peki hocam, sizinle nasıl temasa geçti, hani, çalışmalara başlamak için?”
“Bir ortak tanıdığımız varmış. Onun aracılığıyla.”
“Sizin için sakıncası yoksa, o tanıdığınızın telefonunu falan alabilir miyim?”
“Sevmem pek pezevengi, ama ne sakıncası olacak?” dedi sensei. “Bir dakika.”
Ahize kulağımda bekledim.
“Buldum,” dedi yirmi saniye sonra. Numarayı söyledi. “İşyerinin telefonu bu,” dedi. “Evi ya da cebi yok bende.”
“Ne iş yapıyor bu tanıdığınız?”
“İthalat-ihracat işleri yapar. Ne alır ne satar doğrusu bilmiyorum.”
“Teşekkür ederim,” dedim.
“Yalnız onu aramaya ne gerek var?” dedi sensei. “Gelecek çalışmada konuşursunuz kızla. İsterseniz başlangıç tekniklerini filan öğretmek için onu size emanet ederim. Hani istiyorsanız…”
“Artık Tuğçen’e kimse teknik öğretemeyecek,” dedim. Nasıl olsa öğrenecekti.
Sesindeki gülümseme kayboldu birden.
“Ne oldu?” dedi.
“Kızı vurmuşlar bu akşam,” dedim.
“Hassiktir!” dedi. “Ölmüş mü?”
“Evet,” dedim.
“Aman ya Rabbi!” dedi sensei. “Vallaha üzüldüm. Bayağı da yatkındı aikidoya.”
“Beni bağışlayın, ama ne bilirsem o kadar iyi,” dedim. “Kızla neler konuştunuz?”
“Önce telefon etti,” dedi sensei. “Çalıştığımız yeri, saati falan söyledim.”
“Bu akşam çalışmada?”
“Çalışmadan önce pek bir şey konuşmadık. Selam melam. Çalışma bitince, ‘Yapabilir miyim sizce?’ diye sordu. Yeni başlayan pek çoğundan iyiydi doğrusu, bunu söyledim.”
“Bu ortak tanıdığınıza…” dedim. “Ararsam adınızı verebilir miyim?”’
“Canım ver,” dedi sensei. “Liseden arkadaşımdır. Bilirsiniz liseli arkadaşların hepsi sevilmez.”
“Teşekkür ederim,” dedim.
“Bir şey değil. Hay Allah, üzüldüm doğrusu. Görüşürüz.”
“Görüşürüz,” dedim.
“Remzi Bey!” diye durdurdu beni.
“Buyurun,” dedim.
“Görüşürüz dediysem ciddi söyledim,” dedi. “Bu ara yine çok kaytarıyorsunuz çalışmaları.”
“Kem ve de küm hocam,” dedim. “Biliyorsunuz.”
“Hadi iyi geceler,” dedi.
“İyi geceler hocam,” dedim. “Tekrar özür dilerim.”
“Ne olacak canım,” dedi. “Başımız sağ olsun.”
Telefonu kapattıktan sonra bir tur daha attım televizyondaki kanallar arasında. Hiçbir şey bulamadım tabii. Yarım saatte bir haber özeti veren kanallar da bu muhtemel aşk cinayetini ciddiye almamışlardı herhalde.
Televizyonu kapatıp tekrar pencereye gittim. Bir ekip aracı, kırmızı mavi ışıklarıyla ıslak yerleri renklere boyaya boyaya, park etmiş otomobillerin yanından geçti gitti ağır ağır. Bana henüz çıkmayan otomobil hırsızlığı piyangosunu her seferinde emniyet müdürlüğündeki tanıdığına bildiriyordu sitede oturan eski kodamanlardan biri.
Ayakkabılarımı giydim, anahtarları aldım, kapıyı arkamdan çektim.
Yağmur sonrası temiz havayı içime çeke çeke otomobilime yürüdüm. Kapıyı açıp arka koltuğa uzandım. Yeni başlayan kızın ipi çekilince ağzı büzülen çantasını aldım. Kendi çantammış gibi omzuma atıp eve döndüm.
İçeri girince bir kahve daha yaptım önce kendime. Çantayı koltuğun önüne, yere bırakmıştım.
Öyle bir çantaydı işte. Yuvarlak tabanlı, mavi renkli, üstünde marka falan basılı olmayan. Sıkı sıkı çekilmişti ipi, içindekilerin düşme ihtimali yoktu.
Kahvemden bir yudum aldım.
Çantanın ağzını iki yana doğru gevşettim.
Önce siyah, dar eşofmanın üst kısmı çıktı. Çantanın içinde hava alamadığı için hâlâ ıslaktı. Ense kısmındaki markayı tanımıyordum. Sonra yine ıslak, buruş buruş, yeşil bir plaj havlusu. Altında siyah bir sutyen, külot. Küçük boy ithal bir şampuan. Eşofmanın alt kısmı. Bir iki makyaj malzemesi.
Boş çantanın nemli iç çeperlerinde gezdirdim elimi. Başka bir şey yoktu.
Ne olacaktı ki zaten?
Çantanın yuvarlak zeminini çevreleyen fermuar ilişti gözüme sonra. Açtım.
Dar bir göz vardı burada. Çantanın geri kalanındakilere temas edip ıslanmasını istemediğiniz şeyleri koyduğunuz.
Elimi daldırdım.
Küçük, ince bir kitap geldi elime. Epey eskilerden kalma bir kitap.
Fizikçiler. F. Dürrenmatt. Çeviren: Zahide Gökberk. Kapağında pistoleyle püskürtülmüş kişiliksiz açık yeşil lekelerden başka bir şey yoktu. Püskürtmelerin biraz sol ortasına yerleştirilmiş daha da açık yeşil bir dikdörtgen zeminin üstüne eski moda harflerle yazılar yerleştirilmişti. Yeşil renk belki zamanla solmuştu, belki kapağı basan matbaanın yapabildiği bu kadardı. Kitabın kapağına birisi tükenmezkalemini denemek ister gibi bir şeyler çizmişti. Arka kapakta siyah çerçeve içinde üç paragraflık bir tanıtım yazısı vardı. Bugün geçerli olmayan bir para birimiyle satılıyordu.
İçini karıştırdım.
Ataç Kitabevi Yayınları’nın yetmiş yedinci, tiyatro dizisinin dokuzuncu kitabıydı bu. 1964’ün aralık ayında, İstanbul’da Ekin Basımevi’nde basılmıştı. Çevirmen, iç kapağa dolmakalemle “Seni seviyorum” yazmıştı. İlk adından oluşan imzasını atarken kâğıdın sağından taşırmıştı son harfini sanki aceleyle.
Kitap minicik harflerle basılmıştı. İlk üç sayfasında Friedrich Dürrenmatt hakkında bir yazı, sonraki sayfada kişilerin listesi vardı.
Biraz daha karıştırdım.
Oyun başlamadan önce yapılan uzun açıklamadan anladığıma göre bir akıl hastanesinde bir hemşire öldürülmüştü. Cinayet masası memurları, sahnedeki cesetle ilgilenmekteydiler. Sivil giyinmiş, sakin, telaşsız delikanlılardı, yazarın söylediğine göre. Cinayet masası müfettişinin başında şapkası, sırtında paltosu vardı. Müfettiş oyunun ilk sözcüklerini söylemeden önce kahverengi bir tabakadan bir puro sigarası çıkarıyordu.
Bazı oyun kahramanlarının konuşmalarının altı çizilmişti. Kimi cümlelerin yanına ünlem, soru, asteriks işaretleri konulmuştu. Kitabın içini çizen kalem kapaktakinden farklıydı. İnce, keskin, net yazan bir pilot kalem kullanılmıştı içeride.
“Sor?” “Hayır!” “Kim?” gibi küçük sorular vardı kimi konuşmaların yanlarında. 37. sayfadaki “mezamir şairi” sözcüklerinin üstü çizilmiş, kitabın yanındaki boşluğa “Kutsal Kitap şairi???” yazılmıştı yanlamasına.
Esas eğlence 65. sayfa olması gereken sayfada başlıyordu. O formanın sayfaları bütünüyle yanlış basılmıştı. Pilot kalemin sahibi üşenmemiş, sağ üst köşedeki sayfa numaralarının yanına, kitabın doğru sayfa sırasıyla okunmasını sağlamak için kısa yönergeler yazmıştı, küçük, işlek harflerle. 81. sayfada sona eriyordu düzeltmeler. Dört sayfa sonra da bitiyordu zaten oyun. Son üç sayfada Ataç Kitabevi’nin çıkardığı diğer kitaplar sıralanıyordu.
Birden kendimi oyunu okurken buldum sonra. Ortalarda bir yerlerde olduğumu fark edince başa döndüm. Ayaklarımı sehpaya uzatıp okudum. Televizyondan daha eğlenceli bir zaman geçirme yöntemiydi. Bayağı heyecanlıydı bana sorarsanız. Son formaya geldiğimde yol gösterme yönergelerini yazan ele teşekkür ettim.
Bitirdiğimde uykumun geldiğini şaşırarak fark ettim.
Yeni başlayan kızın hâlâ yerde duran eşyalarını, çıkardığım sırayla çantanın içine soktum. En sonunda Fizikçiler’i de alttaki göze yerleştirdim, fermuarı çektim.
Çantayı götürüp hiç kullanılmayan misafir odasındaki yatağın üstüne bıraktım. Hani kapısına kendi gi’mi astığım.
Bu gece daha iyi mi uyurdum, emin değildim.
4. BÖLÜM
Borçlu değil, tahsilata adam gönderecek bir alacaklı gibi uyandım. İyi uyandım yani.
Daha kahvemi koyarken, evin kapısının önündeki hışırtılardan bakkalın çırağının ekmeğimle gazetemi getirdiğini hissettim. Gidip açtım.
Beni görünce sırıttı.
“Abi erkencisin bugün,” dedi.
“Sen de,” dedim. “Dur biraz.”
Dönüp girişteki portatif ayakkabılığın üstündeki puro kutusunda biriktirdiğim bozukluklardan yarım avuç aldım. Uzattığı eline boşalttım.
Nereden çıktı bu bahşiş, bayram değil seyran değil der gibi yüzüme baktı.
“Patrona selam söyle,” dedim.
Kapıyı ardından kapadıktan sonra, kahvemi alıp içeri geçtim. Pencerenin yanındaki gazete okuma koltuğuna oturdum.
Aradığım haber üçüncü sayfadaydı.
Dün gecenin sayfa sekreterleri “Salondaki Ceset!” başlığını kullanarak yaratıcılıklarını sergilemişlerdi. Haberde iki fotoğraf vardı. Biri reklamcı arkadaşımın dün gece sözünü ettiği fotoğraftı anlaşılan. Köklü tiyatroların duvarlarında gördüğümüz türden, işini bilen bir fotoğrafçı tarafından çekilmiş abartısız, yapmacıksız, siyah beyaz bir portre. Yapıldığı fazla belli olmayan makyaj, yeni başlayan kızın yüz hatlarını biraz daha belirginleştirmekten öte bir etkiyi amaçlamamıştı. Fotoğrafın alt tarafında “Güzel tiyatrocuyu kim öldürdü?” yazılıydı. İkinci fotoğrafta on beş on altı yaşlarında bir kız, eliyle bir markete köşe gelen alçak bir balkonu gösteriyordu kolunu uzatmış. “Buradan kaçtı.” Anlaşılan içeriden fotoğraf çekememişlerdi. Genç kız cinayetine, genç kız konu mankeni kullanmalarındaki tutarlılığa da hayran kaldım.
Haberi okudum sonra.
Yeni başlayan kızın adı Tuğçen Yavaş’tı. Yirmi dört yaşındaydı. Tiyatro okumuştu. Yalnız yaşıyordu. Ailesi İzmir’deydi. Komşularının söylediğine göre geleni gideni çok olmayan, kendi halinde bir kızdı. Dün gece geç vakitlerde, evinden gelen bir tartışma sesi duymuşlardı komşular. İki kız bağrışıyordu, ama ne dediklerini anlamamışlardı. Sonra iki ya da üç el silah atılmıştı. Korkudan apartmandaki kimse çıkıp bakamamıştı. İlk şoku anlattıktan sonra polisi aramışlar, onlar da gelip içeri girince yerdeki kitapların arasında yatan kızı görmüşlerdi. Kapıda zorlama olmadığına göre, maktulün katili tanıdığı sonucuna varmışlardı polisler. Silah bulunamamıştı, salondaki 7.65’lik kovanlar incelemeye alınmıştı.
Soğumaya yüz tutan kahvemden kalanları bitirip bir daha okudum haberi sonra.
Etiler caddelerinde kovalamaca oynamaya razı olsaydım, Tuğçen Yavaş şimdi yaşıyor olabilirdi düşüncesini kafamdan atmaya çalıştım. Yaşıyor olabilirdi de olmayabilirdi de. Kimse bilemezdi.
Gazete haberi bildiklerime fazla bir şey eklememişti. Yine de televizyon izleme koltuğunun alt tarafında biriken Atlas’lar ve öteki bayat gazeteler arasında kaldırılıp çöpe atılmasın diye küçük kütüphanemin en üst sırasındaki kitapların üstüne koydum katlayıp.
Bildiklerime bir şeyler eklemenin zamanı gelmişti.
Telefonun başına geçtim.
Sensei’nin bana dün verdiği numarayı tuşladım. Çok fazla sevmediği sınıf arkadaşının…
İki kere çalınca açıldı telefon.
“Sofuoğlu Ticaret,” dedi orta yaşlı bir erkek sesi.
“Rıza Bey’le görüşmek istiyordum,” dedim.
“Bir dakika.”
Kimin aradığını sormaya gerek duymamıştı.
“Alo?” dedi sonra sesi olgun televizyon spikerlerine benzeyen bir adam.
“Rıza Bey?”
“Benim.”
“Rıza Bey,” dedim. “Adım Remzi Ünal. Telefonunuzu…” Sensei’nin adını söyledim. “…verdi. Bana zaman ayırabilirseniz sizi bir ziyaret etmek isterim.”
“Hangi konuda?”
“Bunu gelince söylesem?”
“Bana sigorta falan satmaya çalışmayacaksınız inşallah,” dedi Rıza Sofuoğlu bilinçle soğuklaştırılmış bir sesle.
“Hayır,” dedim. “Öyle bir şey değil. Özel bir meseleyi konuşmak istiyorum.”
“Allah Allah?” dedi Rıza Sofuoğlu. “E buyurun bakalım. Lise arkadaşlarımızın arkadaşını kıracak değiliz ya. Yerimizi biliyor musunuz?”
“Hayır,” dedim.
“Kolay,” dedi. Adresi verdi. Karaköy’de, eski borsanın sırasında bir han.
“Teşekkür ederim,” dedim. “Ne zaman uygun olursunuz?”
“Ne zaman isterseniz gelin,” dedi. “Ben hep buradayım.”
“Görüşmek üzere,” dedim. Telefonu kapadım.
Gidip kendime bir kahve daha yaptım sonra.
Kahvemi içerken gazetenin geri kalanını okudum. Bildiğimiz ekonomik haberleri bir kere daha, beklenen siyasi gelişmeleri yeniymiş gibi yazmışlardı. Hızlı hızlı okudum. Futbol sayfalarını daha hızlı.
Gazetem bitince kendimi banyoya attım. Dünkü çalışmadan sonraki üstünkörü duşa inat, epeyce durdum sıcak suyun altında kıpırdamadan. Çıkınca yatak odasına gidip kendime çoktandır giymediğim siyah bir boğazlı kazakla siyah kadife pantolon seçtim.
Portmantodaki deri montu giyip aynada kendime baktım.
Beğensem de beğenmesem de, bu bendim işte. Remzi Ünal…
Remzi Ünal… Şu Hava Kuvvetleri’nden müstafi, THY’den kovulma, kendisine saygısı olan hiçbir “frequent flyer”ın adını bile duymadığı sekizinci sınıf çartır şirketlerinde bile tutunamayan, sayenizde MS Flight Simulator’ün Cessna’sını bile adam gibi indirmekten âciz eski pilot, ex-kaptan, nevzuhur özel dedektif Remzi Ünal.
Karaköy’de otopark aramayı gözüme yediremediğim için otomobilin anahtarını almadım yanıma. Apartmanın demir kapısının yanındaki panoda asılı aidat listesinde, adımın altının kırmızı kalemle çizili olduğunu gördüm. Öderiz elbet son dört ayın yakıt parasını bir ara dedim kendi kendime.
Çevirdiğim taksi Açık Radyo dinliyordu.
“Karaköy’e lütfen,” dedim o yüzden belki kafasını jiletle kazıtmış şoföre.
Günün gazete haberlerinin yorumunu dinledik hiç konuşmadan Karaköy’e kadar. Tuğçen Yavaş’ın başına gelenler söz konusu edilmedi elbet.
Sofuoğlu Ticaret’in bulunduğu hanın epey ilerisinde indim. Hava güzeldi ama deri montumu çıkaracak kadar değil. Dört adımda bir derin nefes alıp vererek yürüdüm.
Hanın girişindeki geniş pasajın ortasındaki merdivenlerin öte yanında kocaman bir asansör kapısı vardı. Önünde hatırı sayılır bir kalabalık bekleşiyordu. Ben merdivenlere yöneldim.
Dört katı tempomu bozmadan çıktım.
Dördüncü katta durup nefesimi denetledim. Fena değildi. Gördüğüm ilk iki büronun kapısındaki numaralardan Sofuoğlu Ticaret’in hangi tarafta olabileceğini kestirdim, geniş koridoru denizin aksi yönüne doğru adımladım. Sağdan beşinci kapı, aradığım kapıydı.
Kapıyı tıklatmadan açtım.
İçeriden burnuma doğru hafif küf kokusuyla karışmış limon kolonyası kokusu hücum etti. Küf kokusunun kökeni için adayım yerdeki rengi atmış, üzeri bölüm bölüm kelleşmiş duvardan duvara halıydı. En az on beş yıldır değiştirilmemiş çelik dolaplarla kaplıydı bu giriş bölümünün duvarları. Yine çelik bir masada, birkaçı açık kalın klasörlerin arasında kaybolmuş hissi veren ince bıyıklı bir adam oturuyordu. Benden gençti belki ama oda adamı daha yaşlı gösteriyordu. Önünde mekanik bir Facit hesap makinesi vardı. Masanın köşesinde siyah, eski model bir telefon duruyordu. Limon kolonyası görmedim ortalıkta. Gazete de.
Kafasını kaldırıp bana baktı.
“Buyurun?” dedi.
“Rıza Bey’le görüşecektim,” dedim, arkamdan kapıyı kaparken.
“Biraz bekler misiniz?” dedi. “Tuvalete kadar gitmişti.”
Sonra sesimi hatırladığını belli etti.
“Sabah telefon eden beysiniz, değil mi?”
“Evet,” dedim.
“Buyurun, oturun. Az sonra gelir.”
Masanın çaprazında, duvarın dolapsız bir bölümüne dayanmış kocaman siyah deri koltuğu gösterdi. Baş hizasının üstünde uluslararası bir nakliye kuruluşunun takvimi asılıydı. İçinde olduğumuz yıla ait bir takvim.
Koltuğa oturdum.
İnce bıyıklı adam klasörlerine döndü.
Burada sigara içilmiyordu herhalde. Duvarda bu yönde bir levha yoktu ama masanın üstünde ya da koltuğun önündeki küçük metal sehpada kül tablası görülmüyordu. İşyerinin raconuna uymaya karar verdim.
İnce bıyıklı adam beni unutmuş gibi dosyalarını incelemeye devam etti. Arada bir yandaki küçük bir kâğıda notlar alıyordu. Facit’i hiç kullanmadı.
İnsanın uykusunu çağıran bir ortamdı bu. Büronun kalın kapısı dışarıdaki sesleri içeri sızdırmıyordu. Telefon hiç çalmadı. Başka kimse girmedi, hanın çay ocağının dağıtıcısı bile. Gece iyi uyumamış olsam gözlerim kendiliğinden kapanmaya eğilimli olabilirdi.
Gözlerimi Rıza Sofuoğlu’nun odasının kapısı olduğunu düşündüğüm hafif aralık kapıya dikip içimden saymaya başladım. Yüz oluncaya kadar gelecek dedim kendi kendime.
* * *Dört kere yüz saydıktan sonra, beşinci yüzün seksen sekizinde açıldı kapı.
İçeri elini mendille kurulayan bir adam girdi.
Çok ince çizgili mavi bir takım elbise vardı üstünde. Kravat takılmayan cinsten sarı bir gömlek. Yeni boyanmış ayakkabılar. Üstünde spor ya da hareketlilikten değil, bünyeden gelen bir zayıflık göze çarpıyordu. Pantolonuna kemer takmamıştı. Gözlerinde varla yok arası bir gözlük vardı. Sensei
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.