![On İki Hikaye ve Bir Rüya](/covers_330/70646932.jpg)
Полная версия
On İki Hikaye ve Bir Rüya
Daha sonra, bu örümcek sürülerinin vadiye düşmeyeceğinden emin olunca, oturabileceği bir yer buldu ve oturup derin düşüncelere daldı. Kendi tarzında parmaklarını kemirmeye ve tırnaklarını yemeye başladı. Daha sonra beyaz atlı adamın gelmesi onu duygulandırdı.
Onu görmeden çok önce, toynakların takırtısı, tökezleyen ayak sesleri ve güven veren bir insan sesi duydu. Sonra kısa adam belirdi, acınacak haldeydi, arkasında hâlâ beyaz bir örümcek ağı kuyruğu vardı. Konuşmadan, selam vermeden birbirlerine yaklaştılar. Kısa adam yorgundu, kendinden utanıyordu ve sonunda oturan efendisiyle yüz yüze geldi. Efendisinin bakışlarından biraz ürktü. “Ee?” dedi sonunda, otoriter olmayan bir ses tonuyla.
“Onu terk mi ettin?”
“Atım kaçtı.”
“Biliyorum. Benimki de öyle.”
Efendisine neşesizce güldü.
Bir zamanlar gümüş işlemeli bir dizgini olan adam, “Atım kaçtı diyorum,” dedi.
“İkimiz de korkağız,” dedi kısa adam.
Efendi düşüncelere dalarak parmaklarını kemirdi, gözü astının üzerindeydi.
“Bana korkak deme,” dedi en sonunda.
“Sen de benim gibi bir korkaksın.”
“Belki de öyleyim. Her insanın korkması gereken bir sınır vardır. Bunu en sonunda öğrendim. Ama bu korku seninki gibi değil. İşte aramızdaki fark burada ortaya çıkıyor.”
“Onu bırakacağını asla hayal edemezdim. İki dakika önce senin hayatını kurtardı. Neden bizim efendimizsin?”
Efendi tekrar parmaklarını kemirdi ve suratında karanlık bir ifade vardı.
“Hiç kimse bana korkak diyemez,” dedi. “Hayır. Kırık bir kılıç, hiç yoktan iyidir. Yaramaz bir beyaz atın dört günlük bir yolculukta iki adamı taşıması beklenemez. Beyaz atlardan nefret ederim ama bu sefer elimde değil. Anlamaya başladın mı? Gördüklerin ve hayal ettiklerinle itibarımı lekelemek için kafa yorduğunu anlıyorum. Kralları tahttan indirenler sizin gibi adamlardır. Ayrıca, senden hiç hoşlanmadım.”
“Lordum!” dedi kısa adam.
“Hayır,” dedi efendi. “HAYIR!”
Kısa adam hareket ederken sertçe ayağa kalktı. Belki bir dakikalığına karşı karşıya geldiler. Örümceklerin topları yukarıdan geçiyordu. Çakıl taşları arasında seri bir hareketlenme oldu; koşuşturma sesleri, bir umutsuzluk çığlığı, bir iç çekiş ve bir darbe…
Akşama doğru rüzgâr esti. Güneş sakin bir dinginlik içinde battı ve bir zamanlar gümüş bir dizgini olan adam sonunda çok dikkatli bir şekilde ve hafif bir yokuşla vadiden tekrar çıktı ama şimdi bir zamanlar kısa adama ait olan beyaz atı yönetiyordu. Gümüş işlemeli dizginini geri almak için atına geri dönecekti, ama karanlıktan ve yeniden esen hızlı bir rüzgârın onu vadide bulabileceğinden korkuyordu. Ayrıca atını tamamen örümcek ağları içinde veya daha da tatsızı, yarısı yenmiş olarak bulmaktan korkuyordu.
Ve o örümcek ağlarını, başından geçen tüm tehlikeleri ve o gün nasıl korunduğunu düşünürken, eli boynunda asılı duran küçük bir kutsal emaneti aradı ve bir an için onu şükranla kavradı. Bunu yaparken gözleri vadide gezindi.
“Tutku başımı döndürdü,” dedi. “Sonunda o kız da hak ettiğini buldu. Onlar da şüphesiz…”
Ve işte! Vadi boyunca uzanan ormanlık yamaçların çok uzağında, günbatımının belirgin ve kusursuz berraklığında küçük bir duman bulutu gördü.
Bunun üzerine sakin yüz ifadesi şaşkın bir öfkeye dönüştü. Duman mı? Beyaz atın başını çevirdi ve tereddüt etti. Ve bunu yaparken, etrafındaki çimenlerin arasından küçük bir rüzgâr hışırtısı geçti. Uzakta, bazı sazlıkların üzerinde yırtık pırtık bir gri tabaka sallanıyordu. Örümcek ağlarına, sonra da dumana baktı.
“Belki de, bu sefer onlar değildir,” dedi sonunda.
Ama öyle olmadığını biliyordu.
Bir süre dumana baktıktan sonra beyaz ata bindi.
Atı sürerken, karaya oturmuş ağ yığınları arasından geçti. Her nedense yerde birçok ölü örümcek vardı ve yaşayanlar suçluluk duygusuyla arkadaşlarının bedenleriyle ziyafet çekiyorlardı. Atın toynaklarının sesini duyunca kaçtılar.
Onların zamanı geçmişti. Onları taşıyacak bir rüzgâr ya da hazır bir ıskota olmadan bu şeyler, ne kadar zehirli olsalar da ona çok zarar veremezlerdi. Çok yaklaştığını düşündüklerine kemeriyle hafifçe vurdu. Bir keresinde, birkaçının birlikte koştuğu yerde, atından inip onları çizmeleriyle çiğnemeye karar verdi, ama bu dürtünün üstesinden geldi. Defalarca eyerinde dönüp dumana baktı.
“Örümcekler,” diye mırıldandı tekrar tekrar. “Örümcekler! Pekâlâ, peki… Bir dahaki sefere bir ağ örmem gerekecek.”
Pyecraft’ın Sırrı
Benden on metre ötede bile oturmuyor. Omzumun üzerinden bakarsam onu görebilirim. Ve eğer onunla göz göze gelirsem – ki genellikle gelirim – yüzünde bir ifade oluşuyor.
Esasen yalvaran bir bakış ama yine de içinde şüphe de var.
Şüphesine tüküreyim! Onu ispiyonlamak isteseydim çok önceden yapardım. Bunca zaman sustum, çoktan rahatlaması gerekti. Gerçi onun kadar iğrenç ve şişko bir şey ne kadar rahatlayabilirse işte! Anlatsam kim inanır?
Zavallı yaşlı Pyecraft! Büyük, huzursuz bir jöle kütlesi! Londra’nın en şişman kulüp üyesi.
Koca koyda, ateşin yanındaki küçük kulüp masalarından birinde oturuyor, tıkınıyor. Ne tıkınıyor? Sağduyulu bir şekilde bakıyorum ve gözleri üzerimdeyken onu tereyağlı bir sıcak çay kekini ısırırken yakalıyorum. O da bana bakıyor! Lanet olsun ona da bakışlarına da!
Yeter artık, Pyecraft! İğrenç olacağın, onurlu bir adam değilmişim gibi davranacağın için, burada, gömülü gözlerinin altında, Pyecraft hakkındaki açık gerçeği yazıyorum. İşte Pyecraft’ın sırrı. Yardım ettiğim, koruduğum ama karşılığında her yerden bitip sürekli, “Anlatma,” der gibi bakan sulu gözleriyle kulübümü dayanılmaz, kesinlikle dayanılmaz bir hale getiren adam.
Ayrıca, neden sürekli yemek yiyor dersiniz?
İşte şimdi sıra gerçeklerde, tümüyle, katışıksız gerçekler!
Pyecraft. Tam da bu sigara içme odasında tanıştım Pyecraft’la. Ben genç, gergin yeni bir üyeydim ve o bunu fark etti. Tek başıma oturuyordum, üyelerden daha çok kişiyi tanımayı diledim ve birdenbire büyük çenesi ve göbeği kendinden önce gelen bu adam karşıma çıktı. Bana doğru geldi, homurdandı, yakınımdaki bir sandalyeye oturdu, soluklanmak için hırıltılı bir nefes aldı ve kaşlarını çattı. Bir kibrit çakarak purosunu yaktı ve sonra bana döndü. Ne dediğini unuttum, kibritlerin düzgün yanmamasıyla ilgili bir şeydi. Daha sonra konuşurken garsonları birer birer durdurup kibritleri o ince, akıcı sesiyle anlatmaya devam etti. Her neyse, bir şekilde konuşmaya başladık.
Çeşitli şeyler hakkında konuştu ve konu spora geldi. Ve oradan vücut yapıma ve ten rengime. “SEN iyi bir kriket oyuncusu olmalısın,” dedi. İnce biriyimdir, hatta bazıları sıska diyebilir; ten rengimse epey koyudur, büyük büyükannemin Hint olmasından utanmasam da alelade bir yabancının bana bakınca bu çıkarımı yapmasından hoşlanmam. Bu yüzden en başından beri Pyecraft’a ısınamadım.
Ama konuyu sadece kendine getirmek için benden bahsetti.
“Sanırım,” dedi, “benim yaptığımdan daha fazla egzersiz yapmıyorsun ve muhtemelen daha az yemiyorsun.” (Bütün aşırı obez insanlar gibi, hiçbir şey yemediğini sanıyordu.) “Yine de” – ve yamuk bir ağızla gülümsedi – “farklıyız.”
Sonra şişmanlığından ve kilolarından bahsetmeye başladı; şişmanlığı için yaptığı her şeyi ve şişmanlığı için yapacağı her şeyi; şişmanlığı için insanların ona tavsiye ettiklerini ve kendisininkine benzer şişmanların kilo vermek için neler yaptıklarını… “Apriori,”1 dedi, “bir beslenme sorununun diyetle ve bir asimilasyon sorununun ilaçlarla yanıtlanabileceğini düşünürler.” Boğucuydu. Aptalca bir sohbeti vardı. Onu dinlerken içim şişti.
Bir kulüp ortamında böyle şeylere sabır gösterilir ama artık biraz fazla sabır gösterdiğimi fark ettim. Benden fazlasıyla etkilenmişti. Sigara içme odasına asla girmezdim ama o bana doğru yuvarlanarak gelirdi ve bazen ben öğle yemeğimi yerken gelip etrafımda dolanırdı. Bazen neredeyse bana yapışıyor gibiydi. Can sıkıcıydı ama sadece beni bunaltacak kadar çekingen de değildi; üstelik ilk andan itibaren tavrında bir şey vardı. Sanki o işi benim yapabileceğimi biliyormuş gibi, başka hiç kimsede bulamadığı küçük ve istisnai bir ihtimal görmüştü bende.
Geniş yanaklarının üstünden dikkatle bana bakar, kesik kesik soluyarak, “Kilo vermek için her şeyi yaparım.” derdi. “Her şeyi.”
Zavallı yaşlı Pyecraft! Az önce zili çaldı, tereyağlı çay keki sipariş edeceğine hiç şüphe yok!
Bir gün sözü asıl meseleye getirdi. “Bizim Farmakopemiz,”2 dedi, “Bizim Batı Farmakopemiz, yani Batı Farmakopesi; tıp biliminin sadece bir kısmı, her şeyi kapsamıyor. Doğuda, bana söylenene göre…”
Durdu ve bana baktı. Onunla birlikte olmak akvaryumda olmak gibiydi.
Birden ona çok kızdım. “Bana bak,” dedim, “Büyük büyükannemin tariflerinden sana kim bahsetti?”
“Pekâlâ,” dedi çekinerek.
“Bir haftadır her buluştuğumuzda,” dedim, “ve oldukça sık görüşüyoruz – bana bu küçük sırrım hakkında imalarda bulunup durdun.”
“Pekâlâ,” dedi. “Baklayı ağzımdan çıkardım artık, kabul ediyorum, evet, öyle. Birisinden duydum.”
“Pattison’dan mı?”
“Dolaylı olarak,” dedi, ama bence yalan söylüyordu. “Evet.”
“Pattison,” dedim, “o karışımları içerken tüm riskleri göze almıştı.”
Ağzını büzdü ve başını eğdi.
“Büyükannemin tariflerini herkes kaldıramaz,” dedim. “Babam neredeyse bana yemin ettirecekti ki…”
“Ettirmedi mi?”
“Hayır. Ama beni uyardı. Bir tanesini kendisi kullandı – bir kez.”
“Ah! Peki mesela… Diyelim ki… Bir tane olduğunu varsayalım…”
“Bunlar çok acayip tarifler,” dedim.
“Kokusuna bile dayanamıyorum. Hayır!”
Ama o kadar ileri gittikten sonra, Pyecraft da iyice çözüldükten sonra daha da ileri gitmeliyim. Sabrını fazla zorlarsam bir anda üzerime çöküp beni boğmasından hep biraz korkmuşumdur. Ben zayıftım, kabul ediyorum. Ama aynı zamanda Pyecraft’tan da rahatsızdım. Ona karşı, “Pekâlâ, risk al!” dememi sağlayacak hale gelmiştim. Bahsettiğim Pattison olayı tamamen farklı bir konuydu. Ne olduğu şimdi bizi ilgilendirmiyor, ama her neyse, o zaman kullandığım özel tarifin güvenli olduğunu biliyordum. Geri kalanı hakkında pek bir şey bilmiyordum ve genel olarak güvenliklerinden tamamen şüphe duymaya meyilliydim.
Yine de Pyecraft zehirlenirse…
İtiraf etmeliyim ki Pyecraft’ın zehirlenme olasılığı hoşuma gitmişti.
O akşam o garip, tuhaf kokulu sandalağacı kutusunu kasamdan çıkardım ve hışırtılı parşömenleri ters çevirdim. Görünüşe göre büyük büyükannem için tarifleri yazan beyefendinin karışık parşömenlere karşı bir zaafı olduğu açıktı ve el yazısı son derece okunaksızdı. Ailem, her ne kadar Hindistan memuriyet dernekleriyle bağını koparmamış ve Hindustani dilini nesilden nesle aktarmış olsa da hiçbir yeri düzgün yazılmamış belgenin bazı kısımlarını hiç okuyamıyordum. Ama çok geçmeden orada olduğunu bildiğim bir tarifi buldum ve bir süre kasamın yanında yerde oturup ona baktım.
“Bana bak,” dedim ertesi gün Pyecraft’a ve onun hevesli ellerinden küçük kâğıdı çekip aldım.
“Anladığım kadarıyla bu, kilo vermek için bir reçete.”
“Ya!” dedi Pyecraft.
“Kesinlikle emin değilim, ama sanırım öyle. Ve eğer tavsiyeme uyarsan, bu işin peşini bırakacaksın. Çünkü, anlarsın ya, senin çıkarların için kendi soyumu kötülediğime inanamıyorum, Pyecraft, o taraftaki atalarım, anladığım kadarıyla, çok tuhaf insanlarmış. Anladın mı?”
“Bir deneyeyim,” dedi Pyecraft.
Sandalyemde geriye yaslandım. Hayal gücümün sınırlarını zorlasam da yetmedi. “Tanrı aşkına, Pyecraft,” dedim. “Zayıflayınca böyle görüneceğini mi sanıyorsun?”
Mantığa karşı savunmasızdı. Ne olursa olsun, bir daha asla iğrenç şişmanlığı hakkında bana bir şey söylemeyeceğine dair ona söz verdirdim ve sonra o küçük kâğıt parçasını ona verdim.
“Bu çok kötü bir şey,” dedim.
“Önemli değil,” dedi ve aldı.
Gözleri fal taşı gibi açıldı. “Ama… ama…” dedi.
İngilizce olmadığını yeni öğrenmişti.
“Elimden geldiğince sana bir çeviri yapacağım.”
Elimden gelenin en iyisini yaptım. Ondan sonra iki hafta boyunca konuşmadık. Bana ne zaman yaklaşsa kaşlarımı çattım ve onu uzaklaştırdım. O da anlaşmamıza saygı duydu, ancak iki haftanın sonunda her zamanki gibi şişmandı. Ve sonra konuşma fırsatı yakaladı.
“Konuşmalıyım,” dedi. “Bu adil değil. Yanlış bir şey var. Bana bir faydası olmadı. Büyük büyükannenin hakkını vermiyorsun.”
“Tarif nerede?”
Cebinden dikkatli bir şekilde çıkardı.
Eşyaların üzerinde göz gezdirdim. “Yumurta eklenmiş miydi?” diye sordum.
“Hayır. Olmalı mıydı?”
“Bu,” dedim, “zavallı sevgili büyükannemin tüm tariflerinde var, bahsetmeye bile gerek duymazdı. Durum veya kalite belirtilmediğinde en kötüsünü kullanmak gerekirdi. En etkili malzemeleri kullanmayacaksa hiç yapmamayı tercih ederdi. Ayrıca bunlardan bazılarının yerine kullanılabilecek bir iki alternatif var. Çıngıraklıyılan zehri tazeydi, değil mi?”
“Jamrach’s’tan bir çıngıraklıyılan aldım. Maliyeti… maliyeti…”
“Her neyse, bu senin sorunun. Son malzeme…”
“Satan bir adam tanıyorum…”
“Evet. Hım. Neyse, alternatifleri yazayım. Dili bildiğim kadarıyla, bu tarifin yazılışı çok kötü. Bu arada, buradaki köpek muhtemelen parya köpeği demektir.”
Ondan sonraki bir ay boyunca Pyecraft’ı sürekli kulüpte ve her zamanki gibi şişman ve endişeli gördüm. Anlaşmamıza uydu, ama bazen umutsuzca başını sallayarak anlaşmanın ruhunu bozdu. Sonra bir gün vestiyerde, “Büyük büyükannen…” dedi.
“Onun hakkında tek kelime etme,” dedim ve sakinliğini korudu.
Vazgeçtiğini düşünüyordum ve bir gün onu başka tarifler arıyormuş gibi üç yeni üyeyle şişmanlığı hakkında konuşurken gördüm. Ve sonra, hiç beklenmedik bir şekilde telgrafı geldi.
“Bay Formalyn!” diye burnumun dibinde bir uşak bağırdı, ben de telgrafı alıp hemen açtım.
“Tanrı aşkına gel. Pyecraft.”
“Hım,” dedim ve doğruyu söylemek gerekirse, büyük büyükannemin itibarını yeniden kazanmasına çok memnun kaldım. Bu telgraf, karışımımın çok iyi olduğunun bir kanıtıydı.
Kapı görevlisinden Pyecraft’ın adresini aldım. Pyecraft, Bloomsbury’deki bir evin üst katında oturuyordu. Kahvemi ve Trappistine’imi bitirir bitirmez oraya gittim. Puromu bitirmek için beklemedim.
“Bay Pyecraft?” dedim ön kapıda.
Hasta olduğuna inanıyorlardı, iki gündür dışarı çıkmamıştı.
“Beni bekliyor,” dedim ve beni yukarı gönderdiler.
Merdiven sahanlığında, kafesli kapının önünde durup zili çaldım.
“Zaten denememeliydi,” dedim kendi kendime. “Domuz gibi yiyen bir adam domuz gibi görünmelidir.”
Endişeli bir yüz ve dikkatsizce takılmış bir şapkayla, patavatsız olduğu açıkça anlaşılan bir kadın geldi ve kafesin içinden bana baktı.
Adımı verdim ve beni şüpheyle içeri aldı.
“Ee?” dedim sahanlığın Pyecraft’a ait kısmında birlikte dururken.
“Eğer gelirsen içeri almamı söyledi,” dedi ve gideceğim yeri göstermek için hiçbir çabada bulunmadan bana baktı. Ve sonra gizlice, “‘İçeride kilitli, efendim,” dedi.
“Kilitli mi?”
“Dün sabah kendini kilitledi ve o zamandan beri kimsenin içeri girmesine izin vermedi, efendim. Arada bir küfür ediyor. Ah Tanrım!”
Bakışlarıyla gösterdiği kapıya baktım.
“Orada mı?” dedim.
“Evet efendim.”
“Nesi var?”
Hüzünlü bir şekilde başını salladı, “Sürekli yemek istiyor, efendim. Ne var ne yok yemek istiyor. Bulduğumu getiriyorum. Domuz yedi; puding, sosis, somun ekmek… Ne bulursa. Siz isterseniz burada kalın, ben kaçıyorum. Efendim, adam tam bir pisboğaz.”
İçeriden bir çığlık yükseldi: “Formalyn mi o?”
“Sen misin, Pyecraft?” diye bağırdım ve gidip kapıyı çaldım.
“Kadına gitmesini söyle.”
Dediğini yaptım.
Sonra kapıdan tuhaf bir tıkırtı geldi, sanki birisi karanlıkta kapı kolunu bulmaya çalışıyor gibiydi ve Pyecraft’ın tanıdık homurdanmaları duyuldu.
“Sorun yok,” dedim. “Kadın gitti.”
Ancak kapı uzun bir süre açılmadı.
Anahtarın dönüşünü duydum. Sonra Pyecraft’ın sesi “Girin,” dedi.
Kolu çevirdim ve kapıyı açtım. Doğal olarak Pyecraft’ı görmeyi bekliyordum.
Ama nasıl desem, o orada değildi!
Hayatımda böyle bir şok yaşamadım. Oturma odası düzensiz bir haldeydi, kitaplar ve yazı gereçleri arasında tabaklar ve çanaklar vardı. Birkaç sandalye devrildi ama Pyecraft…
“Sorun değil. Ah, dostum, kapıyı kapat,” dedi ve sonra onu gördüm.
Sanki biri onu tavana yapıştırmış gibi, kapının yanındaki köşedeki kornişin hemen yanındaydı. Yüzü endişeli ve kızgındı. Yutkundu ve el kol hareketi yaptı. “Kapıyı kapat,” dedi. “Eğer o kadın durumumu bir öğrenirse…”
Kapıyı kapattım ve ondan uzak bir yerde durup gözlerimi ona diktim.
“Eğer bir şey kırılırsa ve düşersen,” dedim, “boynunu kırarsın, Pyecraft.”
“Keşke düşsem,” diye mırıldandı.
“Senin yaşında ve kilonda bir adamın böyle çocukça hareketlere kalkışması…”
“Yapma,” dedi ve acı içinde baktı. “Anlatacağım,” dedi ve elini salladı.
“Orada o şekilde durmayı nasıl beceriyorsun?” dedim.
Tam da o anda, tavanda kendi gücüyle durmadığını, tıpkı gaz dolu bir kese gibi havada süzüldüğünü anladım. Bana yaklaşmak için tavanı iterek duvardan aşağı emeklemeye çalıştı. Bir yandan çabalamaya devam ederken “Bu reçete yüzünden,” dedi nefes nefese. “Büyük büyükannenin…”
Konuşurken dikkatsizce, çerçeveli bir gravürü sımsıkı tuttu. Tablo dayanamayıp kanepeye düşerken kendisi de tekrardan yükseldi. Tavana sert bir şekilde çarptı. Böylece vücudunun ana hatlarının bembeyaz olduğunu anlamış oldum. Bu sefer şömine rafına tutunarak daha dikkatlice inmeye çalıştı.
O iri, şişman, felçli görünüşlü adamın baş aşağı ve tavandan zemine ulaşmaya çalışması gerçekten olağanüstü bir görüntüydü. “Bu reçete,” dedi. “Fazla başarılı.”
“Nasıl?”
“Kilo kaybı… Neredeyse tamamlandı.”
Sonra anladım tabii.
“Aman Tanrım, Pyecraft,” dedim. “İstediğin şey şişmanlık tedavisiydi! Ama sen buna hep kilo dedin. Kilo demeyi tercih ettin.”
Nedense çok mutlu oldum. O zamanlar Pyecraft’ı oldukça beğenmiştim. “Sana yardım edeyim!” dedim ve elinden tutup onu aşağı çektim. Bir yere tutunmaya çalışarak tekme attı. Rüzgârlı bir günde bayrak tutmak gibiydi.
“Bu masa,” dedi, “masif maun ve çok ağır. Eğer beni bunun altına koyabilirsen…”
Dediğini yaptım ve orada, ben onun ocağının üzerinde durup onunla konuşurken, tutsak bir balon gibi yuvarlandı.
Bir puro yaktım. “Söyle bana,” dedim. “Ne oldu?”
“Karışımı içtim,” dedi.
“Tadı nasıldı?”
“Ah, zıkkım gibi!”
Muhtemelen bütün karışımların tadı berbattı. İçindekiler, olası bileşim veya olası sonuçlar göz önüne alındığında, büyük büyükannemin ilaçları bana en azından olağanüstü derecede çekici gelmiyordu. Kendi adıma…
“Önce küçük bir yudum aldım.”
“Evet?”
“Ve bir saat sonra daha hafif ve daha iyi hissedince hepsini içmeye karar verdim.”
“Ah be Pyecraft!”
“Burnumu tuttum,” diye açıkladı. “Sonra gitgide hafiflemeye devam ettim ve gördüğün gibi bu hale geldim.”
Ani bir duygu patlaması yaşadı. “Ne yapacağım ben şimdi?” dedi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.
1
(Bilgi, yargı için) Hiçbir deneye dayanmayan, us yoluyla ortaya konan, önsel. (e.n.)
2
Tıbbi ilaçların dozları, formülleri ve kullanımlarını içeren listelere ait bilgilerin bulunduğu kitap. (e.n.)