![On İki Hikaye ve Bir Rüya](/covers_330/70646932.jpg)
Полная версия
On İki Hikaye ve Bir Rüya
Çok az şey söyleyerek ama bu marifetli adama göz kulak olarak peşlerinden gittim. Sonuçta Gip bundan zevk alıyordu. Ve şüphesiz, gitme zamanı geldiğinde oldukça kolay gidebilecektik.
Bu gösteri odası, uzun ve labirent gibi bir yerdi. Raflar, tezgâhlar ve sütunlarla ayrılan yerlerden kemerli yollar vasıtasıyla allak bullak edici aynalar ve perdelerle kaplı diğer kısımlara geçiliyor, buralarda aylaklık yapan tuhaf görünümlü asistanlar bize dik dik bakıyordu. Aynalar o kadar kafa karıştırıyordu ki artık geldiğimiz kapının hangisi olduğunu bilmiyordum.
Dükkâncı, Gip’e buharlı ya da kurmalı olmayan sihirli trenler gösterdi. Çok, çok değerli asker kutularının kapağını kaldırıp bir şeyler söyleyinceyse oyuncak askerler canlanıyor, size doğru koşmaya başlıyordu. Benim kulaklarım pek keskin değildi, ayrıca telaffuz edilmesi zor sözlerdi ama Gip – annesinin kulağını almış – hemen anladı. “Bravo!” dedi dükkâncı, askerleri gelişigüzel bir şekilde kutuya geri koyup Gip’e vererek. “Şimdi,” dedi dükkâncı ve bir anda Gip hepsini yeniden canlandırmıştı.
“O kutuyu alacak mısın?” diye sordu dükkâncı.
“O kutuyu alacağız,” dedim. “Tabii bize biraz indirim yaparsanız. Bunu almak için bir para babası olmak…”
“Yok artık! HAYIR!” Dükkâncı küçük adamları tekrar kutuya koydu, kapağı kapattı, kutuyu havada salladı ve işte oradaydı, kahverengi kâğıtla kaplanmıştı ve – KÂĞITTA GIP’İN TAM ADI VE ADRESİ YAZIYORDU!
Dükkân sahibi şaşkınlığıma güldü.
“Gerçek sihir bu,” dedi. “Gerçeği.”
“Benim zevkime göre biraz fazla gerçek,” dedim tekrar.
Bundan sonra, Gip’e başka numaralarını ve daha da garip olanlarını göstermeye başladı. Onları açıkladı, tersyüz etti ve sevgili küçük adam, meşgul kafasını bilgece sallayarak onu dinledi.
Elimden geldiğince ilgilenmemeye çalıştım. “Hey! Çabuk!” dedi Sihirli Dükkâncı ve ardından Gip’in “Hokus pokus!” diyen küçük sesi duyuldu. Ama başka şeyler dikkatimi dağıttı. Buranın ne kadar da acayip bir yer olduğunu idrak ettim. Tabiri caizse, bir tuhaflık seliydi. Armatürlerde, hatta tavanda, zeminde, gelişigüzel dağıtılmış sandalyelerde bile tuhaflık vardı. Ne zaman onlara bakmasam, yamulduklarını ve hareket ettiklerini ve arkamdan sessiz bir köşede korkakça oynadıklarını hissettim. Kornişler basit bir alçı işi olamayacak kadar etkileyici, kıvrımlı kalıplarla süslenmişti.
Sonra birdenbire tuhaf görünüşlü asistanlardan biri dikkatimi çekti. Biraz uzaktaydı ve belli ki benim varlığımdan habersizdi. Oyuncak yığınları ile kemerli tavan arasından onun dörtte üçü kadarını görebiliyordum, aylakça bir sütuna dayanmış, yüzüyle korkunç şekiller yapıyordu! Yaptığı en korkunç şey burnuyla oldu. Bunu sanki boştaymış ve kendini eğlendirmek istiyormuş gibi yaptı. Her şeyden önce kısa, şişkin bir burundu ve sonra onu aniden bir teleskop gibi uzattı, sonra uçtu ve uzun, kırmızı, esnek bir kırbaç gibi olana kadar inceldikçe inceldi. Kâbuslarda görülecek bir şey gibiydi! Bir balıkçının oltasını savurması gibi onu büyüttü ve fırlattı.
İlk düşüncem, Gip’in onu görmemesi gerektiğiydi. Arkamı döndüm ve Gip’in dükkân sahibiyle oldukça meşgul olduğunu ve hiçbir kötülük düşünmediğini gördüm. Birlikte fısıldaşıyorlardı ve bana bakıyorlardı. Gip küçük bir taburede duruyordu ve dükkâncı elinde bir tür büyük davul tutuyordu.
“Saklambaç, baba!” diye bağırdı Gip. “Sen ebesin!”
Ben engel olmak için bir şey yapamadan, dükkâncı büyük davulu onun boynuna geçirmişti. Ne olduğunu hemen gördüm. “Çıkar şunu,” diye bağırdım, “Çıkar! Çocuğu korkutacaksın. Çıkar onu!”
Kulakları eşit büyüklükte olmayan dükkâncı tek kelime etmeden dediğimi yaptı ve büyük silindirin içinin boş olduğunu göstermek için bana doğru tuttu. Taburenin üstü de boştu! Oğlum bir anda tamamen ortadan kaybolmuştu.
Görünmez bir el kalbinizi sıkar gibi kötü bir his olur ya; her zamanki haliniz, yerini gergin ve tedbirli bir hale bırakır; ne yavaş ne aceleci, ne kızgın ne de korkmuş. İşte aynen böyle hissediyordum.
Sırıtan dükkâncının yanına geldim ve taburesini tekmeledim.
“Bu saçmalığa bir son verin!” dedim. “Oğlum nerede?”
“Görüyorsunuz,” dedi, davulun içini göstermeye devam ederek. “Hiçbir aldatmaca yok…”
Onu tutmak için elimi uzattım ama o hünerli bir hareketle benden kurtuldu. Tekrar yakalamaya çalışırken sırtını döndü ve kaçmak için bir kapıyı iterek açtı. “Dur!” dedim ama gülerek uzaklaştı. Peşinden sıçradım – mutlak karanlığa.
PAT!
“Tanrım, sen koru! Geldiğinizi görmedim efendim!”
Regent Caddesi’ndeydim ve düzgün görünümlü bir çalışanla çarpışmıştım. Yaklaşık bir metre ötedeyse ve kafası karışmış görünen Gip duruyordu. Çalışandan yarım yamalak özür dilerken Gip bana döndü ve sanki bir anlığına beni kaybetmiş gibi parlak, küçük bir gülümsemeyle yanıma geldi.
Elinde dört kutu taşıyordu!
Parmağımı hemen ele geçirdi.
Bir an neler olduğunu anlayamadım. Sihir dükkânının kapısını görmek için etrafa bakındım ama orada değildi! Kapı yoktu, dükkân yoktu, hiçbir şey yoktu, sadece resim sattıkları dükkân ile civcivlerin olduğu pencere arasındaki gömme sütun vardı!
O zihinsel kargaşada mümkün olan tek şeyi yaptım; doğruca kaldırım taşına yürüdüm ve bir fayton çağırmak için şemsiyemi kaldırdım.
Gip, doruğa ulaşan bir coşkuyla, “Tayton,” dedi.
Binmesine yardım ettim, güçlükle adresimi hatırladım ve ben de bindim. Ceketimin cebinde olağandışı bir şey fark ettim ve bir cam top olduğunu gördüm. Huysuz bir ifadeyle sokağa fırlattım.
Gip hiçbir şey söylemedi.
Bir an için ikimiz de konuşmadık.
“Baba!” dedi Gip, sonunda. “Orası gerçek bir dükkândı!”
Bununla birlikte, her şeyin ona nasıl göründüğünü ve bunun nasıl bir problem yaratacağı sorununu düşünmeye başladım. Hiç hasar almamış görünüyordu – şimdilik iyiydi, ne korkmuş ne de çıldırmıştı, öğleden sonraki eğlenceden son derece memnundu ve kollarında dört kutu vardı.
Kahretsin! İçlerinde ne olabilirdi?
“Hım!” dedim. “Küçük çocuklar her gün böyle dükkânlara gidemezler.”
Bunu her zamanki soğukkanlılığıyla karşıladı ve bir an için annesi değil de babası olduğuma, faytondan görülebileceğimiz için insanların içinde onu öpemediğime üzüldüm. Sonuçta, çok da kötü bir deneyim değildi diye düşündüm.
Ama paketleri açtığımızda gerçekten rahatlamaya başladım. Üçünde asker kutuları vardı, oldukça sıradan kurşun askerlerdi ama o kadar kalitelilerdi ki Gip, bu paketlerin aslında hakiki Sihir Numaraları olduğunu tamamen unuttu. Dördüncüsünden canlı, beyaz bir kedi yavrusu çıktı. Sağlığı, iştahı ve ruh hali gayet yerindeydi.
Bu paketin açılmasıyla biraz daha rahatladım. Oldukça mantıksız bir süre boyunca çocuk odasında takıldım.
Bu altı ay önce oldu. Artık her şeyin yolunda olduğuna inanmaya başlıyorum. Yavru kedi, tüm yavru kediler gibi doğal bir sihre sahipti ve askerler, herhangi bir albayın isteyebileceği kadar dimdik ve sabit görünüyordu. Gip’e gelince…
Akıllı ebeveynler, Gip’e temkinli yaklaşmam gerektiğini anlayacaktır.
Ama bir gün ileri gittim. “Askerlerinin canlanmasını ister miydin Gip? Kendi başlarına dolaşmalarını?” diye sordum.
“Yürüyorlar ki,” dedi Gip. “Kapağı açmadan önce bildiğim bir kelimeyi söylemem gerekiyor.”
“Sonra tek başlarına mı yürüyorlar?”
“Ah, tabii ki baba. Öyle olmasa onları sevmezdim.”
Şaşkınlığımı göstermedim ve o zamandan beri, askerler etraftayken haber vermeden bir ya da iki kez ona uğrama fırsatı buldum ama şimdiye kadar onların sihirli bir şekilde performans sergilediklerini hiç görmedim.
Anlamak çok zor.
Bir de para meselesi var. Faturaları ödemek gibi tedavi edilemez bir alışkanlığım var. O dükkânı aramak için birkaç kez Regent Caddesi’nde dolaştım. Bu yüzden üzerime düşeni yaptığımı düşünüyorum. Ayrıca Gip’in adını ve adresini bildiklerine göre, bu insanlar artık her kimlerse, istedikleri zaman faturayı evimize gönderebilirler.
Örümcekler Vadisi
Gün ortasına doğru, iz süren üç kişi, sel yatağının etrafından dönüp kendilerini engin bir vadiye tepeden bakarken buldu. Kaçakları uzun süredir takip ettikleri zorlu ve dolambaçlı çakıl hendeği, yerini geniş bir yamaca bırakmıştı ve üç adam ortak bir dürtüyle patikadan ayrılarak zeytin ağaçlarıyla çevrili küçük bir tepeye doğru ilerlediler. Adamlardan ikisi, gümüş dizginli üçüncüsünün biraz arkasında durdu.
Bir yer bulmak için aşağıdaki geniş alanı hevesli gözlerle taradılar. Vadi göz alabildiğine uzanıyor, yer yer kuru dikenlere dönüşmüş çalılıklar ve ne olduğu anlaşılmayan kuru koyaklar ıssız, sarı çimleri bölüyordu. Vadinin mor uçları, üstleri muhtemelen daha yeşil olan uzak tepelerin mavimsi yamaçlarına karışıyor, vadinin iki tarafı birbirine yaklaştıkça gökyüzündeki maviliğin içinde kendiliğinden asılı kalmış gibi görünen karlı zirveler kuzeybatıya doğru daha da büyüyüp cüretkârlaşıyordu. Batı yönündeyse vadi uzaklara, ta gökyüzünün altındaki uzak bir karanlık ormanın nerede başladığını belirtene kadar genişliyordu. Ama üç adam ne doğuya ne de batıya baktılar, sadece kararlı bir şekilde vadinin karşısına baktılar.
İlk konuşan, dudağı yaralı sıska adam oldu. “Hiçbir yerde yoklar,” dedi sesinde bir hayal kırıklığı tınısıyla içini çekerek. “Ama sonuçta, bizden bir gün öndeler.”
Beyaz atlı, kısa boylu adam, “Onların peşinde olduğumuzu bilmiyorlar,” dedi.
Lider, sanki kendi kendine konuşuyormuş gibi acı acı, “O kız bilir,” dedi.
“O zaman bile hızlı gidemezler. Katırdan başka binekleri yok ve kızın ayağı bugün bütün gün kanadı…”
Gümüş dizginli adam ona öfke dolu bir bakış attı. “Görmedim mi sanıyorsun?” diye hırladı.
Kısa boylu adam kendi kendine, “Yine de işimize yarıyor,” diye fısıldadı.
Yaralı dudaklı zayıf adam kayıtsızca baktı. “Vadiyi geçmiş olamazlar,” dedi. “Eğer hızlı sürersek…”
Beyaz ata baktı ve durakladı.
“Bütün beyaz atlara lanet olsun!” dedi gümüş dizginli adam ve lanetini kapsayan atı da incelemek için yana döndü.
Kısa boylu adam, atının hüzünlü kulaklarının arasından aşağıya baktı.
“Ben elimden geleni yaptım,” dedi.
Diğer ikisi bir boşluk bulabilmek için tekrar vadiye baktılar. Sıska adam elinin tersini yaralı dudağına götürdü.
“Yürüyün!” dedi gümüş dizginli adam aniden. Kısa boylu adam irkildi, dizginlerini çekti. Atlarının toynakları patikaya geri dönerken kurumuş çimenlerin üzerinde belli belirsiz pıtırtılar çıkardı.
Önlerindeki uzun yokuştan temkinli bir şekilde indiler ve böylece kayaların arasında büyüyen dikenli, bükülmüş çalılar ve garip, kuru, azgın dallar arasından aşağıdaki seviyelere geldiler. Ve orada iz silikleşti, çünkü toprak yetersizdi ve tek ot, yerde duran bu kavrulmuş ölü samandı. Yine de sıkı bir tarama yaparak, atların boyunlarına yaslanarak ve sürekli durarak, bu beyaz adamlar bile avlarını takip etmeyi başarabilmişlerdi.
Ezilmiş yerler, kaba otların bükülmüş ve kırılmış yaprakları ve arada bir de yeterince ikna edici ayak izleri vardı. Ve bir keresinde de liderleri, melez bir kızın ayak basmış olabileceği yerde kahverengi bir kan lekesi gördü. Bunun üzerine fısıldayarak onu bir aptal olarak lanetledi.
Sıska adam liderinin iz sürüşünü kontrol ediyor, beyaz atlı kısa adamsa bir rüyada kaybolmuş biri gibi geriden geliyordu. Gümüş dizginli adamın rehberliğinde, tek kelime etmeden arka arkaya atlarını sürdüler. Beyaz atlı kısa adam bir süre sonra etrafın çok hareketsiz olduğunu fark etti. İrkilerek kendini topladı. Atlarının ve teçhizatlarının çıkardığı küçük seslerin yanı sıra, bütün büyük vadi, manzara resmi kadar kasvetli bir sessizliğe bürünmüştü.
Efendisi ve arkadaşı önden gidiyordu, ikisi de sola doğru eğilerek izlere dikkat kesilmişti; ikisinin de bedenleri atlarının adımlarıyla sakince sarsılıyordu, gölgeleri önlerine düşmüştü: Hareketsiz, sessiz, uca doğru incelen yoldaşlar… En yakınındaki büzülmüş soğuk figürse kendi gölgesiydi. Etrafına baktı. Ne eksikti? Sonra vadinin kıyısından gelen yankıyı ve sürekli değişen, itişip kakışan çakıltaşlarının çıkardığı sesleri hatırladı. Ve dahası… Rüzgâr yoktu. Bu kadardı! Ne kadar geniş, sakin bir yerdi, monoton bir öğleden sonra uykusunu andırıyordu. Ve gökyüzü, yukarı vadide toplanan kasvetli bir pus perdesi dışında açık ve boştu.
Sırtını doğrulttu, dizginleriyle oynadı, ıslık çalmak için dudaklarını büzdü ama sadece iç çekti. Bir süre eyerinde döndü ve çıktıkları dağ geçidinin boğazına baktı. Boş! Her iki tarafta da boş yamaçlar vardı. İnsan bir yana, herhangi bir hayvandan, bir ağaçtan bile eser yoktu. Ne araziydi ama! Ne vahşi! Tekrar eski pozisyonuna döndü.
Mor-siyah bükülmüş bir çubuğun yılan şeklinde parıldadığını ve kahverenginin ortasında gözden kaybolduğunu görmek, içini bir anlık zevkle doldurdu. Her şeye rağmen, bu cehennem vadisi canlıydı. Sonra onu daha da keyiflendiren şeyler oldu: Yüzüne küçük bir esinti çarptı, gelip giden bir fısıltı duyuldu; bir tepeciğin üzerindeki dik, siyah boynuzlu bir çalı ufacık da olsa eğildi. Tüm bunlar, olası bir esintinin ilk habercileriydi. Tembel tembel parmağını yaladı ve havaya kaldırdı.
Patikada iz süren sıska adamla çarpışmamak için sertçe ayağa kalktı ve dizginlerine asıldı.
Tam o suç ânında, efendisinin kendisine baktığını gördü.
Bir süre takiple ilgilenmeye zorladı kendini. Sonra tekrar yola devam ederken, efendisinin gölgesini, şapkasını ve omzunu inceledi, zayıf adamın daha yakın hatlarının arkasında belirip kayboldu. Dört gün boyunca dünyanın sınırlarının ötesinde, bu ıssız yere, susuz, eyerlerinin altında bir parça kuru etten başka bir şey olmadan, kayaların ve dağların üzerinden, kesinlikle bu kaçaklardan başka hiç kimsenin gitmediği bu ıssız yere at sürmüşlerdi. Tüm bunlar ne içindi?
Bütün bunlar bir kız içindi, inatçı bir kız çocuğu! Ve adamın en aşağılık teklifini kabul edecek şehir dolusu insan vardı – kızlar, kadınlar! Kısa adam, kaşlarını çatarak dünyaya baktı, adamın kendini ne diye bu kıza bu kadar kaptırdığını merak etti. Kararmış diliyle kurumuş dudaklarını yaladı. Tek bildiği efendinin yolu buydu. Kız sırf ondan kaçmaya çalıştı diye…
Gözü, ahenk içinde bükülen bir dizi yüksek tüylü kamışa takıldı ve sonra boynunun önüne kadar gelip rüzgârda çırpınarak düştü. Rüzgâr giderek güçleniyordu. Her nasılsa rüzgâr, etrafın katı durgunluğunu ortadan kaldırdı ve bu iyi bir şeydi.
“Hop!” dedi sıska adam.
Üçü de aniden durdu.
“Ne?” diye sordu efendi. “Ne?”
“Orada,” dedi sıska adam vadiyi göstererek.
“Ne?”
“Bir şey bize doğru geliyor.”
O konuşurken, sarı bir hayvan bir tepeye tırmandı ve onlara doğru geldi. Rüzgârın önünden gelen, dilini dışarı çıkarmış, sabit bir hızla ve yoğun bir amaçla koşan öyle büyük ve vahşi bir köpekti ki bu, yaklaştığı atlıları görmüyor gibiydi. Burnunu yukarı kaldırarak koşmasından belliydi, bir koku ya da avın peşinde değildi. Yaklaştıkça kısa adam kılıcına dokundu. “Çıldırmış,” dedi sıska binici.
“Bağırın!” dedi kısa adam ve kendisi de bağırdı.
Köpek üstlerine gelmeye devam etti. Kısa adamın kılıcı tam çekilmişti ki köpek yana saptı ve nefes nefese onların yanından geçip gitti. Küçük adamın gözleri hayvanın koşuşunu izledi. “Ağzında köpük yoktu,” dedi. Gümüş dizginli adam bir süre vadiye baktı. “Ah, hadi ama!” diye bağırdı sonunda. “Ne önemi var?” Atını tekrar harekete geçirdi.
Kısa adam, rüzgârdan başka hiçbir şeyden kaçmayan ve insan karakteri üzerine derin düşüncelere dalan bir köpeğin çözülmez gizemini geride bıraktı. “Hadi amaymış!” diye fısıldadı kendi kendine. “Neden böyle şiddetli ve tesirli bir biçimde ‘Hadi ama!’ deme hakkı tek bir adama verilir ki?” Gümüş dizginli adam hayatı boyunca hep bu lafı söylemişti. “Eğer ben söyleseydim…” diye düşündü kısa adam. Ama insanlar, en uçuk şeylerde bile efendisine itaatsizlik ettiğinde hayrete düşerlerdi. Bu melez kız ona ve herkese deli, neredeyse günahkâr gibi görünüyordu. Kısa adam, karşılaştırmalı olarak, yaralanmış dudaklı sıska biniciyi efendisi kadar cesur, hatta belki de daha cesur olarak düşündü. Ama yine de efendiye boyun eğmek zorundaydı. Usulünce ve azimle itaat etmekten başka bir şey yapmıyordu.
Elleri ve dizlerinde hissettiği bir şey, kısa adamı düşüncelerinden çıkarıp şimdiki âna getirdi. Bir şeyin farkına vardı. Atını sıska arkadaşının yanına sürdü. “Atları fark ettin mi?” dedi alçak sesle.
Adamın sıska yüzünde sorgulayıcı bir ifade belirdi.
“Bu rüzgârı sevmiyorlar,” dedi kısa adam ve gümüş dizginli adam ona bakınca arkadaki yerine geri döndü.
“Sorun değil,” dedi sıska yüzlü adam.
Sessizlik içinde tekrar yola koyuldular. En öndeki iki atlı patikadan aşağı indi, en arkadaki adam, vadinin uçsuz bucaksızlığından aşağı süzülen sisi izledi ve rüzgârın anbean nasıl kuvvetlendiğini fark etti. Uzakta solda, bir sıra karanlık yığın gördü; bunlar vadide dörtnala koşan yabandomuzlarıydı belki ama bununla ilgili hiçbir şey söylemedi, atların huzursuzluğu konusuna da bir daha değinmedi.
Sonra rüzgârda yola savrulan, devasa bir karahindiba başını andıran parlak, beyaz toplardan önce ilkini, sonra ikincisini gördü. Bu toplar havada yükselip alçalıyor, bir süre asılı kaldıktan sonra hızla yollarına devam ediyordu. Onları gören atların huzuru iyice kaçtı.
Kısa süre sonra bu sürüklenen kürelerden daha fazlasının –ve sonra çok daha fazlasının – vadiden aşağı, ona doğru hızla geldiğini gördü.
Tiz bir çığlık duydular. Hemen önlerindeki yoldan hızla bir yabandomuzu koştu, başını bir anlığına onlara bakmak için çevirdi ve sonra tekrar vadiden aşağı koştu. Bunun üzerine üçü de durup eyerlerinde oturdular, üzerlerine gelmekte olan ve gitgide koyulaşan sise doğru baktılar.
“Şu karahindibalar yüzünden…” diye lafa başladı liderleri.
O sırada, birkaç metre yakınlarından büyük bir küre süzülerek geçti. Aslında hiç de düz bir küre değildi. Geniş, yumuşak, yırtık pırtık, incecik bir şeydi, oradan buradan toplanmış bir çarşaf, havadan gelen bir denizanası gibiydi ama ilerledikçe tekrar tekrar yuvarlanıyordu ve uzun bir süre arkadan sürüklenirken arkasında bıraktığı uzun, örümcek ağını andıran iplikler ve şeritler süzülerek peşinden gidiyordu.
Kısa adam, “Bu karahindiba değil,” dedi.
“Bu hoşuma gitmedi,” dedi sıska adam.
Birbirlerine baktılar.
“Lanet olsun!” diye bağırdı lider. “Yukarısı onlarla dolu. Bu hızda devam ederse, bizi tamamen durduracaktır.”
Belirsiz bir şeyin yaklaşması üzerine geyik sürülerinin bir araya gelmesi gibi içgüdüsel bir his, onları atlarını rüzgâra çevirmeye, birkaç adım ileri atmaya ve bu havada yüzen yığına bakmaya sevk etti. Rüzgârla birlikte sakin bir hızla, sessizce yükselip alçalarak, toprağa kadar inip tekrar uçarak yaklaşıyor; tüm bunları kusursuz bir birlikle, değişmeyen, incelikli bir eminlikle yapıyorlardı.
Bu garip ordunun öncüleri, atlıların sağından solundan geçtiler. İçlerinden biri yerde yuvarlanarak şekilsizce, ağır ağır, uzun düğümlü kurdele ve şeritlere ayrılıp gözden kaybolunca atların üçü de ürküp sıçramaya başladı. Efendi aniden fena halde sabırsız bir hal aldı. Sürüklenen yuvarlak küreleri lanetledi. “İlerleyin!” diye bağırdı. “İlerleyin! Bu şeylerin ne önemi var? Nasıl önemli olabilirler? İz sürmeye devam edin!” Küfrederek atından indi ve atın ağzındaki gemi sağa sola oynattı.
Öfkeyle, yüksek sesle “O izi takip edeceğim, size söylüyorum!” diye bağırdı. “İz nerede?”
Sıçrayan atının dizginlerini kavradı ve çimenlerin arasında izi aradı. Yüzüne uzun ve yapışkan bir iplik düştü, dizgin kolunun etrafına gri bir şerit düştü, birçok bacaklı büyük, hareketli bir şey başının arkasından aşağı indi. Yukarı baktığında bu gri kütlelerden birinin sanki yukarıdaki şeylere demir atmış gibi göründüğünü, uçlarının yön değiştiren tekne yelkenleri gibi dalgalandığını ama ses çıkarmadığını gördü.
Çok gözlü, tıknaz vücutlu, uzun ve çok eklemli uzuvları olan kalabalık bir mürettebatın demirleme halatını çekerek o şeyi üstüne düşürmeye çalıştığı izlenimine kapıldı. Yıllarca süren binicilikten doğan içgüdüyle, şahlanan atını dizginleyerek bir süre yukarı baktı. O sırada bir kılıcın keskin olmayan tarafı sırtına çarptı ve başının üstünden geçen bir bıçak, sürüklenen örümcek ağından oluşan balonu kesti ve tüm kütle yavaşça yükselip uzaklaştı.
“Örümcekler!” diye bağırdı sıska adam. “Bu şey büyük örümceklerle dolu! Bakın lordum!”
Gümüş dizginli adam, uzaklaşan kitleyi hâlâ takip ediyordu.
“Bakın, lordum!”
Efendi kendini, hâlâ boşta kalan bacaklarını kıpırdatabilen, yerdeki kırmızı ve parçalanmış bir şeye bakarken buldu. Sonra sıska adam onlara doğru gelen başka bir kütleyi işaret edince aceleyle kılıcını çekti. Vadinin yukarısı şimdi parçalara ayrılmış bir sis kümesi gibiydi. Durumu kavramaya çalıştı.
“Kaçalım!” diye bağırıyordu kısa adam. “Vadiden aşağı kaçalım.”
Daha sonra meydana gelenler bir savaşın karmaşası gibiydi. Gümüş dizginli adam, kısa adamın hayali örümcek ağlarını öfkeyle keserek yanından geçtiğini gördü, onun zayıf adamın atına top attığını, onu ve binicisini yere fırlattığını gördü. Kendi atı onu dizginleyemeden bir düzine adım attı. Sonra hayali tehlikelerden kaçınmak için başını kaldırdı ve yerde yuvarlanan atı gördü. Sıska adam ayaktaydı, atının ve kendisinin etrafını saran titrek gri kütlede gördüğü bir yarığı kesiyordu. Temmuz ayının rüzgârlı bir gününde çorak arazideki karahindiba tohumları gibi kalın ve hızlı örümcek ağı kütleleri onlara yaklaşıyordu.
Kısa adam atından inmişti ama atını serbest bırakmaya cesaret edemedi. Bir koluyla çırpınan hayvanı geri çekmeye çalışıyor, diğer koluyla ise kılıcını rasgele sallıyordu. İkinci bir gri kütlenin dokunaçları mücadeleye karışmıştı. Bu ikinci gri kütle, demir yerini bulup yavaşça battı.
Efendi dişlerini gıcırdattı, dizginini tuttu, başını eğdi ve atını mahmuzladı. Yerdeki at yuvarlandı, böğründe kan ve hareket eden şekiller vardı ve sıska adam aniden onu terk ederek efendisine doğru belki on adım koştu. Bacaklarını saran gri şeyler hareketine engel oluyordu. Kılıcıyla etkisiz hareketler yaptı. Bedeninden gri şeritler dalgalanmaya başladı. Yüzüne gri, ince bir perde indi. Sol eliyle vücudundaki bir şeye vurdu ve aniden tökezleyip yere düştü. Ayağa kalkmak için çabaladı ve tekrar düştü ve aniden, korkunç bir şekilde bağırmaya başladı: “Oh-ohoo, ohooh!”
Efendi, adamın üzerindeki büyük örümcekleri ve yerdeki diğerlerini görebiliyordu.
Atını, el kol hareketi yapan, çığlık atan gri nesneye yaklaştırmaya çalışırken, bir toynak sesi duyuldu ve kılıcını kaybetmiş, atına binmeye çalışan ama beceremeyen kısa adam, beyaz atın üstüne çaprazlama yatmış ve yelesine tutunmuş halde hızla efendinin yanından geçti. Efendinin yüzüne yine yapışkan, gri bir tüy gibi bir iplik dolaştı. Bu sürüklenen, gürültüsüz örümcek ağı etrafında ve üzerinde daire çiziyor ve ona yaklaşıyor gibiydi.
Öldüğü güne kadar o şeyin nasıl gerçekleştiğini asla öğrenemedi. Atını gerçekten o mu çevirmişti, yoksa atı arkadaşının peşine mi düşmüştü? Tek bildiği, bir saniye sonra, kılıcı tam tepede savurarak vadiden aşağı dörtnala aşağı iniyordu. Hızlanan esintiyle her tarafını saran örümceklerin hava gemilerinin, hava bağlarının, hava ıskotalarının onu hızla ve bilinçle takip ettiği izlenimine kapılmıştı.
Dıgıdık dıgıdık… Gümüş dizginli adam, yönüne aldırmadan, korkuyla sağa sola bakarak ve kılıç tutan kolu kesmeye hazır bir şekilde at sürdü. Birkaç yüz metre ileride, arkasında yırtık örümcek ağlarından bir kuyruk oluşmuş kısa adam beyaz atını sürüyordu ama hâlâ eyere tam oturamamıştı. Sazlar önlerinde eğildi, rüzgâr taze ve güçlü esti, efendi omzunun üzerinden ağların ona yetişmek için acele ettiğini görebiliyordu.
Örümcek ağlarından kaçmaya o kadar niyetliydi ki, ancak atı bir sıçrama için gücünü topladığında önündeki vadiyi fark edebildi. Fark ettiğinde atını yanlış anlamış ve engellemişti. Atının boynuna yaslanmıştı ve doğrulup kendini geriye verdiğindeyse artık çok geçti.
Heyecanı yüzünden sıçramayı unutsa da attan nasıl düşüldüğünü unuttuğu söylenemezdi. Yine havada at biniyordu. Kazadan omzundaki bir çürükle kurtuldu, atıysa yuvarlandı, kasılan bacakları tekmeler attı ve sonra kıpırdamayı kesti. Sanki artık onun şövalyesi olmasını istemiyor gibiydi. Efendinin kılıcı sert toprağa saplanıp çat diye kırıldı. Kopan parçanın keskin ucu az kalsın yüzüne geliyordu.
Bir anda ayağa kalktı, hızla ilerleyen örümcek ağlarını nefes nefese taradı. Bir an için koşmaya karar verdi, sonra vadiyi düşündü ve geri döndü. Sürüklenen ağlardan biri yakınına gelince ondan kaçınmak için yana eğildi; sonra sarp kenarlardan aşağıya, bu dehşet fırtınasından uzağa kaçtı.
Orada, kuru dağ kanalının dik kenarlarının altındaki kuytularda çömelip rüzgâr duruncaya kadar bu tuhaf gri kütlenin geçişini izleyebilir, bu şekilde onlardan kurtulabilirdi. Ve orada uzun bir süre çömeldi, daralmış gökyüzünde tuhaf, gri, düzensiz yığınların şeritlerin sürüklenişini izledi.
Bir ara, başıboş bir örümcek, yanındaki vadiye düştü. Bacak boyu otuz santim vardı, vücuduysa bir elin yarısı kadardı. Bir süre onun canavarca bir hevesle aranıp kaçışını izledikten sonra yarım kılıcını dikkatini çekmek için yem olarak kullanıp yaklaştığında demir topuklu botuyla örümceği ezip suyunu çıkardı. Bunu yaparken küfredip etrafında başka örümcek var mı diye sağa sola baktı.