
Полная версия
Hint Efsaneleri
Ermiş doğrudan cevap vermeye tenezzül etmeyip şunu sordu: “O halde kime hediye vereceksin, ey kral? Kimi koruyacaksın? Ve kiminle savaşacaksın?”
“Önce Brahmanlara hediye veririm. Korku içindekileri korurum. Düşmanlarla ise savaşırım,” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Viswamitra dedi ki: “Öyleyse, vazifeni yerine getir ve dilenen şu Brahmana münasip bir bağış yap.”
Kral buna memnuniyetle cevap verdi: “Dilediğiniz ne varsa, şimdiden verilmiş kabul edin, ey büyük ermiş! Hatta dilediğiniz benim krallığım, karım ve canım bile olsa!”
Bunun üzerine Viswamitra, Rajasuya gününde3 sunulacak türden bir armağan dilediğini söyledi. Daha açık konuşması istenince Harischandra’dan kendisi ve kişisel meziyetleri ile karısı ve oğlu haricinde tüm varlığından vazgeçmesini talep etti. Bunu işiten Harischandra’nın yüz ifadesi bile değişmedi. Öyle ki bu hediyeyi vermeyi canı gönülden kabul etti. Bunun üzerine ermiş bir ferman verdi. Artık Harischandra’nın krallığı ve hükümdarlığı onun eline geçtiğine göre kral kaba çuldan kıyafetler giyip yanına yalnızca karısı ve çocuğunu alıp yürüyerek ülkeden gidecekti.
Hiç sesini çıkarmadan itaat eden kral, ülkesinden ayrılmak için hazırlandı fakat ermiş bir kez daha bağış talebinde bulunacaktı. Kral, canlarından başka bir şeyleri kalmadığını söyleyerek yalvarsa da Viswamitra ısrarında kararlıydı. Cömert bir bağışta bulunmadığı takdirde kralı lanetlemekle tehdit etti. Büyük bir sıkıntı içindeki Harischandra para bulmak için zaman istedi ve bir ay içinde gerekli bağışı hazırlayacağına söz verdi. Viswamitra bu ricayı kabul etmeye tenezzül ederek krala gitmesi için izin verdi.
Böylece Harischandra karısı ve oğluyla birlikte sefil bir halde yola çıktı. O büyük ve iyi hükümdarlarını böylesi düşkün bir durumda gören yurttaşlar feryat edecekti. “Eyvahlar olsun! Ey iyi kalpli efendimiz, niçin bizi bırakıyorsunuz? İzin verin de velinimetimize hizmet edelim ve sizin yanınızda olalım. Vah ki vah! Yürümeye alışkın olmayan kraliçeniz oğlunu elinden tutmuş yayan gidiyor! Atlılar ile fillerine binmiş askerlerin kendisine yol açtığı kralımız da öyle! Efendimizin başına neler gelecek kim bilir? Üstü başı toz toprakla kaplanacak, yorgunluktan bitkin düşecek. Siz olmadan bizler birer boş gölgeden ibaretiz. Siz bizim babamızsınız, bizim şehrimizsiniz, bizim göğümüzsünüz. Ey krallar kralı, bizi bırakmayın!”

“Ne dilerseniz, büyük ermiş!”
Bunun üzerine çok duygulanan Kral Harischandra duraksadı. Kendi hazin durumundan çok tebaasının kederli haline acımıştı. Viswamitra onun yavaşladığını görünce hiddetle bir yaygara kopardı ve şöyle dedi: “Yazıklar olsun! Sen güvenilmez bir adamsın. Önce bana krallığını vereceğine söz verdin, şimdi ise verdiğin hediyeyi geri almak istiyorsun!”
Kral titreyerek mırıldandı: “Gidiyorum.”
Ancak ermiş yalnızca kaba bir dille yetinmeyecekti. Asasını kaldırıp zavallı kraliçeye acımasızca vurmaya başladı. Harischandra genç kadını oradan uzaklaştırdı. Kralın yüreği acıyla dolmuştu ama ağzından yalnızca şu söz çıkacaktı: “Gidiyorum.”
Böylelikle Harischandra, karısı Saivya ve oğluyla birlikte kendi ülkesini terk edip yürüyerek Benares’e gitti. Ama Viswamitra onlardan önce oraya varmıştı ve inatla bağışını istiyordu zira bir aylık süre geçti diyordu.
“Hayır, büyük Rişi! Yarım gün daha vaktim var. Ödeme zamanımı bekleyin, yalvarırım size,” dedi Harischandra.
Sonra kral bir şekilde parayı bulmak için oraya buraya koşturdu ama para kazanmak için bahtsız karısı ile oğlunu köle olarak satmak dışında bir çare bulamadı. Kocasının dürüstlük konusundaki itibarını kaybetmesine ve Brahmanın onu lanetlenmesine engel olmak için bunu genç kadının kendisi önermişti. Fakat kral onun sözleri karşısında öyle şaşkına dönmüştü ki bir anda acıyla yere yığıldı. Kendine geldiğinde karısını bu hale düşürmüş olduğu için utancından ağlamaya başladı. Kocasının yine fenalaştığını gören kraliçe de onun bu acıklı yıkımına hayıflanmaya başladı ve bu defa da kendisi yere yığıldı. Anne babasını çaresizce yere yatmış halde gören çocukcağız onların üstüne kapanıp ağlamaya başladı. Üstelik açlıktan karnı ağrıyordu.
Sonra Viswamitra yeniden geldi. Kralın baygın olduğunu görünce üstüne soğuk su dökerek onu uyandırdı ve hemen parasını ödemesini istedi. Nihayet Viswamitra oradan gittikten sonra kral haykırdı: “Ey yurttaşlar! Bana bakın! Acımasız bir canavarım, insan kılığında bir Rakşasa’yım ben! Kendi karımı satacak duruma geldim. Eğer onu köle olarak almak isteyen varsa, hâlâ cevap vermeye yetecek nefesim varken konuşsun.”
Bunun üzerine yaşlıca bir Brahman şöyle dedi: “Karım çok genç ve evde ona yardım edecek birine ihtiyacı var. Zengin bir adamım, karının gençliği ile güzelliğine yaraşır bir para ödeyebilirim sana. Bu yüzden, parayı al ve onu bana teslim et.”
İşte bu sözleri söyleyerek krala parayı verdi ve kraliçeyi elinden tutup sürükledi. Küçük çocuk annesine yapışmıştı. Brahman ilk önce onu tekmeleyerek ittirdi ama kraliçe oğlunu da satın alması için Brahmana yalvardı zira ondan ayrı kalırsa iyi hizmet edemezdi. Bu yüzden, Brahman biraz daha para vererek kraliçeyle birlikte oğlunu da götürdü. Bir başına kalan Harischandra ise canından çok sevdiği karısını ve oğlunu köle olarak satmaya onu zorlayan alçak kadere lanetler okuyordu.
Sonra Viswamitra tekrar gelip parayı aldı ama aldığı bağışa küçümseyerek bakacaktı. Ona böyle küçük bir bağışta bulunduğu için kralı azarladı. Böyle bir meblağın büyük bir sunu için yeterli olduğuna inanmaya devam ettiği takdirde Brahman ermişlerinin gerçek gücünü göreceğini söyleyerek Harischandra’yı tehdit etti. Ardından yalnızca bir çeyrek gün kadar vakti kaldığını hatırlattı ve parayı alıp gitti.
Bunun üzerine artık para bulmak için başka hiçbir yolu kalmamış olan Harischandra hüzünle etrafına bakıp kendini köle olarak sattığını söyledi. Bunu işitenler arasından bir Chandala yani en aşağı kasta ait sefil bir serseri öne çıktı. Bu adam iğrenç gözüküyordu, hantal hantal yürüyor ve kaba konuşuyordu. Elinde bir kafatası taşıyordu, etrafı ise köpeklerle çevriliydi. Velhasıl, berbat ve tiksindirici bir adamdı bu. Kral ona korkuyla baktı ve adını sordu.
“Pravira derler bana,” diye cevap verdi Chandala. “Bu şehirde idam mahkûmlarını ben infaz ederim ve ölülerin sarındığı battaniyeleri ben toplarım.”
Bu sözleri duyan Harischandra böylesi aşağılık bir adamın hizmetinde olmaktansa ölümü yeğlemeyi düşündü. Sonra birden Viswamitra tekrar belirip parasının tamamını istedi. Kralın içler acısı bir halde merhamet dilenmesi boşunaydı. Rişi talihsiz krala şöyle diyecekti: “Ya yüz milyon karşılığında kendini Chandala’ya satarsın ya da lanetimin azabını çekersin.”
O zaman kral, afallamış bir halde bunu kabul etti. Chandala neşeyle parayı Viswamitra’ya verip kralı bağladı ve döve döve kendi pis evine götürdü.
Oraya vardıklarında düşkün Rajarshi’ye her gün ölülerin yakıldığı yerlere giderek cenaze kıyafetlerini toplamasını emretti. “Gece gündüz cenazeleri takip edip kıyafetleri getireceksin. Aldıklarının bir bölümü benim bir bölümü de ödül olarak senin olacak.”
Hinduların ölülerini yaktığı o büyük alanlardaki dehşeti anlatmaya kim cesaret edebilir? Bu korkunç sahnenin dehşetini en iyi tasvir eden kaynak yine Hindu efsanelerinin ta kendisidir. Bu ölü yakma yerlerindeki korkunç şeylerin yani bütün o berbat görüntüler ile kötü kokular, ölülerin yakınlarının yürek burkan feryatları, üstü başı pislik içindeki hizmetçiler ile tiksindirici arayışlarına çıkmış köpekler, çakallar ve akbabaların yanı sıra cenaze alanına akın eden ve kendi usullerine göre iğrenç cümbüşlerini yapan her türden iğrenç ve kana susamış canavar ve ifriti yine bu efsanelerde okuruz.
Düşmüş kral işte insanın yüreğini acıyla dolduran bu yere geldi. Düştüğü yüksek mevkii kederle hatırlayarak ölülerin sarıldığı örtüleri toplamak şeklindeki mide bulandırıcı işi yapmaya koyuldu. Oradan oraya koşturarak iğrenç ganimetini doğru şekilde bölüştürebilmek için dikkatle sayıyordu. Bu yerin ve yaptığı işin üzerinde öyle büyük bir tesiri vardı ki zavallı kral oracıkta âdeta yeniden doğdu ve gerçekten de göründüğü şey haline geldi. Böylece kasvetli bir yaşam sürerken çalışmaktan bitkin düştüğü bir gün uykuya daldı. Tuhaf ve ürkütücü bir rüya gördü. Rüyasında bir kederli yaşamdan diğerine geçiyordu. Hatta içinde bulunduğu durumdan da kötüsünü yaşayarak korkunç eziyetler çekiyordu. Bir kez daha kendi mevkiinde yani bir kral olarak gördü kendini, fakat bir kumar yüzünden krallığını kaybederek karısı ve çocuğunu korkunç bir sefalete sürüklüyordu. Sonra Viswamitra’nın korkunç lanetine dair ihtarları bir kez daha yankılandı kulaklarında. İşte o zaman kral uyandı. “Gerçekten o kadar zaman geçti mi?” ve “Gerçekten bu korkunç şeyleri yaşadım mı?” diye sordu kendi kendine dehşet içinde. Sonra onu kurtarmaları için tanrılara dua ederek bir kez daha sefil işine koyuldu.
Sonra ölüleri yakma alanına bir kadın geldi. Bu kadın onun kraliçesinden başkası değildi. Yılan sokması nedeniyle ölen oğlunun cesedini getirmişti. İkisi de birbirini tanımamıştı zira kral şimdi ölü yakma yerindeki sefil hizmetçilerden biri olmuştu. Kraliçe ise kocasından uzun zamandır ayrı olmanın getirdiği üzüntüden bitap haldeydi. Ayrıca açlıktan ve sürekli yürümekten dolayı güzelliği yitip gitmişti. Sonra kraliçe, acı acı ağlayıp feryat ederek cenaze ateşine yaklaştı. Çocuğun asil yüzünü fark eden Harischandra, kendi oğluna bu kadar çok benzeyen bir çocuğu böyle küçük bir yaşta ölüme mahkûm eden zalim kaderi düşündü üzüntüyle.
Sonra bütün kaderine hayıflanan kraliçe şu sözlerle tanrılara isyan etti: “Krallığı elinden alındı, karısı ile çocuğu köle olarak satıldı. Kral Harischandra’nın tanrıların elinden çekmediği daha ne kaldı?”
Kral bu sözleri işitince karısını tanıdı ve haykırdı: “Bunlar gerçekten de benim karım ve oğlumdur!”
Sonra oracıkta yere yığıldı. O kadar değişmiş olmasına rağmen kraliçe de kocasını tanımış ve kendini kaybederek bayılmıştı. Çok geçmeden ikisi de kendine gelip yaşadıkları garip ve zor yazgıya dövünüp ağlamaya başladılar. Kendi gözleriyle gördüğü halde kocasının bu sefil dönüşümüne ve yaptığı rezil işe inanamayan kraliçe sordu: “Söyle bana, ey kral! Hakikaten uyanık mıyız yoksa bir kâbus mu bu? Gerçekten de şu göründüğün halde misin? Eğer bu doğruysa, dünyada dürüstlük ve erdem hiçbir işe yaramıyor ve tanrılara tapınmanın da hiçbir faydası yok demektir.”
Ardından kral iç çekerek ve titrek bir sesle başına gelenleri anlattı. Kraliçe de gözyaşlarıyla oğullarının ölümünü anlattı. Sonra ikisi çaresizliklerini göz önüne alarak birlikte hayatlarına son vermeye karar verdi. Kral, oğlunu ateş için hazırlanmış odun yığınının üzerine yatırdıktan sonra karısının elini tuttu ve derin bir şekilde Tanrı’yı düşünüp cayır cayır yanan ateşe atlamaya hazırlandı.
İşte o bunları düşündüğü sırada İndra ile Dharma’nın rehberlik ettiği diğer tüm tanrılar yaklaşarak Harischandra’ya seslendiler: “Ey, kral hazretleri! Biz tanrılar, yarı tanrılar, azizler ile ermişler, Nagalar ile Gandharvalarız! İşte düşmanlığını üç dünyanın birden hissettiği Viswamitra da yanımızda. Ama bilmelisin ki artık sana iyilik diliyor.”
Bunun üzerine kral bu saygıdeğer grupla tanışmaya gitti. İndra, Dharma ve Viswamitra ile konuştu. “Asil Harischandra, karınız ve çocuğunuzla birlikte göğe çıkınız. Hakikaten, buraya erişmesi güçtür ama erdemleriniz sayesinde siz bunu hak ettiniz,” dedi İndra.
O zaman göklerden bal özü ile muhteşem çiçekler yağdı ve ilahiler işitildi. Kralın oğlu da sağlığını tamamen kazanmış olarak ayağa kalktı. Babası hemen onu kucakladı. Kraliçe de eski sıhhatine kavuşmuştu. Sonra İndra onlardan göğe çıkmaları istedi. Fakat bu en alçaltıcı işleri yapmak dahi olsa vazifesine daima sadık olan Kral Harischandra durdu.
“Tanrıların kralı, efendime hissesini vermeden gidemem,” dedi.
O zaman Dharma şöyle dedi: “Bilmelisin ki Chandala bendim. Istırabını görünce seni sınamak için sefil bir serseri kılığına büründüm.”
Ardından İndra bir kez daha onlara seslenerek göğe çıkmalarını istedi. Ama ölçüsüz bir kederden kurtulmanın neşesini yaşarken dahi eski vazifesini ve onu sevmiş halkını unutmayan Harischandra şöyle cevap verdi: “Ey tanrıların kralı, lütfen sadık tebaam için size ricada bulunmama müsaade edin. Onları öylece bırakamam. Zira bir hükümdar için tebaasını terk etmek en büyük günahlardan biridir diye yazılmıştır. Benimle birlikte Swarga’ya gelmelerine izin verirseniz, memnuniyetle giderim. Ama bu mümkün değilse, onların yanında olmak için cehenneme gitmeyi yeğlerim!”
“Onların günahlarını göz önünde bulundur, zira pek çok günahları vardır,” dedi İndra.
“Yine de bir kralın ülkesini mutlu bir şekilde yönetmesi, kendi yeteneği kadar halkının da erdemi sayesindedir. Bu yüzden hükümdarlığım konusunda sahip olduğum faziletler, vatandaşlarıma ve bana ait sayılmalıdır. Ben göğe taşınacaksam, halkım da aynı şekilde göğe taşınsın.”
“Öyle olsun,” dedi İndra, Dharma ve Viswamitra. Böylece cennetin sakinleri, kralın tebaasına haber yollayarak onların da kralla birlikte göğe çıkabileceğini söylediler. İnsanlar da muzaffer bir şekilde göksel arabaları doldurarak yükseldiler. Tanrılar coşkulu bir sevinç içindeydi. Harischandra herkes tarafından övülüyordu. Sabrı sayesinde bilgenin gazabıyla maruz kaldığı çetin imtihana dayandığı gibi dostlarını sadakatle hatırlayarak onları da kendi ödülüne ortak etmişti.
Ne var ki kralın verdiği sınavın böyle mutlu bir sonla bitmesinden memnun olmayan birisi vardı. Bu kişi büyük ermiş Vasishtha’dan başkası değildi. Rahip olarak Harischandra hanedanıyla bağlantılıydı. Bu erdemli kralın kendi ülkesinden kovulduğunu ve Gadhi’nin oğlunun küstah kibrinin ona musallat olduğunu işitince öfkeden küplere binmişti.
“O erdemli, sorumluluk sahibi ve hayırsever kral tahtından indirilip şu sonradan görme tarafından tamamen düşkün hale getirilmiş demek! Viswamitra benim yüz oğlumu katlettiğinde bile bu denli öfkelenmemiştim. İşte şimdi Viswamitra, kalpsizliğinin cezasını ödeyecek ve lanetimle çarpılarak bir balıkçıla dönüşecek!” diye haykırdı Vasishtha.
Ermişlerin laneti reddedilemez. Gelgelelim, Viswamitra yüzyıllar boyu çile çekerek Brahmarshi ile eşit mevkiye boş yere yükselmemişti. Tam bir misillemeyle karşılık vermeksizin düşmanının lanetine boyun eğmesi söz konusu değildi. Bu yüzden, bu lanete öfkeyle karşılık verdi. Böylelikle Vasishtha da bir kuşa dönüştü.
Sonra hayal bile edilemeyecek kadar kocaman olan bu iki kuş, havada süzülüp kavga etmeye başladı. Devasa kanatlarını çırpmalarıyla meydana gelen rüzgârın karşısında dağlar sallanıp tersine döndü. Deniz dibinden sökülüp yerin altına döküldü. Dünya ve tüm sakinleri son derece endişeliydi. Bu kargaşada pek çok yaratık yok oldu.
O zaman hem tanrıların hem de insanların babası olan Brahma onlardan dünyanın çektiği acıyı görmelerini ve çekişmelerine bir son vermelerini istedi. Ama ilk başlarda onun sözlerine kulak asmayıp kavga etmeyi sürdürdüler. Sonra Brahman bir kez daha yanlarına gidip mevcut kılıklarından kurtulmalarını istedi. Onlara insan hallerindeki isimleriyle hitap ederek şöyle dedi: “Dur sevgili Vasishtha ve sen de dur erdemli Viswamitra! Zihinlerinizin karanlığı yüzünden sürdürdüğünüz bu kavga, dünyayı yok ediyor. Üstelik bu şiddetli öfkeniz ikinizin de faziletlerine büyük zarar vermiştir.”
Bunun üzerine utanç içinde kavgalarını sonlandırdılar. Birbirlerine sevgi ve bağışlayıcılıkla sarıldıktan sonra kendi inziva yerlerine döndüler. Brahma da aynı şekilde kendi yerine gitmek üzere oradan ayrıldı.
Viswamitra ile Harischandra’ya dair bu hikâyelere bakarak her engel karşısında kararlı bir iradeyle neler başarılabileceği görülebilir. Ayrıca bir insan, zorluklara sabırla katlanarak amansız zalimlerin elinden çekilen en çetin sınavları bile aşabilir ve sonunda hem Tanrı’nın ihsanını hem de ona eziyet edenlerin hayranlığı ve iyi niyetini kazanabilir.
IKINCI BÖLÜM
RAMA ILE SITA’NIN HIKÂYESI
IKadim Hindistan’daki bütün şehirler arasında Ayodhya’dan daha görkemlisi yoktu. Burası, güzel ve bereketli Kosala ülkesinin başkentiydi. Enine ve boyuna millerce uzanan bir alanı kaplıyordu. Sokakları geniş ve planlıydı. Çok sayıda ve birbirinden güzel koruları ile bahçeleri vardı. Buradaki evler ile saraylar pek hoş ve ferahtı. Büyük bir nüfusa sahip olsa da bu şehirde yaşayanlar asla yiyecek sıkıntısı çekmezdi. Ayodhya’nın güçlü surları vardı. Ordusu kalabalık ve yiğitti. Ayrıca askerlerinin büyük bölümü bilgisi ve cömertliğiyle meşhur Brahman rahipleriydi.
İşte bu güzel krallığı Güneş Hanedanı’ndan4 Dasaratha yönetmekteydi. Tebaasının zenginliği ve ülkede üzüntü ile suçtan eser olmaması bu kralın adaletli idaresini gösteriyordu. Çeşitli kastların mensupları kendilerini vazifelerine adamıştı ve herkes kral ailesinin rahibi olan büyük ermiş Vasishtha’ya itaat ediyordu. Kralın üç karısı vardı: Kausalya, Kaikeyi ve Sumitra. Ne var ki kralın bütün bu erdemleri kendisiyle birlikte yok olup gidecek gibi gözüküyordu zira ondan sonra tahta çıkacak bir oğlu yoktu.
İşte kral, onun için sürekli bir üzüntü kaynağı olan bu derde bir çare bulmak için meşhur at kurbanı ritüelini gerçekleştirerek tanrıların ihsanını kazanmak istedi. Bu karar danışmanlarını pek memnun etti ve böylece hazırlıklara başladılar. Bir başka hükümdara benzer bir tören için büyük hizmette bulunmuş bir derviş, ritüeli yönetmesi için davet edilmişti. Vasishtha’nın gözetimi altında her şey gerektiği gibi hazır edildi. Krallar ile prensler davet edildi. Görkemli ve şatafatlı bir kutlama yapıldı. Niyetin dillendirilmesinden tam bir sene sonra (kutsal yasa bir yılın geçmesini emrediyordu) Ayodhya şehrinin şırıl şırıl akan güzel nehri Sarayu’nun ötesindeki alanda görkemli kurban törenine başlandı. Baş kraliçe Kausalya hayvana ölümcül darbeyi indirdi ve âdet olduğu üzere o geceyi kurban alanında geçirdi. Ritüelin her adımı gerektiği şekilde yerine getirildikten sonra Dasaratha, törene katılan Brahmanlara büyük miktarlarda para ve başka hediyeler dağıttı. Bu Brahmanlar, “Hiç şüphe yok ki size dört şanlı erkek evlat bahşedilecektir,” diyerek kralı temin ettiler.
Şimdi bundan çok farklı bir konuya geçiyoruz ama bu, Kral Dasaratha’nın kurban töreni ve sonuçlarıyla çok ilgili bir konu.
Ta güneyde, bugün Seylan denen Lanka Adası’nda Rakşasaların yani ifritlerin kralı Ravana yaşardı. Bu korkunç varlık öyle büyük bir kudrete sahipti ki ondan korktuğu için Güneş parlamaktan çekinirdi, okyanus çırpınmaktan sakınırdı ve rüzgârlar esmeye cesaret edemezdi. Nihayet tanrılar hep birlikte Yaratıcı Brahma’nın yanına giderek dünyayı altüst eden bu canavarın kötülüklerine son verecek bir çare bulması için ona yalvardılar. Brahma onlara şöyle cevap verdi: “Ravana benden bir ihsan almayı hak etti. Buna göre tanrılar, yarı tanrılar yahut ifritler tarafından öldürülemez. Fakat Ravana kibre kapılarak insanlar karşısında koruma istemedi.”
İşte bu sözler üzerine Vişnu yani Koruyucu geldi. Herkes onun huzurunda saygıyla eğildikten sonra Vişnu, ete kemiğe bürünüp insan kılığına gireceğine ve böylece canavarı bir insan şeklinde alt edeceğine söz verdi. Vişnu’nun bu vaadi üzerine diğer tanrılar onu coşkuyla övdüler. Hedefine çabucak ulaşsın diye onu metheden ilahiler okudular.
Sonra Vişnu yeryüzüne indi ve Dasaratha’nın yaktığı kurban ateşinin içinden tuhaf bir canavar kılığında yükseldi. Kocaman ve simsiyahtı, bir aslan gibi yelesi vardı ve içinde bir sıvının bulunduğu altın bir kap taşıyordu. Kraldan bu sıvıyı karıları arasında paylaştırmasını istedi. Baş kraliçe Kausalya’ya sıvının yarısı verildi. Sıvının geri kalanı ise diğer iki kraliçe arasında eşit şekilde paylaştırıldı.
Sonra vakti gelince krala söz verilmiş olan oğullar dünyaya geldiler. Kausalya, Rama’yı doğurmuştu. Bu çocuk Vişnu’nun tabiatının yarısına sahipti. Kaikeyi, ilahi tabiatın çeyreğine sahip Bharat’ı dünyaya getirirken, Sumitra ise kalan çeyrek tabiatı paylaşacak olan Lakshman ve Satrughna adlı ikiz bebeklerin annesi olmuştu. Bu çocuklar uğurlu bir mevsimde doğdular. Büyüyüp asil görünümlü delikanlılar oldular. Savaş sanatının her dalında çok iyi eğitim aldılar ve Vedaları5 da çok iyi öğrendiler.
Delikanlılar büyüyüp serpildi ve evlilik çağına geldiler. Babaları bu mesele üzerinde kafa yormaya başlamıştı. İşte o günlerde meşhur ermiş Viswamitra gelip bir konuda kraldan yardım isteyecekti. Kutsal adamların imdadına koşmaya daima hazır olan Dasaratha, hiçbir şart koşmaksızın ona yardım etmeyi kabul etti. O zaman ermiş, meseleyi açıkladı. Bazı kötücül ifritler yüzünden dini ritüelleri gerçekleştiremediğini anlattı. Dilediği takdirde onları kendi lanetiyle yok edebilirdi ama bu ifritlerin bir savaşçının eliyle mahvedilmeleri daha iyi olacaktı. Bu yüzden Viswamitra, Kral Dasaratha’ya başvurmuş ve düşmanlarını yenmek için kralın oğlu Rama’nın yardımını istemişti. Delikanlı, ermişin koruması altında olacağından bunu rahatlıkla başarabilirdi. O sırada Rama henüz on altı yaşındaydı. Duydukları karşısında çok tedirgin olan kral, ermişin dileğini reddetmek istedi. Fakat Viswamitra öfkeden küplere binecekti. Sözünü tutmadığı için kralı perişan etmekle tehdit etti. O zaman Vasishtha, Dasaratha’yı sözünü tutması için teşvik etti. Viswamitra ise pek çok gizemli silaha sahip olduğunu ve Rama’ya bunları nasıl kullanacağını öğreteceğini ekledi. Bunun üzerine kral, oğlunu göndermeye razı oldu. Rama, Viswamitra’nn yardımıyla hazırlanıp ağabeyi Lakshman’ın eşliğinde yola çıktı. İfritlere gerektiği şekilde saldırıp hepsini yok ettiler. Böylece Rama ilk savaşından zaferle çıktı.
Ardından Viswamitra bir öneride bulundu. Mithila Kralı Janaka’nın mucizevi yayını mutlaka görmeleri gerektiğini söyledi. Kralın dindarca yaptığı sunular sayesinde Şiva’dan aldığı bu yayı ne yarı tanrılar ne de ifritler bükebilirdi. Kral, bu yayı bükebilecek olan delikanlıyı güzeller güzeli kızı Sita’yla evlendireceğine söz vermişti. İşte bu yüzden, iki prens akıl hocaları Viswamitra’yla birlikte Mithila’ya gittiler. Onların geldiğini duyan kral ile danışmanları gelip onları büyük bir hürmetle karşıladılar. Brahman Satananda prenslere Viswamitra’nın eski günlerini ve Vasishtha’yla mücadelesini yani yukarıda nakledilen hikâyeyi anlattı.

Janaka’nın Yayının Kırılması
Ertesi gün Janaka adamlarına emir vererek Rama ile ağabeyinin görmesi için yayı getirmelerini istedi. Pek çok prens bu yayı bükmeye uğraşmış ama hiçbiri başaramamıştı. Yay öyle büyüktü ki iri yarı adamların çektiği bir arabayla taşınması gerekiyordu. Fakat genç Rama kendisine gösterilen yayı kolayca alıp büktü. Orada toplanmış kalabalıklar şaşkınlıkla bakıyordu:
“Eli hiç titremeden teli çekti,Ta ki o kocaman yay ikiye ayrılana dek.”Yay kırılırken korkunç bir ses çıkarmıştı. Bütün mahalle bu gürültüyle sarsıldı. Seyirciler şaşkına döndü.
Sonra Janaka sözünü tutarak kızı Sita’yı Rama’yla evlendireceğini ilan etti ve Dasaratha’yı davet etmek için Ayodhya’ya ulaklar yolladı. Mutlu haberleri alan Dasaratha maiyetiyle birlikte Mithila’ya gitmek üzere yola çıktı. Janaka onu layık olduğu saygıyla karşıladı. Yine bir kral olan kardeşi Kusadhwaja’yı da davet etmişti. Gerçekleşecek olan evliliğin ehemmiyeti göz önüne alınarak görkemli topluluk huzurunda iki tarafın şeceresi anlatıldı: Vasishtha, Rama’nın soyunu anlatırken Janaka da kendi atalarından söz etti. Bu mutlu günü tamamlamak için Janaka öteki kızı Urmila’yı Bharat’a verdi. Lakshman ile Satrughna ise Kusadhwaja’nın iki kızıyla nişanlanacaktı.
Sonra üstü güzel bir gölgelikle örtülü bir kürsü kuruldu. Arpa, pirinç, su ve başka gerekli şeylerin bulunduğu altın kaplar, kepçeler ve buhurdanlar hazırlanıp konuldu. Tam ortada kutsal ateş yakıldı. Vasishtha da belirlenmiş ritüelleri gerçekleştirerek ateşe adağını sundu. Sonra Janaka kızı Sita’yı getirdi ve gölgesi gibi peşinden gidecek sadık bir eş olması için Rama’ya teslim etti. Diğer prensler ile prensesler de benzer şekilde nikâhlandılar. Her çift ateş etrafında üç kez döndü. Tören, ilahiler ve çiçek yağmurlarıyla taçlandırıldı.
Sonra Dasaratha ile oğulları ve eşleri Ayodhya’ya döndüler. Burada onları coşkulu kalabalıklar karşıladı. Bir süre sonra Bharat ve Satrughna amcaları Kral Yudhajit’i bir mevsim ziyaret etmek üzere davet edildiler. Rama ile Lakshman ise Ayodhya’da kaldılar. Rama artık ülke yönetimini babasıyla paylaşmaya başlamıştı ve her gün halkın takdirini daha çok kazanıyordu. Güzeller güzeli Sita’ya ve birbirlerine duydukları aşka gelince:
“Rama, babasının emri ve onayıyla evlendiği Sita’yı çok seviyordu,O sevimliliği ve erdemleri ona olan aşkını daha da artırıyordu.İşte artık onun kocası ve ikinci canı olarak daima karısının kalbindeydi yeri,Öyle ki ayrıyken bile duygudaş olacaktı kalpleri.Derken tanrıların tapındığı Vişnu gibi,Gözüktü Kaulsalya’nın oğlu birleştiği bu güzel kızla.Kardeşi Lakshmi de yanında yürüyordu.”IIKral Dasaratha çok yaşlanmıştı ve krallığın yükünü artık kaldıramıyordu. Bu yüzden sevgili oğlu Rama’yı veliahtı ve naibi olarak atamayı istiyordu. Bu teklif herkesi sevindirdi. Kaikeyi ve Sumitra bile kendi oğullarının seçilmesi için uğraşmayacaktı. Rama savaştaki eşsiz becerisi, nezaketi, adalet sevgisi, halkın halinden anlaması ve diğer tanrısal erdemleriyle kendini o denli sevdirmişti herkese.