![Yaban Gülü](/covers_330/70646905.jpg)
Полная версия
Yaban Gülü
Kalfa pek buhranlıydı. Leyla bu sözleri dinlemek istemediğini anlatan bir tavırla: “Nemize lazım nineciğim?” dedi. “Onun ne mazisi ne de şimdiki haline bir söz söylemeye hakkımız var. Yalnız o bizimle uğraşmadan vazgeçse… Emin ol ki kendisini seveceğim ve memnun etmeye çalışacağım. Fakat niçin bilmem kendisi bizden hoşlanmadı. Ben ne yaptım, hem ne yapabilirdim değil mi? Benim gibi zavallı, öksüz bir kız…”
Günler, aylar geçtikçe, Pakize Hanım’ın kahır ve cefası, hiddet ve nefreti daha ziyade artıyordu. Leyla’yı o kadar kıskanıyor, ona o derece haset ediyordu ki… O sırma gibi parlak saçlarını yolmak, o eşsiz gözlerini çıkarmak, âleme karşı onu çirkin ve menfur göstermek arzusuyla yanıyordu. Ah, bu kadar güzel, bu kadar müstesna olmasaydı. Bununla beraber mükemmel bir tahsil, mükemmel bir musiki, esaslı bir terbiye… Evet, Leyla’nın sahip olduğu meziyetlerin hiçbiri kendisinde yoktu. Bunu anladığı için daha ziyade üzülüyor, daha ziyade harap oluyordu. Bir evlatlık, adi bir köylü olduğu halde kendisinden kat kat üstündü. Bu çekememezlik her dakika onu öldürüyordu.
Rahmi Bey, Leyla’nın çektiği üzüntüyü, duçar25 olduğu hakareti görüyor, fırsat buldukça onun kırık gönlünü almaya uğraşıyordu. Gizli gizli “Leyla kızım,” diyordu, “bu hırçın kadının hareketlerini hatırım için hoş gör. Bir gün onların hepsinden vazgeçecek, sabret, kusuruna bakma…”
Leyla bu sözleri dinlerken Rahmi Bey’in gözlerinde aşkının şiddetine tercüman olacak kadar kuvvetli parıltılar görüyor ve bu kuvvetin şiddeti altında her türlü meşakkate dayanmaya razı olacağını anlıyordu.
Bir gün kalfa “Biliyor musun Leyla?” demişti. “O seni kıskandığı için böyle yapıyor. Çünkü sen çok güzelsin, sonra ruhen, hissen ondan yükseksin. O senin yanında hiç değeri kalmadığını gördüğü için böyle duruyor, patlıyor. Sonra sana hücum ediyor. Hiç müteessir olma, hiç üzülme yavrum. Tahammül ile selamete çıkacağına emin ol.”
Mahinur Kalfa’nın bu düşüncesi tamamıyla hakikate uygun olduğu halde müddeti hayatında haset denen fenalığı hissetmemiş olan Leyla temiz bir vicdanla bu sözlerin gerçekliğine ihtimal vermeyerek dinliyordu.
* * *Bir gün İstanbul’dan fena bir haber aldılar. Feridun Bey, bunu amcasına yazıyordu. Pederi ansızın sekteyikalpten26 ölmüştü. Rahmi Bey senelerden beri hasret olduğu biraderinin ölümüne son derece müteessir olmuştu. Leyla, hiç görmediği amcanın matemini kalbinde sakladı. Feridun’un ne elemli günler geçirdiğini düşündü. Bu düşünce, anlamadığı bir sebepten dolayı ruhunu üzdü.
Aradan iki sene daha geçti. Leyla on yedi yaşını bitiriyordu. Kahırlar ve zulümler içinde geçen bu uzun zaman, hayatının en azaplı safhalarıydı.
Bir akşam Rahmi Bey büyük bir sevinçle geldi. “İrade-i seniyye27 ile İstanbul’a gidiyoruz,” dedi. Bu müjde konak içinde pek büyük bir sevinçle karşılandı. Her tarafta bir hazırlık, herkeste bir telaş vardı. Pakize Hanım kaç senedir görmediği biraderine kavuşacağı için memnundu, Leyla ise İstanbul’u hiç görmediği için garip bir merak içindeydi. Zira Rahmi Bey, Sultan Hamid’in izni olmayınca İstanbul’a gidemeyenler meyanında28 bulunan ekâbirdendi.29 Feridun Bey’e hareket edecekleri günü bildiren bir telgraf çekildi ve o hafta hareket eden posta vapuruyla hareket olundu.
Rahmi Bey’in merhum biraderi Emin Bey’in konağında aile reisi olarak Feridun’un validesi Süreyya Hanımefendi’den başka kimse yoktu. Bu hanenin idaresi ve geçimi pek muntazam olup Emin Bey hayattayken bile bir şeye karışmazdı. Evin bütün idaresi hanımefendinin nezareti altındaydı. Zaten servetin mecmuu30 tamamıyla kendine ait olup bunu da pek yolunda idareye muvaffak olmuş ve hayatta bütün mesai ve muhabbetini yegâne oğlu Feridun Bey’e hasrederek, çocuğun tahsili ve terbiyesine ait vazifelerini ancak ifa eylemişti.
Feridun, yirmi altı yaşında bir genç olduğu halde babasından ziyade annesinin nüfuzu altında yaşardı. Bu idareli kadın, oğlunu akranları arasında en ciddi ve metin tahsille yetiştirmişti.
Feridun arkadaşları arasında ahlakının iyiliği, terbiyesi, zekâsı ve iktidarı ile tanınmıştı. Şimdiye kadar hiçbir kadının arkasından koşmak için yorulduğunu hatırlamayan bu genç adam, bu adi heveslerden, geçici sevgilerden nefret eder, aşkı bir oyun, bir eğlence olarak kabul edenlere teessüfle bakardı.
Kendisi, aşkı ancak pek yüksek kalplerde yaşayan ve pek kıymettar bir his olarak tanırdı. Onu hiç incitmeden, hiç kirletmeden, hiç hırpalamadan muhafaza etmek isterdi. Henüz daha kimseyi sevmiyor, daha doğrusu sevemiyordu. Bu kadar yüksek gördüğü aşka layık bir kalp arıyor; ölmeyen, eskimeyen, çürümeyen bir nebatla31 bunu orada yaşatmak emelini besliyordu.
Hanımefendi, oğlunun şimdilik sevmek hissinden uzak yaşamasından ve muhabbete bu derece hürmetkâr olmasından son derece memnun olmakla beraber, bu yüksek düşünce ile hiçbir vakit istediği aşka nail olamayacağına emin olduğu Feridun’a her suretle kendi beğendiği gibi bir kız alacağını düşünerek seviniyordu.
Bu kadının en büyük kusuru ve en çirkin ahlakı kibirli olmasıydı; hemen hemen, kendinden aşağı olanlarla lakırdıya tenezzül etmeyecek kadar gururu vardı. Asaletini, mevkiini pek yüksek görür ve bundan mahrum olanları hor görürdü. Sözleri pek ağır ve pek vakurdu. Hiçbir kadını, hiçbir kızı oğluna layık göremezdi. Tahakkümü pek sever ve dünyada kendisinden başka kimsenin aklıyla, sözüyle hareket etmez, kimsenin fikrini beğenmezdi. Bununla beraber Feridun validesini son derece hürmet ve muhabbetle sever ve onun mütehakkim32 ve mağrur bakışları karşısında daima hürmetle söz söylerdi.
Bu akşam Feridun, elinde bir telgrafla geldi.
“Anne,” dedi, “müjde; amcam geliyor.”
Hanımefendi buna cidden memnun olmuştu. Kayınbiraderini hürmetkâr bir muhabbetle sevdiği ve senelerden beri görmediği için bu haber onun gözlerinden yaşlar getirmişti.
“Ah…” diyordu, “merhum pederin de sağ olsaydı da bu sevinçli günü görseydi!”
Artık her an, bu muhterem yolcuların gelecekleri günü beklemeye başladılar. Hanımefendi, kayınbiraderin bir zevcesiyle bir de evlatlığının olduğunu biliyordu. Aynı zamanda bunların seviyelerini, derecelerini düşünüyor, bu kadının elti denmeye layık olacak meziyetlere malik olup olmadığını merak ediyor, sonra her ne olursa olsun kayınbiraderinin hatırı için bunlara hürmet etmeye mecbur olduğunu hatırlayarak her şeyi hoş görmeye razı oluyordu.
Bugün Emin Bey’in konağının önünde üç araba durmuştu. Nihayet on günden beri beklenen yolcular gelmişti. Hanımefendi derhal aşağıya koşmuş, hürmetle misafirlerini karşılamıştı. Salona çıkıldığı zaman tanışma merasimi yapılmış, hanımefendiyle Rahmi Bey ve Feridun, merhum Emin Bey’in hatırasıyla bir hayli ağlamışlardı. Rahmi Bey, Feridun’a iftihar ederek ve gururla bakarak “Aman Yarabbi,” diyordu. “Ne kadar değişmiş, ne kadar güzelleşmiş!”
Sonra eliyle omuzlarını okşayarak “Aslan, Allah’a emanet aslan… Vapurda yolcuları karşılamaya gelenler arasında ben hâlâ bundan pek çok sene evvel bıraktığım küçük Feridun’u arıyordum. Birdenbire karşımda amca diye hitap eden bu koca adamı görünce öyle bir şaşırdım ki âdeta utandım,” dedi.
Bu söze hep birden gülüştüler. Rahmi Bey Feridun’a dönerek “Söyle bakayım sen beni nasıl tanıdın, sevgili çocuk?” diye sordu. Feridun amcasının bu sualine gülerek “Resminizden,” dedi. Sonra ilave etti. “Ruhun yakınlığı da yardım etti amcacığım.”
Hanımefendi eltisini pek beğendi. Zira onun da karşısındakine yüksekten bakan mağrur ve mütehakkim nazarları vardı. Yalnız Leyla kendisini beş, on dakika meşgul etmişti. Kayınbiraderinin senelerden beri büyütüp terbiye ettiği bu kızın cidden müstesna bir mahlûk olduğunu teslim etmekle beraber onun bir evlatlık olması, adi ruhlu bir köylünün kızı bulunması, derhal bu istisnaiyeti silip mahvetmiş olduğundan artık onunla meşgul olmaya hiç lüzum görmemişti.
Feridun pek şen ve pek memnun bir halde amcası ve genç yengesiyle meşgul gibi görünüyorsa da tuhaf bir cazibenin tesiri altında bulunuyordu. Niçin olduğunu bilmeden, ruhu garip bir haz içinde uyuşuyor, gözleri gayri meri33 bir kuvvetin sevkiyle bir noktaya saplanıp kalıyordu.
Leyla salonun uzakça bir tarafına çekilmişti. Güzel yüzünde yolculuğun yorgunluğu, tavırlarında belirsiz bir bigânelik34 vardı.
Feridun ise bu beklenmeyen cazibeye karşı hüviyetinin sarsıldığını, kalbinin şimdiye kadar hissetmediği bir heyecanla çarptığını duyuyordu. Bir iki defa ona bakmak istediği halde kalbinin sık sık atışı metanetini eziyordu. Bu neydi? Nasıl bir kuvvetti? Şimdiye kadar hiç düşünmediği, hemen mevcudiyetinden bile haberdar olmadığı, hatta hiç ehemmiyet verip beklemediği bu kızın karşısında duyduğu bu zâf,35 bu alaka neden ileri geliyordu? Henüz ona bir kelime bile söylemeye cesaret edememişti. Feridun son bir gayretle gözlerini bir defa daha ona doğru çevirdi. Bu, uzun ve derin bir bakış oldu. O zaman kendi kendine şimdiye kadar sihirli gözlere, bu derece masum ve güzel bir çehreye tesadüf etmemiş olduğunu itiraf etti. Ondan korkmak lazım geleceğini düşündü.
İslam kadınlarında misafirlerine gösterilen hürmet öyle Avrupa kadınları gibi resmiyet altında bulunmadığından Pakize Hanım ile Leyla biraz yorgun göründükleri için kendi evlerindeymişler gibi bir müddet odalarına çekildiler.
Leyla’nın yalnızlığa, sükûnete olan ihtiyacı bunu kendisine bir saadet olarak hissettirmişti.
Odaya girer girmez hemen bir kanepe üzerine oturdu. Başını elleri arasına aldı, iki saatten beri ruhunu ezen tesirli nazarları düşünüyordu. Fakat onlar niçin ve ne maksatla kendisine o kadar derin, ta içine işlemek isteyen bir kuvvetle bakmışlardı? Bazı hayret, bazı takdir, bazı mağlup ifadelerle ruhuna nasıl anlaşılmayan sırlar vermeye çalışmışlardı? Geniş ve karanlık bir çölden ibaret gördüğü hayatına ne ışıklı ümitler serpmek istemişlerdi?
Ümit… Lakin bu ne tatlı, bu ne kadar okşayıcı bir kelimeydi! Bütün hüviyetini ılık ve gaşyeden36 bir şiirle okşuyordu! İnsanları aldatan, hayatın yoluna boyun eğdiren ümit ona şimdi en candan tebessümlerle gülüyordu.
Akşam yemeğinden sonra bahçe üstündeki salonda toplandılar. İki saatlik istirahat, yolcuların yorgunluğunu biraz almıştı. Hanımefendi pek mültefit37 bir tavırla, misafirleriyle meşgul görünüyor, kalbi zevcinin hatırasıyla dolu halde mütemadiyen kayınbiraderini izaza38 çalışıyordu.
Leyla, zarif ve sade tuvaletiyle piyanonun yanına çekilmiş, Feridun ise onun biraz yakınında oturmuştu. Genç kız gözlerini salonun boş bir köşesine çevirmiş, biraz dalgın görünüyordu. Feridun artık ne amca ne de yengesiyle meşgul oluyordu. Leyla’nın en ufak bir hareketi bile ruhuna sevda serpiyordu. Yavaş yavaş onunla konuşmaya başladı. “Bu gece kadar mesut olduğumu hiç hatırlamıyorum,” dedi, “meğer hayatın böyle sevimli anları da oluyormuş.”
Leyla’nın yüzü tatlı bir kızıllık içinde kaldı. Uzun kirpiklerini önüne doğru çevirdi. Sesinde ruhundan akseden bir titreyiş vardı. “Evet,” dedi. “Uzun bir ayrılıktan sonraki kavuşmanın verdiği saadet elbet pek neşeli, efendim.”
Bakışlarını Rahmi Bey’e doğru kaldırarak “Zannederim kendileri de ayni hisle mütehassistirler,” 39 diye ilave etti.
Feridun, Leyla’nın bu gafletine tatlı ve manidar bir tebessümle mukabele etmişti. Bu aralık Rahmi Bey salonun bir tarafına çekilmiş olan bu iki vücuda40 doğru bakarak “Leyla,” dedi, “biraz piyano çalmaz mısın?”
Hanımefendi onlara doğru dönmüştü. Feridun yalvaran bir tavırla ayağa kalktı. “Yorgun olduğunuz halde lütfunuzu temenniye müsaade buyurursunuz zannederim.”
Leyla yavaşça “Estağfurullah,” diye cevap vererek endamının bütün incelikleriyle piyanoya doğru yürüdü. Taburenin üzerine oturduktan sonra Feridun’a hitaben “Kusurumu itiraf edeyim,” dedi. “Alafranga maharetim biraz noksandır. Herhalde af buyurulacağına eminim.”
Leyla’nın beyaz ve ince parmakları fildişi tuşlar üzerinde dolaşmaya başladı.
Kendi kendine söylenir gibi “Ne çalayım acaba?” diyordu.
Feridun notaları karıştırırken ilave etti. “Faust,” dedi. Sonra devam etti. “Toska… Bilmem hangisi arzu buyurulur.”
“Zannedersem Toska ruha daha yüksek hisler verir.”
“O halde lütfediniz.”
Leyla, hassas kalbinin bütün rikkatiyle41 çalmaya başladı. Feridun heyecandan sarhoş gibiydi. Hanımefendi bu dakikada pek ciddi görünüyordu. Başını çevirmiş, sakin ve dalgın nazarlarla bakıyordu. Rahmi Bey’de iftihar eden bir baba tavrı vardı. Pakize Hanım ise lakayt ve asabi görünüyordu. Leyla’nın her yerde kendisine galebe etmesinden dolayı garip bir haletiruhiye içinde muazzep oluyordu. Rahmi Bey tatlı ve manidar bir tebessüm ve yavaş bir sesle hanımefendiye “Leyla’yı nasıl buldunuz?” diye sordu.
Süreyya Hanım döndü, dudaklarında pek gizli bir istihza42 görünüyordu.
“Çok güzel. İnkâr edilemez.”
“Yalnız o kadar mı?”
Hanımefendi bu sefer aşikâr denecek bir istihza ile güldü. “Daha ne bekliyordunuz, efendim?” dedi.
Pakize Hanım söze atıldı:
“Beyefendi kendisi gibi herkesin de onu pek yüksek görmesini arzu eder de…”
Feridun’un annesi Pakize Hanım’ın sözünü keserek “Mamafih fedakârlığınız görülüyor, iyi bir terbiye vermeye çalışmışsınız. Fakat,” dedi. Sonra sözünün alt tarafını unutmuş gibi sustu. Bu bahsi derinleştirmek istemiyordu. Kayınbiraderinin hatırı için bu kadar beğenmek kâfiydi. Yoksa onun için Leyla bir besleme, bir ahretlikten43 başka bir şey değildi ve olamazdı. Oğlunun bile bu gece mütemadiyen onunla meşgul oluşu gurur ve asaletine dokunmuş, gayri ihtiyarı kaşları çatılmıştı.
Bugünlerde pek büyük tasavvurları, sonsuz emelleri vardı. Artık Feridun’u evlendirmeyi aklına koymuştu. Ölmeden bunu görmek ve minimini torunlarını sevmek istiyordu. İstediği kızı da bulmuştu. Asil ve pek zengin bir ailenin tek kızıydı. Bunu kendi asaletine ve mevkiinin şerefine pek yaraştırıyor, ona gelinim demekle iftihar edebileceğini düşünüyordu.
Feridun annesinin bu fikrinden haberdar olmadığı için tamamıyla Leyla ile meşgul görünüyor, dünyayı unutmuş gibi coşkun bir halde bulunuyordu. Genç kız piyanonun önünden kalktığı zaman hanımefendi nezaketen bir teşekkür etmek lütfunu esirgememişti.
Zavallı Leyla bu yarı iltifattan dolayı utanırken, karşıdan olanca hırs ve nefretiyle üzerine yıldırımlar saçan Pakize Hanım’ın o müthiş bakışlarını görememişti.
İki saat sonra herkes odasına çekilmişti. Konağın içerisi derin bir sessizlik içindeydi. Leyla, yorgun olduğu halde bu gece hiç uyumak istemiyordu. Pencerenin önüne oturmuş, başını eline dayamış, gözleri karanlığın ve sessizliğin derinliklerine dalıp gitmişti. Birtakım karışık hislerin tesiri altında ne düşündüğünü bilemiyordu. Yalnız karanlığın kuytularına gizlenen bir şimşek, iki müthiş göz kendisine bakıyormuş gibi geliyordu. Bu gözlerde bütün hayatını tehdit eden, bütün emellerini söndürmek isteyen bir canavar vahşeti vardı. Bunların bu ezici korkunç bakışları altında titreyen genç kız, birdenbire fırlayarak bu korkunç düşüncelerden kurtulmak için eliyle gözlerini ovuşturdu. Oraya buraya dolaştıktan sonra nihayet aynanın karşısında durdu. Odanın içini ufak bir kandilin sönük, titrek ışığı aydınlatıyordu. Bu yarı aydınlık içinde hayal gibi görünen vücuduna, endamına baktı. Bu halde pek güzel olduğunu gördüğü için dudaklarında hafif bir tebessüm belirmişti. Şimdi hayalinde munis, sevimli bir yüz vardı. Şefkat ve merhametten ziyade aşk ifade eden bir bakış kendisine, korkma, korkma demek istiyordu.
Bütün ruhu ılık bir hava içinde ısındı. Aşkın beyaz kanatları omuzlarını okşuyordu.
Genç kız yatağına doğru yürüdü. Ta topuklarına kadar inen altın saçları vücudunu sarmıştı. Şimdi her taraf derin ve esrarlı bir sükût içinde uyuyordu.
Bu gece Feridun da uyumamıştı. Şimdiye kadar gecelerin bu kadar hülyalı, bu kadar ruhu okşayan bir esrarla dolu olduğunu hiç bilmiyor, bu derece munis, bu kadar ketum bir sırdaş olacaklarınıysa hiç tahayyül etmiyordu.
Oh! Şimdi bu sükûnet… Bu yalnızlık kendisine ne kadar hoş gelmişti. Pek lezzetsiz bulduğu hayatında birdenbire husule gelen bu değişiklik onu şimdiye kadar hiç görmediği aşk ve saadet güneşinin doğduğu sıcak bir iklime doğru götürüyor, buranın sıcak ve gaşyeden havasıyla hayatının bütün kudretlerinin genişlediğini görüyordu.
Süreyya Hanım’ın konağındaki misafirlikleri esnasında Rahmi Bey …’deki yalısının tamir ve döşenmesiyle meşgul oldu. Beyrut’tan döneli bir ay olmuştu. Feridun ile Leyla bir aydan beri hemen her gün beraber bulunuyorlar, bu kıymetli ve mukaddes aşklarını henüz kalplerinde saklıyorlardı. Bazen piyano çalar, bazen de bahçede gezerlerdi. Mesut kuşlar gibi aşklarının kanatlarıyla uçmak isterlerdi. Feridun, sevdiğine malik olamamak azabından azade olarak yaşıyordu. Leyla’nın da kendisini çılgın bir aşkla sevdiğine, validesinin ise mesut olmaları için her türlü kolaylığı göstereceğine emindi. Lakin acul44 olmaktan korkuyor, aşkının bu sakin şiiriyetini bozmaya cesaret edemiyor, bu temiz aşkı gönlünün en hafi45 köşesinde gizliyor ve gizlemekle pek yüksek ve sonsuz bir zevk duyuyordu.
Hanımefendi, Feridun’un Leyla ile bu kadar meşgul oluşunu hiç hoş görmemekle beraber, oğlu gibi ciddi fikirli bir gencin Leyla gibi adi bir ahretliği hiçbir vakit sevmeyeceğine emin bulunuyordu.
Bir akşam Rahmi Bey gelmiş, yalının her şeyinin ikmal edildiğini ve ertesi gün gideceklerini söylemişti.
Bu söz Leyla ile Feridun’a bir yıldırım gibi tesir etmiş, ikisini de meyus ve ümitsiz bırakmıştı.
Ertesi gün Feridun, onları vapura kadar teşyi etmiş,46 Leyla’nın güzel ve beyaz elini sıkarken mütekabil hislerle birbirine veda eden gözler, sonsuz manalar ve yüksek maksatlarla hislerini anlatmaya çalışmışlardı.
Genç kız vapurun kamarasına çekildiği vakit, tatlı hülyaları arasında kendisine ebedi bir aşk vaat eden o gözlerin artık bütün hayatının mutlak hâkimi olduğunu görmüştü.
Feridun konağa avdet ettiği47 zaman pek mahzundu. Bir aydan beri Leyla’nın yattığı, oturduğu odaya koştu. Bu odanın havası bir genç kız ruhunu ve onun saçlarından, elbiselerinden ve bütün mevcudiyetinden çıkan temiz bir kokuyu taşıyordu. Fakat her köşede yokluğunu gösteren bir melal,48 ayrılığın bütün acılığını hissettiren bir boşluk vardı.
Genç adam bu bulutsuz aşkının ilk ayrılık saatlerini burada geçirdi. Üzüntülü bir hasretin başladığını bildiren bu odada onun hayaliyle yaşadı.
Aradan bir hafta geçtiği halde Feridun gayri kabili tahammül49 bir hisle yalıya gitmek istiyordu. Artık ona uzak kaldığı günden beri ruhunda bir kasvet, gönlünde bir hüzün vardı. Nereye gitse, nereye baksa her şey kendisini sıkıyor, hiçbir şeyle meşgul olamamanın azabıyla pek üzülüyordu. Nihayet meseleyi annesine açmaya ve onu amcasından istemeye karar vermişti. Leyla olmadan yaşamanın artık kabil50 olamayacak bir dereceye gelmiş olduğuna katiyen hükmetmiş, aşkın bütün şiddetiyle manevi mevcudiyetini eline aldığını, mağlup ve esir olarak boyun eğmekten başka çare kalmamış olduğunu anlamıştı.
Haftanın son gününü pek heyecanlı olarak geçirdi. Saadetine bir mani tasavvur etmediği halde, gizli bir hissin ruhunu tazip etmekte51 olduğunu anlıyordu. Lakayt davranmaya çalıştı. Bu kadar mesut bulunduğu bu zamanlarda böyle birtakım sebepsiz endişelerle fikrini yorduğuna canı sıkılıyordu. Lakin bu gece her şey, hatta yatak bile onu sıkıyordu. Uyuyamayacağını anladığı için kalktı, pencereyi açtı. Şafak, tatlı bir ümit gibi pembe bir gülüşle kâinata neşe saçıyordu. Semanın bu ışıklı rengini Leyla’nın pembe yüzüne benzeten Feridun, onun da böyle zengin ve hiç doyulmayan bir güzelliği olduğunu düşünüyordu. Şimdi hayatının bir aylık safahatı52 birer birer gözünün önünden geçmeye başlamıştı. Onu ilk gördüğü günü hatırlıyordu. Hiç beklemediği, hiç ümit etmediği halde talih kendisine birdenbire gülüvermişti. Evvelce amcasının bir manevi evladı olduğunu bildiği halde bir kere olsun onunla meşgul olmaya lüzum görmedikten maada53 mevcudiyetine bile ehemmiyet vermemişti. Vapurda ilk defa karşı karşıya geldiği günü hiç unutamıyordu. Gözleri bir anda öyle bir perişanlığa uğramıştı ki… Nereye bakacağını şaşırmış, birkaç saniye sersem ve âdeta aptal gibi olmuştu. Karşısında bir vakarla, derin ve nafiz54 bakışlarıyla, narin endamıyla duran bu fevkalade güzelliğin önünde söyleyeceği sözü bile unutmuştu. Amcası, “Kızım Leyla,” derken o az kalsın “Ne söylüyorsunuz, bu mu sizin kızınız? Fakat bu eşsiz vücudu nereden buldunuz? Onu buraya niçin getirdiniz?” diye haykıracaktı. Derin bir baş dönmesiyle sendeleyip bütün kuvvet ve iktidarının eridiğini ve ilk defa bir kadın karşısında zayıf ve bitap kaldığını görmüştü.
Artık güneş doğuyor, kuşlar neşeyle ötüyordu. Sanki bütün mevcudat55 bu kıymettar aşkının saadetini tebrik etmek istiyordu. Kalbi ümitlerle dolu halde geceki vehimlerin bir kâbus olduğunu düşünüyor, hayat olanca neşesiyle kendisine gülüyordu.
İtinalı bir dikkatle giyindi. Aynada uzun uzun kendini seyretti. Dudaklarında muzaffer bir tebessüm vardı. Koyu lacivert kostümleri hakikaten kendisine pek yaraşmış, uykusuzluğun yorgunluğu bakışlarına baygın ve hazin bir güzellik vermişti. Sofada annesine rastladı. Hanımefendi biraz hayretle sordu:
“Nereye bu vakitte?”
“Yalıya, anneciğim.”
“Yalıya mı?”
“Evet. Erken vapura yetişmek istiyorum. Bir emriniz var mı?”
Süreyya Hanım, onun arkasından hayret ve endişeyle bakıyordu. Hatırından geçen bir düşüncenin ıstırabıyla kaşlarını çattı, ağır ağır odasına yürüdü.
Feridun yalıya yaklaşırken şiddetli heyecanlarla sarsılıyordu. Kendisini karşılayan yengesi oldu. Orta kattaki büyük salona girdiler. Buranın döşemeleri Suriye’nin en ağır ve en zarif kumaşlarından seçilmiş ve zevki selime56 uygun bir tarzda düzenlenmişti.
Kalbinin çarpması, genç adamın sözlerini kesecek kadar şiddetliydi. Hem yengesiyle yalnız bulunmak ona bir nevi ağırlık veriyordu. Söz söylerken gözlerini süzmesi, sonra garip edalarla gülüşleri onu fevkalade sıkıyordu. Henüz Leyla’yı görmemişti. Sormaya da cesaret edemedi, bekleyişin azabını bu an kadar duyduğunu hiç hatırlamıyordu. O sırada Pakize Hanım pencerenin panjurunu açmakla meşguldü. Feridun’u yanına çağırdı ve “Bakınız,” dedi.
Feridun gözlerini bahçeye çevirdi. Rahmi Bey büyük bir fıstık ağacının altına serilen bir halı üzerine uzanmıştı. Yanında da kanepeye yaslanmış bir genç vardı. Feridun yengesine doğru döndü. “Amcam yalnız değil,” dedi. Kadın şuh bir eda ile güldü ve “Biraderim,” diye cevap verdi. Sonra ahenkli bir sesle dışarı doğru uzanarak “Cemal!” diye seslendi. Genç adam döndü.
“Beye söyle de bize baksın. Yanımda bir misafir var.”
Rahmi Bey başını kaldırdı. Yeğenini pencerede görünce sevinçle bağırdı. “Vay! Sen misin Feridun? Ne kadar memnun olduğumu bilmezsin, buraya gel de bir bahçe sefası yapalım,” dedi.
Feridun, amcasının bu daveti üzerine bahçeye doğru yürürken birdenbire durdu. Zira Leyla çiçeklerin arasındaki ince bir yoldan kendisine doğru geliyordu. Kollarının arasında sarı ve pembe güllerden müteşekkil bir büyük buket vardı; yanakları kızarmış, tül örtüsü altında saçları dağılmış halde mütebessim57 ve mesut bir yüzle yaklaşıyordu. Hafif bir titreyişle elini uzattı. Feridun bu eli sıkarken artık takatinin bittiğini hissederek hayatının bütün emellerini bu güzel ellerin altında görüyordu.
Leyla çiçekleri göğsüne bastırmış, rüzgârla dalgalanan başörtüsünü düzeltmeye çabalıyor, yüzüne dökülen perişan saçlarını toplamaya uğraşıyordu. Feridun onu bu halde, doymayan bir bakışla seyrederken, o “Bütün hafta sizi bekledik,” diyordu. “Hanımefendi ile teşrifinizi ümit ettik. Burası baharda pek güzel oluyor, her gün ninemle bahçede oturuyoruz. Fakat vaktimi daha çok piyanoya hasrettim. Bu hafta daha iyi çalmak için çalıştım. Bugün isterseniz biraz da alaturka çalabilirim.”
Feridun bu masumane sözler karşısında ne söyleyeceğini şaşırmış, bahtiyarlığın nihayetine varmıştı.
“Bilmem bu lütfunuza ne suretle teşekkür edeyim,” diyordu. “Bilseniz ruhum bunu ne kadar özlemişti. Bütün hafta bu günün ümidi ve saadetiyle yaşadım.”
Her ikisi de ağır ağır yürümeye başladılar. Bu anda Rahmi Bey’in sesi işitiliyordu: “Canım Feridun, neredesin, hâlâ gelmedin, seni bekliyorum.”
Leyla o tarafa gitmek istemediğini anlatan bir tavırla “Ben içeriye gireyim de siz buyurunuz. Sizi bekliyorlar,” dedi. Feridun hiç de istemeyen bir nazarla genç kızın yüzüne bakıp “Ben bilhassa senin için geldim, şimdi ne yapayım?” demek istedi.
Ayrıldılar. Feridun ileriye doğru yürüdü. Cemal Bey kendisini karşılamak için ayağa kalkmıştı. Feridun hiç tanımadığı bu genç adama selam verirken dudaklarını ısırmıştı. Zira pek tuhaf bir vaziyet karşısında kalmıştı. Dar pantolon, kısa bir ceket, gayet sıkı uzunca bir iskarpin, dik bir yakalık, al bir kravat, siyaha bakan koyu ve küçük bir fes ve tek gözlükle şıklığa özenen bu züppe beyin önünde ne söyleyeceğini şaşırdı. Bereket versin ki amcasının suallerine cevap vermekle meşgul oluyordu. Rahmi Bey, “Yeğenim Feridun,” diye takdim ederken onun öyle garip bir eğilişi vardı ki gülmemek kabil değildi. Cemal Bey bir nezaket eseri olarak bahçede dolaşmak bahanesiyle çekildi de Feridun geniş bir nefes aldı.