bannerbanner
Ateşten Düşünceler
Ateşten Düşünceler

Полная версия

Ateşten Düşünceler

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4

Çok uzun süreden beri beklediği an sonunda gelmişti. “Otuz yaşında olan sevgili annemiz, artık kendi imkânlarıyla yaşayabileceğini ve görümcesinin tüm iyi niyetiyle sürdürmekte olduğu himayesinden çıkmak istediğini” belirttiğinden, Rosalie hala başka bir yere taşınmıştı. Elisabeth’e göre kendisi ve abisi, bu ayrılık karşısında derin üzüntü duymuşlardı. Ya da gerçekten öyle miydi? Yukarıda alıntı yaptığım cümlede aslında çocukların annelerinin sesini duyuyoruz. Belki de tüm bu olaylarda Lisbeth annesini, Fritz ise halasını haklı buluyordu. İleride yaşanacak olayları hesaba katınca, böyle olduğunu söyleyebiliriz.

Sonunda Bayan Nietzsche, bir arkadaşının yanına taşındı. Birlikte geçmişi yad eder, sık sık vermiş olduğu kararın ne kadar doğru olduğundan bahsederlerdi. Çocuklar büyükannelerinin evinde genellikle evin içerisinde tutuluyordu. Odalar karanlık, özellikle de çocuk odaları çok kasvetliydi. Elisabeth, Nietzsche’nin ve kendisinin görme bozukluğunu hep bu karanlık eski eve bağlamıştır. Ona göre, babaları ve henüz çocukken bir gözünde görme kaybı yaşayan büyükanneleri Oehler yüzünden irsi olan görme bozuklukları, bu ev yüzünden daha da ilerlemişti. Artık çocukların, özellikle de Fritz’in, kendilerine ait aydınlık ve havadar birer odaları vardı ve beraber açık havada doyasıya oynayabiliyorlardı.

1857 yılında Fritz şiddetli baş ağrıları çekmeye başladı. Sonunda büyükannesi Oehler’in tavsiyesi üzerine Jena şehrinden bir profesör çağrıldı. Görünen o ki, Fritz’in bir gözü ötekinden daha güçsüzdü. Doktorun tavsiyesi üzerine Fritz birkaç hafta okula ara verdi ve bununla birlikte baş ağrıları da kesildi. O zamanki cehaletle başka da yapılabilecek bir şey yoktu.

Bu baş ağrılarından hemen önce Fritz, geleceğinde kalıcı izler bıraktığını düşündüğüm ve hayatında dönüm noktası olan bir ruhsal kriz geçirdi. Bu olay hakkında daha sonraları kendisinin yaptığı birtakım açıklamalar dışında ne yazık ki pek bir bilgimiz yok. “On iki yaşındayken, tüm ihtişamıyla Tanrı’yı gördüm.” Bunun, Nietzsche gibi birinden beklenmeyecek bir açıklama olduğunu söyleyebiliriz.

Daha sonraları, bu açıklamayla ilişkili, fakat farklı çıkarımlara sahip başka bir cümle daha kurdu: “Gençken, korkunç bir Tanrı ile karşılaştım ve o an tüm ruhumu saran ne iyi ne de kötü şeyleri kimseyle paylaşmak istemedim. Bu yüzden sessiz kaldım.” İkinci cümle ilkini daha da belirgin kılıyor, fakat netliğe Nietzsche’nin sonraki yıllar eklediği üçüncü cümleyle ulaşıyoruz: “On iki yaşındayken, kendi kendime bu Üçlü Birliği oluşturdum: Baba Tanrı, Oğul Tanrı ve Şeytan Tanrı. Düşündüm ki Tanrı, kendini düşünerek, Oğul Tanrı’yı yarattı. Fakat kendini düşünebilmesi için, karşıtını da düşünebilmesi gerekiyordu, bu yüzden onu da yarattı. İşte bunlar, beni felsefi düşünmeye itti.”

Annesi artık esaretinden kurtulmuştu ancak Fritz, ilk şiddetli sinirsel baş ağrılarını ve görme sorunlarını yaşamak üzereydi. Tüm ihtişamıyla Tanrı’yı görmek, Fritz’in mutlu olduğunu gösteriyordu. Fakat, Tanrı’nın karşıtını ve “kötü taraflarını” görmek, büyük bir depresyon belirtisiydi. Bu ikili arasındaki çekişme, Nietzsche’nin tüm hayatı boyunca sürdü ve ileride Apollo ve Dionysos arasındaki mücadelede göreceğimiz bir düşünceden besleniyordu. Ayrıca Elisabeth, Nietzsche’nin çocukluğundan beri hep Zatruşka’yı hayal ettiğini belirtmişti.

Fritz artık başını derin düşüncelerinden kaldırmış ve hiç olmadığı kadar büyük bir hevesle derslerine, şiire ve müziğe yönelmişti. On dört yaşına basmadan önce kendi iç dünyasını gözlemlediği bir otobiyografi yazdı ve orta öğrenimi için annesinin onun adına seve seve kabul ettiği ünlü yatılı okul Schulpforta’dan teklif aldı.

Ne kadar hüzünlü de olsa artık Lisbeth’den ayrılma vakti gelmişti. Annesi Fritz’in yastığını kız kardeşinden ayrılacağı için her sabah gözyaşlarından sırılsıklam bulurdu. Böylece sekiz buçuk sene önce Röcken’den Naumburg’a gelen on dört yaşındaki Fritz, bir ekim sabahı kederli ve düşünceli bir halde Pforta’ya doğru yola çıktı.

IV

Schulpforta, köklü gelenekleri olan tarihi bir okuldu. Christ’s Hospital okulu nasıl Charles Lamb, Samuel Taylor Coleridge ve Leigh Hunt gibi ünlü şair, eleştirmen ve filozoflar yetiştirdiyse, Schulpforta da zamanında Alman romantizm akımının önde gelen birçok ismini yetiştirmişti. Novalis, Fichte, Schlegel kardeşlerin hepsi Schulpforta’ya gitmiş ve okul için birer gurur kaynağı olmuşlardı. Fritz, ilk Byron eserini okuduğu günden beri kendini romantizm akımına kaptırmaya hazırdı. Ecce Homo’daki paragrafını hatırlar mısınız? “Byron’un Manfred’iyle derin bir bağım var, bu eserdeki tüm kasvetli uçurumları, kendi ruhumda da buldum. On üç yaşındayken bu kitabı okumaya hazırdım. Manfred dururken Faust’un adını anmaya cesaret edenlere söyleyecek sözüm yok.” Sadece romantik bir zihin sahiplenilmeyi arzular. Sahiplenilenler ise kesin romantiktir ve bu romantizmin tohumu genellikle erken yaşlarda ekilmiştir. Öğretmeni Koberstein ne zaman Novalis ve Fichte hakkında konuşacak olsa, Fritz’in gözleri heyecandan ışıl ışıl parlamaya başlardı.

9 Kasım 1859’da tüm okul Schiller’ın yüzüncü doğum yıldönümünü kutladı. Byron’dan sonra Fritz’in yeni kahramanı Schiller olmuştu. Özellikle Haydutlar kitabından tıpkı Cambridge’li genç Coleridge9 gibi epey etkilenmişti. Bunun sonucunda, uzun bir süre kurulu düzen ve çetelerle savaşan kanun kaçaklarının hayatlarını zihninde canlandırmış, hatta onların süpermen olduklarını bile düşünmüştü. On üç sene sonra Basel Üniversitesi’nde verdiği derslerden birinde bu eser hakkında konuşurken zihninde bu hatıralar canlanmış ve sesinde neşeyle onu dinleyenlere bir keresinde Alman bir prensin: “Eğer Tanrı olsaydım ve Haydutlar eserinin ortaya çıkacağını ön görebilseydim, dünyayı yaratmazdım,” dediğini anlatmıştı.

Fritz o sene tatilini, büyükbabası Oehler’ın yanında, kütüphanede büyük bir hırsla Novalis okuyarak geçirdi ve sıradan insanların da çok büyük etkiler yaratabileceğini ve kahramanların kariyerlerini yavaşlatan tek şeyin tembellik olduğunu öğrendi. Novalis’in zayıf yönlerini dengelemek için yazdıklarını, kendi zayıf yönlerini güçlendirmek için iyice çalışıp öğrendi. Her ikisinin de zihninde fanteziyle gerçeklik birbirini dengeliyordu. Emerson’ın düzensiz evreniyle Fitche’nin belirsiz ve geniş idealizmi de ilgisini çekmeye başlamıştı. “Gök cisimlerinin her bir ışını, bireyler kendi çevrelerini nasıl etki ederse, onlara o şekilde cevap verir,” diyen Emerson, hiç zorlamadan zayıf kalmışların yüreğini fethetmeyi başarıyordu.

Schulpforta’da hayat, Fritz kendini hayal dünyasına kaptırırsa sert fakat sakin geçerdi. Okul o kadar sertti ki Fritz’in yaşadığı fiziksel sorunlar bile görmezden geliniyordu. Kurallar gereği, okumaya giden tüm çocukların velayeti, ailelerinden alınıp okula verilirdi. Pforta, Naumburg’a oldukça yakın olmasına rağmen, Fritz evini bile ziyarete gidemezdi. Yemekler genelde bol fakat tatsız olurdu ve okulun çok katı bir disiplin anlayışı vardı.

Öğrenciler yazları saat beşte, kışları ise saat altıda güne başlardı. Kalktıktan bir saat sonra mabede girerlerdi ve kahvaltıda ekmek ve süt olurdu. Ardından beş saat ders görüp sade bir öğle yemeği yerlerdi. Bir buçuk saatlik aranın ardından ikiden dörde kadar ders, ufak bir çay molası, yine saat yediye kadar ders, akşam yemeği, oyun zamanı (spor yok) ve en son başlarında bir nöbetçiyle kaldıkları on iki kişilik yurtlarda saat dokuzda yataklarına girmiş olurlardı. Pazar günleri hariç hiçbir çocuk bir dakika dahi yalnız kalamazdı. Nietzsche gibi gün boyu bir başına hayal kuran bir çocuk için bu eziyet gibi bir şeydi.

Okuldaki odalar gün boyu karanlık olurdu, geceleriyse gaz lambalarıyla aydınlatılırdı. Baş ağrıları yeniden başlayan Fritz, bir tatil günü Jena’daki doktora gönderildi ve elinde yaşamış olduğu görme bozukluğunun çok ciddi olduğunu açıklayan bir mektupla geri döndü. Okul doktoru, Schulpforta’ya yapılan bu haksız itham karşısında küplere bindi. Lisbeth’e göre, okulda kaldığı altı sene boyunca Fritz’e sürekli olarak yanlış teşhisler konulmuştu.

Sindirim güçlüğü, zihin bulanıklığı, baş ağrıları, duygusal yalnızlık ve kendi başına olma arzusu hep beraber bir filozofu doğurdu. O sıralar tüm bunlara bir de okulun rasyonalizmi eklenmişti. Bunlarının etkisindeyken Fritz bir kere, Lisbeth’e Noel hediyesi olarak Strauss’un Hz. İsa’nın Yaşamı kitabını hediye etmiş ve evde büyük bir tartışmaya sebep olmuştu.

Fritz evini, özellikle de kız kardeşini çok özlüyordu. Pazar öğleden sonraları boş olan iki üç saatinde Lisbeth’le birkaç dakika konuşabilmek için Naumburg’un yarı yolunda bulunan Almrich’teki bir hana yürür, burada kız kardeşine tüm keder ve hayallerini anlatırdı. Okulun, özlem ve hasret gibi duygulara tahammülü yoktu, bu yüzden Fritz duygularını kardeşinden bile saklardı. Tüm bu bastırılmış duygular, Fritz’in hayatında bir ömür boyu sürecek derin izler bıraktı.

Fritz, en çok da kalabalık ortamlarda kendini yalnız hissederdi. Kederli kadınlarla aynı evde büyümüş tüm yalnız çocuklar gibi, o da en çok tek başınayken veya samimi bir dostuylayken mutlu olurdu. Sonraki yıllar kız kardeşine, Schulpforta’daki asıl işkencenin asla yalnız kalamamak olduğunu itiraf etti. Düşünceleri bile belli bir zaman çizelgesine uymak zorundaydı. Hasret kaldığı derin düşünceleri için bir dakika bile ayıramıyordu. Sonunda özgürlüğüne kavuştuğunda, baskılanmış tüm düşüncelerinin, kendini suçladığı düşünceler olması sizce normal mi? Okuldaki bu sıkı disiplin altında düşünmek bile bir suçtu.

Ancak Fritz gururlu bir çocuktu ve Schulpforta standartlarında bile birçok öğrenci arasında kendini belli etmeyi başarmıştı. Bir gün, kendisinden yaşça küçük birkaç çocukla konuşurken içlerinden birinin hiçbir insanın Mucius Scaevola gibi kendi elini ateşe sokamayacağını söylediğini duydu. Fritz sakince sordu: “Neden ki?”, birkaç kibrit alıp yaktı ve elini hızlıca kılını bile kıpırdatmadan ateşin içerisine soktu. Zaman zaman yaptığı bu eylemi hatırlayan genç Scaevola, geceleri yatağında döner durur, rüyalarına Lisbeth’in yüzü girerdi.

Fritz, 1859’da bir yaz gecesi, büyükannesini, büyükbabası Oehler’in harabeye dönmüş evinin önünde, enkaz ortasında bir başına otururken gördü. Çok geçmeden yaşlı adam hastalandı ve hayatını kaybetti. Rüyalarına duyduğu güven daha da artan Fritz’in yalnızca uyurken özgür kalan bastırılmış duyguları, ileride gündelik hayatının acılı hayalleriyle karışacak ve uyku düzeninin bozulmasına sebep olacaktı.

1859’da bir mektupta bilgi ve evrensel kültüre aç olduğunu söyleyen Fritz, kısıtlı okul müfredatından sıkılmaya başlamıştı bile. Bir yazısında, kalbini dinlediğinde birbiriyle çatışan güçlerin gürültüsünü ve havada güneşe doğru uçan bir kartalın çıkardığı sesi andıran hışırtılar duyduğunu kaleme aldı. Bu kartal figürü Fritz’i hayatı boyunca hiç yalnız bırakmadı.

1860 senesinin yazında Pinder ve Krug’la beraber üç yıl sürecek bir edebiyat kulübü kurdular. Fritz, burada Byron, Hölderlin ve müzikteki şeytani unsurlar hakkında birçok deneme yazdı. Bunun dışında, Siegfried10 hakkında bir şiir ve Acı, Doğanın Vazgeçilmez Bir Parçasıdır adlı bir beste de yazdı. Hep beraber Tristan ve İsolde’nin piyano partisyonunu satın aldılar ve Fritz ile Krug, 1862 yılının tüm sonbahar tatilini sabahtan akşama kadar bu eseri çalarak geçirdi. Pinder ve Krug Schulpforta’ya gitmediklerinden, kulüp yalnızca Fritz tatildeyken buluşabiliyordu.

Fritz, aynı senenin ilkbaharında yazdığı Kader ve Tarih adlı denemesinde, yaşadığı çatışmayı bu şekilde özetliyor: “Tüm felsefemizin Babil Kulesi’ni andırdığını o kadar sık düşünüyorum ki, sanki cennete varmak tüm büyük arzularımızın sonu olacakmış gibi… İnsanların fikirlerindeki sonsuz kargaşanın talihsiz bir sonucu olarak, gelecekte Hıristiyanlığın varsayımlar üzerine kurulu olduğu anlaşıldığına çok büyük kargaşalar yaşanacak… Ben her şeyi reddetmeyi denedim… Alışkanlık gereği yüce bir amaç için çabalama isteği, tüm toplum biçimlerinin parçalanması, iki bin yıldır belki de koca bir yalanla kandırılmış olabileceğimizin kuşkusu, kendi gurur ve cesaretimizin bilincinde olmamız – kendi içimizde, acı dolu deneyimler ve keyifsiz olaylar bizi çocukluğumuzun eski inançlarına geri yollayana dek tüm bu unsurlarla mücadele veriyoruz.”

Kardeşi, Fritz’in 1862 yılının başlarından beri kendini rahatsız hissetmeye başladığını belirtmişti. Ancak biz, Fritz tüm sıkıntılarını bu zamana dek kız kardeşinden ve ailesinden sakladığı için rahatsızlıklarının çok daha önceden başladığı biliyoruz. Rosalie hala her şeyin sorumlusu olarak Shakespeare’i tutarken, Lisbeth Byron’ı suçlamıştı. Kimsenin aklına tüm bu sorunların kaynağı olarak ev hanesine yönelmek gelmemişti.

Schulpforta’daki rasyonalizm, Schiller’ın romantizmi, görme bozuklukları, hastalıklar ve yalnızlık yetmiyormuş gibi tüm bu sıkıntılarına bir de ergenlik eklenmişti. Fritz’in 1862 yılında yaşadığı ağır kasvetin, Lisbeth’le olan haftalık görüşmelerinin bitmesiyle başladığını daha önce hiç kimse fark etmemişti. Lisbeth, eğitimini tamamlamak üzere Dresden’e yollanmış, bu yüzden Fritz o sene kız kardeşini sadece bir kere görebilmişti.

Nietzsche’nin yaşamış olduğu bu huzursuz dönem, bizim hakkında çok az bilgi sahibi olduğumuz bir olayın yaşanmasıyla sona ermiş olabilir miydi? Tüm hayatı boyunca kadınlara karşı fiziksel bir tutukluk yaşayan Nietzsche’nin ilk platonik aşkını bu dönemde yaşadığı söylenir. Bir akşam üzeri Kosen’da arkadaşını ziyarete giden Fritz, orada Anna Redtel adında bir kızla tanışmış ve tıpkı Genç Werther’in Acıları veya Adolphe romanlarındaki ideal aşklar gibi genç kıza âşık olmuştu. Ancak, onu sadece uzaktan sevmek istiyordu. Acaba genç kıza hangi kitapları vermeliydi, ona hangi parçayı çalsa hoşuna giderdi? Beraber piyano çaldılar, Nietzsche, genç kıza şiir ve şarkılar yazmıştı. Ancak ne yazık ki genç kız kısa bir süre sonra ortalıktan kayboldu.

Tam olarak tarihini bilemesek de Lisbeth abisinin Schulpforta’da yaşadığı sıkıntıların 1862 senesinin ilk dokuz ayında iyice şiddetlendiğini söylüyor. Görme sorunları ve baş ağrılarının yanı sıra Fritz, sık sık soğuk algınlığı geçiriyor, boğaz ağrıları çekiyor ve artık eskisi kadar sık çalışamıyordu. O sıralar Fritz, okulda tanıştığı Garnier ile sıkı bir dostluk kurmuş, eğlencesine müstehcen yazılar yazmış ve beraber Byron ve Shakespeare kılığında oyunlar oynamışlardı. Ancak Fritz, çok geçmeden bu oyunlardan büyük bir tiksintiyle uzaklaştı. Garnier, daha sonraları Fritz’in, yüzüne göre epey çukurda kalan gözlerinin garip bir parıltısı olduğunu belirtirken okuldaki hocaları, Fritz’in kendilerine hep büyük bir alayla baktığını düşündüklerini söylediler. 1863 senesinin Nisan ayında, bir gün sarhoş olan Fritz, ertesi gün eve göndermek üzere kasvet dolu bir mektup yazdı. Mayıs ayındaysa sanki ruhu yeniden doğmuş gibi üniversite eğitimi üzerine planlar yapmaya başladı. Andler’a göre bu tarihten itibaren Nietzsche kendini, tanrıların kurmuş olduğu düzene karşı gelen ve bunu hayatıyla ödeyen Prometheus gibi hayal etmeye başlamıştı.

Yalnız kahramanımız artık yüksek ahlak kurallarıyla yaşayan ve tamamen özgür olmaya cüret edebilen biri olmuştu. İçinde bir hırs doğmuş ve kendini büyük bir şevkle yeniden derslerine vermişti. Böylece öğretmenleri Fritz’i yeniden örnek bir öğretim üyesi olarak görmeye başlamışlardı. Bu sıralar Fritz, genellikle tutku ve arzularını okul arkadaşları Gersdorff ve Deussen’le paylaşıyordu.

1864 senesinin Nisan ayında, tüm okul Shakespeare’in doğumunun üç yüzüncü yıl dönümünü kutladı. Halka yapılan gösterilerin birinde Fritz, Shakespeare’in Henry Percy karakterini canlandırmış ve performansıyla çok büyük övgüler toplamıştı. O sıralar Fransız Devrimi hakkında bulabildiği tüm kitapları büyük bir hırsla okuyan Fritz, aynı zamanda antik Yunan’da Byron’ın karakterlerine uyan kahramanlarını araştırmıştı.

Okul gelenekleri gereği mezun olan her öğrenci, okula teşekkür niyetinde Latince bir deneme yazardı. Öğretmenlerinin tavsiyesi üzerine Fritz, konu olarak Megara’lı şair Theognis’in hayatını seçti ve böylece eğilim göstermekte olduğu alanda çalışmalar yapmaya devam etti. Theognis, kibirli bir aristokrat ve ahlak kuramcısıydı. Avam idaresini küçümser ve her fırsatta bu kavramı büyük bir gururla ayaklar altına alırdı. Fritz’in deneme yazısı da Theognis’e duyduğu sempatiyi işliyordu. Ona göre Theognis, ideal bir toplum demekti. Nietzsche’nin ilerideki fikirlerinin temel taşlarını bu denemede açık bir şekilde görebiliriz.

Fritz, okuldan ayrılmadan önce kaleme aldığı hayat öyküsünde bu satırları yazdı: “Artık üniversiteye başlamak üzere olduğumdan, şimdi söyleyeceğim kuralları ilerideki gelişimim için kaçınılmaz buluyorum: Birçok konuya gereksizce hâkim olma isteğimi engellemem ve ilgi duyduğum konuların tüm sebeplerini keşfedebilmek için en derin noktalarına kadar soruşturmaya daha da gayret etmem gerek. Eğer yöneldiğim konular birbirleriyle çakışacak olursa, hiçbir itirazım olmamalı, neticede ara sıra buna benzer çatışmaları kendimde de görüyorum.” Ve şunları ekledi: “Gençlik yıllarımı pek hatırlamıyorum, bana söylenen az şeyi de tekrar etme niyetinde değilim.”

Böylece hayatındaki en önemli üçüncü yolculuğa başlayan Fritz, 7 Eylül 1864’te Schulpforta’dan son kez ayrıldı.

V

Nietzsche, dostu Paul Deussen’la önce kendi evinde, ardından Oberdreiss’de Deussen’in evinde keyifli birkaç hafta geçirdi. İkisi de ekim ayının ortası gibi Bonn Üniversitesi’nde eğitimlerine başladılar. Tüm tatil boyunca neşesi yerinde olan Nietzsche’nin hapsedilmiş ruhu, bu tatilde biraz olsun serbest kalabilmişti.

O zamanlar Alman üniversite öğrencilerinin özgür hayat tarzına kendini kaptıran Nietzsche, hayatı dolu dolu yaşamaya kararlıydı. Büyük bir mutlulukla Franconia Kulübü’ne üye oldu ve altı ay boyunca hiçbir duygusal sıkıntı çekmeden çeşitli öğrenci şenliklerine katıldı. Ailesi Nietzsche’yi savurgan olmakla suçluyor, Nietzsche ise harçlığının yetersiz olmasından yakınıyordu. Bu durumdan şikayetçi olan her iki taraf sonunda bir mutabakata vardı ve olayın yatışmasıyla Nietzsche dostlarıyla beraber şarkılar söylemeye, içmeye ve gönlünü eğlendirmeye kaldığı yerden devam etti.

Bir keresinde, bir eğlence sonrası Lisbeth’e bu anlamsız satırları yazdı: “Tüm bilincimle söylüyorum ki kalın kafalı biri olmadığımı belirtmekte çok haklıyım.” Heves ettiği şeyler arasında düello da vardı fakat bir türlü kendine denk bir rakip bulamıyordu. Bir gün bir arkadaşına gitti ve: “Ben burada yeniyim, yani bir düello yapmalıyım. Seni sevdim sayılır. Hadi savaşalım!” dedi. Arkadaşı teklifi kabul etti ve düello sonucu Nietzsche hafif yaralandı. Daha sonraki yıllarda, Bonn’daki bu senesinden, iki farklı büyüme dönemi içeren bir rüya olarak bahsetti.

Eğitimini felsefe ve annesinin isteği üzerine ilahiyat alanlarında yapmaya karar verdi. Tarih ve sanat derslerinin yanı sıra Ritschl ve Jahn’dan aldığı dersler kendisinde ayrı bir zevk uyandırıyordu. Bu arada bol bol klasik müzik dinlemiş, Schumann tarzında birkaç beste yapmış ve dostu Deussen’la çıktıkları yürüyüşlerde gelecek hakkında uzun uzun konuşma fırsatı yakalamıştı.

Ardından her şey geri tepti ve Nietzsche, yeniden yalnız kalmaya başladı. Artık neşe içerisinde geçirdiği bu altı ay ona tamamen boşa harcanmış gibi geliyordu. Keyifle geçinip giderken beklenmedik bir olay mı yaşamıştı yoksa? Belki bunun sebebini Deussen’ın çok sonraları anlattığı bir hikâyede bulabiliriz. Görünüşe göre Nietzsche bir gün Köln’e gitmiş ve bir hizmetkâr sayesinde şehrin gezip görülecek yerlerini öğrenmişti. Rehberinden kendisini güzel bir restorana götürmesini isteyen Nietzsche, görevlinin onu bir geneleve götürmesi üzerine, kendini birden ince tül elbiseler içerisinde beklentili gözlerle bakan fahişeler arasında bulmuştu. Bir süre bu durum karşısında sersemledikten sonra, soluğu, Deussen’e anlattığı üzere “etrafında ruha sahip tek şey olarak gördüğü” piyanonun başında almış ve hızlıca birkaç şey çaldıktan sonra büyük bir hışımla kapıdan çıkarak orayı terk etmişti.

Nietzsche, kadınlara karşı fiziksel tutukluğunu daha da güçlendiren bu olaydan sonra mı Franconia Kulübü’ne yeni bir düzen getirmeyi kendine görev edinmişti? Andler, Nietzsche’nin bu isteğini hâkimiyet kurma ihtiyacına bağlıyor, bu belki de doğrudur ancak Fritz’in yaşadığı bu deneyimin süreci hızlandırdığı da kuşkusuz bir gerçek. Her halükârda, Nietzsche, gerçek bir Alman reformcu kimliğiyle kulüpteki arkadaşlarına sarhoşlukları ve cinsel hayatları üzerine sitem etmiş ve onlara çeşitli öğütler vermişti.

Nietzsche’nin kendine tamamen egemen olabilme arzusunu hepimiz biliyoruz. Bundan birkaç sene sonra yazdığı Öğretim Kurumlarımızın Geleceği Üzerine kitabının büyük bir kısmını, öğrencileri üniversiteye gittiklerinde edindikleri ani özgürlüğe yeterince hazırlayamadıklarından yakındığı Alman devlet okullarını eleştirmeye ayırdı. Tüm bu suçlamalar karşısında Schulpforta da kendine düşen payı aldı elbet.

Nietzsche, başka bir yerde bu konu hakkındaki görüşlerini bu şekilde açıkça belirtiyor: “Kraliyet okulundan gelip de üniversiteye başlayan bir öğrencinin, bunca yıl ders görmesine rağmen ne kadar kötü bir eğitim aldığını fark etmenin şaşkınlığı içerisindeydim. Her ne kadar kendini beğense de düşüncelerini ifade etmeyi beceremiyordu. Henüz bir kadının dostluğunun sıcaklığını hissetmemiş bu çocuk, hayatı kitaplardan öğrendiğini sanıyor ancak her şey ona garip ve tatsız geliyordu. Bonn’a ilk geldiğimde ben de tam olarak böyle hissetmiştim. İşlerin bu talihsiz akışını değiştirmek için verdiğim kararlar her zaman doğru olmadı. Tatsız ilişkiler ve düşünmeden üstlendiğim sorumluluklar, üniversitedeki ilk yılımı benim için çekilmez kıldı.”

Başka bir deyişle hayattaki gururu yüzünden, henüz kendine tamamen egemen olamayışını kabullenemiyordu. Eğer Tolstoy gibi kendi kendini fethedemezse, başkalarına öğütler verebilirdi ancak. Ne yazık ki dostları, gençlik cehaletiyle verilmiş bu sinirli nasihatleri hoş karşılamadı, böylece Nietzsche kendini yenilmiş halde ve yine, tahmin ettiği gibi, bir başına buldu. Yalnızlığa mahkûm yaralı ve gururlu bu çocuk, ancak geceleri yatağa girdiğinde yaralarını sarabiliyordu. Bonn, Sabahın Oğlu için hapis demekti.

VI

Nietzsche’nin Bonn’daki ilk altı ayı sakin geçmiş fakat gelecekte üzerinde büyük izler bırakacak güçlü bir kişiliğin etkisi altına girmişti. Bonn’da ders veren ünlü filolog Ritschl, kendine has bir cazibeye sahip, istekli ve bir o kadar da sert bir bilim insanıydı. Genç Nietzsche, çok geçmeden bu adamın büyüsüne kapılmış ve sayesinde kendine duyduğu güven geri gelmişti. Schulpforta’lı bu çocuk, bilgiye olan açlığının durmak bilmez ve dağınık halinden sürekli yakınırdı. Ritsch’in hızla artan etkisi altında, bir gün bu satırları yazdı: “Sakince derinlemesine düşünebileceğim, hiç durmadan mantığımı kullanabileceğim ve sonuçlarıyla ruhumu etkilemeyecek bir bilim dalı arzuluyordum. Aradığımı filolojide bulabileceğimi düşündüm.”

Yukarıda belirtmiş olduğum kelimelere dikkatinizi çekerim, bu kelimeleri Rohde’nin daha sonraları Nietzsche’den bahsederken yazdığı bu satırla bir karşılaştıralım: “Hem dış hem iç temizliğinden, temiz namusundan ve ağırbaşlı tutum ve hareketlerinden…” Burada Nietzsche’nin kadınlara karşı olan tutukluğuna işaret eden bir şeyler var mı? Acaba Nietzsche, “kadınların ruhunu etkileyeceğinden” mi korkmuştu? Böylesi bir korkunun, Schopenhauer’a karşı hissettiği sempatiyle bir ilgisi olabilir miydi?

Nietzsche artık hayattan soyutlanmak ve filolojinin dünyasında kendini kaybetmek istiyordu. Görüldüğü üzere yeni metresini bulmuştu fakat bununla beraber yeni sorunlar da gün yüzüne çıkmıştı. İlahiyat derslerini, kendisini doğduğu günden beri bakanlıkta çalışırken görmek isteyen annesi için alıyordu. Schulpforta’daki rasyonalizm, tüm inancını kırmıştı ancak yine de Nietzsche soyadını taşımaktan dolayı büyük bir gurur duyuyordu ve ailesinin en büyük onuru, güçlü dini temelleriydi. Tabii Rosalie halası, gizlice bu temelden biraz sapmış sayılırdı.

Genç Nietzsche, sorunlarına bir çözüm bulabilmek için bir gün Ritschl’e danıştı. Saygın profesör, tek bir konuşmada Fritz’in tüm dertlerine derman oldu. Tarafsız bir bilim insanı olması gereken bir filolog, kasıtlı inançlar tarafından etkilenirse nasıl serbest araştırmalar yapabilirdi? Bu yarım saatlik konuşma, Fritz’in aile geleneklerine olan son bağını koparmaya yetti. Sürekli şiddetli fiziksel ve ruhsal acılarla yaşayan ve verdiği cüretkâr örnekle gerçeği gözler önüne seren Ritschl, bir kahraman ve tanıdığı en asil adam değil de neydi? Pforta bir hapisti ve Nietzsche özgürlüğü arıyordu. Sonunda aradığı özgür yolu bulmuştu. Okulundan, evinden, Tanrı’dan, korkularından ve tüm dürtülerinden kurtulup özgür kalabilecekti sonunda.

Nietzsche, Paskalya tatilinde evi Naumburg’a bir ateist olarak döndü ve ilk defa Komünyon Ayini’ne katılmayı reddederek annesini büyük bir hayal kırıklığına uğrattı. Rosalie halası, her başarılı din bilimcinin hayatında bu gibi kuşku yaşadığı anlar olduğunu belirterek bu gergin ortamı yatıştırmaya çalıştı.

На страницу:
2 из 4