bannerbanner
Uzay ve Zaman Hikayeleri
Uzay ve Zaman Hikayeleri

Полная версия

Uzay ve Zaman Hikayeleri

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 4

Güney Atlantik, tarihteki en yüksek seviyesine yükselmişti. Fırtınalar, okyanusun sularını karaya doğru kilometrelerce savuruyor; dalgalar, Arjantin kıyılarındaki koca şehirleri bütünüyle yutuyordu. Geceleri sıcaklık o kadar artıyordu ki güneşin doğması, dünyaya bir gölge düşürüyor gibiydi. Kuzey kutup dairesinden Boynuz Burnu’na kadar, bütün Amerika’da şiddetli depremler yaşanıyordu. Yamaçlar dökülüyor, yerkabuğunda kırıklar oluşuyor, binalar tamamen yok olana dek parçalarına ayrılıyordu. Cotopaxi Yanardağı’nın bir tarafı, muazzam bir sarsıntı sonucu tamamen yıkılmıştı. Sıcak lav, o kadar hızlı akıyordu ki bir gün içinde denize ulaşmıştı.

Daha sonra yıldız, hâlâ yukarıda olan soluk ayla birlikte, Pasifik boyunca ilerledi. Peşinden de âdeta bir pelerin gibi, yok edici fırtınalar geliyordu. Fırtınayla birlikte gelen devasa gelgit dalgaları önüne çıkan adalara çarpıyor, hepsini insanlardan temizliyordu. Ve sonunda o dalga geldi. Yukarıda kör edici ışık ve öldürücü sıcak, aşağıda on beş metrelik sudan bir duvar… Dalga iştahla kükrüyor, Asya’nın uzun kıyılarını ve Çin’in ovalarını silip süpürüyordu. Güneş’ten daha büyük ve sıcak olan yıldız, dünyaya çok acımasız davranıyordu. Pagodaları, ağaçları, yolları, kocaman çiftlikleriyle köylerde ve şehirlerde, milyonlarca insan olan biteni çaresizce izliyordu. Ağır uzuvları ve ateşimsi nefesiyle hiçbir yere doğru uçan yolcu, arkasında da onu kovalamaya çalışan devasa bir su duvarı… Sonra da ölüm.

Çin bembeyaz parlıyordu. Japonya’da ve tüm Doğu Asya adalarında, yeraltından fışkıran buhar ve lavlar, yıldızın gelişini kutluyorlardı. Bu yüzden yıldız, kıpkırmızı bir ateş topu gibi görünüyordu oralarda. Yukarıda lav ve sıcak gazlar, aşağıda kaynayan seller vardı. Ve tüm dünya olağanüstü depremlerle sallandı. Himalayalar’ın daha önce erimemiş olan karları bile eriyor, Burma ve Hindistan’ın gittikçe derinleşen kanallarına akıyordu. Hint ormanlarının birbirine karışmış tepeleri, binlerce farklı yerden yanıyordu. Akan suların altında, ağaç köklerinin etrafında, hâlâ mücadele eden karanlık cisimler vardı ve ateşin kan kırmızısı rengini yansıtıyorlardı. Herkesin kendi canını kurtarmaya çalışıyor; insan kümeleri, insanlığın son umudu olabilecek yerlere kaçmaya çalışıyordu: denizlere.

Yıldız daha da büyüyordu. Daha büyük, daha sıcak, daha parlak… Tropik okyanuslar fosforunu kaybetmişti. Hiç ara vermeden etrafa vuran kara dalgalardan yükselen buhar bir hortum oluşturmuş, kaosu daha da artırmıştı.

Sonra tuhaf bir şey oldu. Önceki günler yıldızı izleyen Avrupalılara göre dünya artık dönmüyordu. Sellerden ve yıkılan evlerden kaçmaya çalışan yüz binlerce insan, anlamsızca yıldızın yükselmesini bekliyordu. Korkunç bir belirsizlik içinde geçiyordu saatler ama yıldız yükselmiyordu. İnsanlık, sonsuza kadar kaybettiklerini sandıkları takımyıldızlarına çevirdi gözünü. İngiltere’de gökyüzü, sıcak ve bomboştu ve yer, sürekli titriyordu. Ama tropikal kuşakta buharın arasındaki boşluklardan Sirius, Arabacı ve Aldebaran görünüyordu. Normalden neredeyse on saat sonra yıldız yükseldiğinde ise hemen arkasından güneş de yükseldi. Beyaz kalbinin tam ortasında siyah bir disk bulunuyordu.

Yıldız, tam da Asya’nın üzerindeyken gökyüzünün hareketinin gerisinde kalmaya başlamıştı ve Hindistan’ın üzerinde asılı kaldı, ışığı azalmaya başladı. O akşam, İndus Nehri’nden Ganj Nehri’ne kadar Hindistan’ın tüm ovaları, parlak sulardan oluşan, orada burada üstü insan dolu büyük tapınakların, sarayların, tepelerin bulunabileceği sığ çöllere dönüşmüştü. Her yükselti, kargaşa ve çaresizlik içinde, tek tek suya düşen insanlarla doluydu. Bütün kıta ağlıyor gibiydi. Sonra bir gölge, soğuk bir nefes geçti umutsuzluk fırınının önünden. Serinleşen havada yükselen buhar birleşip bir bulut topluluğu oluşturmuştu. Neredeyse kör olmuş insanlar yıldıza bakıp kara diskin daha da büyüdüğünü, ışığı gitgide daha çok kapladığını gördü. Aydı bu siyah disk. Yıldız ve Dünya’nın arasına girmeye çalışıyordu. Bu kısacık anda bile Tanrı’ya dua ediyordu insanlar. Tam o sırada, olağandışı bir hızla güneş yükselmeye başladı. Sonra yıldız, ay ve güneş hep birlikte göklere doğru ilerlemeye başladılar.

Hemen sonra, Avrupalı seyircilerin şahitliğinde, güneş ve yıldız birbirine yaklaştı, bir süre yan yana ilerledi, yavaşladı, yavaşladı, durdu ve en sonunda tek bir devasa ateş topuna dönüştü. Ay, artık yıldızın ışığını engellemiyordu, gökyüzünün görkeminde kaybolmuştu. Hayatta kalanların çoğu, olayları boş gözlerle izliyorlardı. Herkes açtı, yorgundu. Kavurucu sıcak ve onunla birlikte gelen umutsuzluk hâkimdi yeryüzüne. Yine de gökyüzünde neler olduğunu kavrayabilen bazı insanlar vardı. Dünya ve yıldız birbirlerine en yakın oldukları noktayı atlatmış ve birbirlerini etrafa savurmuşlardı. Çoktan küçülmeye başlamıştı yıldız. Yolculuğunun son safhasında Güneş’e doğru gidiyordu.

Sonra bulutlar toplandı, gökyüzündeki hareketler artık görünmüyordu. Fırtına ve şimşekler, bütün dünyayı kaplayan bir örtü oluşturdu. İnsanlığın daha önce hiç görmediği şiddette bir yağmur başladı. Yanardağların hüküm sürdüğü yerlerde çamur parçacıkları yağıyordu bulutlardan. Her yeri kaplayan su, ardında çamur kaplı döküntüler, ölü insan bedenleri ve bozulmuş bir zemin bırakarak akıp gidiyordu. Günlerce her yerde akan su, önüne çıkan ağaçları, evleri, toprağı beraberinde götürüyor ve tek bir yerde koca bir yığın haline getiriyordu. Yıldızın ve sıcaklığının kaybolmasıyla gelen karanlık günlerdi bunlar. Depremler aylar boyunca devam etti.

Ama en azından yıldız geçip gitmişti. Aç ve cesaretini toplamaya başlamış insanlar, yıkılmış şehirlerine, gömülmüş ambarlarına ve sular altında kalan tarlalarına dönebilirlerdi. Fırtınalardan kaçmayı başarmış birkaç gemi, önceden tanıdıkları limanlardan geçip hepsinin tanınamaz hale geldiğini görüyorlardı. Ve fırtınalar yatışınca havanın, yıldızdan öncesinden daha sıcak olduğunu, Güneş’in daha büyük olduğunu ve Ay’ın önceden olduğunun üçte biri kadar olduğunu fark ettiler.

İnsanlar, yeni yönetimler oluşturmaya başlamıştı. Makinelerden, kitaplardan, kurallardan geriye kalan her şeyi kurtarmaya çalışıyorlardı. İzlanda’ya, Grönland’a ve Baffin Koyu’na giden denizciler, buraları yemyeşil bulup gözlerine inanamamışlardı. Artık dünya çok daha sıcak olduğundan, insanlar güney ve kuzey kutuplarına daha yakın yerlere göç ediyorlardı.

Marslı astronomlar (insanlardan çok farklı canlılar olsalar da Mars’ta da astronomlar vardı) doğal olarak, bu durumla fazlasıyla ilgileniyorlardı. Olayları sadece kendi perspektiflerinden görebiliyorlardı elbette. “Güneşimize çarpan o kocaman füzenin sıcaklığını ve kütlesini göz önünde bulundurursak, bu kadar yakından geçmesine rağmen dünyaya ne kadar da az zarar verdi. Varlığını bildiğimiz tüm kıtalar ve denizler eskiden olduğu gibi duruyor. Tek fark, kutuplardaki beyazlıkların (donmuş sudan bahsediyor) azalmış olması gibi görünüyor,” şeklinde bir makale yazdı bir Marslı. Bu yazı, görebileceğimiz en kudretli felaketlerin bile, birkaç milyon kilometre öteden ne kadar küçük gözükebileceğini gösteriyor.

Mucizeler Yaratabilen Adam

Yeteneğin doğuştan olup olmadığı şüphelidir. Kendi adıma, ona aniden geldiğini düşünüyorum. Gerçekten de otuz yaşına kadar şüpheciydi ve mucizevi güçlere inanmıyordu. Ve burada, bunu söylemek için en uygun yer olduğundan söylüyorum, onun ufak tefek bir adam olduğunu ve sıcak kahverengi gözleri, dimdik kızıl saçları, uçları bükülmüş bir bıyığı ve çilleri olduğunu söylemeliyim. Adı George McWhirter Fotheringay’di. Hiçbir şekilde mucize beklentisine yol açacak türden bir isim değildi. Gomshott’s’ta kâtipti. İddialı tartışmalara bayılırdı. Olağanüstü güçlerini ilk haber vermesi, mucizelerin imkânsızlığını iddia ederken oldu. Bu özel argüman Long Dragon’ın barında yapılıyordu ve Toddy Beamish, Bay Fotheringay’e etkili bir şekilde, “Öyle diyorsun,” diyerek muhalefeti sürdürürken onu sabrının sınırına itiyordu.

Bu ikisinin yanı sıra ortamda kir pas içinde bir bisikletçi, ev sahibi Cox ve Dragon’ın son derece saygın ve oldukça iri yarı barmeni Bayan Maybridge de vardı. Bayan Maybridge, gözlüklerini temizleyerek Bay Fotheringay’e sırtını döndü; diğerleri, iddialı sözlerinin o anki etkisizliği karşısında az çok eğlenerek onu izliyorlardı. Bay Beamish’in Torres Vedras taktiklerinden etkilenen Bay Fotheringay, alışılmadık şekilde onu sözleriyle etkilemek için çaba göstermeye karar verdi. “Buraya bakın Bay Beamish,” dedi Bay Fotheringay. “Mucizenin ne olduğunu açıkça anlayalım. Bu, iradenin gücüyle yapılan, doğanın gidişatına aykırı bir şeydir, özellikle irade olmaksızın gerçekleşemeyecek bir şeydir.”

Bay Beamish onu tiksindirerek, “Öyle diyorsun,” dedi. Bay Fotheringay, o zamana kadar sessiz bir dinleyici olan bisikletçiye döndü ve tereddütlü bir öksürük ve Bay Beamish’e bir bakışla verilen onayını aldı. Ev sahibi hiç fikrini belirtmedi ve Bay Fotheringay, Bay Beamish’e dönerek, mucize tanımına nitelikli bir onay vermesinden yüreklenerek söze başladı.

“Örneğin,” dedi Bay Fotheringay, büyük bir cesaretle. Şimdi burada bir mucize olsa. Doğanın doğal seyrinde bu lamba böyle baş aşağı yanamaz, değil mi Beamish?”

“Olamayacağını söylüyorsun,” dedi Beamish.

“Peki sen?” dedi Fotheringay. “Bunun aksi takdirde olamayacağını söylüyorsun değil mi, ha?”

“Hayır,” dedi Beamish isteksizce. “Hayır, olamazdı.”

“Pekâlâ,” dedi Bay Fotheringay. “Sonra burada birisi, benim olabileceğim gibi geliyor ve burada olabileceği gibi duruyor ve o lambaya diyor ki, mesela benim birazdan yapacağım şekilde, tüm isteğimi toplayarak, kırılmadan yukarı aşağı dön ve sabit bir şekilde yanmaya devam et ve Hullo!”

Herhangi birine Hullo dedirtmek yeterliydi. İmkânsız ve inanılmaz olan hepsine göründü. Lamba ters çevrilmiş bir şekilde havada asılı duruyordu ve alevi aşağıyı gösterecek şekilde sessizce yanıyordu. Herhangi bir lambanın olduğu ve olacağı kadar sağlam ve tartışılmaz bir şekilde, Long Dragon Bar’ın sıradan lambası gibi orada duruyordu.

Bay Fotheringay, işaret parmağını ileri uzatmış, ölümcül bir darbe bekleyen biri gibi çatık kaşlarıyla ayakta duruyordu. Lambanın yanında oturan bisikletçi eğilip bara atladı. Herkes yerinden zıpladı. Bayan Maybridge döndü ve çığlık attı. Yaklaşık üç saniye boyunca lamba hareketsiz kaldı. Bay Fotheringay’den hafif bir zihinsel ıstırap çığlığı geldi. “Artık devam edemem,” dedi. Geriye sendeledi ve ters çevrilmiş lamba aniden parladı, barın köşesine düştü, yana sıçradı, yere çarptı ve söndü.

Şanslıydılar ki lambanın metal bir alıcısı vardı, yoksa her yer alev alev yanardı. İlk konuşan Bay Cox oldu ve gereksiz bahanelerden arınmış sözleriyle, Fotheringay’in bir aptal olduğunu vurguluyordu. Fotheringay, bu kadar temel bir önermeyi bile tartışmanın ötesinde bir durumdaydı! Olan şey karşısında haddinden fazla şaşkındı. Sonraki konuşma, Fotheringay açısından konuya kesinlikle ışık tutmadı; genel eğilim Bay Cox’u haklı bulmak şeklindeydi ve aynı zamanda ona şiddetle de hak verildi. Herkes Fotheringay’i aptalca bir oyunla suçladı ve onu herkesin rahatlığını ve güvenliğini bozan biri olarak damgaladılar. Aklı bir şaşkınlık kasırgası içindeydi, onlarla aynı fikirde olmaya meyilliydi ve artık orayı terk etmesi teklifine dikkate değer ölçüde etkisiz bir şekilde karşı çıktı.

Eve hayal kırıklığına uğramış ve kızgın, ceketinin yakası buruşuk, öfkeli bakışlarla ve sinirden kıpkırmızı bir halde gitti. Yanından geçerken on sokak lambasının her birini endişeyle izledi. Kendini Church Row’daki küçük yatak odasında yalnız bulduğunda, olayla ilgili şeylerle ciddi bir şekilde boğuşup kendine, “Bu nasıl oldu?” diye sorabildi.

Paltosunu ve botlarını çıkarmıştı ve elleri ceplerinde yatakta oturmuş, on yedinci kez savunma metnini tekrarlıyordu, “Kahrolası şeyin baş aşağı çevrilmesini istemedim.”

İstemeden söylediği şeyi aslında istediğini hissetti birden. Karmaşık bir zihin yapısı içinde değildi ya da gönüllü eyleminin en abartılı sorunlarını olduğu gibi kucaklayarak, bir süre “istemeden isteme” durumunda takılıp kalmış olabilirdi; ama gene de fikir ona oldukça kabul edilebilir bir belirsizlikle geldi. Ve bundan sonra, itiraf etmeliyim ki, bunu öğrenmenin net bir mantıksal yolu olmadığından, sıra deneyerek görmeye gelmişti.

Kararlı bir şekilde parmağını mumuna doğru yöneltti ve aptalca bir şey yaptığını hissettiği halde aklını topladı. “Havalanın,” dedi. Ama bir saniye içinde bu his kayboldu. Mum havalandı, bir an için havada asılı kaldı ve Bay Fotheringay nefesini tutarken, fitilin sönen parıltısı onu karanlıkta bırakıp tuvalet masasına çarparak düştü.

Bay Fotheringay bir süre karanlıkta tamamen kıpırdamadan oturdu. “Ne de olsa oldu,” dedi. “Ve bunu nasıl açıklayacağımı bilmiyorum.” Ağır ağır iç çekti ve bir kibrit bulmak için ceplerini aramaya başladı. Hiçbir şey bulamadı, ayağa kalkıp tuvalet masasının etrafında el yordamıyla kibrit aradı. “Keşke bir kibrit olsaydı,” dedi. Ceketine baktı, bulamadı. Sonra kibritlerle bile mucizelerin mümkün olduğunu anladı. Bir elini uzattı ve karanlıkta kaşlarını çattı. “Bu elimde bir kibrit olsun,” dedi. Avcunun üzerine hafif bir nesnenin düştüğünü ve kibriti sıkıca tuttuğunu hissetti.

Kibriti yakmak için birkaç etkisiz girişimden sonra, bunun sürtülerek yakılan bir kibrit olduğunu keşfetti. Kibriti yere attı ve sonra yıkanabilir paspasının ortasında yandığını fark etti. Aceleyle kapıp dışarı çıktı. Olasılık algısı genişledi ve mum çubuğundaki mumu hissetti. “Yan!” dedi Bay Fotheringay ve mum hemen parladı. Tuvalet kapağında küçük bir kara delik ve bu deliğin içinden bir tutam duman yükseldiğini gördü. Bir süre bu dumana ve önündeki mumdan çıkan küçük aleve baktı ve sonra yukarı baktığında aynada kendi bakışıyla karşılaştı. Bu vesileyle bir süre sessizlik içinde kendisiyle iletişim kurdu.

“Mucizelere ne dersin?” dedi Bay Fotheringay sonunda yansımasına hitap ederek.

Bay Fotheringay’in bunu takip eden düşünceleri şiddetli ama kafa karıştırıcı nitelikteydi. Şimdiye kadar, bu yaşadığı şeyler onun saf bir isteklilik durumuydu. Şu âna kadarki deneyimlerinin doğası, bu olanları bir kez daha tekrarlamayı düşünmeden önce, onu başka deneyler yapmaktan alıkoydu. Ama bir kâğıdı kaldırdı, bir bardak suyu pembeye ve sonra yeşile çevirdi, mucizevi bir şekilde yok ettiği bir salyangoz yarattı ve kendine mucizevi bir yeni diş fırçası aldı. Sabaha karşı saatlerde, iradesinin özellikle nadir ve keskin bir nitelikte olması gerektiği gerçeğine ulaşmıştı, bu gerçeğe daha önceden kesinlikle emindi ancak kesin bir güvencesi yoktu. İlk keşfinin korkusu ve şaşkınlığı, yaşadığı bu görülmemiş olayın kanıtlanmasından duyduğu gururla perçinlenmişti. Kilise saatinin çarpıcı olduğunun farkına vardı ve Gomshott’s’taki günlük görevlerinden mucizevi bir şekilde vazgeçilebileceği aklına gelmediğinden, daha fazla gecikmeden yatağa girmek için soyunmaya devam etti. Gömleğini başının üstünden geçirmeye çalışırken aklına parlak bir fikir geldi. “Şu an yatakta olayım,” dedi ve kendini öyle buldu. “Çıplak,” diye şart koştu ve çarşafları soğuk bularak aceleyle ekledi, “ve kendi geceliğimle, hayır, hoş, yumuşak, yün bir gecelikle. Ah!” dedi büyük bir zevkle. “Şimdi de rahatça uyuyayım…”

Her zamanki saatinde uyandı ve tüm kahvaltı boyunca dalgınlıkla bir gecede yaşadığı deneyimin bir rüya olup olmadığını merak etti. Sonunda zihni yeniden temkinli deneylere döndü. Mesela kahvaltıda üç yumurtası vardı; iki tanesini ev sahibesi vermişti, yumurtanın bir tanesi iyiydi ama marketten alınma olduğu için tadının az çok nasıl olduğunu tahmin edebiliyordu, diğeri ise taze kaz yumurtasıydı, kendi isteğiyle taze taze önüne servis edilmişti. Derin ama dikkatlice gizlenmiş bir heyecan hali içinde aceleyle Gomshott’a gitti ve üçüncü yumurtanın kabuğunu o gece ev sahibesinin kırıldığını söylediğinde hatırladı. Bu şaşırtıcı derecede yeni kişisel bilgi yüzünden bütün gün iş yapamadı ama bu ona rahatsızlık vermedi çünkü son on dakikada bunu mucizevi bir şekilde telafi etti.

Her ne kadar Long Dragon Bar’dan kovulmasının nedenleri hâlâ hatırlanmasa da meslektaşlarına ulaşan açıklamalar bazı şaka yollu sataşmalara yol açtı. Kırılgan eşyaları nasıl kaldırdığına dikkat etmesi gerektiği belliydi ama başka yönlerden düşündüğünde ondaki bu yetenek, ona daha çok şey vaat ediyordu. Diğer şeylerin yanı sıra, şahsi mülkiyetini gösterişsiz bir şekilde artırmayı amaçladı. Bir çift çok görkemli elmas küpe yarattı ve genç Gomshott muhasebeci masasına geldiğinde onları aceleyle yok etti. Genç Gomshott’ın onların nasıl eline geçtiğini merak edeceğinden korkuyordu. Ondaki bu yeteneği öğrenmeye çalışırken dikkatli ve ihtiyatlı olması gerektiğini oldukça açık bir şekilde gördü, ancak bu yeteneğin ustalığına erişmesinin zorluğu, tahmin edebildiği kadarıyla, bisiklet çalışmasında karşılaştığı zorluklardan daha büyük olmayacaktı. Bu benzetme, onu akşam yemeğinden sonra gaz işlerinin ötesindeki yolda, özel olarak birkaç mucize provası yapmaya iten şeydi.

Muhtemelen girişimlerinde belli bir özgünlük arzusu vardı, çünkü iradesi dışında Bay Fotheringay pek istisnai bir adam değildi. Musa’nın değneğinin mucizesi aklına geldi, ama gece karanlıktı ve büyük mucizevi yılanların düzgün kontrolü için elverişsizdi. Sonra filarmoni programının arkasında okuduğu “Tannhäuser” hikâyesini hatırladı. Bu ona son derece çekici ve zararsız göründü. Poona-Penang’ın çok hoş bir türü olan bastonunu kaldırımın kenarındaki çimlere sapladı ve kuru odunların çiçek açmasını emretti. Hava hemen gül kokusuyla doldu ve bir kibrit vasıtasıyla bu güzel mucizenin gerçekten de gerçekleştiğini gördü. Yaklaşan ayak sesleriyle memnuniyeti sona erdi. Güçlerinin erken keşfedilmesinden korkarak aceleyle çiçek açan sopaya seslendi: “Geri dönün.” Demek istediği “Geri dönüşün,” idi ama tabii ki kafası karışmıştı. Çubuk hatırı sayılır bir hızla geriledi; karşıdan yaklaşan kişiden bir öfke çığlığı ve kötü bir söz geldi. “Kime çalı diken atıyorsun, seni aptal!” diye bağırdı. “Bu şey ayağıma geldi.”

“Üzgünüm yaşlı dostum,” dedi Bay Fotheringay ve sonra açıklamanın tuhaf doğasının farkına vararak gergin bir şekilde gözü adamın bıyığına takıldı. Üç polis memurundan biri olan Winch’in yaklaştığını gördü.

“Ne demek istiyorsun?” diye sordu polis. “Hey! Bu sensin, değil mi? Long Dragon’daki lambayı kıran adam!”

Bay Fotheringay, “Gerçekten kötü bir niyetim yoktu,” dedi. “Kesinlikle.”

“O zaman bunu neden yapıyorsun?”

“Sıkıntıdan!” dedi Bay Fotheringay.

“Sıkıntıdan demek! Sopanın acıttığını biliyor muydun? Bunu neden yapıyorsun?”

O an için Bay Fotheringay, bunu ne için yaptığını düşünemiyordu. Sessizliği Bay Winch’i rahatsız ediyor gibiydi. “Bu sefer polise saldırıyorsun genç adam. Yaptığın şey bu.”

“Buraya bakın, Bay Winch,” dedi Bay Fotheringay sinirlenmiş ve kafası karışmış bir halde.

“Çok üzgünüm. Gerçek şu ki…”

“Ee?”

Gerçeği söylemekten başka bir yol düşünemezdi. “Bir mucize yaratmaya çalışıyordum.” Fazla düşünmeden konuşmaya çalıştı ama ne kadar denerse denesin yapamadı.

“Çalışmak! Bak, kötü konuşma. Demek gerçekten mucize yaratıyordun! Mucize! Bu düpedüz komedi! Bak hele, mucizelere inanmayan adam değil miydin sen? Gerçek şu ki, bu senin aptalca sihirbazlık numaralarından bir diğeri, işte bu kadar. Şimdi sana söylüyorum…”

Ama Bay Fotheringay, Bay Winch’in ona ne söyleyeceğini hiç duymadı. Kendini ele verdiğini fark etti, değerli sırrını cennet rüzgârlarına attı. Şiddetli bir sinirlilik hali onu harekete geçirdi. Polis memuruna hızlı ve öfkeli bir şekilde saldırdı. “Al işte,” dedi, “Yeter artık! Sana aptalca bir sihirbazlık numarası göstereceğim, yapacağım! Cehenneme kadar yolun var! Git, şimdi!”

Yalnız kalmıştı.

Bay Fotheringay o gece ne daha fazla mucize gerçekleştirdi ne de çiçekli çubuğuna ne olduğunu görmeye çalıştı. Korkmuş ve çok sessiz bir halde kasabaya döndü ve yatak odasına gitti. “Tanrım! Bu güçlü bir hediye, son derece güçlü bir hediye. Bu kadarını kastetmedim. Tam olarak değil. Hades’in neye benzediğini merak ediyorum!”

Botlarını çıkararak yatağa oturdu. Mutlu bir düşünceye kapıldı, polis memurunu San Francisco’ya yolladı ve normal hayata daha fazla müdahale etmeden ayık bir şekilde yatağa gitti. Gece Winch’in öfkesini hayal etti.

Ertesi gün Bay Fotheringay iki ilginç haber duydu. Birisi yaşlı Bay Gomshott’ın Lullaborough Road’daki müstakil evine çok güzel bir gül sarmaşığı dikmişti ve Rawling’s Mill’e kadar olan nehir, Memur Winch için uzayacaktı.

Bay Fotheringay bütün gün soyutlanmış ve düşünceli bir haldeydi ve Winch için belirli hükümler dışında hiçbir mucize gerçekleştirmedi. Zihninde vızıldayan tüm düşüncelere rağmen günün işini kusursuz bir şekilde tamamlamıştı. Ve tavrındaki olağanüstü soyutlanmışlık ve uysallığı birkaç kişi tarafından dile getirilip şaka konusu oldu. Çoğunlukla Winch’i düşünüyordu.

Pazar akşamı kiliseye gitti ve garip bir şekilde, doğaüstü konulara belirli bir ilgi duyan Bay Maydig, “yasal olmayan şeyler” hakkında vaaz verdi. Bay Fotheringay sıradan bir kilise müdavimi değildi, ancak daha önce bahsettiğim iddialı şüphecilik sistemi şimdi çok sarsılmıştı. Vaaz, onun bu yeni yeteneklerine tamamen farklı bir ışık tuttu ve aniden ayinden hemen sonra Bay Maydig’e danışmaya karar verdi. Buna karar verir vermez, kendisini bunu neden daha önce yapmadığını merak ederken buldu.

Zayıf ve heyecanlı bir adam olan Bay Maydig, dini konulardaki umursamazlığı kasabada genel bir görüş konusu olan genç bir adamın özel konuşma talebi üzerine memnun oldu. Biraz gecikmeden sonra, onu şapele bitişik olan Manse’nin dersliğine götürdü, rahatça oturdu ve ateşin önünde durarak Bay Fotheringay’e neden geldiğini sordu.

İlk başta Bay Fotheringay biraz utanmıştı ve konuyu açmakta biraz zorluk çekti. “Bana inanmakta güçlük çekeceksiniz, Bay Maydig. Korkuyorum,” dedi ve bir süre böyle devam etti. Sonunda bir soru sormayı denedi ve Bay Maydig’e mucizeler hakkındaki fikrini sordu.

Bay Maydig, Bay Fotheringay tekrar sözünü kestiğinde, son derece yargılayıcı bir ses tonuyla hâlâ, “Peki,” diyordu. “Sanırım benim gibi sıradan birinin, iradesiyle bir şeyler yapmasını sağlayan bir tür yeteneğe sahip olabileceğine inanmıyorsunuz.”

“Mümkün,” dedi Bay Maydig. “Bu türden bir şey belki mümkündür.”

Bay Fotheringay, “Burada bir nesneyi başka bir şeye çevirmeyi, sanırım size bir tür deneyle gösterebilirim,” dedi. “Şimdi mesela masadaki tütün kavanozunu alın. Bilmek istediğim şey, onunla yaptığım şeyin mucize olup olmadığı. Bir dakika Bay Maydig, lütfen.”

Kaşlarını çattı, tütün kavanozunu işaret etti ve “Bir vazo menekşe ol,” dedi. Tütün kavanozu emredildiği gibi menekşeye döndü. Bay Maydig değişime şaşırdı ve bir mucizeciye bir de çiçek vazosuna bakmaya devam etti. Hiçbir şey söylemedi. Az sonra masanın üzerine eğilip menekşeleri koklamaya cesaret etti; yeni koparılmışlardı ve çok iyilerdi. Sonra tekrar Bay Fotheringay’e baktı.

“Bunu nasıl yaptın?” diye sordu.

Bay Fotheringay bıyığını büktü. “Sadece söyledim, o kadar. Bu bir mucize mi yoksa kara büyü mü ya da başka bir şey mi? Peki benim sorunum ne sizce? Sormak istediğim de bu.”

“Bu olağanüstü bir olay.”

“Ve geçen hafta bugün, sizin gördüğünüzden daha fazlasını yapabileceğimi bilmiyordum. Oldukça ani geldi. Sanırım irademle ilgili garip bir şey ve görebildiğim kadarıyla olay bu.”

“Tek şey bu mu? Bunun dışında başka şeyler yapabilir misin?”

“Tanrım, evet!” dedi Bay Fotheringay. “Herhangi bir şey.” Düşündü ve aniden gördüğü hayret verici bir anıyı hatırladı. “İşte!” diye işaret etti. “Bir kâse balığa dönüş, hayır, hayır, içinde Japon balığının yüzdüğü suyla dolu bir cam kâseye dönüş. Bu daha iyi! Bunu gördünüz mü, Bay Maydig?”

“Şaşırtıcı. İnanılmaz. Ya çok sıradışısın… Ama hayır…”

Bay Fotheringay, “Onu herhangi bir şeye dönüştürebilirim,” dedi. “Herhangi bir şey. İşte! Güvercin olur musun?”

Bir anda mavi bir güvercin odanın etrafında uçuşuyordu ve her yaklaştığında Bay Maydig eğiliyordu. “Orada dur, olur mu?” dedi Bay Fotheringay ve güvercin havada hareketsiz asılı kaldı. “Onu bir vazo çiçek haline getirebilirim,” dedi ve masadaki güvercini değiştirdikten sonra bu mucizeyi gerçekleştirdi. “Biraz sonra piponuzu isteyeceğinizi umuyorum,” dedi ve tütün kavanozunu yerine geri getirdi.

Bay Maydig, sonraki tüm bu değişiklikleri bir tür şaşkınlık sessizliğiyle takip etmişti. Bay Fotheringay’e baktı ve çok dikkatli bir şekilde tütün kavanozunu aldı, inceledi ve masanın üzerine koydu. “Vay canına!” dedi.

Bay Fotheringay, “Şimdi, bundan sonra neyle karşılaştığımı açıklamak daha kolay,” dedi ve Long Dragon’daki lamba olayıyla başlayan ve Winch’in olayıyla karmaşıklaşan garip deneyimlerini uzun ve kapsamlı bir şekilde anlatmaya başladı. Anlatmaya devam ederken, Bay Maydig’in şaşkınlığının neden olduğu kibir duygusu geçti; tekrar gündelik ilişkisinin çok sıradan Bay Fotheringay’i oldu. Bay Maydig onu, elindeki tütün kavanozuyla dikkatle dinledi ve anlattığı şeylerin seyri ile yönü de değişti. Şu anda, Bay Fotheringay üçüncü yumurtanın mucizesiyle meşgulken eliyle araya girdi.

На страницу:
3 из 4