Полная версия
Uzay ve Zaman Hikayeleri
Terasların orta kısmında bulunan direklerin üzerindeki parlak objelerden önceden bahsetmiştim. Bay Cave, normalden daha canlı bir günde terasların üzerindeki direkleri incelerken direklerin üzerindeki bu parlak objelerin birinin, elindeki kristale çokça benzediğini fark etti. Daha etraflı bir incelemeyle Bay Cave, yaklaşık her yirmi direkten birinde benzer bir kristal olduğunu gördü.
Arada bir büyük, kanatlı yaratıklardan biri, kristallerden birine doğru uçar, dokunaçlarının bir kısmıyla kristalin bağlı olduğu direği tutar ve bir süre, bazen on beş dakika kadar, öylece kristali izlerdi. Bay Wace’in önerileriyle yapılan birtakım incelemeler sonucu meraklı gözlemciler, bu dünyayı uzaktaki bir direğin zirvesinde duran kristalden izlediklerine ve bu incelemelerin en az birinde de kanatlı yaratıklardan birinin aynı kristalin içine bakarken Bay Cave’i gördüğüne ikna oldular.
Hikâyenin gerekli detaylarından şimdilik bu kadar bahsetmek yeter. Tüm bu olanların Bay Wace’in çok iyi uydurduğu bir hikâye olduğuna inanmıyorsak geriye inanabileceğimiz iki senaryo kalıyor: Ya tamamen absürt bir fikir olsa da kristal aynı anda iki yerdeydi ve birinde hareket ettiriliyorken diğerinde sabit duruyordu ya da birbiriyle bir çeşit bağlantısı olan ve birbirine çok benzeyen iki kristalden birinin içine uygun şartlarda bakıldığında diğer kristalin etrafındaki şeyleri görebilmek mümkün oluyordu. Şu anda tabii ki iki kristalin nasıl bu kadar uyum içinde olduğunu bilmiyoruz ama bunun tamamen imkânsız olmadığını anlayabilecek kadar bilgimiz var. Kristallerin çok uyumlu olduğu görüşü Bay Wace’in bir varsayımıydı. Ve bana da fazlasıyla makul bir olasılık gibi geliyor.
Hem neredeydi ki bu diğer dünya? Bu konuya da Bay Wace hemen kıvrak zekâsıyla açıklık getirdi. Güneş battıktan sonra hava hızla kararıyor (çok kısa bir alacakaranlık safhası oluyordu tabii ki) ve hemen sonra da yıldızlar parlıyordu. İki dünyadaki takımyıldızları belirgin derecede benzerdi. Büyükayı, Aldebaran, Sirius ve Ülker’i tanımıştı Bay Cave. Yani diğer dünya da aynı güneş sisteminde ve bizim dünyamızdan en fazla birkaç yüz milyon mil uzakta olmalıydı. Ayrıca yıldızları incelerken Bay Wace, geceleri gökyüzünün bizim dünyamızın kış gecelerinden bile daha koyu bir mavi olduğunu ve güneşin de bizimkinden biraz daha küçük olduğunu fark etti. Dahası iki küçük ay vardı! Bizim ayımız gibi ama daha küçük ve farklı renkteydiler. Aylardan biri o kadar hızlı hareket ediyordu ki ona bakan biri hareket ettiğini açıkça görebilirdi. Bu aylar hiçbir zaman gökyüzünde kalmıyor, doğduktan biraz sonra batıyordu. Ayrıca gezegene çok yakın oldukları için her geçişlerinde Güneş tutulması oluyordu. Bu işaretler fazlasıyla belirgindi ancak Bay Cave, Mars’taki durumun bu gezegendekiyle tamamen aynı olduğunu bilmiyordu.
Bay Cave’in kristale bakarak Mars’ı ve Mars’ın yerlilerini görmüş olma ihtimali fazlasıyla mümkün gibiydi. Bu teori doğruysa uzakta muhteşem ışıltısıyla parlayan akşam yıldızı bizim dünyamızdan başka bir şey olamazdı.
Bir süre için Marslılar (eğer gerçekten öyleyseler tabii) Bay Cave’in incelemelerini fark etmemiş gibi görünüyordu. Bazen biri kristali incelemeye gelir, kısa süre sonra da tatminkâr bir sonuç elde edememiş gibi diğer kristallere yönelirdi. Bay Cave, bu süre zarfında Marslılar tarafından rahatsız edilmeden incelemesine devam edebiliyordu. İncelemelerinin sonucu tam olmasa da genel bir fikir oluşturmaya yetiyordu. İnsanları, zorlu bir hazırlık sürecinden sonra Londra’daki St. Martin Kilisesi’nin çan kulesinden en fazla dört dakikalık periyotlarla inceleyen bir Marslının kafasında oluşan insanı hayal etsenize. Bay Cave, teraslarda ve koridorlarda zıplayarak gezen Marslıların, kanatlı olanlarla aynı olup olmadıklarını ve istedikleri zaman kanatlarını takıp takamayacaklarını tam kestiremiyordu. Birkaç kez, iki ayaklı, maymun benzeri, sakar yaratıkları garip ağaçlardan bir şeyler yerken görmüştü. Yine bu yaratıklardan bazılarının zıplayan, yuvarlak kafalı, dokunaçlı yaratıklardan kaçtığına da şahit olmuştu. Tam da birini yakalamışken kristal sönmüş ve heyecanlı bir âna tanıklık edeceğini düşünen Bay Cave’in hevesini kursağında bırakmıştı. Bir seferinde de nehrin yanındaki patikada hızla hareket eden devasa, böcek benzeri bir yaratık görmüştü. Yeterince yaklaşınca bu yaratığın parlak metallerden yapılmış karmakarışık bir robot olduğunu fark etti Bay Cave. Tekrar baktığında ise gözden kaybolmuş olduğunu gördü.
Bir süre sonra Marslıların dikkatini çekmek istediğine karar verdi Bay Cave. Bir tanesi o garip gözleriyle tekrar Bay Cave’in kristalini izlemeye geldiğinde hemen ışıkları yakıp kendilerini fark ettirmek için birtakım hareketler yapmaya başladılar. Ancak Bay Cave kristale tekrar baktığında Marslının gitmiş olduğunu gördü.
İncelemeler kasım ayına kadar böyle devam etti. Daha sonra ailede kristalle ilgili şüphelerin yatışmış olduğunu düşünerek artık hayatındaki en önemli şey haline gelmiş olan kristali, fırsatı oldukça inceleyebilmek için eve getirip götürmeye başladı Bay Cave.
Aralık ayında Bay Wace’in araştırmaları onu bir süre meşgul etti ve on, on bir gün (kaç gün olduğundan tam olarak emin değildi) boyunca kristal incelemesine ara vermek zorunda kaldı. Bu süre zarfında Bay Cave’i hiç görmemişti. İçinde bulunduğu iş yoğunluğu azalmaya başlayan Bay Wace, kristali incelemeye devam etmek için Seven Dials’a, Bay Cave’i aramaya gitti. Köşedeki kuşçunun ve onun yanındaki ayakkabıcının kepenklerinin kapalı olduğunu gördü. Bay Cave’in dükkânı da kapalıydı.
Kapıyı çaldığında karşısına çıkan kişi Bay Cave’in siyah kıyafetler giymiş üvey oğlu oldu. Şaşaalı bir matem elbisesi giymiş olan Bayan Cave’i çağırdı hemen. Bay Wace, Bay Cave’in çoktan ölmüş ve defnedilmiş olduğunu öğrenmiş ve bu habere pek de şaşırmamıştı. Bayan Cave gözyaşları içerisindeydi ve sesi de biraz kısılmıştı. Highgate’ten yeni gelmişti. Bayan Cave’in kafası cenaze işleri ve daha çok durumun kendisiyle alakalı taraflarıyla dolu olsa da Bay Wace, ölümün detaylarını öğrenebilmişti. Bay Wace’le en son görüştüğü günün ertesi günü, elinde kristalle dükkânında ölü bulunmuştu Bay Cave. Yüzünde bir gülücük olduğunu söyledi Bayan Cave. Kristale örttükleri kadife kumaş da ayaklarının orada yerde duruyordu. Onu bulduklarından beş altı saat önce ölmüş olmalıydı.
Bu olay Bay Wace’i fazlasıyla sarsmıştı ve ihtiyar adamın açıkça kötüleşen sağlığını göz ardı ettiği için biraz kendini suçladı. Ancak asıl endişesi kristal hakkındaydı. Bu konuya daha dikkatlice yaklaştı çünkü Bayan Cave’in bazen saçma sapan davranabileceğini biliyordu. Satıldığını öğrenince de çok şaşırdı.
Bayan Cave’in yaptığı ilk şey cesedi üst kata çıkarmak ve daha önce beş pound teklif eden rahibe kristali tekrar bulduğunu yazmak oldu. Ancak kızıyla birlikte her yeri didik didik ettikten sonra rahibin adresini kaybettiklerini fark ettiler. Aileden, Bay Cave’i özenli bir şekilde defnetmeleri beklendiğinden Büyük Portland Sokağı’nda dükkânı olan tanıdık bir işadamına gittiler. O da cenazeyi üstlenmeyi ve karşılığında da Bay Cave’in dükkânındaki malların bir kısmını almayı memnuniyetle kabul etti. Bizim kristal de bu işadamının payına düşen malların arasındaydı. Bay Wace, birkaç minik ve aceleye getirilmiş incelemenin ardından Büyük Portland Sokağı’ndaki dükkâna gitti. Orada da kristalin, uzun, gri kıyafetli bir adama satıldığını öğrendi. Bay Cave’in ölümünden sonraki olaylar dizisinin detayları bu kadardı. Büyük Portland Sokağı’ndaki satıcı, uzun, gri kıyafetli adamın ne kim olduğunu biliyordu ne de fiziksel özelliklerini tarif edecek kadar incelemişti. Dükkândan çıkınca hangi yöne gittiğine bile bakmamıştı. Bir süre umutsuz sorularla satıcının sabrını zorlayarak kendi öfkesini dindirdi Bay Wace. En sonunda kristalin bulunamayacağına kanaat getirdi, ellerinden kayıp gitmişti. Eskiden Bay Cave’le birlikte kristali inceledikleri odasına dönünce, aldığı notların düzensiz masasının üzerinde durduklarını ve hâlâ okunabilir olduklarını görmek onu biraz şaşırttı.
Uğradığı hayal kırıklığının büyük olması kaçınılmazdı. Büyük Portland Sokağı’ndaki dükkânda (ilk seferi kadar başarısız) ikinci bir soruşturma yaptı. Koleksiyoncuların okuyacağını düşündüğü birkaç dergiye ilan vermek geldi aklına. Daily Chronicle ve Nature dergilerine mektup yazdı ama bu iki dergi, anlatılanların kötü bir şakadan ibaret olduğundan şüphelenerek Bay Wace’e, ilan vermeden önce bir kez daha düşünmesini söylediler. O da tekrar düşününce hiçbir bilimsel temeli olmayan bu fantastik hikâyenin kendi araştırmacı kimliğine zarar verebileceğini düşünüp ilan vermekten vazgeçti. Hem Bay Wace’in gerçek işiyle ilgilenmesi de gerekiyordu. Bu yüzden yaklaşık bir ay sonra, isteksizce de olsa kristalin peşini bırakmak zorunda kaldı. Ve kristalin nerede olduğu bugün hâlâ bilinmiyor. Arada sırada Bay Wace, büyük bir hevesle diğer tüm işlerini bırakıp kristali aramakla uğraştığını söylüyor (ki bunun doğru olduğuna gerçekten inanıyorum).
Kristal sonsuza kadar kayıp kalsa da kalmasa da yaşanan her şey fazlasıyla şüpheli. Eğer kristali satın alan kişi bir koleksiyoncu olsaydı, Bay Wace’in diğer tüccarlar aracılığıyla ona ulaşabilmesi beklenirdi. Bay Cave’in dükkânına gelen rahip ve esmer gencin, Rahip James Parker ve Bosso-Kuni Prensi olduklarını bulmayı başarmıştı Bay Wace. Bazı detaylar için onlara minnettarım. Prens’in kristalle ilgilenme sebebi tamamen meraktan, ayrıca lüks ve pahalı şeyler alma huyundan ibaretti. Bay Cave’in kristali satmayı kesinlikle istememesi, Prens’in onu daha çok arzulamasına yol açmıştı. Bundan yola çıkarak kristali satın alan kişinin de bir koleksiyoncu bile olmadığını; belki de kristalin, bir iki kilometre uzaktaki bir evde, sıradan bir vitrin süsü olarak kullanılmakta olduğunu düşünmek mümkün.
Benim kendi fikirlerim Bay Wace’inkilerle tamamen aynı. Bence de dünyadaki kristal ile Mars’ta direklerin üstünde bulunan o kristal arasında bir çeşit bağ vardı. Bizim kristal, Marslılar tarafından dünyada neler olup bittiğini izleyebilmek amacıyla buraya gönderilmişti. Muhtemelen diğer direklerdeki kristallerin eşleri de bizim dünyamızdaydı.
Yıldız
Yeni yılın ilk gününde, neredeyse aynı anda üç gözlemevinden, Güneş sisteminin en dışındaki gezegen olan Neptün’ün Güneş çevresindeki yörüngesinin tuhaf ve düzensiz bir hal aldığı duyuruldu. Ogilvy, aralık ayında gezegenin hızında bir düşüş olacağı ihtimalini zaten öngörmüştü. Tabii ki Neptün adında bir gezegenin varlığından bile haberdar olmayan dünya halkı için bu haber pek bir şey ifade etmiyordu. Yine de bu haber, Neptün’ün sürekli daha büyük ve daha parlak hale geldiği, yörüngedeki hareketinin de diğer gezegenlerden çok farklı bir hal aldığı henüz fark edilmemiş olsa bile, bilim insanlarının dikkatini çekmeye yetti.
Pek az insan, Güneş sisteminin uzaydaki yalnızlığının farkında olabilirdi. Etrafında dolaşan gezegenleriyle birlikte Güneş, asteroit tozları ve tam olarak ne oldukları pek de anlaşılmayan kuyrukluyıldızlar, manasız bir boşlukta, sonsuzluğa doğru öylece sürükleniyorlardı. Neptün’ün yörüngesinin ötesinde, hiçbir sıcaklığı, ışığı ya da sesi olmayan, üç trilyon kilometre ötesine kadar uzanan bomboş uzay… Ancak bu devasa boşluğu aştıktan sonra sisteme en yakın yıldıza ulaşılabiliyor. Ve en sönük ateşten bile daha önemsiz birkaç kuyrukluyıldızı saymazsak insanlar bu uzay uçurumunu geçen hiçbir maddeye rastlamamıştı, ta ki yirminci yüzyılın başlarında bu tuhaf gezgin ortaya çıkana kadar. Muazzam bir kütlesi olan, hantal bir cisimdi. Gökyüzünün karanlık gizeminden aniden fırlayıp Güneş’in parlaklığına doğru gidiyordu. İkinci gün, iyi bir ekipmanla, Aslan takımyıldızındaki Regulus’un yakınlarında bir nokta olarak rahatça görülebiliyordu. Kısa bir süre sonra basit bir teleskopla bile görülebilir hale gelmişti.
Yeni yılın üçüncü gününde, iki yarımküredeki gazete okurları, ilk defa haberdar edilmişti göklerdeki bu alışılmadık cismin öneminden. “Gezegenlerin Çarpışması” başlığını atmış ve Duchaine’in fikri olan “yeni gezegenin muhtemelen Neptün’le çarpışacağı” düşüncesini yazmışlardı. Başyazarlar konu üzerinde yoğunlaşmaya başladı. Dünyanın çoğu başkenti, yaklaşan bu “şey” ne kadar belirsiz olsa da bir beklenti içindeydi. Dünyanın her yerinde, gece olunca gözlerini gökyüzüne diken ve her zamanki yıldızları her zamanki durumlarında gören binlerce insan vardı.
Londra’da şafak sökene kadar Pollux ve yakınlarındaki yıldızlar sönmüştü. Bir kış sabahıydı bu. Bulutların arasından zar zor geçen güneş ışınlarının aydınlatamadığı pencerelere yansıyan, bir gaz lambası veya mumdan çıkan sarı ışığa bakarak kimlerin uyanık olduğunu tespit etmek mümkündü. Uyuklayan polis memuru görmüştü onu, marketlerdeki kalabalıkların ağzı açık kalmıştı, erkenden işine giden işçiler, sütçüler, taksi şoförleri, orada burada gezen evsizler, işlerinin başındaki nöbetçiler, kırlarda evlerinden uzak, yorgun argın yürüyen emekçiler, gizlice evlerine dönen hırsızlar, yani bu karanlık ülkenin her yerindeki insanlar görebiliyordu onu. Kocaman beyaz bir yıldız, aniden gökyüzünde belirmişti.
Gökyüzündeki tüm yıldızlardan daha parlaktı. Işık saçan minik bir noktadan ibaret değildi bu yıldız. Küçük, çok parlak bir yuvarlaktı. Bilimin ulaşamadığı yerlerde, insanlar bakıp korktular, birbirlerine göklerin savaş ve hastalık işaretleri verdiğini söyleyip durdular. Güçlü Boerlar, esmer tenli Hottentotlar, Altın Sahil zencileri, Fransızlar, İspanyollar, Portekizliler, güneşin doğuşuyla birlikte bu yeni yıldızın batmasını izlediler.
Yüzlerce gözlemevindeki bilim insanları, heyecanlarını bastırmaya çalışıyorlardı. Görüntüyü kaydedebilecekleri aparatları ve spektroskopları bir an önce kurmak için oradan oraya koşturuyorlar, romanlarda görülecek cinsten bu olayı, yani bir dünyanın yok oluşunu kaydetmek için birbirleriyle yarışıyorlardı. Yok olan dünya bizimki olmasa da çok daha büyük bir kardeş gezegendi. Güneş sisteminin dışından gelen yabancı tarafından vurulan gezegen Neptün’dü ve çarpışma, iki kürenin birleşip büyük ve parlak bir kütle halini almasını sağlamıştı. Solgun, beyaz yıldız o gün tüm dünyada şafaktan iki saat önce, güneşin altına bağlıymış gibi battı. Dünyanın dört bir yanından insanlar gördüklerine inanamıyorlardı ama yine de hiç kimse, yıldızların sürekli seyircisi olan denizcilerden daha çok şaşırmamıştı.
Avrupa’daki insanlar tepelerde, evlerin çatılarında, geniş açıklıklarda doğu yönünü öylece izleyerek yeni yıldızın doğmasını bekliyorlardı. Yıldızımız, beyaz bir ateşe benzeyen parıltısıyla yükseliyordu. Bir önceki gece de onu görmüş olanlar gördükleri gibi heyecanla bağırdılar, “Daha büyük, daha parlak!” O sırada batmakta olan ayın boyutu her zamanki gibi olsa da yeni yıldızdan daha parlak değildi.
“Daha parlak!” diyordu sokaklarda toplanan insanlar. Ancak gözlemevlerinde bilim insanları birbirlerine, “Daha yakın,” diyorlardı nefeslerini tutarak. “Daha yakın!”
Yüzlerce insan tekrarlıyordu: “Daha yakın!” Telgraflar bu sinyali alıyorlar, telefon kablolarında bu sözler titreşiyor, binlerce şehirden gazeteciler daktilolarına aynı şeyi yazıyorlardı: “Daha yakın.” Ofislerinde yazan insanlar sanki aniden fark etmiş gibi kalemlerini bıraktılar, binlerce farklı yerde konuşan insanlar birden şu sözlerdeki garip doğruluk ihtimalinin farkına vardı: “Daha yakın.” Yeni uyanan sokaklarda geziniyordu, sessiz köylerin buz tutmuş yollarından bağırarak ilerliyordu bu haber. Oradan buradan duyan insanlar, sarı ışıklı kapı önlerinde duruyor, geçenlere haber veriyorlardı. “Daha yakın.” Güzel kadınlar, haberleri dans aralarında duyup ilgi gösterme numarası yapıyorlardı. “Gerçekten de daha yakın! Ne kadar da ilginç! Böyle şeyleri bulmak için bayağı zeki olmak gerekiyor sanırım.”
Soğuk gecelerde sokaklarda gezen yalnız berduşlar kendilerini avutmak için gökyüzüne bakarak mırıldanıyorlardı: “Buz gibi geceleri ısıtmak için daha da yakın olmalı. Gerçi bu kadar yakın olmasına rağmen sıcaklık veriyor gibi gözükmüyor.”
“Ne yapayım ben sizin yeni yıldızınızı?” diye bağırdı ağlayan kadın, ölmüş kocasının yanında diz çökerek.
Sınavına hazırlanmak için erken kalkan bir öğrenci, bütün sırrı çözmüştü kendi kendine. “Merkezkaç, merkezcil,” dedi çenesini yumruğuna yaslayarak. “Bir gezegen nasıl durabilir? Merkezkaç kuvveti biterse tabii ki. E sonra ne olacak? Merkezcil kuvvete yenik düşecek ve doğru Güneş’e gidecek!”
“Geçerken bize çarpar mı acaba?”
Yine güneş battıktan bir süre sonra yükseldi tuhaf yıldız. Ancak bu sefer o kadar parlaktı ki ayın her zamanki görkemini tamamen gölgede bırakmıştı.
Bir Güney Afrika şehrinde önemli bir adam evleniyordu. Yollar süslenmiş, düğün şerefine her yer ışıl ışıl olmuştu. “Gökyüzü bile aydınlanmış,” dediler. Oğlak takımyıldızının altında, ateşböceklerinin uçuştuğu dairenin tam ortasında siyah tenli âşıklar, vahşi yaratıklara ve kötü ruhlara rağmen aşkla diz çöktüler. “Bu bizim yıldızımız,” diye fısıldadılar birbirlerine ve ilginç bir şekilde, yıldızın ışığı onlara huzur verdi.
Baş matematikçi odasındaydı ve kâğıtları masasına bıraktı. Hesaplamaları çoktan bitmişti. Küçük beyaz bir şişede, kendisini dört gün boyunca uyanık ve enerjik tutan bir ilaç bulunduruyordu. Her gün sakince, dürüstçe, her zamanki gibi sabırla ders veriyordu öğrencilerine. Sonra hemen çok önemli hesaplamalarına dönüyordu. Aldığı ilaçlardan olsa gerek, yüzü biraz yorgun ve telaşlı görünüyordu. Bir süre düşüncelere dalmış gibi göründü. Sonra pencereye doğru ilerledi, panjurları kaldırdı. Gökyüzünde, yan yana sıralanmış çatıların, bacaların ve şehrin çan kulesinin üzerinde, büyük beyaz yıldız duruyordu.
Dişli bir düşmanın gözlerinin içine bakar gibi baktı yıldıza. Kısa bir sessizlikten sonra “Belki beni öldürebilirsin,” dedi. “Ama ben senin (ve tüm evrenin) sırlarını şu küçük beynimle alt edebilirim. Bunu asla değiştirmem, şu an bile.”
Küçük şişeye baktı. “Bir daha uykuya ihtiyacım olmayacak,” dedi. Ertesi gün öğle vaktinde muhteşem bir dakiklikle girdi ders vereceği amfiye. Her zaman yaptığı gibi, şapkasını masanın köşesine koydu ve dikkatlice büyük bir parça tebeşir seçti. Elindeki tebeşirle oynamadan ders anlatamaması öğrenciler arasında bir alay konusu haline gelmişti. Hatta bir keresinde öğrenciler tebeşirlerini saklayınca doğru düzgün ders anlatamamıştı. Döndü ve gri kaşlarının altından, geriye doğru yükselen sıralarda oturan öğrencilerin genç, taze yüzlerine baktı. Her zamanki üslubuyla konuşmaya başladı. “Bazı durumlar ortaya çıktı, kontrolüm altında olmayan durumlar,” dedi ve duraksadı. “Eğitim yılını tamamlamamı engelleyecek bazı durumlar… Dürüst olmam gerekirse, insan boşu boşuna yaşamış gibi görünüyor.”
Öğrenciler birbirlerine bakıyorlardı. Doğru mu duymuşlardı? Delirmiş miydi? Amfi, kalkmış kaşlar ve sırıtan yüzlerle doluydu. Yine de saçları beyazlamış öğretmeni dikkatle dinleyen bir iki kişi vardı. “İlginç olacak,” diyordu. “Bu sabahı, beni bu sonuca ulaştıran hesaplamaları açıklamaya ayırmak ilginç olacak. Farz edelim ki…”
Karatahtaya döndü, her zaman yaptığı gibi anlatmaya başladı. “O ‘boşu boşuna yaşamak’ da neyin nesiydi öyle?” dedi bir öğrenci diğerine. “Dinle,” dedi bir başkası öğretmeni göstererek.
Ve anlamaya başladılar.
O gece yıldız, Aslan ve Başak takımyıldızlarına biraz yaklaşmış olduğundan daha geç belirmişti. Öylesine parlaktı ki o yükseldikçe gökyüzü açık maviye dönüştü ve neredeyse diğer tüm yıldızlar gözden kayboldu. Sadece en yüksekte duran Jüpiter, Arabacı, Aldebaran, Sirius ve Büyükayı takımyıldızının bazı parlak üyeleri görünüyordu. Fazlasıyla beyaz ve çok güzeldi. O gece dünyanın birçok yerinden, yıldızın etrafında solgun bir ışık halkası olduğu görünüyordu. Daha büyük olduğu çıplak gözle bile fark ediliyordu. Tropikal kuşağın açık gökyüzünde, neredeyse ayın çeyreği boyundaydı. İngiltere’de hâlâ yerlerde kar vardı ama gece, ayışığının aydınlattığı bir yaz gecesi kadar aydınlıktı.
O gece dünyanın her köşesi uyanıktı. Hıristiyan âleminde dolaşan karamsar söylentiler, küçük yerleşim yerlerinde küçük bir kargaşaya sebep olmuş, şehirlerde ise rahatsız edici bir gürültüye dönüşmüşlerdi. Milyonlarca çan kulesinde çalan çanlar, insanları artık uyumamaya, günah işlememeye, bunun yerine kiliselerde toplanıp dua etmeye çağırıyordu. Yukarıda her gece, gün geçtikçe daha da büyüyen ve daha da parlayan yıldız, tüm ihtişamıyla yükseliyordu.
Dünyadaki bütün evler ve sokaklar uyanıktı, tersaneler ışıklarını yakmıştı ve yüksek bir yerlere giden tüm yollar insan doluydu. İnsan eli değmiş her limanda, gürültülü motorları ya da şişkin yelkenleriyle, insan ve diğer canlılarla dolu gemiler kuzeydeki okyanusa gidiyordu. Usta matematikçinin uyarısı çoktan dünyanın her yerine telgrafla iletilmiş, yüzlerce dile çevrilmişti. Yeni gezegen ve Neptün, birbiri etrafında paldır küldür dönüyorken her saniye daha da hızlanarak Güneş’e doğru gidiyorlardı. Bu yanan kütle zaten her saniye birkaç yüz kilometre ilerliyordu, ayrıca her saniye bu olağanüstü hızı daha da artıyordu. Şu anki rotasına bakılırsa birkaç yüz milyon kilometre öteden geçip gezegenimizi neredeyse hiç etkilemeyecekti. Ama usta matematikçiyi tedirgin eden şuydu: bu sıcak kütlenin yolunun çok yakınında, Güneş’in etrafında dönen görkemli gezegen Jüpiter ve onun uyduları vardı. İçinde Neptün’ün de bulunduğu ateş kümesi ve Jüpiter arasındaki kütle çekim kuvveti her saniye daha da artıyordu. Bunun sonucu ne olabilirdi? Tabii ki Jüpiter, kaçınılmaz bir şekilde yörüngesinden çıkacak ve artık daha eliptik bir yol izleyecek, yanan yıldız da Güneş’e doğru olan koşusunun yönünü değiştirip “kavisli bir yol çizecek” ve gezegenimizin çok yakınından geçecek, belki de çarpacaktı. Usta matematikçi, neler olabileceğiyle ilgili “Depremler, yanardağ patlamaları, kasırgalar, devasa deniz dalgaları, seller, nereye kadar çıkacağını tahmin bile edemediğim bir sıcaklık artışı ve daha nicesi,” demişti.
O sırada yukarıda, matematikçinin sözlerini yerine getirecek olan yalnız ve bir o kadar da görkemli yıldız, getireceği kıyametle birlikte parlıyordu.
Geceleri gözleri ağrıyana kadar onu izleyen birçok kişiye göre, apaçık bir şekilde yaklaşıyordu. O gece iklim değişti; Orta Avrupa’yı, Fransa’yı ve İngiltere’yi kaplayan kar, yumuşayıp erimeye başladı.
Gece kiliselerde dua eden insanları ve gemiye binip kaçmaya çalışanları anlattım diye tüm dünya çoktan kaos içindeydi zannetmeyin. Dünyayı hâlâ alışkanlıklar yönetiyordu; ihtişamlı geceyi izleme seanslarını saymazsak, on kişiden dokuzu her zamanki gibi günlük işlerini yapmakla meşguldü. Tüm şehirlerde, neredeyse tüm dükkânlar normal saatlerinde açılıp kapanıyor, doktorlar ve cenaze görevlileri işlerini yapıyor, işçiler fabrikalarda toplanıyor, askerler talim yapıyor, akademisyenler araştırıyor, âşıklar birbirlerini arıyor, hırsızlar çalıp kaçıyor, politikacılar entrikalarına kafa yoruyordu. Muhabirler gece boyunca her yerdeydi ve papazlar, kiliselerinin kapılarını aptalca olduğunu düşündükleri bu panik haline kapalı tutuyordu. Gazeteler, 1000 yılında da dünyanın sonunun geldiğinin düşünüldüğünü ama hiçbir şey olmadığını söyleyip insanları yatıştırmaya çalışıyordu. Söylediklerine göre yıldız falan yoktu, tamamen gazdan oluşan bir kuyrukluyıldızdı bu sadece. Hem yıldız olsaydı bile Dünya’ya çarpması mümkün değildi. Daha önce hiç böyle bir şey yaşandığı görülmemişti. O gece, Greenwich zamanına göre saat yediyi çeyrek geçe yıldız, Jüpiter’e en yakın olduğu noktaya gelecekti. İşte o zaman insanlar olayların nasıl ilerleyeceğini biraz daha anlayabilecekti. Usta matematikçinin uyarıları, çoğu insan tarafından, sadece kendi reklamını yapmaya çalışan bir adamın uğraşları olarak görülmüştü. En sonunda, kanıtlarla desteklenen sağduyu, insanları geceleri uyumaya teşvik etti. Geceler tekrar, orada burada uluyan köpeklere kalmıştı. Vahşi dünya, yıldızı önemsemiyordu artık.
Bir sonraki gece yıldızı izleyenlerden son kalanlar, normalde olduğundan bir saat kadar sonra görmüştü yıldızın yükseldiğini ama bir önceki geceden daha büyük değildi. Usta matematikçinin tahminlerini düşünüp gülüştüler, tehlikenin geçtiğini sanmışlardı.
Ama daha sonra gülüşmeler kesildi. Yıldız büyüyordu. Korkunç bir kararlılıkla, her geçen saat daha da büyüyor, daha da parlaklaşıyordu. Geceler ikinci bir gündüz kadar aydınlıktı artık. Eğimli bir yol izlemek yerine doğruca Dünya’ya geliyordu. Jüpiter’le girdiği etkileşimde hiç hız kaybetmemişti. Yine de bu hızla gezegenimize ulaşması beş gün sürecekti. İngiltere’deki bir sonraki gece, ayın üçte biri boyuna gelmişti ve erime çok barizleşmişti. Amerika’da yükseldiğinde neredeyse ay kadar olmuştu ve gözleri acıtacak kadar parlak ve beyazdı. Yükselmesiyle etrafta sıcak bir rüzgâr esmeye başlıyordu. Brezilya’da, Virginia’da, St. Lawrence sokağında, fırtına bulutu topluluklarının içinden, titrek mor ışıklarla zaman zaman parlıyor, eşi görülmemiş bir görüntü oluşturuyordu. Manitoba’da buzlar ve karlar eriyor, yok edici seller oluşuyordu. Yine o gece, dağların tepesindeki buz ve karlar erimeye başladı. Nehirler bulanıklaştı, genişledi ve bir süre sonra, beraberinde ağaçları, insanları, hayvanları getirmeye başladı.