bannerbanner
Bir Japon Kızının Amerika Günlüğü
Bir Japon Kızının Amerika Günlüğü

Полная версия

Bir Japon Kızının Amerika Günlüğü

Язык: tr
Год издания: 2024
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 3

(Sır tutamıyorum.)

Dürüstçe söylemeliyim ki bu çorapları müstakbel “sevgilime” vermek üzere tasarladım.

Yün kırmızı ve benim candan bağlılığımın bir simgesi.

Çoraplar kendi ayaklarımdan çok büyük olmamalı. Büyük ayaklı beylerden hoşlanmıyorum.


18 Ekim

Amcam şiirsel ilhamla yazdığım eserimin tamamlanıp tamamlanmadığını sordu.

“Amca, daha on satır bile yazmadım. Benim Lotus Yiyenler şiirim, Gölün Hanımı şiiriyle aynı uzunlukta olacak. Görüyorsun ya Oji San, benim eserim yalnızca nitelik değil nicelik bakımından da ödüllü şairinkinden çok daha üstün olmalı. Fakat rakip bir eser yazarak ihtiyar şairden bir ödül yağmalamak sevimli bir Japon kızına yakışmaz diye düşündüm. Tennyson öyle iyi bir adamdı ki!” dedim.

Gülümseyip muzipçe ona baktım.

“Demek öyle! Hakikaten pek iyi kalplisin!” deyiverdi amcam.


19 Ekim

Sanırım San Francisco’ya yaklaşıyoruz artık. Gemiden inip yürüsem mi acaba?

“Belgic”in yeterince kömürü var mı? Bu akıllı gemi nasıl bu kadar yavaş olur anlamıyorum!

Boş sayfalar çabucak geçsin! Yeni bölüme bir an evvel başlayayım: “Amerika!”

Hayatın gri tekdüzeliği beni deli ediyor.

Okyanusta hiçbir şey olmuyor!


20 Ekim

İşte ay tepemde duruyor. Okyanusta ay ne kadar da büyük!

“Ay biricik memleketim Tokyo’yu ziyaretten dönüyor olmalı,” diye düşününce “Sayonara, anne!” diyerek anneme veda ettiğim o trajik sahne hemen aklıma geldi.

Yanaklarımdan yaşlar süzülüyordu!


21 Ekim Sabahı Öğleden Sonra Üç

Nihayet!

Güzel Bayan Gündüzsefası rüyalarının ülkesine, Ameri-key’e ayak basmak üzere.

Evet, benim mütevazı ismim bu efendim.

18 yaşındayım.

(Amerikan hanımları, yaşlarının sorulmasını niçin hakaret sayıyor ki?)

Örgü işimin daha yarısı bile bitmemişti. Kocamla tanışma şansını elde edemeyeceğime dair kötü bir işaret olarak görüyorum bunu.

Tsumarana! Ne kadar kurak bir yaşam!

* * *

Muhteşem elçimiz gömleğine bir düğme yerleştirmekteydi. Titrek parmakları kararsızdı.

Gömleği elinden kapıp iğneyle hünerimi sergiledim.

“Siz modern kızların iğne ipliğe tamamen yabancı olduğunuzu sanıyordum,” dedi.

İstihzaya9 başvurduğuna göre sıkıcı biri değilmiş diye düşündüm.

Amcam, bir tek puro dahi bırakmadığından şikâyet ediyordu.

Bu iki beyefendi de karaya çıkarken giyinmeme yardım etmeyi teklif etti.

Nazik bir şekilde reddettim.

Aynam nerede?

Çok ama çok güzel takdim etmeliyim kendimi.

Amerikey’de

21 Ekim Gecesi San Francisco

“Elveda, Bay Belgic!”

Her şeyi bir beyefendi şeklinde kişileştirmeye bayılıyorum.


Bu da ne demek ola ki! Kitsune ni tsukamareta wa! Herhalde, kurnaz tilki beni zapt ediverdi. “Beyler, burası Amerikey mi?” diye haykırdım.

Oy, ma, Meriken rüyam tam bir fiyaskoydu.

Amerikamda duman saçarak gökleri işgal eden bir ejderha hayal etmiş miydim hiç?

Duman beni boğuyordu.

Parfüm şişemi ne diye valizime koyup kilitlemiştim ki?

Limandaki vagonlardan çıkan kokuya güçlükle katlanabiliyordum. Takır tukur sesleri başımın içine işliyordu. Bir grup Çinli durmadan puro üfleyerek o kötü kokuyu yayıyordu.

San Francisco’nun belediye başkanı olsaydım (“Başkan Bayan Gündüzsefası” kulağa ne kadar da romantik geliyor!), limanın çevresine ücretsiz hamam yaptırmadan bir saniye durmazdım.

İnsanların böylesi berbat bir koku üretebileceğini hiç hayal etmezdim.

Muhterem vagon sürücülerinin kokusu, bir M-A-Y-M-U-N kokusudur.

Vahşi suratları da bu benzerliklerini kanıtlıyor.

Bay Darwin’e ihtiyacı olan tüm kanıtları bu adamlar sağlamış olmalı. “Şehrin güzel bölümü buradan biraz uzakta,” dedi amcam.

“Ziyaretçilerini şehrin arka kapısından karşıladıklarına bakılırsa, Amerikalılar hiç misafirperver değillermiş!” diye haykırdım.

Bir parça ekmek kırıntısı için mutfak kapısına vuran karnı aç baldırı çıplaklar değiliz biz.

* * *

Otel arabasını istemedik.

Sokakları görmek için Doğu Limanı’ndan yürüdük.

Tamageta wa! Bir ev sokak boyunca fırıl fırıl dönüyordu. Şu atsız arabaya bakın! Yerin altındaki bir iple bu arabayı çekmek nasıl mümkün olabilir?

Her şey devasa bir ölçeği açığa çıkarıyor.

Bu kıta manzarası bizim adalarımızınkinden farklı.

40 milyon Japon olarak küçücük bir alanda yaşamak zorundayız. Dirseklerimizi gerdirecek kadar bile yerimiz yok. Cüce ağaçlar gibi kalmalıyız.

Japonya’ya gelen Amerikalılar “Ah, ne küçük bir gösteri!” diye haykırsalar, hiç şaşırmam.

Ne curcunalı bir koşuşturma! Kulakları sağır eden bir şamata!

Herhalde sokakta bir an dahi tembellik edip durmak, kanun ihlali sayılıyor.

Market Street’te arabalar saat başı on kişiyi katlediyor olmalı diye geçirdim içimden.

Araba! Araba! Ve daha da çok araba!

Böylesi şamatalı bir şehirde güzel görünmek faydasızdı. Tek bir beyefendi bile hayranlık dolu gözleriyle yüzüme bakmıyordu.

Ne kadar üzücü!

O gün bir festival falan var sanmıştım.

“Hayır, her zamanki cumartesi kalabalığı!” dedi amcam.

Acaba Tokyo sokakları, bu şehrin sadece gece yarısı kalabalığına mı denk olabilirdi?

Sevgili elçinin yüksek binalar karşısında hayranlıktan ağzı açık kalmıştı. (Ah, ne kadar da dolgun dudakları vardı!)

“Vay be, olağanüstü!” diye haykırdı sarhoş gözlerini Chronicle binasının saatine çevirerek.

“Beyler senin hakkında konuşuyor,” diye fısıldadım binaya.

Bu kadar gülünç davranmaması için elçiye yalvardım.

O zaman kendine has umursamaz tarzıyla o kahramanlık dolu kahkahasını attı: “Ha, ha, ha…”

Biz limandan ayrıldıktan kısa bir süre sonra, şahin gibi uyanık bir delikanlı (henüz uykulu birini görmedim) elçinin yanına yanaşıp çantasını taşımak istedi.

Bu yardım teklifine çok sevinmişti. Esmer diplomat, bunun bir yabancıya karşı nazik bir hareket olduğunu düşünüyordu.

Birkaç sokak geçtikten sonra başını öne eğip delikanlıya içten bir “arigato” diyerek teşekkür etti.

“Efendim, bana yirmi beş kuruş ödemelisiniz!”

Elini cebine götürdüğü sırada amcam onun öne eğilmiş sırtına dokunarak dedi ki: “Burası mütemadiyen ‘öde, öde, öde’ ülkesidir, dostum!”

* * *

“Sahici bir Amerikan dilencisi neye benzer?” diye sordum.

Arkadaşımın Yokohama parkında gördüğü Meriken dilenci şık bir kuyruklu frak giymişti. “Çok kibar bir Bay Dilenci,” demişti arkadaşım.

Amerika’da herkesin bir milyoner olduğunu sık sık duymuştum.

O muhterem Emerson hocasıyla tanışmak için Yokohama’ya özel bir gezi düzenlemeyi kaç defa düşünmüştüm!

Heyhat, bu sadece bir hayal olarak kaldı!

Bay Dilenci’yi sokakta gördüm.

Şık bir frakın o resmi saygınlığı içinde değildi.

Emerson’u neredeydi hem?

Japonlar gibi diz çökmeye alışkın olmadığından ayakta duruyordu.

Tek fark, elinde bir müzik enstrümanı yerine kalemlerini taşımasıydı.

O bir tüccardır (zira burası bir ticaret ülkesi). Oysa bizim Japon Bay Dilenci bir sanatçıdır diye düşünüyorum.

* * *

Küçük altın saatim on biri gösteriyordu.

Birkaç saattir limandan şehre ve oradan da şu an bulunduğum Palace Hotel’e kadar geçen zamanda edindiğim ilk izlenimlerim hakkında yazıyorum.

Oda numaram 489.

Dışarı çıkarsam geri dönemeyeceğimden korkuyorum. Oda numaramı hatırlamak çok zor.

Büyük aynaya bakınca o kocaman odada küçücük görünüyordum.

Yüksek tavanlı çok büyük bir odaydı bu!

Kendimi hiç de evimde hissetmiyorum.

Tek bir çiçek yaprağı bile yoktu odada. Duvarda göz alıcı bir resim yoktu!

Sürekli başını eğen Japon otel hizmetlilerinin “irashai mas-hi” yani “şeref verdiniz” şeklindeki şu yapay selamını duymaktan bıkmıştım.

Ne var ki Merikan otelindeki sade muamele de zevkime hiç uygun değil.

Burada bana hizmet eden tek bir kız yok!

“Muhterem hanımefendiye çay ve çörek” de yok.


22 Ekim

İstirahat etmeye ihtiyacım var. Son birkaç hafta beni fena halde hırpaladı. Günler boyu mışıl mışıl uyumaya karar verdim.

Ne var ki okyanustaki o his geri dönecekti.

Amerikan yatağım en ufak hareketimde dahi dalgalanarak su gibi hareket ediyordu.

Uykumda bile egzersiz yapıyormuşum gibi geliyordu.

Aşırı yumuşak bir yatak.

Sadece alıştığım gibi yerde yattığımda tam olarak istirahat edebilirim.

Bütün gece gözümü kırpmadım.

Yatak hiç rahat olmadığından kalktım.

Ah, mavi gökyüzü!

Buradayken bir daha asla safir gibi bir gökyüzü göremeyeceğimi düşünüyordum. Yanılmışım.

Bugün kiliseye gitme günü.

Tramvayların zilleri ahenkle çalıyor.

Gökyüzü en güzel pazar elbisesini giymiş.

Bu gece otel penceremden yıldızları görebileceğimi düşününce sevindim.

* * *

Sırf eğlence olsun diye asansörle bir aşağı bir yukarı gidip geldim.

Nasıl da gıdıklayıcı türden bir baş dönmesi tatmıştım!

Asansör çalışınca gözlerimi kapatıyorum.

Bu, acayip yeni bir şey.

Gözden kaybolmak üzere yükselen ayaksız bir hayalet için kurulmuş Japon sahnesi ile “seriage”da10 bir şey diye düşünüyorum.

Beyaz beylerin hanımlara karşı ne kadar alçakgönüllü bir tavır sergilediğini görmek çok şaşırtıcı.

Eğer asansörde bir kadın varsa şapkalarını çıkarıyorlar. Bazısının kocaman kel kafası ortaya çıkıyor, gülünç bir O Binzuru’yu11 andırıyorlar. Bu, gözlüklü çocuklar kadar yaygın bir manzara. Sonra Japonların “Göğün Yüce Oğlu” karşısında yaptığı gibi tevazuyla dikiliyorlar. Kadın gittikten sonra kuzular gibi ağır ağır çıkıyorlar.

Kadınların böyle bir şerefi nasıl hak ettiklerini çözemiyorum.

Ne kadar şeker bir hareket!

Acaba Tanrı’nın huzurunda nasıl davranıyorlar!


23 Ekim

Bembeyaz çarşafların karşısında oturmak ve o çarşafların üzerinde oturmuş yemek yiyen hayali bir Bay Cicim’in yüzünü düşlemek harika.

Beyazlık iştah açıcı.

Çarşafların koyu çizgileri o kadar güzel ki… O koyu çizgiler olmasa çarşafların bir albenisi kalmazdı.

Birkaç yıl evvel resim dersinde tek çizginin güzelliğini öğrenmiştim.

Ama şimdi Meriken masa örtüsünü görünce bunu tam olarak anlıyorum.

Keşke ebediyen ona bakabilseydim.

Eğer bu ülkede ev işleriyle ilgilenmeye başlayacak olursam (bunu hayal bile edemiyorum!) bütün paramı tereddüt etmeden keten çarşaf ve örtülere yatıracağım.

Bahar çimlerinin üzerine hünerle ütülenmiş bir keten örtü serip (beyaz ile yeşil ne kadar da hoş görünüyor!) kocamla oturduğumu (acaba kocam dünyanın neresinde?) ve o su getirmeye gittiğinde örtünün üzerine çaydanlığı devirdiğimi, ardından da bütün düğün çiçeklerini toplayıp koyu kırmızı lekeyi örttüğümü hayal edince güldüm.

Elçi, yemek salonunda kendini gülünç duruma düşürüyor.

Öyle ki kahkahası bütün hanımların dikkatini çekiyor.

Bu sabah şöyle haykırdı: “Amerikalılar yabancılara karşı çok kaba. Sadece para isteyecekleri zaman nazikler!”

Konuşmasını o gürültülü kahkahasıyla tamamladı: “Ha, ha, ha!”

Yanımızdaki masada oturan ve titrek bir kış yaprağını andıran solgun ve sabırsız bir hanım, omuzlarını silkip mırıldandı:

“Amanın!”

Kara ya da Tenjiku, görev yeri her neresiyse, bir an evvel gitmesini sağlamak için bir çare bulmayı umuyordum.

Bir kukla gibi iyi huyluydu.

Ama üzgünüm ki Amerikey’e uygun değil.

Yarın ayrılacağını söylediğinde rahatlamıştım.

Saygınlığım kurtulmuştu.

Kare şeklinde bir kâğıt parçası kesip aşağıdakileri yazdım:



Bu kâğıdı elçinin geniş avcuna yerleştirdim. Onu göğsüne iğneleyip hiç çıkarmamasını söyledim.

“Ne fena şeysin!” dedi.

Her zamanki gibi “ha,ha,ha!” diyerek devam etti.

Güle güle!

* * *

Zenciler korkunç. Hayatım boyunca elde ettiğim bu ilk şansta onları gözden geçirip inceledim.

Bu kavmin güzellik standardı nedir? Hakikaten, öğrenmek istiyorum!

Sözlüğümde “coon”12 kelimesine baktım. Açıklama hiç tatmin edici değildi.

Her zaman nazik olan Amerikalıların zencileri “rakun” olarak görmediklerine eminim.

Bu kelime ne anlama geliyor, söyleyin bana.


24 Ekim

Tükürük hokkası!

Amerikan tükürük hokkası çok meşhur. Amcam öyle diyor.

Bu dokuz katlı otelin (sekiz yüz elli bir odası var, düşünsenize!) her bir köşesinde sizi tükürük hokkası karşılıyor.

Kaç bin tane hokka var?

Bütün o hokkaları böyle temiz tutabilmek muazzam bir iş olmalı.

Otel sahibi bu hokkaların bir kısmını niçin şehrin kullanması için vermiyor acaba?

San Francisco kaldırımlara tükürük hokkaları yerleştirmeli.

Hanımlar öyle uzun ve şatafatlı etekler giyiyor ki…

Görünüşe göre, modern beyler kaldırımlara tükürmeyi âdet edinmiş.

Palace Hotel tam bir saray.

Mesela, giyinme odasına bir uğrayın.

Gayri ihtiyari şöyle haykıracaksınız: “İya, haya! Japonya üç yüz yıl geride!”

Burada her şey size sessiz bir bilimsel modernizm dersi sunar.

Amcam bazen beni bıktırıyor. İşte öyle zamanlarda hemen giyinme odasına kilitliyorum kendimi. Orada bütün dünya benimmiş gibi hissediyorum.

Ayakkabılarımı çıkarabilirim. İstersem bir akrobat olabilirim.

Kimse beni gözetleyemez.

Burası kimse tarafından rahatsız edilmeksizin gönlünüzce dua edebileceğiniz ya da ağlayabileceğiniz yer.

Odam harika. Her türlü yeni icat mevcut. Bir sürü elektrikli küre, başımın üzerinde haşmetli bir ışıkla göz kamaştırıyor.

Eğer akşam alacasında odama girersem, bir elektrik düğmesine basıyorum.

Her bir ışığın muhterem hizmetime hazır halde belirmesini görünce hak ettiğim memnuniyet tarifsiz!

Parmağıma bakıp böylesi küçük bir doğulu şeyin, Bay Edison’un başparmağı kadar güçlü olabilmesine şaşırıyorum.


25 Ekim

Bloknotumun başına “San Francisco, ABD” yazarken yepyeni bir his duymuştum!

(İsmimin önüne ilk defa “bayan” yazarken nasıl da heyecanlanacağım kim bilir! Kadınlar “küçükhanım” hitabından er ya da geç sıkılıyor olmalı.)

Japonya gibi küçük bir adada yaşarken mektup yazmak için hiçbir sebep göremediğimi söylemişimdir hep.

Her nerede olursam olayım, arkadaşlarımı bir iki gün içinde görebiliyordum.

Ama şimdi memleketimle aramda okyanus var.

Mektup yazmak için uğraşmaya değer.

Bunun böyle keyifli bir iş olduğunu bilmezdim.

Mektup yazmayı, her kadının keyfini çıkarması gereken meşru ve ucuz bir oyun ilan ediyorum.

* * *

Bu otelin bahçesinde dolaşıyordum.

Bir beyefendinin bir kadını öptüğünü gördüm.

Yüzümün alev aldığını hissettim.

Ayıp değil mi uluorta böyle şeyler yapmak?

Odama geri döndüm. Aynaya bakınca yanaklarımın hâlâ kıpkırmızı olduğunu gördüm.

* * *

Japon konsolosu ve Meriken karısı (sevgili kocasından birkaç cm daha uzun) bizi ziyaret etti.

Birbirlerine pek yakışmadıklarını düşündüm. Sanki üzerinde farklı bir kraliyet arması olan kiralık bir haori13 gibiydi.

Konsolos sanki bir timsah taşıyormuşçasına mağrur görünüyordu.

Bayan Konsolos bizi ertesi pazar günü için öğle yemeğine davet etti.

“Tam bir aile partisi. O ho, ho!”

Sesi teklifsizdi.

Saç tokalarından birinin düşmek üzere olduğunu fark ettim. Meriken kadının da benim kadar dikkatsiz olduğunu düşündüm.

Dün kaç toka kaybettim dersiniz?

Dört! Korkunç değil mi?

Amcam masumane konuşarak benim Tokyo’nun en güzel hanımlarından olduğumu söyledi.

O zaman paltosunun kol kısmını çaktırmadan çimdikledim. Ama bu küçük işaretim amcamı hiç mi hiç etkilemedi. Mübalağalı bir şekilde reklamımı yapmaya devam etti.

Pazar günü güzel bir kızı benimle tanıştıracağına söz verdi.

Acaba nasıl biri olacak diye düşündüm.

Bir Meriken kadınıyla ilk mülakatımda harika bir performans sergilediğime inanıyordum. Fakat evdeki provam hiç işe yaramamıştı.


26 Ekim

Küçük tılsımımı kaybettim.

İşte buna çok canım sıkıldı.

O tılsımı bana eski kafalı annem vermişti. Tenno Sama tapınağına yaptığı bir aylık hac yolculuğundan dönerken almıştı onu.

Annemin dediğine göre bu tılsımı taşıdığım sürece sudan, ateşten ve haydutlardan (Tanrı bilir başka nelerden) korunacakmışım.

Her yerde tılsımı aradım. Valizine bakmama izin vermesi için amcama yalvardım.

“Eskide kalmış şu batıl inançtan kurtul!” diye kızdı amcam.

Küçük bedenimi neredeyse yutan o kocaman koltukta halsiz bir şekilde oturdum.

Pek çok cezaya çoktan çarptırıldığımı düşünüyordum.

Kol saatimin tik tak sesi huzursuzluğumu daha da artırıyordu.

Saatimi şifonyerin çekmecesine kilitledim.

Ama saatin tik tak sesi hâlâ kulaklarımın peşindeydi.

Sonra saatimi yastığın altına koydum.


27 Ekim

Ah, on dolarlık bir altın karşılığında bir bukle kıvırcık saç alabilmeyi ne çok isterdim!

Amerikan kadını onsuz bir hiç.

Bu saçların dermansız hareketi baştan çıkarıcı bir şey.

Japonya’dayken dalgalı saçlara sahip olmayı kötü şans olarak görürdüm.

Ne var ki Amerikey’de zevklerim değişmeden kalamaz.

Artık kızıl saçlı olmayı bile umursamıyorum.

Kızıl saç canlılıktır, yaz mevsiminin parlak havasına çok uygundur.

Tokyo’da bir Amerikalı kadının kızıl saçlarını görünce tir tir titrediğimi hatırlıyorum. Japonlar bunu Jigoku’daki kızıl ifritin saçları olarak kabul ederler.

Bir çift saç kıvırma maşasıyla aynanın karşısına oturdum.

Şaşırtıcı bir sabırla saçlarımı kıvırmak için uğraştım. Sizi temin ederim ki Tanrı bana pek fazla sabır bahşetmemiş.

Ah, ne söz dinlemez aletler!

Maşalar hiçbir işe yaramadı. Ben de öfkeyle yere attım onları.

Bileklerim ağrıyordu.

Yere oturup bacaklarımı uzattım. Ayakkabı bağcıklarım çözülmüştü ama elim onlara gitmedi.

Saçlarımı kıvırmaya çalışırken bitap düşmüştüm!

Amcamı bir kuaför getirmesi için yolladım.


28 Ekim

O kadın kaç yaşında?

Meriken kadınlarının yaşını bir türlü tahmin edemiyorum.

Şu Bayan Ada gerçekten çok güzeldi.

California’nın kızlarıyla niçin bu kadar gurur duyduğunu şimdi anlamaya başlıyorum.


“Ah, ne söz dinlemez aletler!”


Ada, Bayan Konsolos’un benimle tanıştırdığı San Franciscolu bir hanım.

Soyadı ne acaba?

Aman, boş verin! Kızlar için hatırlaması gereksiz bir şey. Biz soyadlarını hiç kullanmayız ki…

Kahverengi iri gözlerinin çevresini süsleyen uzun kirpiklerini ne kadar kıskanmıştım!

Tahta takunyalarımın kadife hanaosu14 için tercihim kahverengiydi.

Uzun kirpikler çok zarif görünüyor. Tıpkı uzun etekler gibi.

Onun zeki bir genç kız olduğunu biliyorum.

Gözlerini bir perde gibi örten uzun kirpiklerini indirip kaldırma sanatında bilgili. Büyüleyicilik sanatıdır bu. Hiçbir şeyin kara gözlerimin güzelliğiyle boy ölçüşemeyeceğini söylerdim. Ama görüyorum ki bu dünyada başka güzel gözler de varmış.

Japonya’da her şey yetişmez. Bilhassa da burunlar.

Benim tatlı Adacığımın burnu Fuji San’ın karla kaplı zirvesi gibi ilham vericiydi. Kaşlarının arasından usulca yükseliyordu. Üstelik ne kadar da simetrik bir biçimde!

Merikan burnunun kaba ve iri kemikli olduğunu sanırdım.

Ada’nın bir istisna olduğunu görüyorum.

Meriken güzelliğinin örneği olmalı.

Kendimi çok gösterişsiz hissediyordum.

Sonra çaktırmadan aynaya baktım ve benim de çok güzel olduğuma kendimi ikna ettim. Ama ben doğulu bir güzeldim.

Farklı cazibelerimiz vardı.

O, ilkbaharın beyaz gün ışığıyken ben sonbaharın sarı ay ışığıydım. Biri canlılık, öteki tatlılıktır.

Gülümsedim.

O da hemen bana gülümsedi.

Küçük tebessümümüz sevgi doluydu.

Elini omzuma koydu. Elmas yüzüğü nasıl da yanıp sönüyordu! Yüzümün parlak ve pürüzsüz cildini övdü.

Birkaç çil serpiştirilmiş yüzü çok beyazdı. Bu çillerin dağılışı, Ada’nın yüzüne bir canlılık katıyordu. (Fakat San Francisco’nun havası, kadınlarda çok fazla çil çıkarmıyor mu?) Ada’nın cilt dokusu ince değildi. Yüzü pudramsı tüyleri olan olgun bir şeftali gibiydi.

Amerikan toplumunda koyu tenin popülerlik kazandığı doğru mu acaba?

O halde, Japon tarzı güzellik öne çıkıyor demektir. Buna çok memnun oldum.

Onun zarif dişlerini överek iltifatına karşılık verdim.

Ada, modern Amerikey’in hür doğmuş kızı.

Ağzını kocaman açmaktan korkmasına asla gerek yok.

Günde üç kez özel bir diş tozu kullanıyor olmalı.

“Şimdiden çok iyi arkadaş olduk, öyle değil mi?” diye sordum.

Sonra parmak uçlarımı başının arkasına götürüp kestane rengi saçlarından birkaç tutam çektim.

“Yapma, lütfen!” dedi ve suçlayıcı gözlerini tatlı tatlı kaldırdı. O zaman arkadaşlığımız tasdik edilmiş oldu.

Kızların birbirilerine itimat etmesi fazla vakit almaz.

İlk başta Ada’nın benimle baş başa bir şiir sohbetine başlayabileceğinden korkuyordum. Psalm of Life şiirinin ilk mısrasını hatırlamaya çalıştım zira Longfellow karşıma çıkacak ilk şair olacaktı.

Heyhat! Hepsini unutmuştum.

Bana sorduğu soru, şiirin uzak köşelerinden gelmediği için mutluydum.

“Golf oynar mısın?” diye sordu.

Japonya’da aynı şeylerin olduğunu zannediyor.

Ada! Ah, zavallı Ada!

* * *

Muhterem konsolos ile amcam öğle yemeği masasında aptal gibi görünüyordu.

Meriken hanımların onlara zor bir soru sormasından korkuyorlardı sanırım.

Bayan Konsolos ve Ada aç domuzlar gibi yemek yedi. (Aflarına sığınıyorum!)

“Bir kedi gibi yiyorsun!” cümlesi, Meriken kadınları için yeterli bir iltifat değildir.

Onların ne Macaulay ne de Irving’in İngilizcesiyle konuştuklarını fark ettim.


29 Ekim

Bir dil yedim ve öküz kuyruğu çorbası içtim.

Şüphe uyandıran köpüklü dil ve pis bambu kuyruğu bir düşünün!

Bunları tatmaya meyletmek dahi şok edici değil mi?

Annem beni bu halde görse, Japonya’daki hiçbir tapınağın kutsal mekânına girmeme izin vermezdi. Bu yiyecekler yüzünden bütünüyle kirlenmiş olduğumu söylerdi.

Galiba yavaş yavaş ormandaki bir vahşi hayvana dönüşeceğim.

Amcam daha da büyük bir utanmazlık yaptı. Bir işkembe yedi.

Bana söylenene göre “batı denizi patlıcanında” çiçek hastalığına yol açan bir tatta pişirilmiş.

Domuz ayaklarını çok sevdiğini söyledi.

Yazıklar olsun Nippon beylerine!

Harai tamae! Kiyome tamae!15


30 Ekim

“Cik, cik, cik!”

Otel odamın penceresinde küçük bir güvercin ötüyordu.

Kocaman Amerika’nın güvercininin Nippon’da doğmuş güvercinler kadar küçük olduğuna inanamamıştım.

Burada atlar kocaman. Kadınların ağzı kocaman, neredeyse bir timsahınki gibi. Polisler de kocaman.

O küçük güvercin, benim aile manastırımın önündeki bambu çalılıklarından gelmiş olabilir diye hayal ettim.

“Sevimli serseri, Meriken Kenbutsu için okyanusu aşıp mı geldin?” dedim.

“Cik, cik! Cik, cik, cik!” diye öttü neşeyle.

Acaba “cik, cik” İngilizce mi?

Onu içeri almak için pencereyi yukarı kaldırıp açtım.

Oy, ma, gitmişti!

Çok üzüldüm.

Biricik evimi özlüyordum.

Şimdi ülkemde o harika kasımpatı mevsimi yaşanıyor. Dangozaka’daki gösteriyi kaçırdım.

Bir tokonomada16 çiçekleri seyrederken zaman ne kadar güzel geçerdi.

Çiçeklerin o sıcak yüzü olmayınca her yer bana gri bir çöl gibi geliyor.

Japonya’da çiçeklerin fiyatı yoktur. Tıpkı şairlerin bir öneminin olması gibi. Çünkü orada herkes şairdir. Oysa bu şehirde çok kıymetliler. Gerçi Amerikan şairlerinin servet kazandığından pek emin değilim.

Güzel bir menekşe buketi satın aldım.

Pek çok genç beyefendinin yanından geçtim. Acaba gözleri çiçeklerime mi yoksa ellerime mi ilişmişti?

Eldiven takmıyorum. Çünkü eldivenin sert dokunuşundan hoşlanmıyorum. Hakikaten, küçük ellerimi göstermek pek hoşuma gidiyor.

Menekşeyi çok severim çünkü sevgili John Keats’in en sevdiği çiçekti tabii ki.


31 Ekim

Bayan Konsolos, Bay Longfellow hakkında üzücü bir haber verdi.

Onun artık Amerikan hanımlarının idolü olmadığını söyledi.

Rahat bir yuvaya çekilmiş ve okul çocuklarıyla ilgilenecekmiş.

Zavallı ihtiyar şair!


1 Kasım

Amerikan sandalyeleri çok yüksek.

Yoksa bacaklarım mı çok kısa?

Sanki hâkim karşısına çıkarılıyormuş gibi sandalyede sürekli dik oturmak çok rahatsızlık vericiydi.

Bir de şu korseler ve ayakkabılar var!

Beni acımasızca kavramışlardı.

Birkaç saatimi Japon tarzında geçirmeye karar verdim. Cennetten kaçmış bir melek gibi yerde uzanacağım.

Odamın kapısını kilitledikten sonra bir krep kimono ile Anka kuşu işlemeli kemerimi çıkardım.

“Kotsu, kotsu, kotsu!”

Birisi kapımı çalıyordu.

Oy, bu gelen Ada idi! Benim “Frisco Gülü” ya da “Van Ness Kelebeği” arkadaşım.

На страницу:
2 из 3