
Полная версия
Japon Sanatı

Yorgun Su Taşıyıcısının Rüyası – Bir Kâbus
Japonya’nın kendisini yozlaştırması muhtemel tüm yabancı etkileri dışlayan uzun ve sakin izolasyonu, tohumlarını atalarının kanında bulan kendi yerli sanat eğilimlerinin ve medeniyet biçimlerinin gelişmesi için elverişliydi. Bu ilkel zihin ve duygu akımlarının ortaya çıkış şekli, insan varlığının kendisi kadar derin bir sorundur. İnsanlar bu dünyada varlar ve insandan doğan ulusları çeşitli şekillerde etkileyen zihinsel ve fiziksel yapının temel farklılıklar mevcut. Bu farklılıklar, onları mevcut kaynaklarına kadar izledikçe yoğunlaşıyor gibi görünüyor. Her ulus, ilkel fikirlerinin ve icatlarının doğrudan tanrıların armağanı olduğunu iddia eder. İnsanı yaratan akıl, insan zihnine onu belirli yönlere iten, eyleminin dış koşulların baskısıyla değiştirilmesine izin veren, ancak ilk dürtülerinden zorlanmayan belirli sezgiler bahşetmiştir. Bu, en azından tarihi araştırmalarım doğrultusunda, insanının zorlu varoluşunun maddi imkânlarına geliştirilen katıksız fiziksel gereklilikler dışında hiçbir ilham veya kontrol edici etki olmadan başıboş bir atom gibi tamamen terk edilmiş olmasından çok daha olası görünüyor. Dahası, insanın ahlaki ve entelektüel gelişim hikâyesinden, sezgilerinin her şeyin kaynağı ve kendi yüce yasası olan ilahi yaratıcı düşüncenin daha taze akımları tarafından zaman zaman güçlendirildiği veya değiştirildiği sonucunu çıkarıyorum. Popüler bilim teorileri karşısında, insanlık kadar eski olan ancak şimdi çağın kendine özgü ileri düşüncesi tarafından kınanan bir inançla ilgili bu itiraf aptalca görünmelidir. Her ne olursa olsun, her biri özgün bir özel zihinsel güdüye itaat eden ve insanlığın evrensel bilgi hazinesine katkıda bulunan ortak insan türünün çarpıcı çeşitleri hâlâ mevcuttur. Bu ortak zenginlikten, dünyamızın tüm geçici uygarlıklarının acı tecrübeleriyle mükemmelleştirilmiş noksansız bir insan tipi inşa edilemez mi?
Bizimkinden son derece bir ulusun insani gelişiminin estetik dönemlerinden birini incelememizin başlangıcında, insanlığın bütün ilerlemesini izah etmek için doğrudan sıradan nedenlerin yanı sıra başka bir şeyin gerekli olduğuna dair ikna olduğumu kesinlikle beyan edebilirim. Bunun esas sebebi, Taine ve okulu tarafından öğretilen aldatıcı sanat felsefesinin bu gelişimi yalnızca iklim, yiyecek ve bir halkın sahip olduğu maddi ve duygusal varlığın bir formülüne indirgemeye çalışmasıdır. Böylelikle sezgisel gelişim ilkelerini tamamen göz ardı ederken zihinsel fenomenin bütün nedenini yaşamın fiziksel unsurlarına bağlamaktadır. Dış dünya, estetik yetiyi ne kadar yumuşatsa veya kontrol etse de onun varlığını veya en yüce eserlerini tamamen açıklayamaz. Maddi koşulları ne kadar çeşitli olursa olsun bazı insanların tek bir zihin olarak bir psikolojik geleneği sürdürmesinin sebebini bize açıklaması için görünür maddeden daha fazla bir şeye ihtiyaç vardır. Ayrıca bir ulus, eşit ve ortak koşullar altında, niçin sıklıkla böylesine değişken ve çelişkili estetik yönler sergilemektedir? Sanatın bir halkın seçkin bir özelliği haline geldiği her durumda, onu başka bir yaşamın sezgileri veya inançlarıyla ya da doğayı kendi varoluş idealinin sembolik karşılığı ya da somut tezahürü olarak yorumlama yöntemleriyle en yakından bağlayan duygularda derin bir şekilde kök saldığı görülmüştür. Bu sezgisel istek veya inancın görünür kanıtları, zihnin manevi kavrayışlardan maddi algılara çekilmesi gibi ideallerini her iki dünyadan ödünç alarak semavi doğaüstü estetik saiklerden insani olana doğru alçalan zihinsel gelişimin ölçeğini takip eder. Bu, sanat dilinde yüce veya düşüktür ancak göklerden, yeryüzünden veya cehennemden bilgi verici bir ruhu duyurur ve örneklerini sezgisel arzularının cennetini veya cehennemini oluşturan şeylerin kavramlarından ödünç alır. Sanatın yüzeysel fenomenlerini, hepsini onunla ilgili dış dünyaya atıf yaparak açıklamak akla yatkındır. Ancak bu göz yanılmalarını canlandıran varoluşun etkili soyut kaynaklarını tespit etmek için salt biçim ve rengin ötesine geçmeliyiz. Yeryüzüne ilk geldiğinde ruhun nakledildiği sezgiler dışında onları nerede arayacağız? Dünyevi olmayan bir ideal için duyulan bir özlemde her zaman tezahür eden kimin gücüdür? Kimin varlığı yalnızca sözüne göre daha üstün bir yaşamın ya da yok olmuş birinin sönük hatırasının işareti olarak kabul edilmesiyle açıklanabilir?
Sanatın temel özelliği, bu ideali tanıması ya da duyuların algıladığından daha iyi bir şeye inanması ve maddenin daha büyük özelliklerinden ziyade şeylerin ruhsal yapısını sezdirmek için sessiz malzemeleri kullanma çabasıdır. Fırça darbesi ve yakın taklit ne kadar akıllıca olursa olsun ya da estetik bilincin alt düzlemine ne kadar hoş gelirse gelsin buna yeterli gelmeyen her iş, ruhun geçmiş, şimdiki veya gelecek yaşamda ideal bir mükemmellik anlayışıyla yüz yüze gelmekten kaynaklanan en yüce tatminde başarısız olur. Sanatsal bir hayal gücünün geleceği gören gözüyle fark edilebilen cansız nesneler bile kendi varlıkları sayesinde yaşamın ruhsal özü ile canlandırılır. Hayvansal ve bitkisel yaşam bunun iki misli böyledir ve insanın sonsuz derecede yaratıcı özgür iradeyle yüklendiği görülmektedir. İşlerini dış görünüşte bırakanlar, bize yalnızca eksik örtüler ve varlığın boş düzeneğini sunarlar çünkü bunlar yüksek görüşlerine aşılmaz bir engel oluşturur. Yaşamın gizli kaynakları, yalnızca nesnelerin dış görünüşlerini anlayan duyarsız araçlara kendilerini göstermez.
Aynı manzarayı iki sanatçı ne kadar da farklı resmeder! Biri topografik doğruluk ve mutlak kesin detaylarla biçimi ve renkleri olduğu gibi vererek ruhsuz, duygusuz ve itici bir resim yapar. Görünürdeki maddenin zekice yapılmış bir taklidinden daha iyi bir yaşam kanıtı sunmaz; “boyalı okyanusta boyanmış bir gemidir” ama yaşlı gemiciden farklı olarak masal anlatmaz. Ancak insanda çok üstün bir şekilde gösterilen doğanın ölümsüz ruhunun farkında olan, kaderini maddi yollarla ilahi sonuçlara yönlendiren, tüm yaratılmış şeyleri nihai amacın koro birliği içinde birleştiren sanatçının bilgilendirici vuruşuyla canlandırılan, bu sessiz konuşma ile harekete geçen sanat, bir anda ölümsüzlüğün tezahürü ve çözümü haline gelir. Bilinçli ruhun varlığını ortaya çıkarmak için sanatın her zaman doğaüstü ya da çok zarif olan üzerine eğilmesi gerekmez, zira en alçakgönüllü ve asil biçimlerin tezahürlerinde mutluluğu ve yüksek ahlakı bulabiliriz. İlahi güç tarafından yapılan veya kendi hayal gücümüzün zenginliklerinden yaratılan hiçbir şey, kendi irademiz şeytani ya da boş amaçlara kapılmadığı sürece değersiz ya da kirli değildir. Bilim, bu tür bir dili haklı olarak kendi gerçeklerine dayalı analiz ve çıkarımla temellendirip belirsiz yorum olarak adlandırır. Ancak sanatın da kendi gerçek varlığı ve amacına uygun kendi kuralları ve dil biçimleri vardır. Sadece diğerinin zihinsel ortamından bakıldığında hiçbiri haklı olarak kabul edilemez. Sanatın yaşam için gerçekten ifade ettiği şey, maddi mekanizmalarının bilimsel bir algısından ziyade güdülerine dair manevi bir anlayıştan gelir. Bu maddi mekanizmalar, olsa olsa bilgilendirici duyguların eksiksiz bir şekilde sunulmasına yönelik teknik bir yardım olabilir. Bir ağzı yemek yemeye uyum sağlamasıyla ilgili olarak resmetmek, onun hareketlerini zevk ya da acıyla yoğunlaştıran duyguları ifade etmek için resim yapmaktan oldukça farklı bir şeydir. Aynısı burun, gözler veya vücudun tamamı için de geçerlidir. Modelleme ne kadar mükemmel ve renklendirme ne kadar gerçekçi olursa olsun üzerinde çalışılan eser, sanatçı ona insan ruhu bahşedip onu canlandırana kadar yalnızca sessiz bir şekildir. Zamanımızın Avrupa sanatı, bilimsel aşırılığa doğru belirgin bir eğilime sahiptir; maddi nesnelerin sessiz gösterimiyle fazlasıyla yetinir ve en büyük tatminini dış görünüşlerinde bulur. Japon sanatı, sanatın grameri daha az önemseyip bütün dikkatini en yüksek idealleştirme ölçeğinde belirli bir güdünün canlı sunumuna vererek estetik ölçeği diğer uca doğru yönlendirir. Başka bir deyişle, sanatı insanın yüce bir manevi işlevi olarak görür, bedenindekilerden daha çok zihin yetilerine hitap eder. Böylecedüpedüz gerçekçi bir taklidin üstün becerisiyle duyuları memnun etmeyi tercih ederek hayal gücünü sınırsız telkin kapasitesiyle etkilediğinde görevini en iyi şekilde yerine getirmiş olur. Dolayısıyla sanatın soyut üstünlüğü, sanat yöntemlerinin tepeden tırnağa derinlemesine bilinmesine dayanır. Bu durum modern Avrupa sanatının ortalama pratiğinin tam tersi olduğu için hem okuyucu hem de sanatçı, kısaca gözden geçireceğimiz nesneleri incelerken Avrupa’da sanatın benzer bir dürtüyle hareket ederek şu anda boş yere rakip olmaya, hatta zıt bir ilkeyi çok yakından takip ederek taklit etmeye çalıştığımız işler ürettiği geçmiş zamanları kazançlı bir şekilde hatırlayabilir.

Bir Eğitimci ve Bir Dilenci
İnsanlığın en yüksek uygarlıklarını geliştiren iki ana kolu, Orta Asya’da ortaya çıkan Aryan ve Turan halklarıdır. İkincisi tarihsel maceralarının başlangıcında göçebe içgüdülerinin rehberliğinde geniş çapta yayılmış ve parçalara ayrılmışken ilki, daha merkezi ve yoğun kitleler halinde kalmıştır. Her biri, yavaş yavaş ulusal mizaçlarına dönüşen, birbirine göre kısmen düşmanca ve tek taraflı olan ve kamusal ve dinsel yaşamla ilgili sabit dışavurumlarla sonuçlanan özellikleriyle kendisini farklı kılmıştır. Ticaretin genişlemesiyle bunlar kendi değerlerine göre dayanmak veya saldırmak, muhtemelen birbirine karışmak ve tüm medeniyetlerin hakikatlerinden bütün insan ırkı için yeni bir ilerleme platformu inşa etmek için doğrudan rakip haline geldiler.
Son aile başarısı estetik duyudan mahrum huzursuz Amerika halkı olan Aryan kolu, durdurulamaz eylem ve deneyim, yoğun bireysellik, rekabet, çok yönlülük, kibir, hoşnutsuzluk, icat ve girişim, heyecan tutkusu ve aşırı duygular, tehlikeyi ve ölümü küçümseme, sık sık fikir değişikliği ve psikolojik devrimler, çok arzulanan maddi kazanımlarına uygulanan korkunç cezalar ve zorbalığa karşı itirazcı bir ruhla bilinirler. Akıl veya kârlılık potasındaki tüm soruları araştırır, kanıtlar, sınar ve bu arada kazançlarını düzenli, derli toplu, insancıl ve uluslararası bir yaşamda sağlamlaştırırlar. Turan ırkları arasındaysa tam tersi bir karaktere rastlıyoruz. İçine kapanık, seçkin, tutucu, geleneğe bağlı ve siyaseten inatçıdırlar. Fikirlerini çıkar yerine geçmiş, ataları ve dinleriyle yakından özdeşleştirirler. Geleceğe karşı şüpheci veya sorgulayıcıdırlar. Diğer hayat fikrine derinden inanırlar. Kuruntulu olmaktan ziyade gizemlidirler. Bir başınalıklarını ve kadim geleneklerini korumaya gayret ederler. Öte yandan kararsız ve duygusal Aryan kardeşleri, kendilerininkini sık sık altüst edip yeniden yapar. Renk tutkusu, Turanlının önemli bir estetik özelliğidir, oysa Aryanlar sade bir şekli tercih ederler. Ancak ikisinde de mizaç, diğer sanat ifadesine kolaylıkla geçer. Bununla birlikte, incelikli uyumlar veya manevi renk nüansları oluşturuyormuş gibi sezgisel zekâ ve uyumlu zıtlıkların, geçişlerin ve harmanlamaların değerbilirliğiyle kullanılan sanatlarındaki parlak özelliklerin üstünlüğü ve bunlardaki mutlak zevk, Turan ailesinin özel bir mirası veya içgüdüsüdür. Diğer taraftan Aryan kökenli olanlar, genel olarak heykel ve mimaride, özellikle küçük dekoratif sanat formlarında renk kullanımındaki evrensel bir takdir ve beceriyle fark edilirler.
Japon sanatını veya karakterini hak ettikleri kadarıyla övmekle birlikte bütün Avrupa sanatı üzerinde herhangi bir mutlak üstünlük iddiasında bulunmak istemiyorum. Yalnızca, Hıristiyanlığın has bir gerçek olması gibi, paganizmin saf bir hata olmaktan çok uzak olduğunu göstermek istiyorum. Ayrıca hangisinden kaynaklanırsa kaynaklansın herhangi bir uygarlık biçiminin komşusuna dayatmak veya kendisi için mutlak bir üstünlük iddia etme hakkı verecek kadar mükemmel olmadığını göstermek istiyorum. İnsanlık karmaşık bir bilmece gibidir. Kesin olan şey, insanın şüpheli bilgisi ve tutarsız fikirleridir. Belki de her birey gibi her ulusun da ustalaşması gereken özel bir meselesi vardır. Hiç kimse hayatın muazzam muammasını tek başına çözemez ancak herkes zamanın zorlu kıyılarına kayıp eşya gibi fırlatılmış ruhlarının duyularını kullandıkları oranda onu daha zevkli veya katlanması daha kolay kılmaya katkıda bulunabilir. Kendisi lehine ve yalnızca insanlığın iyiliği için kullanılan gerçek, tüm hırsların temelinde olması gereken eylem ilkesidir. Daha az evrensel ve daha eksik herhangi bir kapsam veya daha az saf ve doğruluğu daha az güdüler, köklerini bencil amaçlara, boş gururlara ve laik ya da dini hoşgörüsüzlük hınçlarına indirgeme derecesiyle sonuçlanır. Kendimize, erdemlerimizin niteliğinden çok, kibrimiz ve zarafet eksikliğimiz nedeniyle Hıristiyan diyoruz. Dolayısıyla putperestlerin bizden öğrenecekleri şeyler olduğu gibi bize öğretecek şeyleri de olduğunu ne kadar erken kabul edersek zihinsel gelişimimiz o kadar hızlı, zevk verici duygularımız o kadar geniş ve keskin olur.
İKINCI BÖLÜM
Japonya’nın Dini Sanatı: İlahlar, Mitler ve Kahramanlar
Dini dürtü, etkisi ve gücü bakımından tüm ulusların ve sanat dallarının temel ilham kaynağıdır. Tarihsel olarak diğer bütün güdülerden daha önce gelir. Ruh, önlenemez bir dürtü gibi, şimdiki yaşamdaki en derin teselliyi bulmak ve bir başkasına olan tutkulu özlemlerini ifade etmek için içgüdüsel olarak ona yönelir. Dini güdünün, paganizm ve Hıristiyanlığın genel ayrımları altında genel hatlarıyla sınıflandırdığımız biçimleri ya da sayısız mezheplerinin ortaya çıkardığı belirli biçimleri üstlenmesi önemli değildir. Her şeyin kökenindeki hayati, insani duygu bir ve aynıdır, o da dışsal duyuları uygun, maddi dille gerçekleştirme arzusu ve ruhun kendisinden üstün bir yaratıcı güç bilincinin altında yatan ve kaderini gizli veya görünür yollarla iyiye veya kötüye yönlendiren soyut fikirlerdir. Bir ifade biçiminde, prensip olarak diğerinden daha fazla putperestlik yoktur. Putperestlik, bu arzudan doğan sanat formlarının cahil ya da batıl inançlara dayandırılmasından ibarettir. İlkel Şinto ibadetinin ayinleri altında sergilenen paganizm, herhangi bir tek tanrılı din, hatta en katı Yahudilik kadar putperestlikten muaftır. Diğer taraftan Budizm, sanat tarafından işlendiği gibi kutsal mitolojisinde Katoliklikten daha basit bir şekilde materyalist değildir. Mutlak cahillerin fetişizmi bile olsa herhangi bir halkın kutsal sanatı ile uğraşırken (isterse kör bir adanmışlığın nesnesi olarak bir kutsal kitap, bir heykel veya bireysel ya da ulusça saf putperestliğe rağmen her şeyin ortaya çıkarıldığı geçmişteki yaratıcı iradenin yerine konmuş herhangi bir soyut dogma olsun) dinsel kullanımlara adanan tüm sanatı temel güdüsüyle eşit bir zemine oturtmalı, ondan kaynaklanan duyguya saygıyla bakmalıyız. Ayrıca onu yalnızca sanat açısından değerlendirirken temel güdülerini saf sanatsal biçimlere başarıyla dönüştürdüğü için saygı duymalıyız.
Sanatta idealizm karmaşık bir olgudur. Yunan düşüncesine göre her zaman güzellik amaçlanmaz. Kendisini Mısır, Hindistan ve Etrürya’nın tuhaf sembolizmlerine ve Uzakdoğu’nun grotesk satanizmine ödünç vermeyi reddettiği gibi, ortaçağ uzmanlarının ruhani ya da çileci standartlarıyla da sınırlandırmaz. Modern sanatın çeşitliliğini ve tekdüzeliğini aynı anda oluşturan süssüz, gerçek, pitoresk, duygusal, doğal, kahramanca veya yüce olanının geniş yelpazesinde bile onun ruhunu göremeyiz. Tarihe baktığımızda, Hollandalıların ideallerini kendi çirkin, materyalist modalarına göre şekillendirdiklerini görüyoruz. Ev hayatını ve sağlam rahatlığı en üst düzeyde tutan İngilizler, neredeyse daha az gerçekçi bir biçimde kendilerininkinin peşinden koşuyorlar. Almanların da kendilerine has fikirleri var. Latin halklarının da aynı şekilde. Doğuluların ideal hakkında başka görüşleri var. Bunların her biri kendine has özelliktedir ve büyük ölçüde farklılık gösterir. Şimdi estetik listesine iş benzeri, aceleci, işlenmemiş düşünceye sahip, güçlü, sabırsız bir Amerikan modeli ekleyebiliriz. Bu, bir ölçüde şarlatanlıkla dolu ama umut vericidir. Kimse kesin ve nihai olmaya teşebbüs etmez. Tekrar ediyorum, mükemmel tür hâlâ yapımcısını beklemektedir. Gerçekten de insanlık daha yüksek bir hakikat ve güzellik standardı üzerinde anlaşarak daha taze yaşayan sözlerini yeni bir “varlık” biçiminde var edinceye kadar beklemeye devam etmelidir. Bu varlık, yeryüzünde şimdiye kadar bulunmuş olan tüm iyilikleri özümseyerek daha büyük ve daha eksiksiz amaçlara doğru ilerleyecektir. Bu sırada insan ideali, kusursuzluğun katıksız çekimlerinden varlığını, medeniyetlerde dalgalanan, kararsız, düşmanca bir nicelik olarak tezahür ettirecektir. Belirgin bir yalan ve çirkinlik olduğunda çoğu kez sapkınca bunun mutlak gerçek ve güzellik olduğunu iddia eder ama ne olursa olsun aradığını bulabilirse doğadan çağrıştırabildiği kadar ışıkta el yordamıyla dolaşır. Akıl, arzusunu tatmin eden bir hayalet formu yakalar kısa bir an için ancak çok geçmeden umutlarıyla alay eden bir idolden hızla bıkarak başarısızlık durumunda başarısızlığı yenmek için ilahi bir hoşnutsuzluğun yol açtığı başka bir tanrısallığı aramaya yeniden başlar. Bununla birlikte her deneme, tamamen geçici ve dayanıksız olmayan şeylerin sevgisiyle yönetildiği oranda insanlık için bir şeyler kazanır. Ancak fazlaca istenen sonsuz gerçek, çok uzaklardaki parlak ışığın bakışları dışında asla dünyayı ziyaret etmez ve uçup giden bulutların arasından görünerek insan görüşünün zayıflığını karşılamak için parlaklığını yansıtır ve yumuşatır.
Hiçbir ulus tümüyle bu bakışlardan yoksun olamaz. Sanatın en yüce görevi, onları geldiklerinde yakalamak ve onları duyularımızın önüne elle tutulur bir şekilde yerleştirmektir. Böylelikle ruhun çok çeşitli düşüncelerinin, umutlarının, zevklerinin veya korkularının duyusal imgelerine yönelik sınırsız özlemlerini bir süreliğine tatmin eden birçok göreceli ideal oluşur. Bu nedenle, aynı zamanda bir insanın veya halkın ideali diğerinden büyük ölçüde farklıdır. Bir şey bir kişiye iğrenç, anlaşılmaz ve hatta putperestlik gibi gelse bile komşusu için eğitici ve zevk verici olabilir. İlişkilendirme veya ima fikirleri, sanatın ahlaksızlığını veya erdemini büyük ölçüde belirler. Sonuç olarak, daha önce de ima ettiğim gibi herhangi bir sanatı yargılarken hemen eleştirmemeliyiz çünkü o, yalnızca bizim aşina olduğumuz standartlardan farklıdır. Bunun yerine asıl güdülerini ne ölçüde belirginleştirdiğini, yerli zihnini nasıl etkilediğini ve son olarak ortak akıl için hangi öğretici ve zevk unsurunu içerdiğini araştırmalıyız. Sanata bir şekilde yaklaşacaksak böyle büyük bir şevk ve anlayışla yapmalıyız. Soyut olarak yorumlanan sanat, illa çirkinlikten ziyade güzelliğin, yanlıştan ziyade gerçeğin plastik veya görsel bir yüceltmesi değildir. Ortalama bir çalışmada onu tanrıya olduğu kadar şeytana hizmet etmeye, doğruya yardım etmek ve en iyiyi en harika olarak gibi göstermek kadar aptallık ve hata yapmaya hazır buluyoruz. Hiçbir soyut ahlak veya düşünce standardı, sanat kadar katı bir şekilde onun testine tabi tutulmamalıdır. Sadece onun teknik gücünü ve gerçekleri sunma güzelliğini ve iyi ya da kötü, en üst düzey idealleştirmesindeki özgül güdüsünün ruhunu dikkate almalıyız. Sanatın yalnızca iyiliğe hizmet etmesini içtenlikle dileyebiliriz ancak konuştuğumuz ve yazdığımızla kalırız. Onun üstün soyluluğuyla ilgili görüşler zevk veren okumalardır ancak uygulaması, tıpkı din profesörlerinde olduğu gibi çoğu zaman tam tersidir. Sanatın, zekâyı kandırmak ve vicdanı yoldan çıkarmak için kurnazlığın yanı sıra haylaz zevkin gayretli bir propagandacısı olduğuna dair çok fazla kanıtımız var. Sanat, güzellik, genellikle algılandığı üzere ideal olan, medeniyetteki belirsiz etkenlerdir; kötülükleri veya iyilikleri, insanın kendisindeki iyiliğe ve kötülüğe ve entelektüel kültürün yönüne bağlıdır. Aslında genel olarak sanat, şimdiye kadar açıkça görüldüğü üzere, büyük ölçüde değişken bir zevk kodu ve motifler sepeti tarafından yönetilen, insan gelişiminin çok zarif bir aşamasıdır. Müstesna bir sadakatle bireyin veya çağın karakterinin uç noktalarını doğaçlama yapıp teknik olarak kendi iyiliği için elinden gelenin en iyisini yapmaktan daha ciddi hususlara biraz saygı göstererek en az estetik değere veya birincil müşterisini ve hâkim modayı memnun etmek için en yüksek karşılığı alır. Sanatın temel niteliklerini ve kapasitesini daha asil bir şekilde takdir eden sanatçılar ve belki de çağlar olmuştur ancak bunların, sanatın çeşitlendirilmiş gelişmelerinin genel karakteri ve kapsamı üzerinde kalıcı, yaygın ve derin bir etkisi olmamıştır. Ortalama insan doğası öylesine tutarsız duygulara ve sabit bir bilgisizliğe sahiptir ki dönemimizin en iyi sanat eserleri, gösterişli çekiciliklerin veya halefinin yarı olgunlaşmış yenilikleri karşısında çoğu zaman çok geçmeden unutulur veya hor görülür.

Okçular, Hoffksai Album
Zihin, sanatı anlamada iki farklı bilince sahiptir. Birincisi, sanat nesnelerine maddi görünüşünü veren şeyi diğeriyse içe dönük bir ima kapasitesini veya temel tinin tezahürünü veya güdülerini yöneten düşünceyi ayırt eder. Yaratıcı güç bu ikinci biçiminde salt sanat tekniklerine tercih edilir. Sağlam bir eleştirmen veya sanatçı, ikisini en iyi şekilde birleştirerek sanatın amacının öncelikle Hakikat ve ikinci olarak güzellik olduğunu, aralarına herhangi bir çizgi çekebildiği sürece, en iyi şekilde birleştirendir.
Sanat üretmenin yalnızca iki yolu vardır. Ya taklit yaparız ya kendimiz oluştururuz. Dışarıdan görülenleri kopyalamanın gerektirdiği türden gerçekler, elle tutulur ve maddi duyularımız tarafından gösterilebilirdir. Sanatçının başarısı, kopyasına veya modeline sıkı sıkıya bağlı kalmasına bağlıdır. Sanatçı, onlara en çok hayat veren ve onları kontrol eden yaşamsal niteliklere başvururken tasvirlerine onların en karakteristik fenomenlerini bahşeder. Ama yeniliği belirleyen gerçekler yani aklın gördüğü nitelikler veya fenomenler, sanat açısından daha az önemli olmasa da duyular açısından daha kaçamaklı olup ustalaşması zordur. Doğal dünyanın bilinen herhangi bir ürününe benzemese bile bu şekilde icat edilenlerin ölçüsü, kendi göze çarpan oluşumu için itinalı bir şekilde doğru olacak ve sanki bütün yapısı doğanın kendisinin hakiki gelişmesiymiş gibi, varlığının yasalarını ve ardışık fenomenlerini kolayca izah edip açıklayacaktır. Bu geçerli kategorilerden birine veya diğerine girmeyen tüm sanatlar, boyama veya plastik bir lakırdıdan ibarettir.
Çiçek için koku, şiir için ritim, müzik için melodi, yüz için gülümseme, şekil için incelik, tavırlar için zarafet neyse sanat için de güzellik odur. Sanatın kendisi değil ama temel gerçeğe veya fikre eklenmiş ölçülemez, tanımlanamaz bir şey, onlara üstün inceliklerini ve zevklerini bahşeder. Tek başına, doğrudan duyulara veya ruha hitap eder ve meydana geldiği ve süslediği mutlak gerçek arayışına doğru çekmek için hem bir cazibe hem de bir ödül olarak hizmet eder.
Hakikat, sanatın denetim gücü olarak, bir anlık ihtiyaç duyduğu iki kılıktan birinin, düşünce veya hakikatin şekline bürünür. İlki daha önemlidir çünkü o, sanatın sahtesini ürettiği asıl olguyu canlandırmakla mükellef olan başlangıç noktasıdır. Bu sahtecilik, çok teknik bir doğrulukla yapılsa bile nispeten değersiz olabilir çünkü sanatçı, işine gerçekçilik veya duyarlılıkla ilgili bir fikir veya yaşam amacı ve yaşamsal bir ruh koymakta başarısız olur. Dahası, düşünce ile hakikat uyumlu bir şekilde birleşip yine de bir bütün olarak mutlak bir estetik kalite meydana gelmeyebilir. Sonuç somut bir sanat değil, en çekici niteliği (güzellik) olmayan bir sanat olacaktır. Bir güzellik özelliği veya işareti olmadan sanatın olabileceğini kabul etmiyorum. Zira, her ne kadar genel çirkinlik ya da ahlaksızlıkla maskelenmiş olsa da bir şekilde tanrı vergisinden tamamen yoksun, normal ya da sağlıklı olarak yaratılmış ya da hayal edilebilecek hiçbir şey yoktur. Sanat, insandan veya doğadan asla tümüyle kopamaz. Bazen böyle bir insanın büyüleyici olacak kadar çirkin olduğunu söylüyoruz ki bu, bazı nesneler için de geçerlidir. Ancak bazı üstü kapalı estetik olasılıkların veya gizli ruh niteliğinin bir işareti olan bu incelikli etkinin bir nedeni olmalı. Daha önce ima ettiğim gibi sanatın da doğa gibi çok yönlü olmasının, klasik deneyime rağmen çirkin ve yanlış olan her şeyin bir sembolü kadar meşru olduğunu iddia ediyorum. Sanatçının bunu sık sık uygulamaya koyması gerekip gerekmediğiyse tamamen başka bir meseledir. Modern düşünce, daha derin olmasa bile antik çağlardan çok daha geniş bir kapsama sahiptir. Bir sanatçı bir şeytan resmederken hayal gücünün canlandırabileceği ve ellerinin biçimlendirebileceği kötülüğün bütünlüğünü ideal tasvirine koymalıdır. Hindistan’ın Şiva tapınmasında yıkım tanrıçası Kali, Fidias’ın Athena’sı kadar bir sanat eseridir ancak ne kadar farklı bir şekilde tasarlanmıştır! Kötü bir gücün idealleştirilmesi şu şekilde anlatılır: “O, derisi kemiklerinden sarkan, damarları ve kasları ürkütücü bir şekilde şişmiş, devasa, çıplak bir heykeldir. Saçları yılanlardan oluşan bir şeridin altından geriye doğru taralıdır. Alnında bir kurukafa ve bir gölgelik olarak şişik bir kobra başlığı vardır. Yılan bukleleri yanaklarının üzerinden, kolye olarak takılan kafataslarının ortasına kadar kıvrımlı bir şekilde uzanır ve iğrenç vücudunun her yerine yayılır. Bir elinde kan dolu bir kupa, diğerinde savaş baltası tutarken kocasının yere serilmiş bedeni üzerinde öfkeyle dans eder.” Ölüm tanrısının annesi aynı şekilde, yaşlı bir cadalozun yıpranmış vücudunda birleştirilmiş kötülük ifadesine yoğunlaşmış benzer bir şekildir. Bu düşünceler sevimli olmaktan uzaktır ancak sanat, okyanus dalgasından yükselen güzel Afrodit’i ya da cennet kraliçesi Madonna’nın ruhani figürünü yaptığı gibi onları da yaratmak için gayretle çalışmıştır.