
Полная версия
Japon Sanatı
Şartları, diğerlerinden farklı olan belirgin özelliklerin gelişmesine Japonya’dan daha elverişli bir ülke yoktur. Japonlar, Hıristiyanlık döneminden çok önce bölgeyi işgal edip Anyuları (yerli kabileleri) değersiz bir tebaa haline getiren veya onları kendi takımadalarının en ücra vahşi doğasında, tehlikeli yabanilik içinde varlığını sürmeye zorlayan Asyalı saf bir ırktan gelir. Anyular, çok ilkel bir ırk gibi görünüyorlar ve şimdi dost canlısı ve yumuşak başlı olsalar da ilk zamanlarında muhtemelen son derece barbardılar. Zira bu insanlar Japon sanatında dış görünüşleri ve alışkanlıklarıyla nadiren ilkel yaratılış seviyesinin biraz üzerinde temsil edilirler. Çoğu zaman bu seviyenin çok altında, kaba ve vahşi yönleriyle temsil edilirler. Her ne olursa olsun, Japon sanatı her iki ulusta kan bakımından oldukça homojendir. Daha sonra gelenlerin, nakledilmeyen bir geçmişte kökeni kaybolan bu vahşi insanlarla fark edilebilir bir karışımı olmamıştır.
Asya kıtasının en yakın yerine en fazla yüz seksen kilometre kadar uzak olmalarına rağmen yeni yerliler bağımsızlıklarını her zaman korudular. Bu uzun süreç boyunca diğer tüm dikkat çeken uluslar yükselip çökmüş, bazen tamamen yok olmuş ama çoğunlukla yabancı hanedanlar ve düşman hiziplerce ele geçirilip yeniden şekillendirilmişlerdir. Tecrit edilmiş konumları bu ulusal uzun ömürlülüğe şüphesiz ki yardımcı olmuştur, ayrıca sırf onlardan ayrı yaşamak zorunda kaldıkları için kendilerini diğer ırklardan üstün görmek isteyenlere bir süreliğine güçlü bir bireysellik kazandıran bu kayıtsız gururu güçlendirmiştir. Ancak bu durum, nihayetinde bireysel ailelerde olduğu gibi güçlerini zayıflatır ve onları eşit güçler arasındaki etkin rekabete maruz kalan halkların çok gerisinde bırakır. Japonların politikasında, ahlaksız komşularla sınırsız cinsel ilişkiye girmenin riskleri öngörülür. Aynı zamanda sanatlarının ve fikirlerinin özgürce kabul edilmesiyle elde edilecek sağlam avantajları da algılayan kurnaz bir sağduyu vardı. Roma Katolik kilisesinin zorla din değiştirtme baskısı, kurumlarının özerkliğini tehdit etmeye başladığında yabancı uluslarla ilişkilerini derhal kesen devlet, İspanya’da “Kutsal Engizisyon” ve tebaasının yaygın bağnazlığı tarafından desteklenmesine rağmen egemenliğinde yükselen Protestanlığı damgalamakta olan II. Philip’e kıyasla daha acımasızdı ve bu inancı yok etmede çok daha etkiliydi.
Bu şiddetin yanı sıra Japonya’nın hem kurumlarını hem de iç refahını korumadaki başarısının, inancını korurken gücünü feda edip halkını mahveden İspanya’nın dostane ancak daha dar bir politikasının sonuçlarına tezat teşkil eden geçerli bir sebebi vardı. Japonya’nın amacı inanç değil, hükümete itaat birliği sağlamaktı; tüm inançları sivil rehberliğe ve kanun önünde eşitliğe tabi tutarken bu koşulları kabul etmeyenleri bastırmaktı. Katoliklik, bin beş yüz yıl önce Budizmde olduğu gibi ilk başta misafirperver bir şekilde karşılandı. İmparatorluk hanedanının varlığını, üstün gücün kurulduğu ilkeleri ve sivil hükümetin bütün temelini tehlikeye atan iddialar ortaya koymasaydı yeni topraklarda da güç kazanabilirdi. Papa’nın yanılmaz rehberliğindeki Katoliklik, muhaliflere rakip bir inanca ya da kurala karşı kendini korumanın yegâne yolu olarak, kendisinin bütünüyle kabulü ve bunun sonucunda önceki tüm fikirlerin altüst edilmesi ya da kendi imhası dışında hiçbir seçenek bırakmaz. Japonlar, Katolikliği ülkenin yüce yasası önündeki dini eşitlik görüşleriyle bağdaştırmanın yolu olmadığı için ikinci alternatifi seçti. Bunun biraz tuhaf olduğu ve Papalığın temel ilkeleriyle kökten çeliştiği doğrudur. Bununla birlikte Mikadoların, Papa ve Katolikler gibi kendi tuhaf iddialarına ve fikirlerine sahip olma hakkı vardı. Asıl mesele, münhasır ilahi otoriteye ve insanların ruhları ve bedenleri üzerindeki iktidara sahip iki hak sahibinin, sözde hakikat ve otorite tekellerinden çıkarılan temel çıkarımlarda çelişkili bir şekilde farklılık göstererek uyum içinde yan yana yaşamasının nasıl sağlanacağıydı. Ancak kendi topraklarının mutlak mülkiyetine sahip olan Japonlar, kısa süreli tartışmalardan ve tereddütlerden sonra, bu metafizik düğümü iki taraf için de tatmin edici bir şekilde çözemeyip kendi lehlerine uygun şekilde kılıçla kestiler.
Tartışma açısından bakıldığında, kendi adlarına hareket eden Mikadolar veya Şogunlar haklıydı. Hanedanlarının Papalığa göre sekiz yüzyıldan fazla bir süre öncesine uzanmasının yanı sıra kendileri ve halk, onların doğrudan Japonya’nın tanrılarının soyundan geldiklerine inanıyorlardı. Gerçekten de tanrıların ve imparatorların soy kütüğü tek ve ayrılmazdı. Dolayısıyla Japonların gözünde Mikadoların yüce yönetim hakkı, Roma Katoliklerinin tanrılarının geçici temsilcilerinden ibaret olan Papalar gibi mutlaktı. Japon politikasının sebeplerini sayarken, duruma hem onların hem de rakiplerinin bakış açısından bakmalıyız. Her iki tarafın da ilahi bir haktan bahsettiği bu durumda Mikadolar açık bir şekilde Papaların önündeydi. Ayrıca güçleri ve nüfuzları için daha kesin olan şey, tebaalarının sivil yöneticilere duyduğu sadakatin, onların tanrılarına bağlılıkları ve çeşitli tanrılara inançlarıyla ayrılmaz bir şekilde ilgili olmasıydı. Böylelikle yöneticilerinin kişilikleri, kadiri mutlaklığın sembolleri olarak kabul edilecek ve ibadet edilecek kadar kutsal hale geldi. Papalarda olduğu gibi gücün ve düşüncenin bu mutlak yanılmazlığı, sabit ritüelleri, dini inancın şartlarını veya bağnazların zihni esir etmeye çabaladıkları inanç ve maddi varsayımlarla ilgili herhangi bir donanımı tayin etme girişimi olmadan her iki tarafta da kabul edildi. Dolayısıyla Japonlar, din ve onun usulleriyle ilgili isteklerine serbestçe inanıp onu uygulayabilirlerdi ve nitekim öyle de yaptılar. Roma’nın aksine tüm inançlar esasen özgürdü. Mikado, tüm inançların üzerindeydi. Japonya’daki çeşitli mezheplerin ayrıcalıklarını ve işlevlerini karşılıklı uyum içinde uyguladıkları özgürlük, kitabın ilerleyen bölümlerinde görülecektir. Devlete gelince, o da tarafsız bir yönetim sürdürdü. Şogunlar kişisel olarak Budizm öğretisini tercih etmiş olsalar da Mikadolar, asıl ibadet biçimleri olan Şintoizm ayinlerine inatla sarıldılar. Böylece öğretiler söz konusu olduğunda hükümetin kendisi barışçıl sularda yelken açtı ve insanlar hem cömert hem de mutlu oldu.
Japon din adamları, Katoliklerin yaptığı gibi vaftiz, evlilik, cenaze törenleri veya akraba ayinleri üzerinde tartışılmaz bir tekel kuramazlardı. Dolayısıyla insanlar, günahkârlık ve gelecekte lanetlenme korkusuyla bedenlerini ve ruhlarını rahiplerin kölesi haline getirmediler ve sivil yetkililer emirlerini tehlikeye atmadı. Dini iktidarlar, kalabalıklar üzerindeki etkilerini sürdürmeleri için devletin koruyucu tüzüklerine ve kurallarına uymalıdır, zira devletin başındaki kişi zaten tanrının kendisi değil midir? Ya sınırsız güç elde etmek için incelikli bir araç ya da tüm dogma veya ayinlerin üzerinde yüce bir otorite altında ibadet özgürlüğüne izin veren yararlı bir araç olarak görülen bu Japon karakteri, son derece etkili ve basittir. Vicdan özgürlüğünü korumak için değil ama bunu bir Hildebrand çağının zalimce yorumlamalarıyla sınırlamak ve sivil iktidarı köleliğin en düşük derinliklerine indirmek için “yanılmazlık” iddiasıyla eşit derecede her şeye gücü yeten bir otoriteye ulaşmak adına, bu on dokuzuncu yüzyılın beyhude çabasıyla sona eren Katolik inancının ayrıntılı mistisizmiyle son derece benzerlik gösterir.

Tossi-Toku. Treasury of Japanese and Chinese Celebrated Drawings’ten alınmıştır.
Hem diğer insanların tecrübelerinden hem de ülkelerinde din değiştirenlerin taleplerinden, hiçbir çıkar veya haz yanıltmacası tarafından aldatılmamış olan Katolikliğin saldırgan yapısını bilen Japonya, Avrupa fikirlerinin gelişmesi sürecine kadar, yöneticileri yapay engellerini kaldırmaya ve Aryan inançlarını ve medeniyetlerini kendi inançlarıyla rekabet etmek ve değiştirmek için kabul edeceklerine ikna olana kadar izolasyonunu sürdürdü. Nihayet Avrupai fikirlerin gelişme gösterdiği dönemde yöneticiler, yapay engellerini yıkmaya ve Aryan inançlarını ve medeniyetlerini kendilerininkilerle rekabet etmek ve değiştirmek üzere benimseyebileceklerine ikna oldular. Japonya, kendi kendini koruma sisteminde birkaç yüzyıl boyunca tutarlı davrandı. Ayrıca Avrupa maceraperestliğinin yıkıcı ruhunun ticaret veya din kisvesi altında aydınlanmış kamu hukukunun sağlıklı kısıtlamaları ve uluslararası görev ve haklara ilişkin daha sağlam görüşlerin altında gizlendiğine ikna olmadan önce bu korumacılıktan hiç ödün vermedi. Yabancı medeniyetlere güvenli bir şekilde uyum sağlama zamanının geldiğine inandığındaysa bunu son sürat gerçekleştirmiştir. Yeni alışkanlıkları ve fikirleri deneyimleyerek yaşamayı ya da ölmeyi seçip eskiden son derece teyakkuza geçtiği radikal değişiklikleri uygulamaya başlamıştır. Bunu yapmaktaki nihai amacı nedir? İspanya, tam tersine deneme süresini, fikirlere kendi kendini yok eden bir bağnazlıkla ısrarla karşı çıkarak yıkım ve utançla tamamladı ve şimdi onun dini tutkunluğunun bedelini cömertçe ödeyen yanlış yerleştirilmiş zavallı bir mantık gösterisi sunuyor. Yapabiliyorken kötülükleri savuşturmak konusunda sağduyulu ve gerektiğinde her karşıt politikayı avantaja çevirerek kaçınılmaz olanı kabul etmekte akıllı Japonya gibi bir ulus, kendine özgü medeniyetinin bileşenlerini daha yakından incelemeye cezbeden etkili bir politika tarafından yönlendirilen bir karakter dayanışması sergiler.
Ne var ki konu, beni sanatsal öğeleriyle sınırlandırıyor. Ancak net bir sanat görüş elde etmek için oluşumunu etkileyen her şeye bakmalıyız. Bu, bir dereceye kadar siyasi ve dini duyguların gelişmesi olduğu kadar halkın maddi çıkarları veya ülkelerinin fiziksel koşullarıyla da ilgilidir. Japonya medeniyeti, sakinlerinin talihlerini diğer uluslarla kıyaslayabilmek mümkün olsa bile, genel olarak başka yerlerde gıpta edilecek genel bir refah ve mutluluk yarattı. Nitekim sınırlandırılmış faaliyet alanları içindeki sanat bakımından ülkeyi yabancı ilişkiye açtıkları tarihte herkesten öndeydiler. Yavaş bir çöküşün yaşandığı doğrudur. Ancak on altıncı yüzyıldan itibaren etkili bir şekilde kapanmaları sayesinde Japonya, sanat gelişiminin en iyi dönemini yaşadı. Japonya, üstün durumunu gösteren diğer kanıtlarının yanı sıra, “Büyük Barış Ülkesi” gibi önemli bir unvanı erken bir zamanda kazandı. Bir fetih arzusuyla nadiren rahatsız edilen ya da iç çekişmelerle bozulan barış içinde geçen on yıllar, özel sanatının olgunlaşması için son derece uygundu. Oysa aynı dönemde Avrupa, sürekli devam eden bir iç savaş hali içindeydi. Japon paganizmi, neredeyse dingin bir memnuniyet manzarası sunmaktadır. Sivil ve dini kurumlar birbiriyle uyumlu bir şekilde harmanlanmıştır. Üstün avantajlarımızdan talihli bir şekilde habersiz yaşayan neredeyse kırk milyon hemcinsimiz, sanatın belirli aşamalarında ve kendilerini muhafaza etme yeterliklerinde harika bir şekilde ilerlemişlerdir. Edebiyatta, ahlakta ve felsefede epeyce ustalaşmışlardır. Dış dünyadan, yalnız bırakılmak dışında hiçbir şey istemeyen barışçıl ve çalışkan tavırları epeyce parlamış, kendi kaynaklarında ve kendi tarzlarında geçimden tatmin olmaya başlamışlardır.
Japonlar tarzlarında ve düşüncelerinde tutucu olsalar da sivil ilişki ve genel düzen açısından, Avrupa’nın yabancısı olduğu pratik bir ahlakı korumayı başardılar. İnsanlar genel olarak son derece misafirperver, sevecen ve resmi denebilecek seviyede kibardı. Sosyal devletteki her aşamanın, herkes için kutsal olan tutucu engelleri vardı. Kadınlar, Anglosaksonların kılık kıyafetle ilgili bazı konulardaki alçakgönüllü düşüncelerine göre biraz eğitimsiz olsalar da bunun dışında eleştiriden muaftılar. Diğer yandan kızları, onları en iyi tanıyan yazarlara itibar edebilirsek herhangi bir yerde Hıristiyan soyundan gelenler kadar iffetli ve terbiyeliydiler.
1872’nin resmi istatistiklerine göre, Japonya suçlular konusunda Avrupa’dan çok daha şanslıdır. Hapishanelerde hükümlü 6564 kişiden yalnızca 565’i kadındı ve bu, nüfusun ortalama 5500’de biri demekti. Suçluların cinsiyet bakımından oransızlığı, onları erkeklerin olağan cazibelerinden koruyan sosyal kısıtlamalara bağlı olamaz. Zira Budist ve Şinto mezheplerinin çeşitli kutsal görevlerinde çok sayıda kadın bulunmakla birlikte (bu şekilde çalışan yaklaşık 300.000 kadın var) tarımla uğraşanların neredeyse yarısı kadınlardan oluşuyor ve ticarette 819.782 erkeğe karşılık 489.409 kadın çalışıyor. Bunların hepsi kadınların çeşitli alanlarda erkeklerle rekabet edebileceğini göstermektedir. Açıkça görülüyor ki Japonya, soyut kadın hakları teorileri olmasa da gelişmiş alışkanlıklara sahipken, bizden daha az erkek suçluyla ve neredeyse hiç kadın mahkûm olmadan yaşamayı başarıyor.
Japonya’nın bir süreliğine hırçın azizlere ve Avrupalı tüccarlara yasak olmasını; sadece iyi paganlar gibi davranmayı öğrendiklerinde veya en azından başkalarının haklarına ve fikirlerine saygı gösterdiklerinde girmelerine izin vermesine şaşmamalıyız! Siyasi intihar tehlikesi olmaksızın yabancılardan öğrenebilecekleri her şeyi öğrenme eğilimine gelince Japonlar, yabancıları zorla veya zulüm yoluyla kendi inançlarına çevirmemekle Hıristiyanlıkla uyuşmayan bir tutum sergilediler. Rakip dinlerin sayısız alt dallarıyla özgürce var olmalarına izin vermekle kalmadılar, aynı zamanda belki de başka bir yerde hiç uygulanmayan seçmeci bir serbestlik ve ferasetli bir hür düşünceyle Shingakei denilen akılcı bir mezhep oluşturdular. Bu inanç, Konfüçyüs, Buda ve yerli Şinto öğretilerinin ilkelerinde en eğitici olanı daha pratik ve basit bir din biçimiyle birleştirmeye çalıştı.
Şintoizmle aynı olan Kamizm,1 milattan önce 660 yıl öncesine kadar uzanan tarihi yıllıklarda bile vardır ve tıpkı Budizmin Şogunlar tarafından teşvik edilmesi gibi, Mikadolar tarafından en çok tercih edilen ulusal din olarak konumunu hâlâ korumaktadır. Görünüşe göre, uzak antik bir çağın neredeyse suçsuz bir dönemine duyulan özlemden kaynaklanmış gibi göründüğü için, belki de dinlerin en ilkellerinden biridir ve ilk öğretileri ya ruhsal açıdan çok fazla dönüştürülmüş ya da kitleler tarafından tamamen unutulmuş olsa da temel dış özelliklerinde büyük bir değişim olmamıştır. Bunların ne olduğunu yalnızca âlimler bilir ancak hiçbir yerde bütün ayinler tam olarak orijinal saflıkları ve anlamlarıyla korunmaz veya öğretiler ilk kurulduğu gibi tam olarak vaaz edilmezler. Ücretli bir ruhban sınıfının müdahalesi veya ayrıcalıklı bir tebliğ hiyerarşisi olmadan, bizzat ibadet edenler tarafından bizim Quaker tarzımıza göre idare edildiler. Şintoizmi varlıklarının nedenini bulma ve ideal bir saflık ve iyilik standardı anlayışlarını geliştirme ve güçlendirme arzusuyla harekete geçen basit kalpli, ruhani fikirli bir ulusun heyecanlarının ve duygularının ilkbahar döneminde, yaratıcıları veya velinimetleri olarak kabul ettiklerini kolayca kavrayabiliriz. Elbette, ritüellerinden haberdar olduğumuz kadarıyla ilmihallerimizin bize putperestliğin evrensel özellikleri olarak öğrettiği katı kalplilik ve puta tapma eğiliminin tam tersini sergiliyorlar. Nitekim bu ibadeti Komffer’ın tarif ettiği gibi ve hatta Kamis olarak bilinen koruyucu ruhlara tapınma gibi ele alırsak bu, güzel bir şiir veya imanın manevi unsurlarının ve en saf ve uygun biçimler altında olmanın bir sembolize edilmiş hali gibi gelir.
İnsanların kalplerinin ilahi olarak denetlenmesi için, bu ibadete adanmış gösterişsiz küçük mabetlerin ortasında çiçeklerle süslenmiş sade sunaklara yerleştirilmiş, “her şeyi gören göz”ün sembolleri olan cilalı çelik aynalardan daha uygun bir sembolü nerede bulabiliriz? Bunların, onlara bakanlarda en yüksek duyguları yansıttığı ve değersiz düşünceleri ve tutkuları tespit edip açığa çıkardığı farz ediliyordu. Esas süslemesi, saflıklarını ifade etmek ve ziyaretçilerine lekesiz kalpler ve temiz vücutlarla anlatı aynası önünde kendilerini göstermeleri gerektiğini hatırlatmak için beyaz kâğıt süslemelerden oluşan bu mabetlerde yapılanlar kadar batıl inanç ve putperestlik kışkırtıcılığından arınmış ayinler yapılabilir mi? Genel olarak doğaya eşit derecede zarif bir anlayışa ve peyzajın insanla mistik ilişkilerinin tam bir takdirine; mükemmel manzaraları olan, temizlenip döşenmiş merdivenlerle taş havuzların yerleştirildiği geniş girişler aracılığıyla yaklaşılan Şinto tapınakları için seçilen alanlara başka hangi inanışta rastlıyoruz?
Bu dinin saklayacak hiçbir şeyi, gizemli endişeleri, tehdit edecek ya da korkutacak hiçbir şeyi olmadığı için tapınaklarının iç mekânları incelemeye açıktı. İbadet eden kişinin dikkatini ibadetten ve kendi kendini incelemeden uzaklaştıracak ne tasvirler ne de karmaşık ayinler vardı. Buralarda ne görevli rahipler ne de belirlenmiş törenler bulunurdu. Bağnazlık veya kişi kayırmacılığı gibi dinin olağan engellerinin herhangi birinin en ufak izine rastlanmaksızın vicdanlarının emrettiği gibi ibadet etmek için gelen herkese davetkâr bir şekilde açıklardı. Herkes sunak kutusuna bir adak koyup koymamak konusunda özgürdü. Buralar, kelimenin tam anlamıyla, azizi ve günahkârları bedelsiz misafirperver bir şekilde karşılayan gerçek tanrı evleriydi.

Laie Savaşı’ndan seçkin bir adamın portresi
Görünüşte kendiliğinden olan bu ibadetin ahlaki önemi ve manevi anlamı (Darwinizmin engellerine rağmen sezgilerden doğduğuna inanıyorum) sembolizmi açık ve doğrudan olduğu gibi ortak akıl için de anlaşılabilirdi. Herkes, komşusunu gücendirmeden veya anlaşmazlık çıkarmadan tapınağın basit heykelleri vasıtasıyla kendi bilincinin ilahi idealine tapabilir veya ondan yardım isteyebilirdi. Daha da özel olan, zihnini şaşırtacak ve kendisiyle türü arasında imkânsız uçurumlar yaratacak herhangi bir türden rahiplik veya kaçınılmaz dogmalara dair hiçbir zorluk yoktu. Yüce Tanrı, insanların içlerini bilir ve onu kendisinden başka hiç kimse yargılayamaz. Bütün yerküre onun tapınağıdır, ondan hiçbir şey gizlenemez ve her şey onun sayesinde var olur. Onun huzurunda her şey eşittir. Her daim iyi niyete ve insanlar arasında sağlam bir vicdana adanmış, bozulmamış bütünlüğü içindeki ruh tapınmasının özü bu gibi görünüyor. İbadetin gönüllü olduğu özgür kilise ile devlet tartışması için daha uygun bir çözüm tam bireysel özgürlüğe ve çocuğun ebeveyninkiyle olan gibi, insanın yaratıcısıyla ilişkisine dayanıyordu.
Pitoresk anlayışın merkezindeki bu tür basit ayinler, manevi etkilerinden bağımsız olarak, Japon sanatında çok göze çarpan ve başka hiçbir halkta benzeri bulunmayan hem gerçekçi hem de mistik yönleriyle doğal dünyaya yakın bir sempati beslemiş olmalıdır. Ayrıca, Kamizmin dini yapısında günümüze kadar var olmasını sağlayan ve hâlâ milyonlarca insanın zihnine etki eden sağlam bir temel olmalıdır. Bu, şüphesiz Sami veya Turan halklarında olduğu gibi, kendisi hayırlı olsun ya da olmasın çeşitli biçim ve nitelikler altında enkarnasyon lejyonları tarafından temsil edilse bile kişiler üstü ve her yerde mevcut olan bir yüce varlık hakkında bir merkezi soyutluk fikriden kaynaklanır. Her şeyin altında yatan ana ilke, ilahi yaratıcı gücün kişiler üstü mutlak birliğidir. Bu, Yahudilik veya onun yakından ilişkili olduğu İslam ile Protestanlığın büyümesiyle birlikte Katoliklik arasında teolojik çizgiyi çekmesiyle aynı şekilde Şintoizmi Budizm ve Brahmanizmden ayırır. Bunların hiçbirinde kasıtlı putperestlik yoktur, oysa hepsinde insanlığın ruhsal refahını teşvik etmek için ortak bir amaç vardır. Bu farklı dini ideallerin çok çeşitli yönlerinden herhangi birine bağlı kalma durumu, hemen hemen tüm insanlarda düpedüz inançtan ziyade doğuştan gelen bir mizaç veya ilgi meselesidir. Belki de hiçbir şey bir inanç seçimini bireyin sanatsal yapısından daha sık belirleyemez. Kişi soyut olana meyilliyse, dini melekelerine gelen duyumsal çağrılara karşı kayıtsızsa, bedenini şehvetli bir hoşgörü ile şımartmaktan veya sanatı kendi zevkine göre gerçekleştirmekten ne kadar hoşlanırsa hoşlansın, doğal olarak ruhunu yüce olanla en doğrudan iletişime geçiren ritüelleri tercih eder. Diğer taraftan gerçeği hissedebiliyorsa veya idealine yalnızca ya da esas olarak plastik sanatlar aracılığıyla ulaşabiliyorsa estetik bir araçla ruhunun isteklerini en eksiksiz şekilde uygulayan mezheplere bağlanır. Tüm dinlerin aşırılıkları, soyut bir fikir birliğine işaret eder ancak ona giden yollar çok sayıda ve değişkendir.
Tüm inananları karakter açısından iki ana gruba ayırabilsek de her zihin mükemmel insanı yaratmak için birbirine eşit ve tam gelişmeye ihtiyaç duyan her iki eğilimin tohumlarını da içerir. Ama bunu sıradan geliştirme yollarıyla nadiren elde ederler. Dolayısıyla, dinler ve insanlar eğitimlerinde her zaman tek taraflıdır; duygu ve inanç dalgalanmalarına tabidirler. Şintoizm, ortalama bir Japon zihni için belki de fazlasıyla soyuttu ve hayatın diğer tüm biçimlerinde sanat diline olan tutkulu bir coşkuyla geliştiği için zihnin duyusal yanını dışarıdan tatmin etmede çok yetersizdi. Bu yüzden çağımızın başlangıcında, Budizm Japonya’ya girince tüm sınıflar arasında hızla yayıldı. Çünkü beraberinde dini ihtişamın, geçit töreninin, inançların dışa dönük sembollerine ve saygı duyulan, korkulan veya tapılan varlıkların maddi imgelerine ve ibadetle bağlantılı olgular veya sorunlar neyse onunla ilgili resimsel sahnelerine duydukları özlemleri yatıştıran gereğinden fazla bir estetik unsur da getirdi. Budizm, estetik aygıtları ve maddi imgelerin çokluğu bakımından Katolikliğe çok benzer. Ortak aklın uygulamaya geçmesine sebep olan bu yöndeki aşırılık ne kadar putperestçe olursa olsun, putperestlik diye tanımlanmamalıdır. Zaten iki taraf da bunu kabul etmez. Gerçekte, Japonya’daki Budizm, Katoliklik kadar cüretkâr değildir çünkü Katoliklik, “Yüce Olan”ı yaşlı bir adam kılığında tasvir ederken Budizm, surete tapmadaki en büyük çabalarını inancın kurucusunun heykeliyle sınırlar. Ancak Budizm, kendi teçhizatının bir kısmını nihayetinde barışçıl bir şekilde Şintoizme dayattı. Dolayısıyla sunak süsleri şeklinde bir ayin, mucizevi görüntüler, alaylar, işleri hizmet sırasında belirli kıyafetler giyerek kutsal yerlerde ayin yönetmek ve buralarla ilgilenmek olan özel bir soylu sınıfı ve tapınakları ziyaret eden hacıları yönlendirmek ve onların ihtiyacını karşılamakla görevli bir keşiş tarikatı gibi görünür. Şintoizm de karşılığında rakibine sunaklara yerleştirmek üzere kutsal aynasını ve Kirin (fantastik bir yaratık, iyi haberin işareti) ve aynı şekilde tuhafça oluşturulmuş köpek-aslan karşımı Koma-Inow (ateş ve suyun arındırıcı unsurlarını simgeleyen ve aynı zamanda Buda tapınaklarının koruyucusu olan bir tür ejderha) gibi daha sonradan bünyesine kattığı temsillerinden bazılarını ödünç verdi. Japonya’daki manastırların yakın zamanda resmi olarak bastırılmasından bu yana hükümet, Şinto tapınaklarından merhum Şogunların kabul ettiği tüm Budist yenilikleri çıkarmaya ve onları bir şekilde asli hallerine geri döndürmeye çalıştı. Egemen ve kültürlü sınıflar, aslında felsefi olarak kayıtsız veya tamamen materyalist olan tüm dinlere karşı şüpheci olduklarından bu biçim değişiklikler yalnızca yüzeysel ve siyasi etki içindir. Diğer taraftan nesillerdir saygı duyulan kutsal alanlara el konulması ve buraların yıkılması ve Budist rahibelerin ve keşişlerin hizmete hazır Japon erkek ve kadınlarına dönüştürülmesi çok samimi ve eksiksizdir. Japonların mevcut mutlak dini hoşgörüsünün kanıtı olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nde eğitim görmüş ve din değiştirip Protestan olmuş yerli bir bilim adamı olan muhterem Nee Sima’nın son örneğinden alıntı yapıyorum. Nee Sima, Japonya’ya döndüğünde yalnızca Budist tapınaklarında vaaz vermesine ve tebliğ etmesine izin verilmekle kalmadı aynı zamanda buralar, aralarında bazı görevli rahiplerin de bulunduğu dinleyicilerle doldu taştı. Kendi sınıflarının alışılagelmiş fanatizmiyle, sözde putlarını onlardan hâlâ korkuyormuş gibi hemen yok etmeye başlayan birçok kişiye din değiştirtti.
Ancak bizim meselemiz geçmişle ilgili. Şintoizm ile Budizmin karşılıklı yardımseverliği ve pek çok adet ve düşüncede zıt olsalar da barış içinde birlikte yaşama yeteneği, aynı uzun dönemdeki Avrupa din tarihi için bir utançtır. İnsan aklı ve materyalist düşünceye dayanan, temel inançlarının ve geleneklerinin fiili inkârı olan Konfüçyüs ve Mencius’un rasyonalist öğretilerinin entelektüel rekabetinde onların tarafında görünmekten korkmadıklarını gördükçe ders daha belirgin hale geliyor. MS 285 gibi erken bir tarihte, kendisi de Yaratılışın Yüce Efendisi’nin ikinci kişiliği olan hükümdar Ozin, Hıristiyanlığın en büyük kilisesini bağnaz ve doktriner gibi gösteren bir yargılama özgürlüğüyle Kore hükümdarından, Çin’in hâkim dini hakkında tebaasını bilgilendirmesi için filozof Wang Iin’i Japonya’ya göndermesini istedi. Wang’ın uygulamalı ahlakı o kadar takdir edildi ki Şinto din adamları onu çarmıha germek, bir ızgarada kızartmak ya da Avrupa’da yeni öğretileri kabul etmenin geleneksel yönteminde olduğu gibi bir “auto-da-fé”ye2 teslim edip ilkelerinin sağlamlığını test etmek yerine onu halkın velinimeti olarak Kamiler (bir tür azizler sınıfı) arasına kaydettirdiler. İşte bu, insanca bir akla sahip politik bir ulustur. İnançsal karşıtlıkları uzlaştırabilecek ve onları düşünceyi söndürmek, ulusları parçalara ayırmak ve bütün bir kıtayı kana susamış bir mücadele alanına veya bitkin düşürücü bir despotizme dönüştürmek için vahşi araçlar olarak kullanmak yerine toplumun eğitmenleri olarak görebilecek bir ulus. Tekrar ediyorum, doğunun, “Yüce Barış Ülkesi”nin bu bilge çocukları, yeni öğretmenlerinin kalitesini algılayıp din değiştirmelerinin ilk meyvelerini tattıklarında Hintli ve Çinli seleflerinden olduğu gibi onlardan bir şeyler öğrenmeye istek duyarak Katolik misyonerlerine ilk başta hoş geldin demelerine rağmen, bu misyonerlerin dindaşlarının Avrupa tarihinde gösterdikleri görüş farklılıklarıyla karşılaştıklarında kiliseleri tarafından öğretilen ve desteklenen örnekleri taklit ettiler. Kendi kurallarını ve uygulamalarını kendilerine ve acemilerine uygulayarak hem ilkeleri hem de din değiştirenleri varoluştan tamamen mahrum bıraktılar ve ülkelerini bundan sonra benzer bir deneyime katı bir şekilde kapattılar.