
Полная версия
KADIM SEHRIN SIFRELERI
Daha fazla vakit kaybetmeden açık havaya çıktılar.
Telefonlar kapsama alanına girer girmez arka arkaya mesajlar geldi. Ateş hemen telefonlarına el atan arkadaşlarını, “Önce buradan uzaklaşsak iyi olacak.” diye uyardı. “Mesajı başka bir yerde okuyalım. Biz diğer ekipleri fark ediyorsak diğerleri de bizi fark edebilir!”
Ceren karşı çıkmak için ağzını açtıysa da vazgeçti. Başını onaylarcasına sallayıp Kaan’la birlikte Ateş’in peşine takıldı.
4. BÖLÜM
İki Tuhaf Takipçi
Bir süre sessizce ilerlediler. Çok geçmeden turistlerin oluşturduğu kalabalık arkalarında kaldı. Yerini, günlük koşuşturmacasını yaşayan şehrin insanına bıraktı. Yol üstündeki kamyonlardan dükkânlarına eşya taşıyan esnafların arasından sıyrılarak yürümeyi sürdürdüler.
Kaan, “Artık mesajı okuyalım mı?” diye önerdi. “Bu şekilde zaman kaybediyoruz.” Sabırsızlık içindeydi. Şifreleri çözmekte zorlanıyor olsa da bu oyun çok hoşuna gitmişti.
Ceren, “Aslında bir yere oturup okusak fena olmaz.” diye katıldı. “Böyle ayaküstü ne okuduğumu anlamıyorum. Hem artık etrafta ‘şüphe uyandıracağımız’ öğrenci kalmamıştır herhâlde!”
Ateş, arkadaşlarına dönüp tamam, dercesine başını salladı. O sırada gözü karşı kaldırıma kaymıştı. Bir an için dikkati dağıldı ama sonra kendini toparlayıp, “Bir bank görünce oturalım.” dedi.
Birkaç yüz metre sonra Ceren, “İşte!” diyerek yolun ilerisini gösterdi. “Şurada bir tane var. Tam zamanında, sırt çantam her adımda ağırlaşmaya başladı sanki.”
Ateş, Ceren’in gösterdiği banka bile bakmadan, “Aslında banka oturmak iyi bir fikir değil!” diye karşı çıktı. “Şifreyi bir kafede incelersek daha rahat ederiz.”
Ceren, “Ama sen az önce…” diye hatırlatırken Ateş, kızın sözünü kesti. “Biliyorum bank benim fikrimdi…” diye geveledi ve sustu. Bu sırada arkadaşlarını uyarma gereği bile duymadan önüne çıkan ilk ara sokağa saptı. Hızlı adımlarla Ceren’le Kaan’ın birkaç metre önünde yürümeye koyuldu. Bir yandan sık sık karşı kaldırıma ya da dönüp arkasına bakıyordu.
Çok geçmeden daracık başka bir sokağa girdi. Oradan bu defa az önce yürüdükleri ana caddeye bağlanan başka bir sokağa daldı.
Sonunda Ceren dayanamayıp, “Anladım!” diye homurdandı. “Kaybolmak için elinden geleni yapıyorsun. Bu arada sürekli arkana bakıp bizi kontrol etmene gerek yok! Geliyoruz işte! Bu soğuk havada koşturmaktan ter içinde kaldık ama sorun değil!”
Ateş, kızın sözlerine kulak asmıyormuş gibi görünüyordu. Yine de ana caddeye çıkar çıkmaz ilk köşedeki kafeye daldı; Ceren’le Kaan da peşinden…
Ateş kafenin kuytu ama girişini gören köşesindeki masaya yerleşti.
Ceren sırt çantasını yere bırakıp sandalyeye çökerken yüzünü buruşturmaktan kendini alamadı. Ateş’e, “Delirdiğine karar verdim!” dedi. Kaan’ın nefesi öylesine kesilmişti ki hiç sesini çıkaramadı.
Ateş sesine gizemli bir ton katmaya çalışarak, “Tabii ki delirmedim; izlendiğimizi fark ettim.” diye açıkladı.
Ceren alaylı bir ifadeyle, “Şifreleri hızla çözmemizden faydalanmak isteyen bir öğrenci grubu tarafından mı?” diye sordu.
Ateş, “Öğrenciye benzemiyorlardı.” diye karşılık verdi. Oldukça ciddi bir havası vardı. İkisi de orta yaşlı ve tıknaz bir kadınla bir erkekti… Ama sanırım atlatmayı başardık. Arkamızdan kafeye dalmadıklarına göre…” Bir yandan kapıya kaçamak bir bakış atarken diğer yandan da kadınla adamın sokağın bir köşesinde durup kafeden çıkmalarını bekleyebilecekleri ihtimalini aklından geçirdi.
Ceren cep telefonunu çıkarırken ilgisizce, “Eminim atlatmışızdır.” diye onayladı. “Güzergâhımızı düşününce!.. Hem bizi kim, niye izlesin ki?”
Sonunda Kaan nefesini düzene sokmayı başardı. “Belki de yarışmacıların kurallara uyup uymadığını kontrol eden müfettiş gibi birileridir.”
Ateş, arkadaşlarının rahat tavırlarına karşılık, oturduğu yerde huzursuzca kıpırdandı. Söyleyip söylememekte kararsız gibiydi.
Bunu fark eden Ceren gözlerini cep telefonundan ayırdı. “Hadi çıkar ağzındaki baklayı!”
“Galiba peşimizdekilerden biri bana çarpan adamdı!”
Kaan’ın gözleri şaşkınlıkla büyüdü. “Gerçekten mi?”
“Gerçi bizi izleyenlerin yüzlerini iyi seçemedim, ama adamın vücut yapısı ve giysilerinin rengi, bana çarpanla aynıydı.”
Ceren, “Evet, tabii!” diye karşılık verdi. Bu konuyu kapatmak ve bir an önce şifreye yoğunlaşmak istiyordu. “Çünkü İstanbul’da tıknaz görünümlü ve koyu renk giysili birine rastlamak olağan dışı bir durumdur! Unuttun mu, bu bir hazine avı; dedektifçilik oynamıyoruz!”
Ateş dudağını büküp kaşlarını kaldırmakla yetindi. Kafenin girişine yeniden hızlı bir bakış attıktan sonra, o da mesajı okumak için telefonunu çıkardı.
Işıl öğretmen tebrik ve iyi dileklerle ilgili kısmı, bu kez gülen yüz işaretleriyle geçiştirmişti. Mesajın tamamı şifreden oluşuyordu.
1348 yılında yaşadığını farz edersen ve Ceneviz kolonisinin kuzey sınırına gidersen, karşılaşırsın onunla.
Nice güzellikler uzanıp gider dört bir yanında.
Kalabalığın arasından sıyrılıp fark ettirir kendini, kule gibi uzun boyuyla.
Yangın çıkarsa, görüp koşsun diye yardıma.
Kaan, “Ben bir şey anlamadım!” diye mırıldandı.
Ateş, “Al benden de o kadar!” diye karşılık verdi. “Sanki önceki şifrelerden daha kısa, ama daha zor görünüyor.”
Ceren, “Takipçileri atlatmak için bir kafeye değil de kitabevine sığınmalıydık!” diye söylendi.
Ateş, kıza cevap vermek yerine garsona eliyle işaret etti. Adam yanlarına yaklaşınca, “Yakında bir kitabevi var mı?” diye sordu.
Adam hayretle kaşlarını kaldırdı. “Kitabevi mi? Burası Cağaloğlu, her sokakta bir kitabevi var. Hatta isterseniz yayınevleri de var! Gerçi artık birçoğu buradan taşındı…” Sonra da masaya birer menü bırakıp başka bir masanın siparişini almak üzere uzaklaştı.
Ateş, “Bir şeyler içip dinlenirken en azından akıl yürütmeyi deneyelim.” dedi.
Ceren yine görev edinmiş gibi şifreyi kâğıda geçirmeye koyuldu.
Kaan, “Her şifreyi ele veren bir cümle var.” dedi. “Bence burada üçüncü cümle… Hatta metafor bile olmayabilir.”
Ceren, “Ama bu çok kolay olurdu.” diye itiraz etti. “Ne yani, bulmamız gereken bir kule mi?”
Kaan, “Neden olmasın?” diye cevap verirken yine hafifçe kızarmıştı.
O sırada yeniden yanlarına gelen garsona birer sıcak içecek siparişi verdiler.
Ateş, “Eğer öyleyse işimiz gerçekten kolay!” dedi. “İstanbul’daki kulelerin listesini çıkarırız.”
Ceren ikna olmuşa benzemiyordu. “Eee… Sonra da teker teker kuleleri mi dolaşacağız? İstanbul’da kim bilir kaç kule vardır. Bu günler sürer. O hâlde önce Ceneviz kolonisinin kuzey sınırı neresi, orayı buluruz biz de, değil mi?! 1348 yılında yaşadığımızı farz ederek elbette!.. Eğer bir de aradığımız şey kule değilse yandık o zaman!..”
Kaan gözlerini kıstı. “Yangın çıkarsa, görüp koşsun diye yardıma.” diye şifrenin son cümlesini okudu. “Benim bir fikrim var ve eğer düşündüğüm gibiyse işimiz gerçekten kolay!” Bakışlarını destek beklercesine Ateş’e kaydırdı. “Bir kütüphaneye gitmeye ne dersiniz?”
Sorusuna cevap alamadan garson dumanı tüten içeceklerle geri geldi. O içecekleri servis ederken, Ateş, adama, “Buralarda hiç kütüphane var mı?” diye sordu.
Garson, “Her gün sizin gibi kitap meraklısı gençlerle karşılaşmıyoruz.” diyerek gülümsedi. “Beyazıt Devlet Kütüphanesi var. Buraya uzak sayılmaz. Kapalıçarşı’nın içinden geçip gidebilirsiniz.”
Ateş, adama teşekkür ederken, Kaan arkadaşlarına, “Bize kulelerin tarihini anlatan bir kitap lazım.” dedi. “Daha da önemlisi öyle bir kitabı önerecek bilgili bir kütüphane görevlisi.”
Ceren, “Tabii eğer aradığımız gerçekten bir kuleyse…” dedi inatla.
Kafeden çıkıp garsonun yol tarifi sayesinde Kapalıçarşı’ya girene dek Ateş şüphe dolu bakışlarla etrafı süzmeyi sürdürdü. Ancak sözünü ettiği tıknaz ikiliyi görmemiş olacak ki sesini çıkarmadı. Ne Ceren ne de Kaan bu konuda tek bir söz söylediler. Yalnızca olabildiğince hızlı adımlarla yürüdüler. Bir an önce kütüphaneye ulaşmayı ve gün bitmeden üçüncü şifreyi de çözmeyi umuyorlardı.
Kapalıçarşı’ya girdikleri an karşılaştıkları kalabalık biraz ürkmelerine neden oldu. Her taraftan insan fışkırıyordu sanki. Etrafı meraklı bakışlarla inceleyen turistlere, alışverişe gelmiş yerli halk karışıyordu.
Kaan, Ceren ve Ateş’ten daha rahat görünüyordu. “Kuzenim geldiğinde buradan da geçmiştik.” dedi. “Çok büyük bir yer ve sokaklar labirent gibi. Bu yüzden insan çok kolay kaybolabilir. İçinde hanlar bile var. Yaklaşık 4000 dükkân olduğunu duyunca inanamamıştım. Hatta o zamanlar sokaklar iş kollarına göre ayrılmış, bunu anlamak için sokak isimlerine bakmak yeterli!”
Ceren, “Ben ilk defa geliyorum.” dedi. “Siz de fark ettiniz mi? Havada insanı içine çeken tuhaf bir gizem var sanki…” Kendi çevresinde dönerek hayranlıkla baktı. “Duvarlara yüzyılların ağırlığı yapışmış, kokusu sinmiş gibi.”
Ateş dükkânların ışıl ışıl, rengârenk vitrinlerine bakarak, “Benim de ilk gelişim.” diye atıldı. “Keşke dolaşacak zamanımız olsaydı.”
Terlikçiler adındaki sokaktan dümdüz ilerlerken, Ceren hayretle, “Ama burada terlikten başka her şey satılıyor!” dedi.
Kaan omuzlarını silkmekle yetindi.
Arada yan yollara girerek, birkaç kez kaybolma tehlikesi atlattılar. Kaan bir ara, “Kaybolabileceğimizi söylemiştim…” demek üzereyken kelimeleri ağzında gevelemekle yetindi. Özellikle Ceren’in hışmına uğramaya niyeti yoktu. Kız sırt çantasının ağırlığı yüzünden neredeyse iki büklüm olmuş hâlde yürüyordu.
Sonunda Kapalıçarşı’yı boydan boya aşıp Fesçiler Kapısı’ndan çıkınca kendilerini yeniden açık havada buldular. Henüz kalabalığın arasından sıyrılamamışlardı ki Ateş gözlerini hayretle kocaman açtı. “Bu da ne?”
Sorusu aslında daha çok Kaan’aydı. Ne de olsa aralarında oraya daha önce gelen tek kişi Kaan’dı. Ancak Ateş’in arkasında yürüyen Kaan da en az iki arkadaşı kadar şaşırmıştı. Çünkü o da burayı ilk defa görüyordu.
Ateş, “Biz bir açık hava kütüphanesi aramıyorduk değil mi?” diye devam etti.
Ortasında demir korkuluklarla korunan birkaç ağacın yükseldiği küçük bir meydana çıkmışlardı. Ama asıl çarpıcı olan o alanı çevreleyen birbirine yapışık sıra sıra dükkânlardı; yalnızca içleri değil kapılarının önü de kitap yığınlarıyla doluydu.
Ceren, “Belki de burada şifreyi çözmemizi sağlayacak bir kitap bulabiliriz.” dedi. Böylece gözlerine kestirdikleri bir dükkâna girdiler. Dükkânın hem giriş kapısının bir yanı hem de içerideki rafların bir bölümü eski görünümlü kitaplarla doluydu.
Ceren’in gözlerini raflar boyunca gezdirdiğini fark eden dükkân sahibi, “Ne aramıştınız?” diye sordu.
Ceren, “Kulelerle ilgili bir kitap!” diye karşılık verdi. Bir yandan da dükkân sahibinin bu yığının arasında hangi kitabın nerede olduğunu nasıl bildiğini düşündü.
Ateş, “İstanbul’daki kulelerle ilgili…” diye belirtti.
Kaan, arkadaşlarını şaşırtarak, “Aslında daha çok yangın kuleleriyle ilgili bilgi edinmek istiyoruz.” dedi.
Dükkân sahibi gevrek bir kahkaha attı. “Yangın kulesi mi? Kitabını ne yapacaksınız? Gidip kendisini görsenize!”
Üçü birden heyecan içinde, “Kendisini mi?” diye sordu.
“Evet. Kitapta resmini görürsünüz. Ama az ilerde İstanbul Üniversitesi var ve onun bahçesinde de Beyazıt Kulesi. Çok eskiden İstanbul’da sıkça çıkan yangınları gözlemek için kullanılırmış.”
Ceren, “İşte bu harika bir haber!” deyince, adam şaşkın bir ifadeyle kıza baktı.
Ateş, “Biz yine de kitaplara da bakalım.” dedi. Temkinli davranıyordu. “Hem üniversitenin öğrencisi değiliz, içeri girmemize izin vermeyebilirler. Kulelerle ilgili bir kitap var mı sizde?”
Adam, “Burası Sahaflar Çarşısı gençler!” diye karşılık verdi. “Eski cazibesini kaybettiğine bakmayın siz, yine de aradığınız her kitap bulunur! Kitap meraklıları buraya yolu düştüğü için gelmez yolunu özellikle düşürür. Tarih buradaki kitapların arasında saklıdır.” Ardından rafları araştırmaya koyuldu.
Kaan, “Tabii ya, nasıl düşünemedim!” diye hayıflandı. Aslında üçü de Sahaflar’dan söz edildiğini daha önce duymuştu. Kütüphaneden çok farklı bir yerdi elbette ama dükkân sahibi, bir kütüphaneci kadar kitaplarla ilgili bilgisi varmış gibi davranıyordu.
Adam az sonra ansiklopedi büyüklüğünde ciltli, kalın bir kitabı çekip aldı. “Eskiliğine bakmayın ikinci eldir ama burada istediğinizden de fazlasını bulursunuz.” diyerek uzattı.
Ateş, “Sakıncası yoksa sadece göz atabilir miyiz?” diye sordu.
Dükkân sahibi, “Sadece göz atın bakalım.” diye karşılık verdi. Kitabı satın almayacaklarını anlamış olmasına rağmen sesinde anlayışlı bir ton vardı.
Kapının dışındaki yüksek yığının üstüne kitabı koyup incelemeye koyuldular. Ateş, Kaan’a dönüp, “Sanırım haklısın.” dedi. “Bence de şifre bir yangın kulesini soruyor… Son cümle yangın çıktığında kuleden gözleyenlerin görüp yardım çağırdıklarını söylüyor herhâlde… Sık çıkan yangınlarla kim bilir nasıl zor başa çıkmışlardır… ”
Bu sırada Ceren, “Ama hangi yangın kulesini?..” diyerek sayfaları çevirdi. “İşte kuleler… Adalet Kulesi, Topkapı Sarayı’ndaymış. Ama yangın kulesi olduğuna dair bir bilgi yok… Saat kuleleri… Dolmabahçe Saat Kulesi, Etfal Saat Kulesi, Tophane Saat Kulesi, Yıldız Saat Kulesi… Bunlar aynı zamanda yangın kulesi olamayacak kadar kısalar… Bir de Kız Kulesi var; hikâyesi de yazıyor burada…”
Ceren bir yandan anlaşılmayan kelimeler mırıldanarak satırlara hızla göz gezdiriyordu. “Dükkân sahibi haklı. İşte Beyazıt Kulesi burada; yangın kulesiymiş. Bir dakika durun! Galata Kulesi de yangın kulesiymiş. Bir de İcadiye adında bir yangın kulesinden söz ediyor kitap. Eee… hangisi o zaman?”
Kaan, “1348 yılında yaşadığını farz edersen ve Ceneviz kolonisinin kuzey sınırına gidersen, karşılaşırsın onunla.” diye şifrenin ilk cümlesini tekrarladı. “Peki bu kulelerden hangisi 1348 yılında yapılmış?”
Ateş gözlerinin içi gülerek Kaan’a baktı ve sırtına dostça vurdu. Kaan’ın yüzünü mahcup bir gülümseme kapladı.
Ceren heyecanla, “Bulduk!” diye neredeyse bağırdı. O sırada yanlarından geçenlerin bakışlarına aldırmadan devam etti. “Galata Kulesi, 1348 yılında Cenevizliler tarafından inşa edilmiş… Yani Bizanslılar zamanında… O zamanlar adı İsa Kulesi’ymiş… İnanmayacaksınız ama, burada Galata Kulesi’nin bile birçok yangın atlattığı yazıyor.”
Ateş, “Bu şifreyi sen çözdün Kaan.” dedi. “1348’de Ceneviz kolonisinin kuzey sınırının nerede olduğunu belki çok az kişi biliyordur, ama Galata Kulesi’nin nerede olduğunu bilmeyen yoktur. Bir an önce kuleyi ziyaret ettik mi, tamamdır. Hem kulenin dört bir yanında uzanan güzellikleri de görürüz.”
Ardından kitabı dükkân sahibine geri vermek üzere içeri girdi. Adam düzene sokmaya uğraştığı kitap yığınının arasından Ateş’in teşekkürüne karşılık eliyle selam vermekle yetindi.
Ateş kitabı bırakıp yeniden dışarı çıktığında Kaan’la Ceren şehir planını açmış, Galata Kulesi’ne nasıl gidebileceklerine bakıyorlardı.
Kaan, “Yine yürümemiz gerekebilir.” diye yakındı. Birkaç kez dinlenme imkânı bulmuş olsalar da oldukça yorucu bir gün geçiriyorlardı. Üstelik bu daha ilk gündü.
Ceren şehir planının üstünde parmağını kaydırarak, “Eminönü’ne inip Galata Köprüsü’nü geçersek Karaköy’e varırız. Oradan da…”
Ateş aniden şehir planına doğru eğildi. “Buradalar.” diye fısıldadı. “Yine nereden çıktılar böyle?” Konuşurken sesinin titremesine engel olamıyordu.
Ceren, “Kimler? Neredeler?” diye sordu.
“Bizi izleyen o iki kişi. Büstün arkasındalar…”
“Hangi büstün?”
Ateş, “İkinizin arkasında kalan mermer kaidenin üstünde bir büst var, ama hemen bakmayın!” diye uyardı. “Onları fark ettiğimizi anlamasınlar.”
Ceren hâlâ şehir planını inceliyormuş gibi başını kaldırmadan Ateş’in yanına yaklaştı. Böylece o da büstü görebilecekti. Kaan’la konuşuyormuş gibi yaparak büste doğru gözlerini kaydırdı. Gerçekten orada Ateş’in daha önceki tarifine uyan iki kişi duruyordu.
Ceren, “Bize bakıyorlar. Galiba haklısın.” diye fısıldarken kalbi hızla atmaya başlamıştı. “Gerçekten de çarpıştığın adama benziyor. Niye bizi izliyorlar acaba?.. Eee, şimdi ne yapacağız peki?”
Ateş, “Onları başımızdan atmanın bir yolunu bulacağız.” diye karşılık verdi. “Ama nasıl?”
Kaan, “Ben yine de hazine avıyla ilgili olduklarını düşünüyorum.” dedi.
Ateş göz ucuyla ikiliyi izlemeyi sürdürdü. “Hazine avıyla ilgili oldukları kesin, peşimizden ayrılmadıklarına göre… Ama müfettiş ya da herhangi bir görevliye hiç benzemiyorlar. Öncelikle böyle bir iş için fizikleri ve giysileri uygun değil.”
Ceren yüzünü hoşnutsuzlukla buruşturdu. “Evet, hem de hiç! Kadın kızıl, kabarık saçlarıyla kuaförden az önce çıkmış gibi… Üstünde ise yakası kürklü bir mantoyla topuklu çizmeler var. Sanki bizi izledikten sonra bir arkadaşına beş çayına gidecekmiş gibi hazırlanmış.”
Ateş, “Adamın da ondan bir farkı yok.” diye Ceren’e katıldı. “Akşam yemeğini üye olduğu kulüpte yemek üzere şimdiden giyinmiş!”
Kaan merak içindeydi. “Ben de bakmak istiyorum.” diyerek yere doğru eğildi. Ayakkabısının bağını bağlıyormuş numarası yaparak o tarafa baktı. Ayağa kalktığında ise, “Gerçekten tuhaflar.” diye itiraf etti. “Hiç buraya kitap almaya gelmiş gibi bir hâlleri yok. Kitaplara bakmıyorlar bile.”
O sırada tıknaz ikili büstün arkasından ayrılıp dükkânlardan birinin önüne doğru yürüdü.
Ceren, “Yeniden Kapalıçarşı’ya girelim.” dedi. “Bu defa daha hızlı hareket edersek, hatta koşarsak belki onlardan kurtulabiliriz. Kadının topuklu çizmelerle koşması imkânsız.” Sırt çantasıyla koşmanın zorluğunu aklına getirmemeye çalıştı.
Ateş, “Benim daha iyi bir fikrim var.” diye atıldı. “Ayrılalım!..”
Önce Kaan hızlı adımlarla geldikleri yerden gerisin geriye Kapalıçarşı’ya girdi. Onu Ceren izledi. Ateş ise hâlâ oradaydı ve bir başka dükkânın önündeki kitapları karıştırıyordu.
Kadınla adam ilgileniyormuş gibi yaptıkları kitaplardan başlarını kaldırıp çocuklara baktılar. Neler olup bittiğini anlamaya çalışıyorlardı. Bir an ne yapacakları konusunda kararsız kalıp iki çocuğun gittikleri tarafa doğru ilerlediler. Ama yine de Sahaflar’dan çıkmadılar. Aralarında hararetli bir konuşma geçerken, Ateş hareketlendi; ikilinin dikkatinin dağılmasını fırsat bilip Sahaflar’ın diğer kapısına gitti. Arkadaşlarıyla sözleştiği noktada buluşmak üzere yeni, eski hatta antika binlerce kitabı, onların doldurduğu rafları, dükkânları, hayatlarını kitaplara adamış dükkân sahiplerini ve dikkatle bakmaya fırsat bulamadığı İbrahim Müteferrika’nın büstünü arkasında bıraktı. Bir yandan da içten içe kaybolmamayı dileyerek oradan uzaklaştı…
Güneş ışınlarının yerini şehrin ışıkları almaya başladığında Ateş, Ceren ve Kaan eve dönmek üzere otobüse bindiler. Üçü de oldukça düşünceli görünüyordu. Ateş yine pencereden dışarı kimi zaman tıkalı, kimi zaman ağır akan trafiğe boş boş bakarken, Ceren yine kulaklıklarını takmış, müzik dinliyordu. Kaan ise Ceren’le Ateş’in hemen arkasındaki koltuklardan birine oturmuş, yine çantasından eline geçen ilk kitabı çıkartmıştı. Ama okuduğu yoktu.
Aslında işler yolunda gitmişti ya da onlara öyle gelmişti. O iki kişiyi Sahaflar Çarşısı’nda atlatmışlar, sözleştikleri gibi Eminönü’ndeki Kadıköy iskelesinde buluşmuşlardı. Oradan Galata Köprüsü’nü geçip Karaköy’e gelmişler bir süre daha yürüdükten sonra Galata Kulesi’ne varmışlardı. Ne daha önce karşılaştıkları öğrencilere, ne de hazine avına katılmış gibi görünen başka bir ekibe rastlamışlardı. Bu yüzden yorgun olmalarına rağmen keyifle sohbet etmişler, kuleye girip çıkan turistleri izlemişler, çevresinde dolanmayı da ihmal etmemişlerdi.
Bir sonraki şifrenin gelmesini beklerken üçünün de o sabaha kadar kuleyle ilgili bildikleri tek konu hakkında da konuşmuşlardı. Yani Hezarfen Ahmet Çelebi’nin kendi yaptığı kanatlarla kuleden nasıl uçtuğu hakkında… Hatta üşenmeden şehri 360 derecelik bir açıyla gören kuleye çıkıp uçuşu gözlerinde canlandırmaya çalışmışlardı. Oradan Boğaz’a, Haliç’e, Marmara Denizi’ne hayranlıkla bakmışlardı. Yine tek tek birbirlerinin fotoğraflarını çekmişlerdi. Sonra da sürekli cep telefonlarına bakıp beklemeye başlamışlardı. Kaan’ın telefonundan sinyal sesi duyulunca sevinç içinde onun başına üşüşmüşlerdi. Ama mesajın Kaan’ın annesinden geldiğini görünce hayal kırıklığına uğramışlardı. Kaan, annesini arayıp merak etmemesini söylerken, Ceren’le Ateş’in tedirginlikleri artmıştı. Ya şifreyi yanlış çözüp yanlış yere gelmişlerse?.. Beklerken sesini çıkartmasa da en çok Kaan kendini suçlu hissetmişti. Ne de olsa bu şifrenin çözümüne en büyük katkıyı sağlayan oydu.
Sonunda Ateş dayanamayıp Işıl öğretmene bir mesaj göndermişti. Ama kadından gelen cevap daha da büyük bir hayal kırıklığına uğramalarına neden olmuştu. Çünkü Işıl öğretmene son bir saattir gelen tek mesaj Ateş’in gönderdiğiydi. Öğretmen artık eve dönmeleri gerektiğini, yanılmış olsalar bile yeniden araştırmaya girişmeleri için geç bir saat olduğunu söylemişti.
İşte şimdi öylece eve dönüyorlardı. Kendilerini yenilgiye uğramış gibi hissediyorlardı.
Bir süre sonra Ceren kulaklığını çıkardı. “Bence şifre yarın sabah gelecek.”
Ateş, “Niye böyle düşünüyorsun? Neden sabahı beklesinler ki?” diye sordu.
“Neden mi? Bilmem belki gece oturup İnternetten araştırmayalım diye… Bu çok kolay olurdu değil mi?”
Ateş, “İstesek İnternetten gündüz de araştırabiliriz.” diye karşı çıktı.
“Evet, ama zor olur. Hem belki bugün peşimize düşen o iki kişi konusunda yanıldık. Belki de gerçekten şifreleri nasıl çözdüğümüzü kontrol ediyorlardır ya da belki fark etmediğimiz başka birileri bizi gözlüyordur! Ne biliyoruz ki? Oysa evdeyken bizi kontrol etmeleri imkânsız. Hem belki İnternet kullanan ekipleri diskalifiye bile ediyorlardır. Hatırlarsanız Işıl öğretmen İnternete başvurmamamızı tembihlemişti.” Ardından yine kulaklıklarını takıp müziğin ritmine kaptırdı kendini.
Ateş omuzlarını silkerek, “Evet, belki!” diye mırıldandı.
Kaan ise Ceren’in haklı olmasını, ertesi güne yeni şifreyle başlamayı diledi.
5. BÖLÜM
Hareketli Bir Sabah
Sabahın ilk ışıklarıydı. Çamlı Köşk Okulunun bulunduğu Emirgân’ın ilerisinde Yeniköy sırtlarında, beyaz saçlı bir adam görkemli evinin bahçesine çıktı. Üstündeki yünlü ropdöşambırı sayesinde soğuğa aldırmıyordu. Karşılıklı konmuş hasır koltuklardan birine ağır hareketlerle oturdu. Geçkin yaşı gücünün bir kısmını alıp götürmüş olsa da dimdik duruşundan ve cüssesinden bir şey kaybetmemişti.
Arkasından gelen adama karşısındaki koltuğu işaret etti. Bu sırada gözleri Boğaz’ın sularına ve iki yakayı birbirine bağlayan Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’ne kaydı. “Boğaz’ın insanın başını döndürecek kadar harikulade bir manzarası var.” dedi. Sanki karşısındaki adamın iyice anlamasını istermişçesine tane tane konuşuyordu. “Dünyayı dolaşmış, yüzlerce şehir görmüş biri olarak, söylesene, bundan daha güzel bir manzarayla karşılaştın mı hiç?”
Yaşlı adam karşısındakinin kendisini onaylayacağından emin bir tavırla cevap beklemeden devam etti. Zaten aksi bir cevabı kabul edecekmiş gibi de görünmüyordu. “İyi bir hayatım oldu. Eğer yakın bir zamanda ölürsem işte bu eşsiz manzaraya bakarak ölmeyi diliyorum. Ondan sonra da mirasçılarım tadını çıkarır artık.” Son cümleyi gevrek bir kahkaha izledi. Gözleri yine uzanıp giden maviliğe daldı.
Karşısındaki adam suskunluğunu bozup, “Dün izlemedeydim.” dedi. “Her şey tahmin ettiğiniz gibi gelişiyor. Göndermemi istediğiniz mektupları okumuş olmalılar ki, öğrencilerin peşine düştüler. Bir an önce ‘hazine’ye ulaşmak için onların ardında koşturup duruyorlar. Ama hepsi aynı ekibi takip etmiyor. Sanırım ‘hazine’yi paylaşmak istemiyorlar.”
“Kendi aralarında bile anlaşamayan o hımbılların hâllerini görmek isterdim doğrusu. Kimi zaman aynı kanı taşıdığımıza inanmakta güçlük çekiyorum… Gençler son şifreyi çözüp sonuca ulaştıklarında ‘hazine’yi onların ellerinden almak için her şeyi yapacaklardır o açgözlüler. Ama açgözlülüğün hep bir bedeli olur; bazen küçük, bazen büyük!” Sonra bu kısa sohbetin bittiğini göstermek için, “Beni habersiz bırakma!” dedi. Bakışlarını yeniden denize kaydırdı.
Bunun üzerine karşısındaki adam burnunun üstünde kayan tel çerçeveli gözlüklerini düzelterek ayağa kalktı. Yeni, hareketli bir gün başlamak üzereydi. Evden çıkmadan önce üstüne pardösüsünü geçirdi. Kimi ekipler üçüncü noktaya ulaşmayı başarmışlardı. Onlara yeni şifreyi göndermenin zamanı geldi, diye düşündü.
Ateş duyduğu sesle sıçrayarak uyandı. Bir gözünü eliyle ovuşturarak esnerken daha çok erken diye düşündü. Okula gitmek için bu kadar erken kalkmazdı ki! Çalar saatine gözü kaydı; sessizce çalışıyordu. Sonra hızla toparlandı. Kendisini uyandıran sesin cep telefonundan geldiğini anlamıştı. Yatağından fırlayıp çalışma masasındaki telefonunu aldı. Gelen mesaj yüzünün aydınlanmasına neden olmuştu. Işıl öğretmen, çocukların endişelerini gidereceğini bildiği mesaja şifreden önce gülen yüzler yerine bu kez başardıklarını gösteren başparmağı havada el işareti eklemişti.