
Полная версия
KADIM SEHRIN SIFRELERI
Ceren, “Fatih Sultan Mehmet olabilir mi?” diye sordu. “İstanbul’u fethettiğine göre…”
Ateş, “1481’de öldüğüne göre, gidip sormamız imkânsız!..” diye karşılık verdi.
Kaan, “Belki de şifrenin kastettiği kişi değil, bir yer ismidir.” diye mırıldandı. Bir yandan Ceren’e kaçamak bir bakış attı. Kızın yine terslemesinden çekiniyordu.
Oysa Ceren terslemek yerine, heyecan içinde haykırdı. “İyi düşündün! Tabii ya! Turistlerin en çok gidip gördüğü sultan! Sultanahmet!”
Kaan, “Yani aradığımız şey Sultanahmet’te mi?” diye sordu. Daha birkaç ay önce Kaan’dan yaşça büyük olan kuzeni şehir dışından gelmişti. İstanbul’da yaşayan bir arkadaşıyla buluşmaya giderken yanında Kaan’ı da götürmüştü. O gün Sultanahmet’e de gitmişler; yemek yiyip biraz etrafı gezmişlerdi.
Ateş omuzlarını silkti. “Olabilir. Hem fena bir başlangıç sayılmaz. En azından çemberi daraltmış oluruz. Yine de oraya kadar gitmeden önce araştıralım. Yakınlarda bildiğim bir kütüphane yok ama bir kitabevi var.”
Sıkıca sarınıp şemsiyelerini açtıktan sonra, okul binasından dışarı fırladılar. Ateş’in elini kaldırıp selam verdiği bekçi izin kâğıdı sormadı. Hatta gülümseyerek, “İyi şanslar!” diye seslendi. Haber çabuk yayılmış olmalıydı…
Kitabevine vardıklarında içerinin sakin olduğunu gördüler. Ateş hemen rafları düzenleyen görevliye İstanbul’la ilgili kitapların nerede olduğunu sordu. Görevli elindekileri bırakmadan, olduğu yerde doğruldu. “Ne tür bir şey arıyorsunuz?”
Ateş, “İstanbul hakkında bir kitap…” diye tekrarladı.
“Öyle de ne tür bir kitap olacak? Roman mı, araştırma kitabı mı, şehir rehberi mi? Yoksa sadece şehrin tarihiyle mi ilgili? Şehrin tamamını kapsayan ya da ayrı ayrı ilçelerini anlatan kitaplar da var. Ayrıca sarayları, müzeleri, lokantaları…”
Üçünün de gözleri korkuyla açıldı. Ceren telaşla, “Biz Sultanahmet’le ilgili bir kitap bakalım önce.” diyerek adamın sözünü kesti.
Bunun üzerine görevli elindeki kitapları bırakıp rafların arasında dolaşmaya başladı. Az sonra kucağında bir yığınla geri döndü. “Yalnızca Sultanahmet’le ilgili kitap bulamadım. Ama isterseniz bunlara bir göz atın.”
Kitap yığınını aralarında bölüşüp birkaç koltuk ve bir sehpadan oluşan köşeye yerleştiler. Müşterilerin acele etmeden kitap seçebilmeleri için ayrılmış bir bölümdü burası.
Ceren, Ateş’e, “Şifre gözümüzün önünde olsun.” dedi. Bunun üzerine şifrenin yazılı olduğu kâğıdı sehpaya koydular. Aralarında paylaştıkları kitaplara göz atmaya başladılar.
Çok geçmeden Ateş bol renkli resimli, ansiklopedi boyutlarında bir kitabı karıştırırken birden durdu. Heyecanla, “Hey, şuraya baksanıza!” dedi. “Bu taş Sultanahmet’teymiş! Şifrede ne diyor? Nokta dendiğine bakma, boyundan büyük bir taş ara. Bizden daha uzun olduğuna bahse girerim.”
Ceren, “Adı neymiş?” diye atıldı. Bir yandan elindeki tarih kitabının dizin kısmını açtı.
“Milion Taşı!”
Ceren, “İşte burada!” diye neredeyse bağırdı. “Milion Taşı, Bizans İmparatorluğu zamanında dünyanın başlangıç noktası olarak kabul ediliyormuş.” Sonra Kaan’a kaçamak bir bakış attı. “Yani dünyanın Greenwich’ten önceki başlangıç noktası diyebiliriz.” Gözleri satırların arasında kaydı. “Ve Altın Kilometre Taşı, yani Miliarium Aureum adıyla da anılmaktaymış. Şifrenin dördüncü cümlesinde, ‘Altınları yitip gitmiş olsa da değerini hiç azımsama.’ diyor. Artık dünyanın başlangıç noktası olarak görülmüyor, ama tarihteki önemine bakılırsa değerini azımsayamayız.”
Ateş, “Bence bulduk. Şifredeki her satıra uyuyor.” dedi. “Öyleyse bir de gidip yerinde görelim kendisini!”
Kitabevindeki görevliye teşekkür edip çıkmak üzereyken Kaan, Işıl öğretmenin sözlerini hatırladı. “Bir şehir haritası alalım.”
Görevli onlara bu konuda da yardımcı olup bir dizi haritayla dolu standı işaret etti. Ateş ilk gördüğü İstanbul haritasını almak üzereyken üstünde gördüğü yazı dikkatini çekti. Bu bir karayolları haritasıydı. İşlerine yaramazdı. Rafları biraz daha karıştırdıktan sonra resimli bir şehir planı buldular. Kasada parayı öderken, bu kez de görevliye Sultanahmet’e nasıl gidebileceklerini sordular. Adam önce kaşlarını çatıp bir süre düşündü, ardından sabırla güzergâhı tarif etti.
Kitabevinden çıktıklarında yağmur neredeyse durmuştu. İlk şifreyi çözdüklerini düşünen çocukların da keyfi yerine gelmişti. Ceren otobüs durağına doğru yürürken alayla gülerek, “Görevlinin bizden kurtulduğu için sevindiğine eminim.” dedi.
Işıl öğretmen ders bitimi hemen cep telefonunu kontrol etti. Henüz ikinci şifreyi bildiren bir mesaj gelmemişti. Ama zaten çocuklar şifreyi hemen çözmüş olsalar bile, Sultanahmet’e gitmeleri zaman alırdı. Kadın kendi kendine gülümsedi. Şifreyi okur okumaz cevabını bulmuştu. Öğrencilerine küçük bir ipucu vermekte de bir sakınca görmemişti. Ancak diğer şifrelerin daha zor olma ihtimali vardı. Umarım altından kalkabilirler diye düşündü.
Sonra birden yüzüne endişe dolu bir ifade yerleşti. Aklına getirmemeye çalışsa da başaramıyordu. Heyecanına aslında nedenini bildiği tuhaf bir huzursuzluk gölge düşürüyordu.
O sabah, yalnızca Çamlı Köşk Okulunun hazine avına katılabileceğini bildiren mektubu almamıştı. Okulun yetkilisine gönderilmiş olan bir başka mektup daha vardı. Işıl öğretmen düzgün bir el yazısıyla ancak belirgin dil bilgisi hatalarıyla dolu olan mektuba anlam verememişti.
Mektupta, hazine avını kazanan okula verilecek ödülün yanı sıra çok değerli başka bir “hazine”nin de saklı olduğu yazıyordu. Mektubu yazan her kimse, bu çok değerli hazinenin ne olduğunu açıklamıyordu. Ancak peşinde onu ele geçirmek isteyen kötü niyetli kişilerin olduğunu açıkça belirtiyordu. Yani hazine avı oyununa katılanlar yalnızca bilgi peşindeki öğrenciler değildi. Bu kişiler şifreleri ele geçiremeyecekleri için öğrencileri izleyeceklerdi. Bu durumda çocuklar beklenmedik tehlikelerle karşı karşıya kalabilirlerdi.
Işıl öğretmen mektubun Çamlı Köşk Okulunun yarışmadan çekilmesi için gönderildiğini düşünerek içini rahatlatmaya çalıştı. Katılımcı okullardan birinin yetkilisi, kendi okulunun şansını artırmak için böyle bir yalan uydurup diğer okulların gözünü korkutmayı ve böylece yarışmadan çekilmelerini sağlamayı planlamış olabilirdi pekâlâ. Acaba mektubu gönderen “uyanık yetkili” hangi okulların katılacağını nasıl öğrenmişti?
Işıl öğretmen bu teorisini çok mantıklı buldu ve mektubun üstünde daha fazla durmamaya karar verdi. Okul yönetimini de şimdilik haberdar etmemek en doğrusuydu. Karışıklık yaratmanın anlamı yoktu.
Ancak tam öğretmenler odasına girmek üzereydi ki, içini kaplayan o huzursuzluğun onu terk etmeyeceğini anladı. Öğrencilerinin tehlikede olabileceğiyle ilgili en ufak bir kuşku bile beyninin zonklamasına neden oluyordu. Bu konuda yapabileceği bir şey olmalıydı, ama ne?
3. BÖLÜM
Hazine Avı Başlıyor
Çocuklar otobüse biner binmez ayrı yerlere dağıldılar. Kaan bulduğu ilk koltuğa oturdu ve çantasından eline ilk geçen kitabı çıkarıp okumaya başladı. Okumak, kimseyle konuşmak zorunda kalmamak için iyi bir taktikdi. Ceren okuldan eve dönerken her zaman yaptığı gibi yine kulaklıklarını takıp müzik dinlemeye koyuldu. Ateş ise otobüsten inip tramvaya binecekleri durağı kaçırmamak için gözünü dışarıya dikti. Evine okul servisiyle değil de otobüsle döndüğü için diğerlerine göre daha deneyimli sayılırdı. Trafik yoğun değildi. Belki de henüz öğlen olmadığı içindir, diye kendince fikir yürüttü. Günün o saatinde hep okulda olurdu.
Farklı şeylerle uğraşıyor gibi görünseler de aslında hepsi bir an önce Milion Taşı’nın olduğu yere ulaşmak ve ikinci şifreyi öğrenmek için sabırsızlanıyorlardı.
Sultanahmet’e varıp tramvaydan inince, Kaan hemen aldıkları şehir planını açtı. İstanbul’un kimi noktalarının numaralandırılmış olduğu bu plan işlerine yarayacak gibiydi. Üçü de taşın yerini görmek için başlarını plana doğru eğdiler.
Kaan parmağını bir noktaya koyup, “İşte burada!” dedi. Ayasofya’nın karşısındaki köşede, birkaç yolun kesiştiği noktadaydı. Başlarını şehir planından kaldırıp çevrelerine şöyle bir göz atmaları yeterli oldu. Yağmurun kesilip güneşin yüzünü göstermesini fırsat bilen birkaç turist taşın başındaydı. Kaan arkadaşlarına belli etmeden Sultanahmet’e daha önce geldiği hâlde Milion Taşı’nı fark etmediği için içten içe hayıflandı.
O tarafa doğru yürürlerken Ateş, “Acaba ilk gelen ekip biz miyiz?” diye sordu.
Ceren omuzlarını silkti. “Etrafta bizden başka öğrenci yok gibi görünüyor. Ya çoktan gelip gittiler ya da gerçekten biz hızlı davrandık. Tabii bir de üçüncü seçenek var. Yani şifreyi yanlış anlamış ve yanlış yere gelmiş olabiliriz.”
Ateş cep telefonunu çantasından çıkarırken, “Umarım ikinci seçenektir.” dedi. “Burada fotoğraf çekinelim mi? Ne dersiniz?” diye sordu. “Hem buraya geldiğimizin kanıtı olur hem de hatıra…”
Ceren yine omuzlarını silkti. “Neden olmasın.” Ardından Ateş’in elinden telefonunu alıp Milion Taşı’nın önünde bir fotoğrafını çekti.
Fotoğraf çekme sırası Ateş’e gelince Ceren’le yer değiştirdi. Elindeki cep telefonu sanki profesyonel bir fotoğraf makinesiymiş gibi davranıyordu. Doğru açıyı yakalamak için bir ileriye bir geriye doğru hareket ederken biriyle çarpıştı. Adamcağız sendelemişti. Ateş’in sırt çantasına tutunup dengesini sağlayınca yere düşmekten son anda kurtuldu.
O sırada yoldan geçen birkaç kişi dönüp ne olduğuna baktı.
Ateş, “Affedersiniz! İyi misiniz?” diye sorarken adam telaşla, “İyiyim, iyiyim! Biğ şeyim yok!” dedi ve yürüyüp gitti.
Ceren, “Adamcağızı neredeyse yere indirecektin.” diye söylendi.
Ateş ise çarpışmanın bu kadar şiddetli olmasına bir anlam verememişti. Hızlı hareket etmiyordu ki! “Bana çarpan oydu!” diyerek kendini savundu. “Hem çantamı öyle bir çekiştirdi ki, yere inecek biri varsa o da bendim!” Sonra da konuyu değiştirmek için Milion Taşı’nı çevreleyen ahşap yola kazınmış şehir isimlerinden bazılarını ve tanıtıcı levhayı yüksek sesle okudu.
O da bitince sabırsızlık içinde cep telefonunu kontrol etti. “Acaba biz mi Işıl öğretmene mesaj atsak?” diye sordu. Birkaç dakika öncesine dek kendine duyduğu güven yerini endişeye bırakmıştı. “Belki de gerçekten bir yerde hata yaptık.”
Ceren, “Eğer öyleyse şifreyi yeniden gözden geçiririz.” diye karşılık verdi. “Hem benim daha iyi bir fikrim var. Burada durup endişe içinde beklemek yerine meydanın çevresindeki kafelerden birinde karnımızı doyuralım. Çünkü mesaj gelirse yemeğe fırsat bulamayabiliriz. Gelmezse zaten moralimiz bozulup iştahımız kaçacağı için yiyemeyiz. Yarışmayı düzenleyenler şifreyi çözüp buraya geldiğimizi görmüşlerdir mutlaka. Özellikle az önceki çarpışmadan sonra!”
Ateş tam yine, ama bana çarpan oydu diyecekti ki, vazgeçti. Yüzüne yapmacık bir gülümseme yerleştirip, “Evet, tarihî mekâna biraz hareket katmanın iyi olacağını düşündüm!” dedi.
Bu sözüne diğerleri güldüler. Bunun üzerine Ateş midesini ovalayıp, “Bir şeyler atıştırmak hiç de fena bir fikir değil.” diyerek Ceren’e katıldı.
Kaan, “Benim bildiğim bir yer var ama meydanda değil.” diyerek parmağıyla ilerisini işaret etti. “Yukarıya doğru tramvay yolunu izlersek pek uzakta sayılmaz.” Ardından burnunu kaşıyarak, “Bir süre önce kuzenimle gelmiştim de…” diye itiraf etti. “Üstelik terasından Sultanahmet Meydanı görünüyor.”
Ateş, “İyi fikir!” diye onayladı.
Ceren, “Tam da terasta yemek yenecek hava ya!..” diye söylense de sorun çıkarmadan Kaan’ın peşine takıldı.
Hep birlikte kısa bir süre yürüdüler. Tam Kaan, “İşte şurası…” diye işaret ediyordu ki, üçünün de arka arkaya cep telefonları titreşerek çaldı. Ateş sevinç içinde, “Işıl öğretmenden mesaj gelmiş olmalı.” dedi. Yanılmamıştı.
Öğretmenleri şifreyi aktarmadan önce çocukları kısaca tebrik etmeyi ve ardından da yine “iyi şanslar” dilemeyi ihmal etmemişti. Ancak onları asıl ilgilendiren, mesajın şifreyle ilgili olan kısmıydı. Oradaki bir ağacın gövdesine dayanıp her biri kendi telefonundan sessizce ikinci şifreyi okumaya koyuldu. Aslında üçü de dâhiyane bir fikirle şifreyi hemen çözmek ve böylece diğerlerini şaşırtmak için can atıyordu.
Ateş o birkaç satırı içinden defalarca okuduğu hâlde tek başına altından kalkamayacağını anlamıştı. Ceren ve Kaan’ın da sesleri çıkmadığına göre onların durumu da benden farklı değil demek ki, diye düşündü. “Burada böyle boşuna durmayalım.” diye söze girdi. “Hem bir şeyler yer ve ısınırsak, belki çözüme daha kolay ulaşırız.”
Böylece Kaan’ın sözünü ettiği kafeye oturup hiç vakit kaybetmeden başlarında dikilen garsona siparişlerini verdiler.
Kaan şifreyi yine kâğıda yazmayı önerdi. Bunun üzerine Ceren defterinden bir sayfa yırtıp şifreyi büyük harflerle cep telefonundan kâğıda geçirdi. Yan masadakilerin duymamasına özen göstererek yeniden okudu.
Gün ışığında bulamazsın, tam 15 yüzyıldır kralsız olan sarayı.
Sudan yükselir, heybetli mermer ağaçları.
Sonu gelmezmiş gibi görünse de, 336’dır ağaçların sayısı.
Olduğun yerden uzaklaşmadan yaklaş ona.
Ama yaklaşınca dikkat et yılan kadar acımasız o kadına,
Eğer dönmek istemezsen sonsuza dek kocaman bir taşa.
Ateş, arkadaşlarına umutsuzluk dolu bir bakış attı. “Bu defa ipucu da yok.”
Kaan, “Evet, ama şehir planımız var.” diyerek haritayı çıkarıp masaya yaydı.
Ceren, “İlk satırdan başlayalım.” dedi.
Kaan, “Gece aramamız gerektiğini mi söylüyor acaba?” diye sordu. “Ya da en azından hava karardıktan sonra…”
Ateş ağzını bir tarafa yamulttu. “Belki geceleri ışıklandırıldığı için daha kolay fark edilen bir yerdir. Ama yine de gündüz görülmüyor olması anlamsız!”
Ceren cümlenin kalanını okudu. “Bu kısmı işimizi kolaylaştırıyor. En azından aramamız gerekenin ne olduğunu söylüyor: Bir saray. Şehir planına bakıp İstanbul’daki sarayları listeleyebiliriz.” Hemen ardından defterinden bir kâğıt daha kopardı.
Ateş, “Acele etme!” diye uyardı. “Şaşırtmaca olabilir. Diğer cümlelerden bir şey çıkarabiliriz belki.”
Kaan gözlerini şifreden ayırmadan, “İlk şifrede bizi yönlendiren aslında son cümleydi.” dedi. “İkinci şifrede ise bu görevi dördüncü cümle görüyor. Yani, ‘Olduğun yerden uzaklaşmadan yaklaş ona.’ Demek ki bulmamız gereken yakında bir yer.”
Arkadaşının sözleri üzerine Ateş’in gözleri parladı. Ancak bir şey söylemeye fırsat bulamadı. Çünkü garson elinde sipariş ettikleri içeceklerin ve yiyeceklerin olduğu tepsiyle yanlarında bitivermişti.
Kaan şehir planını hızla katlarken Ceren kâğıtları toparladı. Garson gittikten sonra bir yandan atıştırıp bir yandan da çevrede şifreye uyabilecek yerleri düşünmeye koyuldular.
Ceren, “Yakınlardaki tek saray, Topkapı Sarayı.” dedi.
Ateş, “Öyle, ama Topkapı Sarayı 15 yüzyıl boyunca padişahsız kalmadı ki!” diye karşı çıktı. “Hem Fatih Sultan Mehmet tarafından yaptırıldığına göre 15 yüzyıl önce değil…”
Ceren, “Ancak 15. yüzyılda yaptırılmıştır.” diyerek sözlerini tamamladı. “Işıl öğretmen şifreyi gönderirken hata yapmış olabilir mi?”
Hiçbiri buna ihtimal vermedi. Bir süre sessizce yemeklerini yediler.
Ateş, “Diğer cümlelere geçelim.” diyerek sessizliği bozdu. “‘Sudan yükselir, heybetli mermer ağaçları.’ derken neyi kastediyor sizce?”
Ceren, “Belki sarayın denize yakın oluşunu…” diye fikir yürüttü.
Kaan, “Ama sayı vermiş.” diye karşı çıktı. “Topkapı Sarayı’nın bahçesinde 336 ağaç mı var yani?”
Ateş’e de Ceren’in fikri doğru gelmemişti. “Bir de son cümledeki şu ‘yılan kadar acımasız o kadın’ var. Görünen o ki üstün güçlere sahip!” Portakal suyundan kocaman bir yudum aldı.
Bu sırada Ceren yemeğini bitirip sırtını sandalyesine yasladı. “Eğer daha iyi bir fikriniz yoksa Topkapı Sarayı’na gidip bir göz atalım. Belki bizi şaşırtacak bir şeyle karşılaşırız.”
Ateş’le Kaan, Ceren’i başlarıyla onayladıktan sonra hiç zaman kaybetmeden beliren garsona hesabı ödeyip kalktılar.
Sultanahmet Meydanı’na geldiklerinde Ceren, “Turistlerin sayısı mı artmış yoksa bana mı öyle geliyor?” diyerek güldü.
Ateş başıyla onayladı. “Bu defa da turistleri izlersek bir işe yarar mı acaba?”
O sırada kalabalık bir grup rehberlerinin eşliğinde Sultanahmet Camii’ne yönelmişti. Kaan birden olduğu yere çakılıp kaldı. Gözleri heyecanla kocaman açılmıştı. “Buradan…” diyerek arkadaşlarını camiinin karşı tarafına sürükledi. Türk ve İslam Eserleri Müzesi’nin önünde durunca arkadaşları soran gözlerle ona baktılar.
Kaan’ın müzenin önündeki tabelayı işaret etmesiyle Ceren’le Ateş’in yüzlerinin aydınlanması bir oldu. Müzenin adının altında İbrahim Paşa Sarayı diye yazıyordu.
Ateş, “Yani burası hem müze hem de saray mı?” diye sordu.
Ceren, “Demek ki yakınlardaki tek saray Topkapı Sarayı değilmiş.” diye hayretle mırıldandı.
Kaan, arkadaşlarını şaşırttığını görünce içten içe sevindi. Önceki geziden aklında işe yarar bilgiler kaldığı için de… “Hayır, aslında artık yalnızca müze…” diyerek Ateş’in sorusunu cevapladı. “Ama zamanında Kanuni Sultan Süleyman’ın sadrazamı olan İbrahim Paşa’nın sarayıymış. Ben gezdim burayı. Bahçesinde sudan yükselen ağaçlar yoktu ama yine de isterseniz girip bir göz atalım.”
Avlusunun güzelliğine ve sergilenen değerli eserlere rağmen müzeye girmeleriyle çıkmaları neredeyse bir oldu.
Ceren hayal kırıklığına uğramıştı. “Şifreyle örtüşen hiçbir özelliği yok.”
Ateş’in yüzüne buruk bir gülümseme yerleşmişti. “Eserlerin sergilendiği cam kutulardan birinde yılana benzeyen bir kadın heykeli dursaydı iyi olurdu.”
“Eee… peki şimdi ne yapıyoruz? Topkapı Sarayı’na mı gidiyoruz?”
Kaan’ın sorusuna diğerleri bir süre cevap vermediler. Sonunda Ateş, “Kitaplar olmadan bu işi beceremeyeceğiz anlaşılan.” dedi. “Önce bir kitabevi bulsak iyi olacak. Hem böylece zaman kaybetmemiş oluruz. Topkapı Sarayı’nın büyüklüğünü düşününce…”
Tramvay yoluna geri döndüklerinde Ceren, “Baksanıza!” diye heyecanla diğerlerini uyardı. “Durağın oradakiler… Size birilerini hatırlattı mı?”
Ateş bir an arkadaşının kimleri kastettiğini anlamak için gözlerini durağa dikti. Sırt çantalı küçük bir grup heyecan içinde gözleriyle çevreyi tarıyorlardı. Ardından, “Evet, hatırlattı.” dedi. “Bizi!.. Gerçi rozetlerini bu mesafeden ayırt etmek zor ama öğrenci oldukları kesin… Eğer onlar da hazinenin peşindelerse umalım da henüz ilk şifreyi çözmemiş olsunlar.”
Ceren’le Ateş konuşurken nedense Kaan’ın sesi çıkmıyordu. Ateş, “Kaan nereye kayboldu?” diye söylenirken ufak tefek çocuğun, küçük bir dükkânın önünde kartpostal seçen bir turist kafilesine karışmış olduğunu gördü. Kartpostal almanın tam da sırasıydı!
Kaan, Ateş’in söylendiğini duymuş gibi ona doğru baktı; gülümsüyordu. Arkadaşlarına eliyle gelmelerini işaret etti.
“Bakın ne buldum!” derken bir yandan da bol resimli bir şehir rehberinin kapağını gösterdi. “Yedi Günde İstanbul!”
Dükkân sahibinin turistlerle ilgilenmesini fırsat bilip aynı şehir rehberinden birer tane aldılar ve incelemeye koyuldular.
Ceren, “Sultanahmet ve çevresindeki yerleri paylaşıp okuyalım.” diye önerdi. Böylece her biri göz atacakları sayfaları belirlediler ve hızla işe koyuldular.
Az sonra Ceren, “Ayasofya’yla ilgili bilgiler şifreye uymuyor.” diye homurdandı. “Topkapı Sarayı ise gerçekten öyle büyük ve öyle çok bilgi var ki!.. Nedense en çok bilgi içeren yerler benim payıma düşmüş!.. Bir de Haseki Hürrem Hamamı var. Bana suyu çağrıştırdı. Ama kitapta hamamda yılan kadar acımasız bir kadın olduğuna dair bir ifade yok!” Umutsuzlukla omuzları düştü.
Kaan, “Üç yılanın birbirine dolandığı sütun!” diye mırıldandı. Ardından arkadaşlarına bakıp, “Sizce olabilir mi?” diye sordu. “Belki de bu yılanlar kadını çağrıştırıyordur!”
Ateş, “Nerede?” diye sordu.
“Meydanda! Meydandaki üç sütundan biriymiş.”
“Ben meydanda sadece iki sütun gördüm.”
“O ikisi yüksek oldukları için dikkatini çekmiş demek ki. Bir de aralarındaki Yılanlı Sütun var.” Kaan bir yandan hafızasını yokladı. Ancak Milion Taşı’nı hatırlamadığı gibi yılanları da hatırlamıyordu. Okumaya devam edince şimdi nedeni anlaşıldı, diye düşündü. “Yılanlı Sütun’daki yılanların kafaları artık yokmuş. Bu durumda görmüş olsak bile çağrışım yapmaması doğal.”
Ceren, Kaan’ı biraz da ürküten gözlerini kocaman açmış, çocuğu dinliyordu. “Tamam da hem gün ışığında görülüyor o sütunlar hem de adı üstünde sütun! Biz bir saray arıyoruz.”
Kaan başını yeniden kitaba eğip, “Belki de eskiden orada bir saray vardı!” diye ağzında geveledi. Ama hemen ardından, “Saray değil, hipodrom varmış.” diye düzeltti. Bu sırada Ceren’in onaylamaz bir tavırla başını salladığını görmedi.
Ateş’in dikkati dağılmıştı. Arkadaşlarını dinlemiyordu. Şehir rehberinin aynı sayfasını bir öne bir arkaya çevirip duruyordu. Yüzüne yavaşça bir gülümseme yayıldı. “Sıkı durun!” diye haykırdı. Öyle ki, yanlarındaki birkaç turist ne olduğunu anlamak için dönüp baktılar.
Ateş, “Şunu dinleyin!” diye devam etti. Bu kez sadece arkadaşlarının duyabileceği bir tonda konuşmuştu. “Her birinde 28 tane olmak üzere 12 sıra sütun, yani toplam 336 sütunlu bir yer! Öyle ki sütunlar bir ormanı hatırlatıyormuş!”
Ceren sabırsızlık içinde, “Peki neredeymiş bu sütunlar?” diye sordu.
“Yerebatan Sarnıcı’nda!”
O sırada Kaan şehir planını açıp, “Nasıl düşünemedim.” diye hayıflandı. “Yerebatan Sarnıcı’na aynı zamanda Yerebatan Sarayı da denir! Ziyaretçi kuyruğu çok uzun olduğu için o zaman içeri girememiştik.” Ardından şehir planında sarnıcın yerini aradı. “İşte burada! İnanmayacaksınız ama Milion Taşı’nın dibinde! ‘Olduğun yerden uzaklaşmadan yaklaş ona.’”
Ceren, “Eğer şifrenin kalanı da uyuyorsa bulduk demektir.” dedi.
Bu sırada üçü birden Ateş’in açtığı sayfaya baktılar. Yerebatan Sarnıcı’yla ilgili bilgiler küçük resimlerle desteklenmişti.
Ateş, “Resimlerden pek bir şey anlaşılmıyor.” diye yakındı.
Ceren üç şehir rehberini de kapıp aldıkları yere yerleştirirken, “Hadi hemen gidip kendi gözümüzle görelim.” dedi.
Girişte sıra olmamasına sevindiler. Zaten burunlarının dibindeki bir yeri bulamadıkları için gereksiz yere vakit kaybetmişlerdi.
Tam kapıdan girerken Kaan sarnıcı tanıtan levhayı arkadaşlarına gösterdi. “532 yılında yapılmış yani 6. yüzyılda!”
Ateş, “Küçük bir matematik hesabı yaparsak; 15 yüzyıl önce!” diye atıldı.
Biletlerini alıp merdivenlerden aşağı inerken Ceren bir yandan durakta gördükleri çocuklara bakındı. İçinden onlarla karşılaşmamayı diledi.
Sarnıca indikleri an büyülenmiş gibi hissettiler. Etraf loştu ve ışıklandırma sayesinde etrafa yayılan kızıllık oldukça etkileyiciydi.
Ateş sütunlara bakarak, “Sudan yükselen mermer ağaçlar.” diye fısıldarcasına konuştu. Kimi sütunların üstündeki oymalar gerçekten de ağaçları hatırlatıyordu.
Ceren, “Niye kralsız olduğunu anlamak zor değil.” dedi. “Çünkü gerçek bir saray değil.”
Kaan, “Niye gün ışığında bulunamayacağını da…” diye ekledi. “Çünkü yer altında…”
Sütunların arasındaki iskelelerin üstünde yürürken sütunların suya yansımalarına ve suda kayan kocaman balıklara hayranlıkla bakmaktan kendilerini alamadılar.
Ateş, “Kesinlikle doğru yerdeyiz.” dedi. “Ama yine de yılan kadar acımasız kadınla tanışmadan dışarı çıkmayalım!”
Bir turist kafilesinin kümelendiği yere doğru ilerlediler. İşte oradaydı. Hem de iki ayrı sütunda kaide görevi gören iki ayrı kadın başı vardı; yılan gibi saçları olan… Başlardan biri ters, diğeri ise yan duruyordu. Turist rehberi bir efsaneye göre yılan saçlı Medusa’nın kendisine bakanları taşa çevirme gücü olduğunu anlatıyordu.
Orada durup rehberin anlattıklarını dinlerken birer fotoğraf çekmeyi de ihmal etmediler. Sonra Ateş birden, “Hemen buradan gidelim!” diye arkadaşlarını uyardı. “Cep telefonum çekmiyor.”
Hızlı adımlarla çıkışa doğru yürüdüler. Kaan, “Işıl öğretmenden şifre gelene kadar sarnıcın kafesinde soluklanırız diye düşünmüştüm.” dedi. “En azından su alabilir miyiz?”
Birkaç dakika oyalanmanın sorun olmayacağını düşünerek sularını aldılar. Bir yandan içerek, sudaki öbek öbek balıklara ve sarnıcı ilgiyle gezenlere bakmaya başladılar. Çoğunun yabancı turist olduğu birbirine karışan farklı dillerden anlaşılıyordu.
Ateş, “Tek bir kelimesini bile anlamadığımız ne kadar çok dil var…” derken, Ceren neredeyse ağzındaki suyu püskürterek, “Olamaz!” diye inledi. İlgi çekmemek için sadece kaşıyla ve gözüyle durdukları iskelenin gerisini işaret etti. “Bunlar, durakta gördüğümüz çocuklar değil mi? Bu durumda hazine avına katılan okullardan birinin ekibi oldukları kesinleşti! İşin kötü tarafı, demek ki onlar da şifreyi çözmüşler.”
Ateş heyecan içinde etraflarına bakıp aralarında konuşan çocuklara gözünü dikti. Şaşkın bir hâlleri vardı. Herhâlde biz de dışarıdan böyle görünüyoruz, diye düşündü. Ancak bu düşüncesini arkadaşlarıyla paylaşmadı. Onun yerine daha çok kendine cesaret vermek istercesine, “Ama onlardan önde sayılırız; kapıya daha yakınız!” dedi. Duyduğu belli belirsiz endişe sesine yansımıştı. “Yine de elimizi çabuk tutalım.”