
Полная версия
SON KOLEKSIYONCU
Atlas ceketinin içine sakladığı Kayıp Ada’yı çıkarttı. “Adını bilmiyorum.”
Ela engel olamadığı bir heyecanla elini uzatıp kahverengi cilde dokundu. “Resmi dışında, aynısı.”
Siro cesaretini iyice toplayıp yanlarına yaklaştı. Atlas’a, “Kitap dendiğini ablam anladı.” diye açıkladı.
Ela, kardeşinin yaranmaya çalıştığını düşündü. Yaptığı affedilir gibi değildi. “İçinde yazıyordu.” diye ağzında geveledi.
Atlas hafifçe gülümsedi.
Ela ocağa gidip sakladığı kitabı geri çıkarttı. Önemli bir sırrı paylaşmanın verdiği tedirginlikle ve aynı zamanda güvenle birbirlerine baktılar.
Tilyum lambasının soluk ışığında kâğıtları çevirdiler. İlk başlardaki satırlardan birkaçını karşılaştırdılar; içlerinde yazanlar da birbirinden farklıydı.
Atlas, kitapları karşılaştırmaktan vazgeçip bir yer seçti ve okumaya koyuldu. Mürettebatı bir grup çocuk olan yelkenlide yaşananlar anlatılıyordu. Daha önce okuduklarından birini seçmişti. Böylelikle defalarca duraklamadan ilerleyebilecekti.
“Yelkenliyle yola çıktıktan kısa bir süre sonra, rüzgâr ummadıkları kadar kuvvetlendi, kıyı görünmez oldu. Çok geçmeden fırtınayla ve korkunç dalgalarla boğuşmaya başladılar. Ne yöne savrulduklarını kestiremiyorlardı. Ellerindeki pusula bile yönünü şaşırmış gibi çılgınca dönüyordu. Sonunda, kendilerini denizin insafına bıraktılar. Tehlikelerle dolu bir yolculuğun ve yirmi bir gün batımının sonunda, bir kara parçasının açıklarındaydılar. Yelkenlileri hasar görmüştü. Aslında hayatta kalmayı başarmaları bile mucizeydi. Yelkenliyi onarana dek adaya çıkıp orada yaşayacaklardı. Başka seçenekleri yoktu.”
Siro sabırsızca atıldı. “Onarabildiler mi?” Ablası okurken de aynısını yapıyordu. Ya anlamadığı yerleri soruyor ya da sonra neler olduğunu hemen öğrenmek istiyordu.
Atlas, Siro’ya anlayışla bakıp okumaya devam etti.
“Bir yandan adadaki yaşama uyum sağlamaya, diğer yandan onarım için malzeme bulmaya çalıştılar. Bir süre sonra adanın sandıkları gibi ıssız olmadığını anladılar; orada başka biri daha yaşıyordu. Bir adam… Ve adaya düşen çocukların geleceğini değiştirecek büyük bir sır saklıyordu.”
Siro, “Ne sırrı?” diye araya girdi. Kendisi sır saklamak konusunda beceriksizdi. Atlas’ın da sırrın ne olduğunu hemen söyleyeceğini umdu ama Atlas bilmediğini göstermek için başını salladı. O ana dek okuduğu yerlerde yazmıyordu.
Atlas, cildi kapattığında Siro kapağın üstüne parmağını bastırdı. “İçinde yazan bu mu?” diye sordu. Yelkenliyi kastediyordu. Altın yaldızlı resim, lambanın solgun ışında hafifçe parıldıyordu.
Atlas onaylarcasına başını salladı.
Ela, Atlas okurken kimi kelimeleri dudaklarını kımıldatarak tekrar etmişti.
“Daha önce duymadığım ne çok kelime var.”
Atlas, “Benim de…” diye itiraf etti.
“Sence başka var mı yoksa sadece bu ikisi mi?”
Atlas da, Ela gibi kim bilir kaç kez aynı soruyu kendine sormuştu. “Umarım vardır.” Ardından, “Artık gideyim.” diye ekledi. “Gelecek defa da onu okuruz.” Ela’nın kucağında duran kitabı işaret etti.
Ancak gelecek defanın ne zaman olacağını bilmiyorlardı.
***E48, Atlas o ilk soruyu sorduğundan beri çocuğu izliyordu. Farklı olduğunu ve kontrol altında tutulması gerektiğini hemen anlamıştı. Ancak düşüncesini diğer antropoitlere söylememişti. Hiçbirinin bu durumdan yararlanıp takdir görmesine izin veremezdi. Çocuğu sessizce izlemeyi uygun bulmuştu. Büyüdüğünü, tembihlerini dinleyip soru sormaktan vazgeçtiğini görmüştü. Ne antropoitlerle ne de insanlarla mecbur kalmadıkça konuşmadığı için artık tehlikeli de değildi.
Ancak son günlerde onda bir tedirginlik fark etmişti; denizden gelen o nesneyi bulduğundan beri. O eve gitmesinin nedeni de buydu. Şimdi artık üç çocuğu da gizlice gözlem altında tutarak bekleyecekti. Zamanı geldiğinde ise harekete geçecekti.
E48 kafasında bunları planlarken bir yandan da Atlas çıkana dek evin kapısından gözünü ayırmadı. O gece, ne Atlas’ın evinin çevresinde ne de buğday tarlalarının sınırında devriye gezen muhbir vardı. Hepsini engellemişti. Aslında bu davranışıyla kendini tehlikeye attığının farkındaydı. Kontrol görevlisi değil, Disiplin’deki eğitmenlerden biriydi. Onun işi eğitmekti, devriye gezmek değil. Ama tehlikeyi umursamıyordu, çünkü sonunda karşılığını alacaktı. Kendisi için talep edeceği tek şey ise numarasından kurtulmak olacaktı. Gerçek bir adla çağrılmak istiyordu ve adını seçmişti.
***Atlas, tarlaları geride bırakırken adaya düşen çocuklarla ortak bir yanı olduğunu fark etti. Atlas’ın da hayatı değişiyordu. Kendisini nasıl günlerin beklediğini bilmiyordu. Ama artık hiçbir şey gözüne eskisi gibi görünmüyordu. Aklına takılan sorular yeni soruları beraberinde getiriyordu. Başka kitaplar var mıydı? Varsa onları kim bulmuştu? Yoksa sadece iki tane miydi? Tüm Birim’de sadece iki tane! Ya kitapları denize kim bırakmıştı?
Kıyısında öğle paydosunu geçirdiği maviliğe artık farklı gözle bakıyordu. Yelkenlerinin rüzgârla şiştiği bir teknede olduğunu hayal etti. Aynı Kayıp Ada’da yazdığı gibi… Elindeki kitap, ne muhbirlerin üretildiği fabrikalardan ne de gün boyunca onlarcasıyla karşılaştığı antropoitlerden söz ediyordu. Hiçbiri yoktu! En azından okuduğu yerlerde yoktu! Başka şeyler vardı, içini heyecanla dolduran güzel şeyler…
Evine yaklaşırken, Birim’deki her çocuğun belli bir yaşa gelene dek bakıldığı ve eğitim aldığı Disiplin’in önünden geçti. Artık sadece ayda bir kez geliyordu buraya. Eğitimini tamamlamış diğer çocuklarla birlikte, öğrendiklerini tekrar etmeye… Unutmalarına izin verilmezdi. Sanki bu mümkünmüş gibi…
Disiplin, Birim’de muhbirlerin kol gezmediği tek yerdi. Antropoitler tarafından denetlenirdi. Yaşadıkları tek katlı, birbirine tıpatıp benzeyen yapılardan farklıydı. İç içe geçen labirent gibi salonları ve odalarıyla oldukça büyüktü. Yüksek cam tavanları farklı yönlere doğru eğimliydi. Hâlâ kapısından girer girmez, nedenini anlayamadığı tuhaf bir ürkeklik sarardı içini. Sonra eğitim sırasında, oturduğu yerden başını kaldırıp gökyüzüne kaçamak bakışlar atınca ürkekliği geçerdi. Ancak bu da çok kısa sürerdi. Eğitmenin sesiyle anlatılanlara odaklanırdı. Birim’i iyi tanı, yapacağın işleri öğren, muhbirlerin dikkatini çekecek davranışlardan sakın, diye içinden sıraladı. Bilmesi gereken şeylerin temeli bundan ibaretti.
Birim’i gecenin karanlığında hareket edecek kadar iyi tanırdı. Koordinatları şaşırmazdı. Fabrikadaki işini hızlı ve hatasız yapar, kardeşlerine göz kulak olurdu. Dikkat çekecek davranışlardan sakınırdı. Şaşırtıcıydı ama o gece hiçbir muhbirle karşılaşmamıştı. Yaptığı her şey aldığı eğitime uygundu. Oysa bilmesi gerekenin bundan ibaret olmadığının artık bilincindeydi. İki kitapta yazılanları da merak ediyordu. Hatta başkaları varsa, onları da okumak istiyordu.
Eve döndüğünde kardeşleri derin bir uykudaydı. Gözleri yorgunluktan kapanırken, Ela ve Siro’yla nasıl görüşeceğini düşündü. Evlerine tekrar gitmesi dikkat çeker miydi? Her zaman o günkü gibi şanslı olmayabilirdi.
Kaçaklarla Karşılaşma
Alba kitabı bez torbasındaki birkaç parça eşyanın altına koymuştu. Ugo’nun kendisine ne kadar kızgın olduğunu tahmin edebiliyordu. Ama kitabı handa bırakamazdı.
Yoldan uzak durarak, tek tük ağaçların arasından kuzeye doğru ilerliyordu. Tüccarlardan birini durdurmaya cesaret edememişti. Çünkü tilyum taşıyan araçların, muhbirlerin ve antropoitlerin sayısının gittikçe arttığını fark etmişti. Yüzlerine çakılı sert ifadeleriyle uzaktan bile ürkütücü görünüyorlardı. Torbasındaki yükle, aralarından biriyle burun buruna gelmesi başının büyük derde girmesine neden olurdu. Bu yüzden en güvenlisi kimseye görünmeden yürümekti.
Yürürken evlere rastlamıştı; hepsi muhtemelen tüccarlara aitti. Yol üstünde hanlar olduğunu da tahmin ediyordu ama ancak ağaç altında geceleyebilirdi.
Karanlık çökmeden, gördüğü en büyük ağacın altına yerleşti. Handan ayrılmadan çantasına attığı birkaç dilim ekmekle suyun kalanını çıkardı. Ekmekler taş gibi olmuştu. Neredeyse kemirerek yedi. Çok geçmeden de uyuyakaldı.
Neden sonra başında birinin dikildiğini hissedince korkuyla gözlerini açtı. Hemen torbasını kucakladı.
Kadın orta boyluydu, siyah saçlarını ensesinde toplamıştı. Sırtına geçirdiği, saçlarıyla aynı renkteki üstlüğün içinde sanki olduğundan da zayıftı. “Muhbirlere yakalanmak için iyi bir yer seçmişsin!” dedi. Bir yandan kalkmasını işaret ederken, “Yıkıntılardan mı geliyorsun?” diye sordu.
Alba başıyla onayladı.
“Oradaki zavallıları umursamazlar, çünkü tehdit olarak görmezler. Oysa kuzeye doğru gittikçe kontroller artar. Burada kolayca yakalanırsın. Beni izle!”
Bu sırada Alba, kadını ikiletmeden ayağa kalkmıştı.
“Korunaklı yerimiz var. Geldiğini gördük ama geceyi burada geçireceğini düşünmedik, soluklanıp gideceğini sandık. Yoksa daha önce yanına gelirdim.”
Alba, “Siz de mi yıkıntılardan geliyorsunuz?” diye sordu. Kaç kişi olduklarını merak etmişti.
Kadın ağzını bir tarafa doğru yamultarak güldü. “Antropoit ya da tüccar değilsen, geldiğin yer yıkıntılar olur. Biz ne insansıyız ne de itaatkârız.”
Alba, kadının peşi sıra sesini çıkartmadan yürüdü; tüm dikkatini söylediklerine verdi.
“Antropoitlere hizmet etmediğimiz için zor şartlarda hayatta kalmak için çabalıyoruz. Durumumuz, yıkıntıların arasında yaşayanlardan farklı değilmiş gibi görünebilir. Ama orayı terk edeli uzun zaman oldu, çünkü çaresizce beklemeyi seçmedik. Kaçak olarak yaşamayı tercih ettik.” Önlerine çıkan yoldan aşağıya doğru inerken sustu. Kayıp düşmemek için dikkatini adımlarına vermişti. Alba da aynısını yaptı.
Yolun yeniden düzleşip ardından yukarı doğru eğim kazandığı kısmını da aşınca, karşılarına dikenli çalılardan bir duvar çıktı. Kadın, “Bu taraftan.” dedi ve çalıların arasındaki daracık bir açıklıktan geçtiler. Alba, çizilmesin diye yüzünü koluyla örtmüştü. Kolunu indirince oldukça büyük bir ağaçla karşılaştı. Sık ve ince yapraklı dalları bombe oluşturarak yere kadar uzanıyordu. O bombe sayesinde gövdesinin çevresinde oldukça geniş bir boşluk kalıyordu. Saklanmak için uygundu.
Kızın bu ağaçları ilk kez gördüğünü tahmin eden kadın, “Salkım söğüt.” dedi. “Birkaçı yan yana; kim bilir belki de yeryüzünde başka yoktur. Bir süreliğine burada konaklıyoruz.”
Alba dudaklarını oynatarak, “Salkım söğüt.” diye tekrarladı. Bu adın, altında durduğu ağaca çok yakıştığını düşündü.
Gövdenin çevresinde yerde oturanlar, onları görünce başlarıyla selamladılar. Alba da aynısını yaptı. Hiçbiri tanışmaya kalkmayınca sesini çıkartmadı. Yere oturup bağdaş kurdu. Bez torbasını kucağından ayırmıyordu.
Kadın diğerlerinden her şeyin yolunda olduğunu öğrendi; yakınlarından hiç muhbir geçmemişti. Alba’nın karşısına oturdu. “Uyanık olmalıyız.” diye açıkladı. Hemen ardından, kızın hazırlıklı olmadığı bir şey söyledi. “Demek kuzeye gidiyorsun.”
Alba tam, ne tarafa gittiğini nasıl anladığını soracaktı ki kadın devam etti. “Yıkıntılardan yola çıktığına göre, gidebileceğin tek yer orası. Madenlerin bu tarafta olmadığını herkes bilir. Zaten madenlere gidilmez, oradan kaçılır.”
“Ailemin yaptığı gibi.” Alba fısıldarcasına konuşmuştu. Anne ve babasından söz etmek, ona ne kadar yalnız olduğunu hatırlatıyordu.
Kadın, Alba’yı duymamışçasına devam etti. “Seni tehlikeli bir yolculuğun beklediğini biliyor olmalısın. Buralar tilyum yüklü araçlarla dolu olduğundan yollar sıkı kontrol edilir.”
Alba bakışlarını torbasının üzerindeki ellerine dikti. “Tahmin ediyorum. Ama babam kuzeye gitmemi söylemişti. Nedenini bilmiyorum, ne kadar kuzeye gitmem gerektiğini de…”
Kadın anlayışla başını salladı. Ardından ağzını yine bir tarafa yamultarak gülümsedi. “Yıkıntılardakiler gibi konuşmuyorsun. Hem orayı böyle bir başına terk ettiğine göre, bir bildiğin olmalı. Kitaplardan söz edildiğini mi duydun?”
Alba’nın içini aniden bir ürperti sardı. Kadın, kitaplar, derken ne kadar rahattı. Yoksa bez torbasında ne olduğunu anlayan bir antropoit miydi? Onları insanlardan ayırt etmek neredeyse imkânsızdı. Hem ayırt edebilmesi için daha önce defalarca antropoitlerle karşılaşması gerekirdi. Kadının peşine takılmakla hata etmişti!
Kadın aklından geçenleri anlamışçasına, “Korkma!” diye devam etti. “Dedim ya, insansı değiliz. Hem onlar birini yakalamak isterlerse önce sohbet etmeye, ağzından laf almaya gerek duymazlar. Muhbirlerin kaydettikleriyle yetinirler.”
Bunun üzerine Alba sakinleşti. “Siz kitaplarla ilgili ne biliyorsunuz?” diye sordu.
“İçinde tüm bilinmeyenleri, gerçekleri ve güzellikleri sakladıklarını biliyorum. Hiç görmediğimiz yerleri, ağaçları, hayvanları, tüm renkleri; duymadığımız sesleri; tatmadığımız lezzetleri; başımızı döndürecek kokuları sakladıklarını da… Yazıları muhafaza ettiklerini… Aynı zamanda geçmişin muhafızlığını yaptıklarını biliyorum; unutulan geçmişin… Bu sözleri Koleksiyoncu’nun kendi ağzından duydum.”
Alba gözlerini heyecanla açtı. “Koleksiyoncu’yla mı tanıştınız?”
“Sadece ben değil, burada gördüklerinin bir kısmı da onunla tanıştı. Ama Koleksiyoncu aramızda uzun süre kalmadı. Zaten hep yolculuk ediyordu.”
“Peki nereye gitti?”
Kadın bilmediğini gösterircesine başını salladı.
Alba, “Hiç kitap okudunuz mu?” diye sordu.
Kadın yine “hayır” anlamında başını salladı. “Ne okudum ne de gördüm. Koleksiyoncu toplayacak kitap kalmadığını anladıktan sonra, birini bile yanında taşımanın çok tehlikeli olacağını düşünmüş. Aslında kendini tehlikeye atmaktan korkmuyordu, kitapların varlığı keşfedilirse olacaklardan korkuyordu. Nerede durduklarını ondan başka kimsenin bilmediğini de söylemişti.”
Alba içindekini korumak istercesine torbasını büzen ipleri hafifçe sıktı.
Kadın, Alba’nın hareketini fark etmemişti. Etse bile, o bez torbanın içinde bir kitap olduğunu aklından geçiremezdi. “Bize gelince, Koleksiyoncu’nun anlattıklarını aramıza katılanlara aktarıyoruz.” dedi. “Bu düzenin nasıl kurulduğunu, daha önce dünyanın nasıl bir yer olduğunu da…”
Alba, “Bana da anlatır mısınız?” diye sordu. Kadının söyleyeceklerini merak ediyordu, bildiğinden fazlasını duymayı umuyordu.
Kadın sanki o zamanları yaşamıştı. “Her şey insanların yanlarından ayırmadıkları küçük boyutlardaki cihazlarla başladı. Hızla onlara bağımlı hâle geldiler; kitaplardan uzaklaşmaya başladılar. Antropoitlerin hayatlarına girmesi ise vurucu darbenin başlangıcıydı. İnsanların beyin dalgaları ölçüldü, düşünceleri yönlendirildi. Zamanla hayal bile kuramaz oldular. Çok geçmeden de bağımsız düşünemeyen bireylere dönüştüler. Yapay zekâ nasıl isterse insanlar öyle davranırken, antropoitler insanların yerini aldı. İnsanların yerine fikir ürettiler. Bu durumu öngörenleri dinleyen olmadı. Yapay zekânın karşısındaki tek engel, gittikçe unutulmaya yüz tutmuş kitaplardı. Ancak unutulmaları yetmezdi, tamamen yok edilmeliydiler. Çünkü bir gün, kitaplardan birinde yazılı tek bir düşünce, tek bir hayal, bütün yönlendirmelerini sarsabilirdi. Böylece muhbirler ve antropoitler her birini kaydedip toplamaya başladı. Dünyadaki baskın güç insanken, yerini yapay zekâ aldı. Kendini üstün varlık olarak görmesi ise çok sürmedi. İnsanları aşağılayıp sadece en ağır işlerde çalıştırmaya başladı.”
Kadın sustuğunda, Alba midesinin bulandığını hissetti. Cılız bir sesle, “Anlatmak yetecek mi?” diye sordu.
Kadın yetmeyeceğini biliyordu. Ancak elinden şimdilik daha fazlası gelmiyordu. Avunurcasına, “Senin burada olman, Koleksiyoncu’nun yıkıntılardan geçtiğini ve tahminimizden fazla olduğumuzu gösterir.” dedi.
Конец ознакомительного фрагмента.
Текст предоставлен ООО «Литрес».
Прочитайте эту книгу целиком, купив полную легальную версию на Литрес.
Безопасно оплатить книгу можно банковской картой Visa, MasterCard, Maestro, со счета мобильного телефона, с платежного терминала, в салоне МТС или Связной, через PayPal, WebMoney, Яндекс.Деньги, QIWI Кошелек, бонусными картами или другим удобным Вам способом.