
Полная версия
SON KOLEKSIYONCU

“Denizin üstünde batmakta olan güneş, sanki karşısına çıkan her şeyi kızıla boyamak istiyordu. Dalgaların köpüğünü, bulutların beyazını, yelkenlerin tüm kıvrımlarını… Yalnızca yelkenlidekiler değil, uçan kuşlar bile bu eşsiz manzarayla büyülenmişti. Güneş ise izleyiciler gösterinin tadını çıkarabilsinler diye, işini ağırdan alıyordu. Çok geçmeden, tekne o yakıcı parlaklığa doğru yelken açtı…”
Atlas ani bir hareketle cildi kapattı. Kahverengi cilde kazınmış resmin üstünde parmaklarını gezdirdi. Altın yaldızları yer yer dökülmüş olsa da resmin detayları anlaşılıyordu. Dalgalı denizin üstündeki bir taşıt yukarı doğru kalkmış burnuyla ve upuzun direkleriyle dalgalara meydan okuyordu. Çok güzeldi. Atlas daha önce hiç görmediği, adını o anda öğrendiği yelkenlinin içinde olmak istedi.
Aniden hızla ve ardında iz bırakmayacak şekilde her şeyi toplayıp ceketine sardı. İçini tanımlayamadığı bir heyecan kaplamıştı. Bu şeyi kaydettirmeye niyeti yoktu. Onu muhbirlerden ve antropoitlerden saklayacaktı. Hatta kardeşlerinden de… Kutudan geriye kalanı ise eve döner dönmez ocağa atacaktı.
***Ugo aniden uyandı. Hanın sessizliğe bürünmesini beklerken yorgunluğuna yenik düşmüş, mutfak masasında uyuyakalmıştı. İlk aklına gelen gömleğinin içine sıkıştırdığı nesne oldu. Bakmanın tam zamanıydı. Kahverengi kapağın üstünde bir resim vardı. Altın yaldızla çizilmişti. Annesinin fark etmemesini umarak, aynı anda iki lambayı birden yaktı. Tilyum madeninin ışığı etrafı aydınlattı. Bu gizemli nesneyi incelemeye koyuldu. Takas eden her kimse, belli ki kutunun içinde ne olduğundan habersizdi. Yoksa elinden çıkarmazdı.
Kapağı kaldırıp ilk kâğıttaki yazıyı okudu: Saklı Şehrin İzinde
Kâğıdın kalanı boştu. Rastgele bir yerinden açıp diğer yazılara baktı. Babası, daha küçükken okuma yazmayı öğretmişti ona. “Hanın işlerini takip etmen için şart!” demişti. Ama o kâğıtlarda yazılanlar, hanın ihtiyaç listesinden çok başkaydı. Dudaklarını hafifçe kıpırdatarak güçlükle okumaya başladı. Daha önce duymadığı için kimi kelimelerin anlamını bilmiyordu. Ancak arka arkaya gelip birbirlerini tamamladıklarını anlayabiliyordu. Kalbi yerinden çıkacakmış gibi çarpıyordu. Heyecanının nedeni anne babasına yakalanma korkusu da olabilirdi, elinde tuttuğu bu acayip nesne de…
***Ela’nın gözüne uyku girmiyordu. Sessizce kalkıp Siro’nun bulduğu şey koyduğu yerde mi diye baktı. Dolabın içindeki birkaç parça giysinin altında duruyordu işte! Aklına saklayacak başka yer gelmemişti. Bir ara paniğe kapılmış, iyice sarıp mutfak penceresinin hemen dışına gömmeyi düşünmüştü. Ama içinde yazılanları öylesine merak ediyordu ki gömerse okuyamazdı. Birim’de daha önce böyle bir şey ne görülmüş ne de duyulmuştu. Kendi kendine mırıldandı. “Bir adı olmalı, her şeyin adı olur.” Kendisinin, kardeşinin, Birim’deki diğer çocukların, kullandıkları eşyaların, topladıkları ürünlerin adı vardı. Antropoitlerin adları sadece harflerden değil, numaralardan da oluşurdu ama yine de vardı.
Uygun bir ad bulmasına yardımcı olur umuduyla gözlerini kahverengi cilde dikti. Bir grup çocuk resmedilmişti. Altın yaldızdan çizgiler hafifçe parlıyordu. Çocuklar dimdik durmuş, yere kadar uzanan bir pencereden dışarı bakıyorlardı.
Ellerinde Ela’nın tuttuğu nesneyi tutuyorlardı. Güneş var gücüyle ışıldıyor, pencereden içeri doluyordu. Duvarlar da boydan boya yine o nesnenin yüzlercesiyle, belki de binlercesiyle kaplıydı.
Ela cildi kaldırdı, ilk kâğıttaki yazıyı mırıldanarak okudu: Yeni Dünyanın Muhafızları
Adı bu muydu? Emin olamadı. Kâğıtları çevirmeye koyuldu. Kapaktaki resmin aynısını, bu defa siyah beyaz çizgilerle görünce durdu. Parmaklarını yan kâğıttaki kelimelerin üzerinde kaydırdı. Bulmuştu! Ayın pencereden süzülen soluk ışığında mırıldandı: Kitap! Uygundu. Daha önce hiç görmediği bir şeye karşılık, hiç duymadığı bir kelime…

Alba
Alba henüz gün ışımadan uyandı. Yıkıntıların arasında sabahlamaktan perişan hâldeydi. Üstü başı kir içindeydi. Gümüş rengine çalan saçları tozdan koyu griye dönmüştü. Kızdaki parıldayan tek şey kocaman siyah gözleriydi.
Yıkıntıları ardında bıraktı. Çevreye uyum sağlamak istercesine rengini kaybetmiş ağaçların arasındaki yola yürüdü. Tüccarların oradan geçtiklerini duymuştu ve kuzeye giden bir tüccarın kamyonetinde yer bulmayı umuyordu.
Madenlerden yükledikleri tilyumu taşıyan tüccarlar, yolcuların yüzüne bile bakmazlardı. Kazançları iyiydi, yolcuların verecekleri kuruşlara ihtiyaçları yoktu. Çoğu zaman muhbirlerin eşlik ettiği o araçlara zaten yolcular da yaklaşmaya cesaret edemezlerdi. Diğer yandan, günü kurtarmaya bakan ufak çaplı tüccarlar da vardı. İşte Alba onları kolluyordu. Hoş, cebindeki birkaç kuruş karşılığında ne kadar yol gidebileceğine dair bir fikri yoktu ama yine de şansını deneyecekti.
Gerçi dara düştüklerinde, tüccarların takasla bile yolcu taşıdıklarını duymuştu. Takas edecek neyim var ki, diye düşündü. Elbette birkaç parça eşyasını koyduğu bez torbasını kimse önemsemezdi. O eski giysilerin yüzüne bakacak değillerdi. Değerli neyi vardı? Eli ister istemez boynundaki, annesinden kalma madalyona gitti. Annesinin Alba’ya verdiği iki şeyden biriydi o madalyon. Diğeri ise adıydı; Alba annesiyle aynı adı taşıyordu. Parmaklarını madalyonun yüzeyindeki kabartmanın üzerinde gezdirdi: yüzleri birbirine dönük hâlde iç içe geçen iki yeni ay… Hayır, madalyonu takas edemezdi; kendisini annesiyle babasına bağlayan tek şey oydu.
Kaybettiği anne babasını düşününce gözleri doldu. Bir zamanlar maden işçisiyken, doğacak bebeklerinden ayrılmamak için madenlerden kaçmışlardı.
Bebekler doğar doğmaz ebeveyninin elinden alınıp antropoitlerce büyütülüyordu. Madende çalışan gözü yaşlı çiftler, bebeklerinin daha iyi bir geleceğe sahip olacaklarını düşünüp avunurlardı. Nereye götürüldüklerini bile bilmeden… Kaderlerine razı olmayanlar ise Alba’nın annesiyle babası gibi çareyi kaçmakta bulur, yıkıntıların arasında hayatta kalmaya çalışırlardı. Antropoitler, kaçanların yıkıntılardaki yaşam şartlarına uzun süre dayanamayacaklarını bildiklerinden onları kendi hâllerine bırakırlardı. Nasılsa eninde sonunda hastalıklar yakalarına yapışırdı.
Sonunda, Alba’nın annesiyle babası da korkunç şartlarla baş edememişlerdi. Babası bu dünyadan göçüp gitmeden önce, Alba’nın elini iki avcunun arasına almış, gözlerinin içine bakmıştı. Varla yok arası bir sesle kuzeye gitmesini söylemişti.
“Bana söz ver.” demişti. “Kuzeye gideceğine dair söz ver.”
Alba, babasını yormamak için soru sormamıştı. Ne kadar kuzeye gidecekti? Orada ne vardı? Dilinin ucuna gelen soruları kendine saklamıştı. Başını sallayıp, “Söz…” diye mırıldanmakla yetinmişti. Bu acı dolu anıyla gözyaşlarına boğulmak üzereyken ileride bir hareketlenme olduğunu fark edip hızla o tarafa koştu.
Suratsız tüccar burun kıvırsa da kızın uzattığı iki kuruşu cebine attı. Konuşmaya tenezzül etmeden, başıyla eski püskü kamyonetin kasasını işaret etti.
Alba hırdavatla dolu kasaya oturunca derin bir nefes aldı. On altı yaşında olduğu hâlde, ufak tefek yapısıyla yığınların arasında kaybolmuştu. Kamyonetin kasasında, kendisi gibi kir pas içinde birkaç yolcu daha vardı. Kız onların yüzlerine baktı. Nereye gidiyorlardı? Gittikleri yerde ne bulmayı umuyorlardı? Ya Alba ne umuyordu?
Saatler sonra, kamyonetin sarsılarak durmasıyla uyandı. Nerede olduğunu anlaması birkaç saniyesini aldı. O rahatsız kasanın içinde nasıl uyuyakaldığına şaştı. Tüccarın sesi duyuldu; tükürürcesine, “Buraya kadar!” diye bildirdi.
Yolculardan en yaşlı olanı, “Dağ başında mı bırakıyorsun bizi?” diye itiraz etti.
Oysa tüccarın umurunda bile değildi. “Dağ başı değil, yol ortası! Yol üstünde han var.”
Alba diğerlerinden önce kamyonetten atladı. Gerçekten de yol ortasıydı. Tüccar yola devam edecekmiş gibi görünmüyordu. Kız kamyonetin bozulduğunu tahmin etti. Karanlık çökmeden hanı bulmak için yürümeye koyuldu. Oyalanmaya gelmezdi. Çok geçmeden, itiraz eden yolcular ve tüccar arkasında kalmıştı.
Yol üstüne park etmiş kamyonet olmasaydı, karanlığa gömülmüş olan hanı fark etmeyecekti. Temkinli adımlarla bakımsız yapıya yaklaştı. Öylesine sessizdi ki, bir an terk edilmiş olduğunu sandı. Ancak, kapıdan içeri girer girmez yanan sobayı görünce rahatladı.

Sobanın ateşini canlandıran on iki, on üç yaşlarındaki çocuk kapıya ilgisizce baktı. Saçları ve gözleri, içerisinin loşluğunda kopkoyu görünüyordu. Üstüne küçük gelen giysileri onu olduğundan daha uzun gösteriyordu.
Alba, “Boş odanız var mı?” diye sordu. Çocuk ateşi karıştırdığı demir sopayı dipteki tezgâha doğru uzattı. Alba tezgâha doğru yürürken, çocuğun meraklı bakışlarını sırtında hissediyordu.
Tezgâhın ardındaki adam, çocuğun yirmi yıl sonraki hâli gibiydi. Alba adamın, onun babası olduğunu tahmin etti. Yüzünde kederli bir gülümsemeyle bakıyordu. Demir bir halkaya bağlı anahtarı Alba’ya uzatırken, “En güzel odamız.” dedi.
Alba cebinde kalan son birkaç kuruşu da çıkartıp tezgâha bıraktı. Yetmeyeceğini biliyordu ama yine de şansını denemek istemişti. Diğer eli ister istemez boynundaki madalyona gitmiş, korumaya çalışırcasına madalyonu kapatmıştı.
“En güzel odaya gerek yok.”
Adam, kızın hareketini fark ettiğini belli etmedi. Ugo’dan birkaç yaş büyük olmalıydı. Boğazının düğümlendiğini hissetti. Bir anda yıllar öncesine, artık başkasınınmış gibi görünen bir hayata geri dönmüştü. Şimdi o da neredeyse bu yaşlardadır, diye düşündü. Ardından, “Ugo.” diye seslendi. “Misafirimize odasını göster.”
Ugo üst katın merdivenlerini çıkınca karşıdaki kapıyı işaret etti. Tam aşağı inmek üzereydi ki durup, “Yemek servisi bitti.” dedi. “Ama mutfağa inersen çorba var. Kızarmış ekmek de…” Hanın kapısından tüccarlardan başka kimse girmez, üstelik çoğu da kaba saba olurdu. Ugo soru sormazlarsa hiçbiriyle konuşmazdı. Oysa bu kıza karşı elinden geldiğince konuksever olmak istiyordu. Neredeyse akranı sayılacak biriyle en son ne zaman karşılaştığını düşündü.
Kız hafifçe gülümseyerek onayladı. “Adım Alba.”
“Ugo.”
“Az önce duydum.”
Ugo başka bir şey söylemeden gerisin geriye basamakları indi.
***Alba çorbanın hayatı boyunca midesine inen en lezzetli şey olduğunu düşündü. Ugo’nun annesi yemek servisi bittiği hâlde çorba ısıtıp ekmek kızartmaktan hoşnut olmasa da sesini çıkartmamıştı. Kızın hâli ona da dokunmuş olmalıydı. Çünkü Ugo, annesinin Alba’ya şefkatle baktığına emindi, hatta sanki gözleri dolmuştu. Kadıncağız hanın diğer işlerini görmek için mutfaktan çıkınca bir süre sadece kaşığın kâseye çarpma sesi duyuldu.
Ugo sonunda merakına yenik düşüp, “Nereden geliyorsun?” diye sordu. Doğduğundan beri neredeyse handan başka bir yer görmemişti. Sadece birkaç kez, babasının tüccarlara ve hancılara özgü o izin kâğıdı sayesinde, hanın ihtiyaçlarını karşılamaya gitmişti. Bir tek yakın çevrenin neye benzediğini bilirdi.
“Yıkıntılardan. Nerede olduğunu biliyor musun?”
Ugo “hayır” anlamında başını salladı.
“Buranın güneyinde, çok uzak sayılmaz.”
“Nasıl bir yer?”
Alba’nın korkunç demeye dili varmadı.
“Yaşam şartları ağır bir yer. Çok eski bir şehrin yıkıntıları arasında hayatta kalmaya çalışıyor oradakiler.” “Oradakiler” derken boğazı düğümlendi. Çünkü o sabaha kadar kendisi de onlardan biriydi. Sırf çocuğun, ailesiyle ilgili bir soru sormasından çekindiği için, “Şehir ne demek biliyor musun?” diye ekledi.
Ugo “evet” dercesine başını salladı.
Alba inanmaz gözlerle baktı. “Nereden duydun?”
Ugo alınmıştı. “Duymadım.” Başını dikleştirdi. “Okudum.”
Alba’nın elindeki kaşık gürültüyle kâsenin içine düştü. Bir şey yok olduğunda, ona karşılık gelen kelime de zamanla kullanılmamaktan unutulup giderdi. “Şehir” de o kelimelerden biriydi. Alba, annesiyle babasından duymuştu. İkisi de yıkıntılarda yaşayanlara göre oldukça zengin bir dil kullanırdı. Ancak yazılı olması imkânsızdı! Sadece…
“Okudun mu? Nerede?”
Alba gözlerini o kadar çok açmıştı ki Ugo ürktü. Bulduğu şeyi kıza gösterip göstermemekte kararsız kaldı. Sonunda karşısındakini daha da şaşırtma isteği ağır bastı. Hem bu sayede kızın saygısını bile kazanabilirdi. Konuşmasından Ugo’yu küçümsediği anlaşılıyordu. Sobanın arkasındaki ıvır zıvırın en altına sakladığı nesneyi çıkarttı. Annesinin temizlik bezlerinden birine sarmıştı. Bezi açıp nesneyi masaya koyduğunda, kızın benzinin attığını gördü.
Alba ne olduğunu anlamıştı. Titreyen ellerini uzatıp eski cilde dokundu. Üzerinde, yaprakların sarıp sarmaladığı çok katlı binaların resmi vardı. Binalar dev boyutlardaki, dikdörtgen ağaçlar gibiydi… Birbirlerine yakın çizilmişlerdi. Çizgilerin üstündeki yaldızlar yer yer dökülmüş olsa da resmin bir şehre ait olduğu anlaşılıyordu. Yıkıntıların bir zamanlar bu resme benzeyip benzemediğini düşündü. Bitkilerle iç içe, ışıltılı bir yer miydi? Cildi açtığında Saklı Şehrin İzinde yazdığını gördü. Kızın gözleri doldu. Ugo yaratmak istediği etkinin bu olmadığını düşündü.

Sonraki dakikalar, Ugo’nun mutfağa doğru ayak sesi gelip gelmediğine kulak kesilmesiyle geçti. Bu sırada Alba, kâğıtları insanı çileden çıkartan bir ağırlıkla çevirdi.
Sonra, yalnızca dudaklarını kıpırdatarak, gözüne çarpan bir yeri okudu.
“Büyük yapraklı sarmaşıklarla sarılı camdan binalar, dikey ormanları hatırlatıyordu. Gündüzleri güneş ışınlarının rengârenk oyunlar oynadığı pencerelerden, gece çöktüğünde kristal ışıklar süzülürdü. Uzun sofralarda, gümüş tepsilerde sunulurdu yemekler. İştah açıcı kokuları, karnı tok bir insanı bile cezbederdi. Piyanolardan, arplardan yükselen notalara kimi zaman kahkahalar karışırdı. O evlerde yaşayanların hepsi seçkindi! Dünyanın en güzel köşesi onlara ayrılmıştı…”
Neden sonra, bir rüyadan uyanırmışçasına Ugo’ya, “Nerede buldun?” diye sordu Alba. Gözlerinin parıltısı, mutfağı tilyum lambalarından daha çok aydınlatıyordu.
Ugo kısaca anlattı.
“Ne olduğunu biliyor musun?”
Ugo, “Yazılı kâğıtlar…” diye söze girmişken kız sözünü kesti.
“Yazıların muhafızı! Aslında adı kitap! Rivayet olduğunu düşündüğüm çok oldu. Bir tür şehir efsanesi! Oysa şimdi elimde tutuyorum.” Kederle gülümsedi. “Annemle babam ve onların birkaç arkadaşı, kitaplardan ve kitap koleksiyoncularından söz ederlerdi, özellikle birinden. Kitapları toplayıp saklayan gizemli insanlardan!” Alba karanlık hayatlarını, bir umudun ışığıyla aydınlatmak için aynı sözleri tekrar ettiklerini düşünmüştü hep. “Karartmadan önce bunlardan milyonlarca varmış. Sonra bir bir yok olmuşlar. Geriye sadece kitap koleksiyoncularının topladıkları kalmış. Aslında nerede oldukları bilinmiyor, gerçekten var olup olmadıkları da.”
Ugo sessizce dinlemekle yetiniyordu. Alba acayip şeyler anlatıyordu. Başka bir zaman olsa, deli olduğuna inanırdı. Ancak bulduğu şey de kızın anlattıkları kadar acayip değil miydi? Kitap, diye geçirdi içinden. Yüksek sesle söylemeye çekindi.
Alba, “Onu bana verir misin?” diye sordu.
Ugo ani bir hareketle kitabı kendine çekti. Kıza gösterdiği için birden pişman olmuştu. Ancak Alba’nın davranışı beklediğinden farklıydı. Kitaba uzanmak yerine, ellerini kucağında birleştirdi. Sır verircesine fısıldayarak konuştu. “Kitapların yazıların muhafızlığını yapmak dışında bir özelliği daha olduğunu söylerlerdi. Bir tür güç! Eline alan onlardan bir daha asla vazgeçemezmiş.” Ardından kalkıp odasına gitti.
Ertesi sabah, Ugo babasından, kızın handan erkenden ayrıldığını öğrendi. Haber vermeden gitmesine üzülmüştü. Kalsaydı kim bilir daha neler anlatırdı! Niye kaçarcasına gitmişti? Sonra birden mutfağa koştu. Sobanın arkasındaki yığını deli gibi etrafa savurdu. Yoktu! Onun yerine bir not buldu: Muhafızı ödünç aldım. İyi saklayacağıma söz veriyorum. A.
Ödünç almamıştı, çalmıştı! Ugo’nun gözlerine yaşlar hücum etti. Geldiği yeri sormuştu da, nereye gittiğini sormak aklına gelmemişti. O da yola düşse, kızı bulabilir miydi?
Paylaşılan Sır
Siro kitap denilen o nesneyi bulduğundan beri yerinde duramıyordu. Akşamları aceleyle bir şey yiyor, sonra da Ela’nın peşinden ayrılmıyordu. Her akşam birkaç kâğıt okuması için ısrar ediyordu. Ela tilyum lambasının soluk ışığında alçak sesle okuyor, ardından da kitabı ocağın içine saklıyordu. Orada olduğunu unutup ateşi yakarsa kül olacağını bildiği hâlde. Diğer yandan evdeki en güvenli yer orasıydı. Siro, ablasının endişelendiğini görünce, “Unutmayız.” diyordu. “Benim hep aklımda.”
Aslında kitabı sadece düşünmek Siro’ya yetmiyordu. Başkalarına ondan söz etmek, içinde yazılanları anlatmak istiyordu. Dilini zor tutuyordu. Ela bu durumu fark edince gözlerini çocuğun yüzüne dikip, “Anlatarak yorma kendini, git kaydettir. İkisi de aynı şey! Çünkü her iki türlü de elimizden alırlar.” demişti. Birim’de ağzını sıkı tutabilecek kaç çocuk vardı ki! Kötü niyetle ilgisi yoktu bunun. Nedeni korku, kıskançlık ya da gevezelik olabilirdi. En çok da korku! Merak sıralamaya girse bile sona kalırdı.
Siro, Ela’nın tembihlerini unutup o gün paydos ettiklerinde sırlarını ağzından kaçırdı. Çocuklardan biri büyük bir balık tuttuğunu söyledi. Öyle ki dört kişi zor yiyip bitirmişti. Başka bir çocuk da ona katılıp tuttuğu balıkların sayısıyla övündü. Sonra başlar Siro’ya döndü. Kendi yakaladığı ufacık birkaç balığı düşündü. Çocukların abarttıklarını tahmin etmek zor değildi ama kendisi de balık tutma konusunda çok beceriksizdi. Ve elbette Siro’nun bunu söylemeye niyeti yoktu. “Balığı herkes yakalar.” dedi. “Siz benim yakaladığımı görün! Denizden çıkan en güzel şey!”
Aralarından biri, “Tadı balıktan daha güzel olamaz.” diye karşılık verdi.
Siro o sırada sussaydı ya da karşısındakini onaylamakla yetinseydi, konuşma sonlanacaktı. Oysa devam etti. “Yenmiyor! Hiç görülmemiş bir şey! Acayip!” Ne dediğinin farkına varır varmaz, yüzü kıpkırmızı kesildi. Kaydettirmediği bir şeyi överek anlatıyordu. Hemen sustu. Diğerlerinin, söylediklerini uydurduğunu düşünmelerini umdu.
Tarladan doğruca deniz kenarına gitti. Aslında eve dönüp Ela’yla karşılaşmamak için oyalanıyordu. Karanlık çökerse belki ablası gözlerindeki tedirginliği fark etmezdi.
***Atlas fabrikaya gidiyor, muhbirlerin tellerini bağlıyor, kıyıda yemeğini yiyor, kardeşleriyle vakit geçiriyordu. Günlük hayatında hiçbir değişiklik yok gibi görünüyordu. Oysa o şeyi bulup okumaya başladığından beri, aklı başka bir yerde yaşıyordu. Hatta başka bir dünyada! Kardeşleri uyuduktan sonra, gözleri yorgunluktan kapanana dek okuyordu. Anlayamadığı ya da yazılanları gözünde canlandıramadığında aynı satırları tekrar okuyordu. Kimi zaman içinden bir ses okuduklarının doğru olduğunu söylüyordu. Kimi zaman ise Birim’deki düzenden ve yaşam şeklinden farklı bir yaşam olamayacağını…
O akşam kardeşlerinden biri, “Ben de acayip bir şey yakalamak istiyorum.” dedi.
Atlas, iki çocuğun atışmalarına alışkındı. Tarlada kimin daha çok tohum ektiği ya da mahsul topladığı evde konuşulan en önemli konuydu. O yüzden diğer kardeşine, “Sen mi yakaladın acayip bir şey?” diye sordu. “Neye benziyor?”
Çocuk omzunu silkti. “Ben değil, Siro, tarladaki çocuklardan.”
Diğeri devam etti. “Denizde yakalamış, yenmiyormuş.”
Atlas’ın boğazı düğümlendi. Heyecanını belli etmeden konuştu. “Taşlara dolanmış yosundur. Başka ne çıkacak denizden!”
Kardeşi ısrarla devam etti. “Siro, görülmemiş bir şey, dedi.”
“Görülmemiş bir şey olsaydı, muhbirlerin ilgisini çekerdi. Neye benzediğini söyledi mi?” Atlas soruyu nefesini tutarak sormuştu.
İki çocuk olumsuzca başlarını salladılar.
“Birbirinize yakaladığınız balıkları mı anlatıyordunuz?”
Bir ağızdan, “Evet!” dediler.
“Tahmin ettiğim gibi. Sizden üstün görünmek için söylemiştir.”
“Uydurdu mu yani?”
Atlas kendinden emin bir ifadeyle onayladı. “Kesinlikle! Unutun gitsin!” Hemen ardından, “Sizin yaşlarınızdaysa, ablasına ya da ağabeyine bildirmem gerekir.” diye ekledi. “Uydurmak Disiplin’de öğretilenlere ters! Evi nerede?”
İki çocuk da Siro’nun evinin koordinatlarını bilmiyorlardı. Birim’deki çocuklardan çok azı koordinatları doğru kullanırdı; Atlas onlardan biriydi. İlk kural, Birim’i iyi tanımaktı. Atlas da bunun hakkını verirdi.
Çocuklar ellerinden geldiğince tarif ettiler. Atlas evin buğday tarlalarının dibinde olduğunu tahmin etti.
Ertesi sabah, Atlas her zamankinden daha erken kalktı. Fabrikaya gitmeden önce, yolunu değiştirip buğday tarlalarına doğru yürüdü. Muhbirlerin ilgisini çekmemek için saklanmaya çalışmadan hareket ediyordu. Tarlaya giden çocukların biraz arkasından ilerliyordu. Tarlayla sınır olan, yan yana dizili evlerin önünden geçerken yavaşladı. Kapılardan çıkanlara bakıp Siro’nun hangi evde yaşadığını tahmin etmeye çalıştı. Herkes neredeyse konuşmadan tarlalara yürüyordu. Nasıl anlayacaktı? Atlas oraya kadar boşuna geldiğini düşündü.
Sonra siyah saçları örgülü bir kız gözüne çarptı. Onu daha önce Disiplin’de görmüş olmalıydı. Kız evlerden birinin sundurmasının altında sabırsızca dolanıyordu. Sonunda dayanamayıp, “Siro!” diye içeri seslendi. “Üçe kadar sayıyorum!” Hemen ardından bakışlarıyla etrafı kolaçan etti. Atlas, kızın tedirginliğinin nedenini tahmin edebiliyordu. Muhbirlerden biri geç kaldıklarını kaydederse kontrol görevlilerine açıklama yapmak zorunda kalırlardı. Açıklama yetersiz olursa kapılarında yirmi dört saat bekleyen bir muhbirle yaşarlardı.
O sırada kızın bakışları Atlas’ın üstüne çevrildi. Tedirgin olma sırası Atlas’taydı. Geldiği yöne döndü. Evi bulmuştu. Gidip Siro’nun ablasına bir şey bildirmeye niyeti yoktu. Üstelik çocuğun uydurmadığına emindi. Atlas da denizden gelen, acayip sayılacak bir şey bulmuştu. Fabrikaya geç kalmamak için adımlarını hızlandırdı.
***Atlas dışarı çıkmadan önce gecenin çökmesini bekledi. O saatlerde Birim’de yaşayan herkes yorgun düşüp uyuduğundan devriye gezen muhbirlerin sayısı azalırdı. Tedbiri elden bırakmadan, evlerin gölgelerine sığınarak buğday tarlalarına doğru yürüdü Atlas. Gökyüzündeki yeni ay, yolunu aydınlatıyordu. Tarlalara yaklaştıkça evlerin birbirlerine olan mesafeleri biraz olsun açılırdı. Kapısını çalacağı evden, ince bir ışığın sızdığını görünce rahatladı. İçeridekileri korkutmadan kendini göstermeliydi. Hafif bir çığlık bile önce muhbirleri, ardından da kontrol görevlilerini başına toplardı. Sundurmanın altına sinip hafifçe kapıyı tıklattı.
Kapıya vurulduğunu duyan Ela, parmağını dudaklarına götürüp kardeşine sesini çıkartmamasını işaret etti. Siro yine de endişeyle, “Görevliler geldi!” dedi. Kitaptan söz etmenin eninde sonunda kendisine pahalıya patlayacağını biliyordu.
Ela, “Sakin ol!” diye fısıldadı. “Onlar kapıyı tıklatmazlar.”
Yerinden sessizce kalkıp Yeni Dünyanın Muhafızları’nı ocağın içine sakladı. Kapının ardına geçip neredeyse nefes almadan beklemeye başladı.
Atlas kapıya yeniden hafifçe vurdu. “Denizden gelen şey için buradayım.”
Ela ateş saçan gözlerini kardeşine çevirdi. Belli ki çenesini tutamamıştı. Siro kollarıyla bacaklarını sarmış, başını dizlerine dayamış oturuyordu. Bu hâliyle büyük bir topu andırıyordu.
Ela kapıyı açmadan, “Kimsin?” diye sordu.
“Adım Atlas, kardeşlerim kardeşinle birlikte tarlada çalışıyorlar.”
Ela kapıyı aralayıp Atlas’ı görünce hafifçe kaşlarını çattı. Yüzü tanıdıktı, hem onu evin yakınında dolanırken görmemiş miydi? İçeri girmesini işaret etti. Siro hâlâ başını kaldırmaya çekinerek oturuyordu.
Atlas, kızın bir şey söylemesine fırsat vermeden, “O kâğıtlardan ben de buldum.” dedi.
Siro bu haber karşısında, “Kitap mı buldun?” diye atıldı.