Полная версия
ARABA SEVDASI
Bu aşırı üzüntü(nün) şaşkınlığı içinde birden bire aklına landoyu takip etmek fikri geldi. Kapının yanında bağcı kılığında iki kişi durmuş, konuşuyorlardı. Onlara bakarak sertçe bir tavırla: “Mon ekipaj (arabam nerede)?” dedi ve muhatapları tarafından hızlı bir hareket bekledi; fakat herifler bundan bir şey anlamadıklarından birbirlerine şaşkınlıkla bakmaktan başka hiçbir şey yapamadılar. Bihruz Bey’in buna da canı sıkıldı. Artık, kendi gözleriyle arabasını aramaya başladı. Hâlbuki yukarıdaki kapıdan bahçeye girdiği zaman ekipajı (arabayı) aşağı kapıya getirmesini koşeye (arabacıya) tembih etmemişti. Onun için araba, kendisini bıraktığı yerde bekliyordu. Sarışın hanımın ardı sıra bir kere bahçeden dışarı çıkmış bulunduğu için şoseden yukarı koşarak yürümek istediyse de birbiri ardınca gelmekte olan arabaların kalabalığından ve özellikle sarı bir bulut gibi havaya yükselmekte olan tozun çokluğundan ürktü. Bahçeye tekrar girdi. Aceleyle, giriş ücreti vermeyi unutmuştu. Yapılan uyarı üzerine elini cebine soktu, bir mecidiye çıkardı, para alan adama fırlattı. Mecidiyenin üstünü almaya zaman yoktu. Koşar gibi bir hızla yürürken Keşfi Bey’i biraz önce gördüğü yerde göremeyince hızını daha da artırdı. Bu ara, yolunun üzerinde karşılaştığı süslü bir madamanın elbisesine bastı, yırttı. Telâşından zarara uğrayan kişinin cinsiyetini ve özellikle yabancılığını düşünemeyerek, “Pardon monşer” dedi, geçti. Biraz daha ötede, bir tepsi içinde kahve ve bira götürmekte olan garsona çarptı, tepsiyi yere düşürdü. Şişeler kırıldı. Dökülen kahveler, biralar kendisiyle beraber kadın, erkek birkaç kişinin daha üstüne başına sıçradı. O yine koşup gidiyordu. Garson: “Beyefendi, Beyefendi! Bizim zararlar ne olacak?” diye haykırmaya ve arkasından koşmaya başladı. Çaresiz, bunun için de jilesinin (yeleğinin) cebinden bir altın çıkardı, garsona doğru attı. Bu arada, tanıdığı bir kişiye rast geldi. O kişi bir şey söylemek, bir şey anlatmak için onu, yolundan alıkoymak istediyse de bey: “Je afer! Je afer! Je süi prese (meşgulüm, meşgulüm! Acelem var)!” diyerek bundan da kurtuldu. Hele güç belâ kapıdan çıktı, arabasını buldu. Par malhör (ne yazık ki) arabacı, hayvanların önüne birisini bırakarak ufak bir işi için bir tarafa gitmişti. Bihruz Bey, arabacının dönmesini beklemedi. Hemen yerine çıktı, terbiyeleri eline aldı, hayvanları kırbaçladı. Aşağıya doğru mümkün olan hızda gitmeye başladı.
Yolun üzeri arabalar, hayvanlar, insanlarla hıncahınç dolu olduğundan Bihruz Bey, dakikada bir durmaya mecbur oldukça sabırsızlığından çok fazla sıkıldı. Hele aşağıdaki kapıyı da buldu. Oradan ötesi tenhacaydı. Arabayı alabildiğine koşturarak Tophanelioğlu mevkiine geldi, birdenbire durdu; çünkü burada karşısına çıkan dört yoldan hangisine gitmek gerektiğini önceden düşünüp kararlaştıramamıştı. Burada daha fazla sıkılmaya başladı. İki dakika kadar durduktan sonra Beylerbeyi’ne inen yolu tutturdu. İstavroz20 üzerlerine kadar bir koşu gitti. Landodan bir iz bile bulamadı. Oradan döndü. Bağlarbaşı, Nuhkuyusu yolundan Haydarpaşa’ya indi. Landodan yine eser bulamayınca bütün bütün ümidini yitirdi.
Bu esnada vakit de on ikiyi geçmiş, yarıma geliyordu. Çaresiz, Koşuyolu’ndan ağır ağır giderek büyük bir üzüntüyle köşküne döndü. Doğruca odasına çıktı. Fesini bir tarafa attı, eldivenlerini çıkardı. O ara, “Mösyö e servi e Mösyö Piyer e la (mösyö, yemek hazır, Mösyö Piyer de orada),” diye gelen uşağı Mişel’i bir azarla savdıktan sonra masanın üzerinde bir tabak içinde duran Frenk sigaralarından birisini aldı, tepesini dişiyle kopardı, sigarayı lambadan yaktı. Kanepeye geçti, oturdu ve sigaranın, tavana doğru yükselmekte olan mavi dumanını gözleriyle takip ederek üzüntüyle düşünmeye başladı.
12
Periveş Hanım’la arkadaşı Çengi Hanım’a gelince: Bunların terbiye ve faziletçe içyüzleri, bahçede lakın (gölün) yanında Bihruz Bey’e karşı gösterdikleri lâubali tavırlardan ve biraz aşağıda aktarılacak konuşmalarından anlaşılır.
Burada yalnız şunu anlatmak gerekir ki Periveş Hanım -Bihruz Bey’in yakıştırdığı gibi – öyle şerefli bir aileye, asil bir hanedana mensup olmadığı gibi, ikametgâhının bulunduğu yer de Bihruz Bey’in tahminlerine uygun olmak üzere kibar tabakasına özgü olan yerlerde değildi.
Kaşıkçı esnafından Sakin Ağa isminde, namuslu bir adamın kızı ve arzuhâlcilikle geçimini sağlayan Mağmum Efendi adında onurlu bir kişinin karısı olan Periveş Hanım, on altı yaşında babasını kaybettikten ve yirmi üç yaşında kocasından ayrıldıktan sonra validesi Zaime Hanım’la birlikte Karabaş Mahallesi’nde bulunan dört odalı hanelerinde fakir ve kapalı bir şekilde geçinip gidiyorlardı. Gerçekten fevkalâde denecek güzellerden olan Periveş Hanım’ı kötü bir tesadüf Çengi Hanım denilen yoldan çıkarıcıyla birleştirmiş ve bu şekilde, zavallının az zaman içinde yüzünün ünü ve zarafeti, gereği gibi yayılmış; fakat – yazık ki-mücevher değerindeki fazileti bütün bütün yok olmuştu.
Bu kötü ilişkinin oluşmasından sonra Periveş Hanım, genellikle Çengi Hanım’la birleşir, daima onunla gezer ve ihtiyaç duydukça da Çengi Hanım’ın evinde geceyi geçirirdi.
Bunların Çamlıca Bahçesi’nde görüldükleri günün sabahı Periveş Hanım, adî bir yatak bağına bürünmüş olduğu hâlde Karabaş Mahallesi’nden çıkarak sekiz yaşında bir komşu çocuğu eşliğiyle bir hayli mesafe kat ettikten sonra güneş görmez ve bundan dolayı çamuru kurumaz bir sokağın izbe bir köşesinde – karşısı bostan, arkası yine bostan, iki tarafı bekâr odaları, ahır filân gibi önemsiz bayağı binalarla çevrili olmak üzere-tek ve tenha yapılmış olan şüpheli bir eve gelmişti.
Burası Çengi Hanım’ın evidir. Periveş Hanım’ın gelmesinden bir saat sonra bu iki hanım yukarıda tarif olunan zarif kıyafete girmiş oldukları hâlde yaşlısı önde, genci arkada olarak evden çıktılar, Aksaray Caddesi’ne doğru yürüdüler.
Hanımların evden çıktıkları zaman kararları Samatya’ya kadar yürüyerek inip, oradan demiryoluyla Bakırköyü’ne, oradan da Sakızağacı gezinti yerine gitmekti. İşte bu kararla yürürlerken Periveş Hanım’ın: “Çamlıca Bahçesi’ni pek övüyorlar. Bugün de oraya gitsek acaba nasıl olur?” yolundaki sorusuna Çengi Hanım tarafından olumlu olarak verilen karşılık, Sakızağacı kararını halk bahçesine çevirmişti. Bunun üzerine hanımlar hareketlerini hızlandırarak Aksaray’ın tramvay mevkiine yetiştiler ve hemen hareket etmek üzere bulunan tramvay arabasına çıktılar, oturdular. Üç çeyrek saat sonra Köprübaşı’nda tramvaydan indiler. Köprü’yü geçerek Üsküdar vapuruna girdiler. Vapura girdikten yarım saat sonra da Üsküdar vapur iskelesine çıktılar. Beylik ambarın önüne doğru yürümeye başladılar.
Diğer günler vapurdan çıkan halkı karşılamaya koşarak, “Boş araba! Araba lâzım mı? Sizi şu temiz kupayla götüreyim?” yollu sözlerle sıkıcı söz ve hareketlerle müşteri çekmek için birbiriyle yarışan arabacılardan hiçbirisi görünmedi; çünkü o gün seyir yerlerine dağılmak için kira arabalarına yapılan hücum, diğer zamanlardan çoktu; bir saatten beri iskelede boş tek bir araba bile kalmamıştı.
Çengi Hanım’ın orada rastladığı işsiz bir adama, “Ayol! Kira arabası arıyoruz, acaba nerede bulunur?” sorusuna, “Hanımefendi boşuna aramayınız, bulamazsınız,” diye aldığı cevap üzerine, hanımların ikisi birden: “A! Vah, vah! O kadar uzak yerden gelişimiz hiçbir şeye yaramadı!” demekle beraber, beri taraftaki Çeşme Meydanı’na yönelerek ilerlediler ve orada da rastladıkları birkaç kişiye, “Ayol! Buralarda hiç araba bulunmaz mı?” sorusunu tekrar ettiler.
O gün sabahleyin Beyoğlu kira arabalarından bir lando, Kadıköyü’ne bir hasta götürmüş, Üsküdar’a dönmek için araba vapurunu bekleyerek çeşmenin yanında duruyordu. Landonun arabacısı, hanımların araba arayışında olduklarını görünce kendi kendine: “İki saat daha burada boş boşuna vapur bekleyeceğime şu hanımları alsam, götürsem daha iyi olmaz mı?” dedikten sonra hanımlara doğru ilerledi ve Çengi Hanım’a hitaben: “Nereye gideceksiniz hanımefendi? İsterseniz sizi bu landoyla götüreyim,” deyince hanımların ikisi birden dönerek landoyu inceleyip, talihin sırf yokluk içinde meydana getirdiği bu istenenden daha fazla izni bakışlarıyla, gülüşleriyle birbirlerine verdikten sonra Çengi Hanım, gidilecek yeri belirterek pazarlığa girişti.
Orada bulunan kayıkçı, hamal, beygir sürücüsü gibi birtakım bayağı kişiler Periveş Hanım’ın etrafına toplanarak çirkin çirkin lâf atmalarla nazenini rahatsız etmeye ve haziran güneşinin gökyüzünden yerde yaşayanların başlarına dikey olarak yansıyan kızgın ışıkları da zavallıyı sıkıntıdan terletmeye başlamıştı. Bu sıkıntılı durumdan bir an önce kurtulmak ihtiyacını fazlasıyla hisseden Periveş Hanım, arabacıya işaret edip arabanın kapısını açtırdı. Hemen kendisini içeri attı. Ardından Çengi Hanım da girdi.
13
İşte Bihruz Bey’in Periveş Hanım hakkındaki dış görünüşe göre yaptığı tahminin, duygularının ve beğenisinin tek sebebi olan landonun bu nazenini taşıyarak halk bahçesinde gezintide bulunması – pek o kadar nadir olmayan – tesadüflerden birisiydi. Bununla beraber, böyle bir tesadüfün mümkün olabileceği düşüncesi Bihruz Bey’in hatırından bile geçmediğinden dolayı beyefendi, landoyla hanımlara ve hanımlar arasındaki ilişkiyle landoyu, – gördüğümüz derecelere kadar – önemsemiş ve bu önemin sonucu olarak bahçenin içinde Periveş Hanım’ın -bildiğimiz şekilde – takipçisi olmuştu.
Yukarıda tarif edildiği gibi hanımlar – Bihruz Bey de arkalarında olduğu hâlde – bahçeden çıkarak landolarına binerek, araba hareket eder etmez Periveş Hanım’ın: “Daha pek toy zavallı!” demesiyle iki hanım arasında aşağıdaki konuşma başladı.
“Âdeta budala ayol!”
“Biraz hoppaya da benziyor.”
“Zıpır derler bunlara zıpır! Fani çiçeği ne yaptın? Bakayım, hâlâ göğsünde duruyor mu?”
Çengi Hanım, Bihruz Bey’in bir ara söylediği Fransızca fane (solmuş) kelimesini “fani” diye işittiğinden ve bir hanıma ilk görüşte aşkını ilân etmek için verilen çiçeğin faniliğinden bahsetmekte güzel bağ, bir zarafet ve incelik bulamadığından, “Fani çiçeği ne yaptın?” demekle Bihruz Bey’in o münasebetsizliğini ima etmek istedi.
“Ha! Gerçek, o ne demekti acaba? Benim aşkım da bu çiçek gibidir, böyle solar gider mi demek istedi?”
“Adaam sen de! Onun ne söylediğinden, ne yaptığından kendisinin de haberi yoktu.”
“Gelecek cuma bekleyecek.”
“İşi yoksa beklesin dursun.”
“Adaam gelelim, eğleniriz. Bahçe de hiç fena değil doğrusu.”
“Her zaman böyle süslü arabayı nereden bulacaksın?”
“Böylesi olmasın da benzeri olsun. Amaç eğlenmek değil mi?”
“Ya o zaman alafranga bey yine sana bakar mı dersin?”
“Bakmazsa bakmayıversin. O da tasamın on beşi21 sanki!”
“Bahçeden çıkarken o deli deli bağıran da kimdi?”
“Aa! Bilemedin mi? Geçen gün Kadıköyü vapurundan çıkarken benim feracemin eteğine basıp da pardon diyen bey değil mi ya?”
“O budala mıydı o? Değil değil. Onun sakalı vardı.”
“Aa! Hiç ben bilmez miyim? Tam da kendisiydi.”
“Adam nemize gerek. Acaba iskelede çok bekleyecek miyiz?”
“Sanırım ki beklemeyiz. Olmazsa kayığa da binebiliriz.”
“Galiba sen canını yabanda bulmuşsun. Ey! Şimdi paraları sayacak mıyız?”
“Sayacağız ya. Arabacının bahşişini de unutma!”
“Bahşiş mi? İki saat için yüz kuruş verdikten sonra bir de bahşiş öyle mi? Üstüme iyilik sağlık, ben çıldırmadım ayol!”
Bu arada araba, Üsküdar iskelesi hizasında, hanımları gündüz aldığı noktada birdenbire durunca Çengi Hanım: “A! Geldik mi? Ne çabuk geldik, vallahi iyi!” diyerek önceden hazırladığı dört mecidiyeyle bir miktar bakır parayı arabacıya teslim etti. İki hanım arabadan indiler. İskeleye doğru ağır ağır yürüdüler, vapura girdiler. On dakika sonra vapur da iskeleden ayrılıp, İstanbul tarafına yönelerek yürümeye ve yirmi dakika içinde Haliç içindeki gemilerin arasına karışarak gözden kayboldu.
İKİNCİ KISIM
1
Odasında sigara içerek düşünür bıraktığımız Bihruz Bey, düşüne düşüne hele düşüncelerini bir sonuca ulaştırmakla, tasarılarını bir karara bağlamayı başarabildi. Bu karar da kendisini daha şimdiden cefa çeken âşığı saydığı Periveş zalimine aşkını itiraf etmeyi ve ayrıldıkları sırada kendisinin, “Saat kaçta?” sorusuna cevap verilmemesinden ve özellikle landonun hareketi sırasında bir veda işareti yapılmamasından dolayı sitem ve serzenişi içeren bir mektup yazmak, gelecek cuma günü saat sekizde ve belki daha erken bahçede bulunarak Periveş Hanım’ın gelmesini beklemek ve hanımefendi görünür görünmez hazırlanacak mektubu bir yakınlaşmayla kendisine takdim edip ondan sonraki harekât ve davranışlarını duruma uydurmak, kısacası; ulaşılmak istenilen amacın süsü olan nazlı salınışlı ve güzel endamlı ceylanı, Keşfi zevzeğine rağmen arzunun tuzağına düşürmeye çalışmaktan ibaretti.
Bu sırada üçüncü defa olarak izin aldıktan sonra salona giren Mişel, lambaları kontrol ederek, fitillerini biraz indirip yine çıkardıktan sonra beyefendinin yüzüne gizlice baktı. Hâlinde gözlemlediği sakinlik belirtisinden cesaret alarak yavaş bir sesle, “Yemek soğuyor,” diyebildi.
Bihruz Bey’in sıkıntı veren zihin meşguliyeti, söz edilen karardan sonra her ne kadar bütün bütün geçmemiş ise de haylice hafiflemiş ve sal a manjede (yemek odasında) hemen üç çeyrek saatten fazla kendisini bekleyen Muallim Mösyö Piyer’i daha fazla bekletmenin çirkin olacağı düşüncesi o zihnin bir köşesinde kendi kendini gösterebilmişti. Dolayısıyla bey, yerinden kalktı, üçte ikisinden fazlası yana yana bitmiş olan sigarasının uzamış beyaz külünü masanın bir tarafındaki sigara tablasına bıraktıktan sonra sigaradan kalan parçayı dudaklarının arasına kıstırarak yemek odasına yöneldi. Kapıdan içeriye girer girmez muallim efendiye hitaben – şüphe yok ki – artık bu defa pek saf Fransızcayla, “Affedersiniz azizim, muallim efendi! Pek önemli bir şey düşünüyordum da sizi beklettim. Ümit ederim ki bana gücenmediniz?” dedi ve tokalaşmak için hoca efendiye elini uzattı.
Mösyö Piyer oralarda değildi, zaten bütün bütün denecek derecelerde yemekten kesilmiş ve olanca iştahı, zevki, eğlencesi siyasî gazetelerin gündemdeki meselelere ilişkin sütun sütun yayınladıkları makalelerin ve yorumların okunmasına ayrılmış olan bu altmış beşlik ihtiyar, köşke geç vakit gelerek ikinci kata çıkar çıkmaz aç gözlü Mişel’in: “İsterseniz buraya buyurun, şimdi yemek çıkacaktır,” demesi üzerine doğruca yemek odasına girerek, sakosunun22 cebinden çıkardığı bir yığın gazeteden ayırdığı çarşaf kadar bir tanesini katlayıp, küçülterek bir iskemlenin üstünde tam bir dikkat ve önemle okumaya koyulmuş ve yemeğin gecikip gecikmediğinden asla haberdar olmamıştı.
Bunun üzerine Bihruz Bey’in o yolda kusura bakmamasını istemesine şaşırmakla beraber: “Hiç zararı yok, zaten ben gazetemi okuyordum,” diyerek karşılık verdikten ve Bihruz Bey’in uzattığı eli sıkıp bıraktıktan sonra beyle karşı karşıya sofraya geçtiler, oturdular.
Mösyö Piyer’in o çarşaf kadar gazetede büyük bir önemle okuduğu şey, o devrin en önemli siyasî meselelerinden olan Süveyş Kanalı’na dair özel bir makaleydi ki, meselenin aslı hakkında servet, ticaret, siyaset bakış açılarından, birtakım yorum ve değerlendirmeleri içeriyordu.
Politikaya fazlasıyla merakı olan Mösyö Piyer, gazetede okuduğu şeylerin hâlâ etkisi altında bulunarak düşüncelerini onlarla biraz daha oyalamak ihtiyacında olduğundan sofraya oturur oturmaz Bihruz Bey’e hitaben: “Patri’de şimdi özel bir makale okudum. Süveyş Kanalı hakkında çok önemli değerlendirmeler içermektedir,” diye söze başlayarak, okuduğu şeyleri bölüm bölüm özetleyerek bunlara kendi özel yorumunu da eklemeye başladı.
Beri tarafta, bir ucu Periveş Hanım’ın saçlarına ilişip kalmış, diğer ucu Keşfi Bey’in püskülüne takılıp dolaşmış olan düşüncelerinin karmaşası arasındaki zihni yeniden perişan olmaya başlayan Bihruz Bey, Mösyö Piyer’in sözlerini asla dinlemiyordu ve dinlese de anlayamazdı.
Öğrencisinin, böyle siyasî ve ciddî konularla ilgilenmedeki yeteneksizliğini herkesten fazla anlamış olması gereken Mösyö Piyer’in, konuşurken Bihruz Bey’in yüzüne bakması; önünde bulunan sürahiye, Bordo23 şişesine hitap etmektense, kaşı gözü hareket eden, eli ayağı oynayan bir heykele hitap etmek istemesindendi.
2
Mösyö Piyer bir ara, konunun kendince tam can alacak bir noktası üzerinde hararetli hararetli konuşma ustası olup dururken bu gevezelikler, bu gürültüler ister istemez kulağına yansıyınca beynini tırmalayıp, fikrini bütün bütün karıştıran Bihruz Bey’in, “Pardon monşer! Parlon damur ön pö (affedersiniz azizim! Biraz sevdadan bahsedelim),” diye hocasını aşk ve arzu konularına davet etmesi Mösyö Piyer’i birden bire, büyük bir hayretin sessizliğine düşürdü. Zavallı ihtiyar, çatalı bıçağı bırakarak iki eliyle gözlüğünü iyice yerleştirdikten ve Bihruz Bey’in yüzüne – sofraya oturduğundan beri henüz birinci defa olmak üzere – dikkatlice bir hayli baktıktan sonra Fransızca: “Peki, buyurunuz, ondan bahsedelim,” dedi ve çatalı bıçağı tekrar tutarak sözüne devam etti.
“Dö kel amur vule vu kö jö parl? Vu save bien kil ya lamur dö la patri, lamur filyal, lamur maternel, lamur dö proşen, lamur dö sua. sö son dez amur dö differant natür. Dö kel vule-vu kö nu parliyon (Sevdanın hangi türünden söz etmek istiyorsunuz? Malûm ya sevginin çeşitleri var: Evlât sevgisi, valide sevgisi, hısım akraba sevgisi, aşk. Bunlar hep ayrı ayrı şeylerdir. Hangisinden bahsedelim)?”24
“Dö lamur dö fam, bien sür (kadın aşkından).”25
Bihruz Bey tarafından girişilmek istenilen bu konunun Mösyö Piyerce yersizliği, zamansızlığı, ihtiyarın canını epeyce sıkmıştı. Beyin birdenbire söylediği, “Dö lamur dö fam!” tabirindeki münasebetsizlik üzerine herifin o yorgun sinirleri şiddetle oynamaya, o soğuk kanı hızla kızışmaya başladı. Yüzü kızardı. Gözleri açıldı. Edepsiz öğrencisini iyice haşlamak istedi; fakat istediğini yapamadı; çünkü Çamlıca’nın havadar bir köşkünde haftanın iki gecesini gönül huzuruyla geçirmek için vapur ve araba ücretlerinden başka peşin olarak her ay eline geçirdiği altı adet yirmi iki frank yetmiş beş sent, Mösyö Piyer’e hatırlıca bir dosttu. Bihruz Bey, karakterinin hafifliğiyle, tembelliğiyle, garip garip davranış ve sözleriyle Mösyö Piyer’i ne zaman öfkelendirse o hatırlıca dost meydana çıkar, Mösyö Piyer’in kulağına, “Canım, o daha çok gençtir. Gençliğin bu türlü hallerini mazur görmek gerekir. Şu zavallı çocuğa öfkelenmenin ne lüzumu var? Sen, filozof bir adamsın, öyle kusurlara bakmamalısın,” yollu söz söylerdi. Muallim efendi de bu hatırlı, bu yumuşak yüzlü, bu sevimli dostunun o gönül okşayan nasihatini onaylayarak Bihruz Bey’in her fenalığını hoş görürdü.
Bu defa da yine o dostun, yardımseverliğinin zorlayıcı şekildeki uyarısı üzerine kendini tuttu. Yalnız, Bihruz Bey’in açıkça ortaya sürmek istediği kadın düşkünlüğü bahsini beyin hoşlanmayacağı bir şekle dökerek manevî bir intikam almak arzusundan vazgeçemediği için tekrar, şu şekilde söze başladı:
“La Bruyer26 mi, yoksa La Roşfokol27 mu? Bilmem hangisidir ki: Düşkünlüğün her türlüsü, sahibine çeşitli maskaralıklar ettirir; özellikle aşk ve sevda insanı hepsinden çok maskara eder. Manasını iyi anladınız ya?”
“Hayır, fikrinizi anlayamadım.”
“Pardon! Bu benim fikrim değil. Kendi fikrimi söylesem o hiç hoşunuza gitmez. Bazı filozoflara göre aşk ve ilgi, sahibini gülünç eder, nicesi gülünç değil, âdeta… Çünkü aşk ve ilgi, zevzeklikten başka bir şey değildir.”
“Siz ihtiyarsınız, aşka tabi ki düşman olursunuz.”
“Kadın aşkına öyle mi?”
“Şüphe yok.”
“Ha, ahlâk tarafından genellikle pek çirkin olan o güzel topluluğun, o akıl ve zarafetleri akıllılıklardan çok, delilikleri destekleyen kadınlara duyulan aşka öyle mi? Korkarım, öğrencimin bir kadına ilgisi var.”
“Hayır, pek de öyle değil.”
“Kendini gözet evlâdım, kendini gözet! Kadınlar çok zararlıdırlar. Onlar, azap meleklerinin yeryüzünde ortaya çıkmış benzerleridir. Bizi cennet kapısından cehenneme atarlar. Bir âmâya demişler ki, ‘Karınız bir güldür.’ O da ‘Dikenlerinden öyle anlıyordum,’ cevabını vermiş.”
“Pardon Mösyö Piyer!”
“Dinleyiniz, dinleyiniz! Daha bitmedi. Sokrat ne diyor bilir misiniz? Diyor ki: ‘Kadın, her türlü fenalığın kaynağıdır.’ Aristofan da ‘Dünyada kadınlar kadar idaresi zor mahlûk yoktur; ne deliler ne de canavarlar. Onlar kadar korkulmaya değer yoktur!’ demiş.”
“Me monşer profesör (fakat sevgili profesör)!”
“Dinleyin, dinle genç bey!”
“Mon profesör (hocam)! Bu akşam her zamanki Mösyö Piyer değilsiniz. Ahlâkınız değişmiş. Pek nervö (sinirli) olmuşsunuz. Bilmem niçin?”
“İhtimal. Fakat siz her zamanki Bihruz Beysiniz!”
3
Bihruz Bey’in son sözü pek doğruydu. Daha üç dört ay önce Paul et Virginie’yi28 birlikte okudukları zaman bu iki tabiat çocuğunun hemen kendileriyle birlikte doğup, kendileriyle birlikte gelişip büyüyen ruhî ilgilerini, iki saf kalbi birbirine bağlayan o masumane sevginin ıssız bir adanın tenha yerlerinde, akarsuların kenarlarında, karanlık ormanların kıyıcıklarında, kumluk sahillerde; muz ağaçlarının tepelerinde, yavru kuşların yuvalarının yanında; aydınlık denizlere, renkli gün batımlarına, parlak güneşlere, güzel mehtaplara karşı ortaya çıkan güzel görüntülerini Mösyö Piyer ne kadar tatlı tatlı anlatmış, ne kadar tatlı tatlı okuyup yorumlamıştı. Daha üç dört hafta önce La Dam o Kamelya’yı29 köşke getirip de “Vuala ön şe dövr dö roman (işte bir şaheser roman)!” diyerek kitabı hemen o gece yukarıdan aşağıya Bihruz Bey’e dinletip anlatırken Margueritte’in, o aslında temiz olmayan bahtsız kadıncağızın âşık sevgilisi Armand hakkındaki temiz aşkından ve bu muhabbetten, aşktan kaynaklanan duyguların saflığından, inceliğinden, temizliğinden ve nihayet zavallı sevgilinin vereme yakalanıp garip bir şekilde ölmesinden Mösyö Piyer ne kadar üzülmüş, öğrencisini de ne kadar üzmüştü. Özellikle daha üç dört gün önce Alphonse Karr’ın30 Ihlamurların Altında adlı romanını Bihruz Bey okuyup da romanın kahramanı olan Estefan’ın aşk ile o derece çılgınlıklarını zihnine aldıramadığından bahsettiği zaman, kişisel ilginin o derecesi, tutkunun salıverilmesinin, sahibini âdeta mecnuna döndüreceğini ve bu mecnunluğa düşünlerin genellikle sevgililerine kavuşmakla da teselli bulamayıp, içeriği kendilerince de meçhul bir öldürücü his sonucu olarak intihar edegeldiklerini ve bu tutku halini Alman şairi Göte, meşhur verter hikâyesinde gayet doğal bir şekilde tasvir etmiş olduğundan bir kere de o hikâyenin Fransızca tercümesini okumak gerektiğini Mösyo Piyer ne kadar ciddî bir tavırla öğrencisine anlatmıştı.
Bu akşam Mösyö’ye ne oldu da daima saygıyla andığı aşk ve muhabbeti böyle aşağılamaya kalkıştı? Zavallı Bihruz Bey muallim efendiye hitaben: “Parlon damur sil vu ple (aşktan söz edelim lütfen),” dediği zaman neler düşünmüştü. Gündüzki aşk macerasını bütün ayrıntılarıyla kısaca Mösyö Piyer’e anlattıktan sonra o kısa anlatımı, muallim efendinin dildeki ustalığıyla giydirilmiş, kuşatılmış, süslenmiş, kıvraklaşmış olarak tekrar işitecekti. Evet! Muhteşem dünyanın süsü olan salınarak yürüyen altın saçlı kızla ilk âşıkane bakışmalara başlanarak bahçeye inişler, lakın (gölün) kenarında duruşlar, gülüşler, söylenişler; yer aynası şakası, pırlanta sohbeti, çiçek muhabbeti, gezinişler, yürüyüşler, randevu talebi, rakip belâsı, üzüntü veren ayrılık, veda etmeden gidiş, engellere karşı durma, vakitsiz takip, sonucu olmayan arama, helecanlar, öfkeler sırasıyla üçer beşer kelimeyle söylendikçe Mösyö Piyer bu cümle ve fıkraları kendisine mahsus söyleyiş ve coşkuyla genişletip süsleyerek tekrar edecek, Bihruz Bey de bunları dinledikçe bu güzel, bu şairane romanın kahramanının bizzat kendisi olduğunu düşünerek mutlu (olacak) ve gururlanacaktı.
Bihruz Bey’in yararlanması bundan ibaret de kalmayacaktı: Henüz birinci bölümü meydana gelebilen bu güzel romanı istediği şekilde sonuçlandırmak için türlü entrikalara, tedbirlere başvurmak gerekeceği konusunda Mösyö Piyer’in teorik ve pratik bilgilerinden de yararlanacaktı. Par malör (ne yazık ki) muallim efendinin bu akşam tersliği tuttu. Sonuç hakkında kendisinden bir fikir almak şöyle dursun, başlangıçtan bile söz etmeye imkân bulunamadı.
Diğer taraftan Mösyö Piyer de öğrencisine karşı gösterdiği kaba davranışta o kadar haksız değildi. Herif, Süveyş Kanalı meselesi gibi ciddî ve derin bir konu içinde yuvarlanıp uğraşıyor, söylenip duruyorken Bihruz Bey’in damdan düşer gibi:
“Parlon damur sil vu ple (aşktan söz edelim lütfen),” demesi ve özellikle, “Dö kel amur vule vu kö jö parl (aşkın hangi türünden bahsetmek istiyorsunuz)?” bilip de bilmezlikten gelmesine, “Dö lamur dö fam (kadın aşkından)!” kaba bir ifadeyle karşılık vermesi affolunur münasebetsizliklerden, hazmedilir kabalıklardan mıdır? Oysaki Bihruz Bey, kendi kabahatini anlayamadığından Mösyö Piyer’in münasebetsizliğini mizacındaki sinirliliğin her nedense heyecanda bulunmasına ve bu kötü tesadüfü fataliteye (kadere) yükleyerek konuşmayı mecburen tamamlamamaya karar verdi. Yemek gürültüsü de sona ermişti. Meyveyi beklemeksizin sofradan kalktı. Onun başlatmasıyla aralarında şu sözler söylendi: