
Полная версия
KUYRUKLU YILDIZ ALTINDA İZDİVAÇ
“Aman alık musibet sen de! Söz anlar bir adam gibi ben de durdum da seninle çene yarıştırıyorum. Kadın küfeden çıkamıyor diyorum sana!”
“Kedi yavrusu mu bu? Koskoca garı kofeden çıhamaz mı ki?”
“Çıkamıyor işte.”
“Ne olacah? Ne zamane gader kofenin dibinde oturacah?”
“Kızı, komşudan gelinceye kadar.”
“Adam bırah sen de… Maassâbirin! Ahşamdan bozayı çoh içip gocagarı serhoş mu oldu, ne oldu, kim kofeye düştü? Onun çıhışını beklemeye vahtım yok… Aç gapıyı, ben sabunları size bırahayım da dükkene, işime varayım.”
Bakkal, sabunları Bedriye Hanım’ın evine bırakıp kendi kendine:
“Bir guyruhlu lafıdır çıhtı. Guyruhludan daha meydanda bir şey yoğ a… Ondan evveli herkes gelip bağa çatıyor. ‘Bakkal duydun mu? Perşembe günü çatacahmış. Frenk gazetaları yazmış.’ Şık beyinin biri de geçen günü gazetayı eline almış bağa gostürtüyo. ‘Bakkal bah!’ didi, bahtım. Kâğıdın üstüne trampo mahası (tramvay makası) gibi birbirinin içine dolambaç çizgiler çizmişler, garpuza benzer yuvarlahlar oturtmuşlar. Onların aralarına birkaç da uzun telli çalı süpürgeleri dolandırmışlar. Şık beyi bağa sordu. ‘Bu şegullerden ne anlıyon?’ dedi. ‘Ne annıyacağım? Bu çalı süpürgeleriyle bu yuvarlahları süpürüp ortalığı temizleyecekler,’ didim. Şık, güldü. Var olan o yuvarlahlar hâşâ, sümme hâşâ 13 bizim, üzerinde oturduğumuz bu dünyaymış da o çalı süpürgeleri de guyruhlularmış. Hepsi birer şekil deli canım. Avrupalı, bir yuvarlah çizip de ‘İşte dünya budur,’ dirse herkes oğa inanıyor. Ben şu fıçıdaki gül gibi Sibir’e14 halistir diye bin yemin ediyorum da kimse inanmıyor. Sonra şık ağnattı: Bizim dünya şu çızgının üzerinden gidecek, guyruhlu da aha buradan geçecek. Birbirine rastlayıp horoz gibi gagalaşacaklarmış. Tövbeler olsun. Gel de bu ıvır zıvıra inanabilirsen inan bahalım. İnsanlar birbiriyle tepişirler, boğuşurlar. Amenna! Her gün kaç danesini gorüyom. Hökümetler birbiriyle kavga ederler, amenna. İca-pon’la Urus’un yaptığı gibi. Şu yıldızlarla dünyalar da birbiriyle çarpışırsa şu bakkalların hali neye varacah canım? Gıyamet gopacah deyi borca, hesaba yanaşan yoh… Yaz deftere, yaz deftere! Guyruhlu çarpacahmış diye aç durulmaz ya? Herkesin yemesi içmesi gene yolunda. Bir tahım ohumuşların fikirlerince güya guyruhlunun çekirdeği bize dohunmayacağımış da bizi saçına dolayıp götürecekmiş. Guru üzüm gibi guyruhlunun da çekirdeklisi, çekirdeksizi varmış. Ben bakkalım, ama bugüne kadar böyle olduğunu bilmiyordum. Çünküleyim alıp sattığım mal değul. Şık beyi bana o çızgıları, yuvarlahları gosterdikten sonra gıyamet gopacakmış deyi bir de nutuk çekti. Sonra da pirincin, şekerin oggasını15 soruyor. Bağa bah, gurnaza bah! Gıyamet, alâmet falan deyüp de beni garmanyolaya16 sokacah, beş-on galem mal dolandıracah. Teslikattan17 sonra bir de guyruhlu çıhınca bakkallıkta iş galmadı gayri. Yağ, fasulye, pirinç satan çoğaldı. Galemde18 iş galmayıncah herkes bakallığa özeniyor. Bittih… Eski müşterilerimden çoğu veresiye defterine yanaşmıyor. ‘Efendi, eski borçlar ne olacah?’ deyi sorunca ‘Biz gadronun dışına çıktıh, bize bir lâf dime gayrıh!’ diye laf ediyor. Biz evvelden, müşteriye mal virirken gadro ile mi virirdik? Bunun ne içini biliyorduh ne dışını… Bu ganunu goyan efendiler birez de bakkal hakkını gozetmeli değüller miydi? Bırah canım bırah! Kimseye bir lâf denmiyor ki? ‘Biz teslikatzede olduk,’ deyip lâfın içinden çıhıyorlar.”
Bakkal, böyle söylene söylene gitmekteyken Bedriye Hanım, bahçenin üzerindeki odaya tekrar döndü. Duvarın arkasında küfede, o ıstırap tuzağında zavallı Emeti’yi âdeta uzun uzun ağlarken bulunca sordu:
“Anacığım ne ağlıyorsun?”
“Ben ağlamayayım da kimler ağlasın kızım?”
“Duvardan aşıp da seni kurtaralım bari…”
“Ah, bundan sonra beni kurtarmak kaç para eder? Olan oldu, biten bitti.”
“Bir tarafın mı incindi, ne oldu?”
“Ne olacak? Aygır gibi kediler bütün yemeklerimizi yediler, içtiler, çekildiler. Kuyruksuzun ağzı, burnu, bıyıkları bütün sütlaç içindeydi. Bizim soysuz Ceylan da yabancı kedileri dövüp evden kovacağına onlarla birlik oldu, tıka basa karnını doyurdu. Bakınız, incir ağacına çıktı, yalanıp duruyor. Damarsız yezit! Göçmenlerin güdük kedisi kendi evlerinde hiç karnını doyurmaz. Konudan komşudan böyle hırsızlıkla, avcılıkla geçinir. Kendi evlerinde ne bulup da yiyecek? Hanımları bulamıyorlar ki ona versinler? Pek avcıdır. Bizim bulaşık çukurunun başında bekler de her gün birkaç tane yakalar. Bizim Ceylan tutmaz, kör olası! Fareler gözünün önünden geçerler, hep yanında piyasa ederler de başını çevirip bakmaz bile, ama böyle hazır yemek oldu mu lüp lüp yutar. Şu küfeden kurtulunca inşallah bu kediyi bekçinin eline vereyim de imarete19 attırayım. Bizim kapıyı çalan kimmiş kızım?”
“Bakkal.”
“Ha, sabun getirecekti.”
“Getirmiş. Ben, bizde alıkoydum.”
“İyi ettin.” (Kulağını yine kapıya vererek): “Yavrum Bedriye, bizim kapı yıkılıyor. Kimdir o acaba böyle terbiyesiz terbiyesiz kapıyı çalan?”
“Dur, gidip bakayım.”
“Bizim ev öyledir. Akşamlara kadar hamam gibi işler. Gelenler hep abur cuburdur. Kapıyı açmaya koşmalı, sonra da çene yarıştırıp yürek tüketmeli.”
Bedriye Hanım, cumbaya gidip dönerek: “Merak etme Emeti Hanım, kapıyı çalan dilenci.”
“Hay yetişmesinler, ne de çok. Köklerine kibrit suyu! Yedisinden tut da yetmişine kadar her yaşta, her boyda var. Akşamlara kadar işleri güçleri elalemin kapılarını aşındırmak.
İçlerinde öyle arsızlar var ki sadaka alamayınca insana sövüp saymaya kadar varıyorlar.” (Haykırmaya başlayarak): “Kızım Bedriye, bana müjde deyiniz, gözün aydın deyiniz…”
Bedriye Hanım: “Ne oldu Emeti Hanım?”
Emeti Hanım: “Ne olacak? Sokak kapısı açıldı. Hayriye’m geliyor. Oh, çok şükür, bu kapandan kurtulacağım!”
Hayriye Hanım, taşlığa kadar geldikten sonra bir yaygara kopararak: “Ah dostlar, nedir bu evin hali? Ne var ne yoksa kediler hepsini silip süpürmüşler. Ağza koyacak çöp bırakmamışlar. Annem nerede acaba? Bir yerde uyuya mı kaldı? Yoksa komşularla çene yarıştırmaya bahçeye mi çıktı?”
Emeti Hanım, bahçeden acıklı bir yaygarayla: “Yetiş yavrum yetiş!”(Ağlayarak): “Anneciğinin halini görme. Dipsiz küfelerin içine düştüm. Tekir balığı gibi sepetlere tutuldum. Çürükler, bereler içinde kaldım. Gel Hayriye’m gel! Vücudum koçan kesildi. Dondum. Anacığını kurtar.”
Hayriye Hanım, bahçenin kapısının önüne gelerek büyük bir hayretle: “A, ilâhi anne! Bozdun mu20 ayol? Bugadalık21 çamaşır gibi kırık küfenin içine neye girdin öyle?”
“Hah, bak işte, gördün mü? Evlât olacak. Anne bu kazaya nasıl uğradın demiyor da beni buraya kendi keyfimle girmiş zannediyor.”
“Seni birisi tutup da zorla bu küfeye tıkmadı ya? Elbette kendi kendine girmişsindir.”
“Aman, nasıl girdimse girdim. İşte şimdi çıkamıyorum. Beni bir an önce kurtar buradan.”
Hayriye Hanım, annesini bin yaygara, bin çığlıkla küfenin ağaçlarının arasından kurtarır. Emeti Hanım, topal topal yürüyerek: “Oh, ya Rabbi şükür kurtuldum, ama bak, şimdi de yanımı, belimi alamıyorum. Her tarafım tutulmuş. Evin içinde akşama ağzımıza koyacak çöp kalmadı.”
Hayriye Hanım: “Aman anne, yiyecek içecek neme lâzım benim? Birkaç yumurta kırar yeriz. Bedestenlilerin evinde kuyrukluyu pek fena söylüyorlar. Ne yapacağız?”
Emeti Hanım, komşuya seslenerek: “Bedriye Hanım kızım huuu!”
“Ne var Emeti Hanım? Kurtuldun mu?”
“Kurtuldum, kurtuldum.”
“Eh, gözün aydın, geçmiş olsun.”
“Nasıl gözün aydın a yavrum? Hayriye’m kuyrukluyu anlatıyor, iş fenaymış, pek fena… Kız, söylerken kederinden hep gözleri doluyor.
Mebrure penceresinden sorar: “Bedriye Hanım teyze ne olmuş?”
Bedriye Hanım: “Halamın yıldızı için söylüyorlar. Artık, lamı cimi kalmamış. Geliyormuş, çarpacakmış.”
Mebrure, korkudan dudakları morarıp, titrer bir heyecan haliyle: “Hanım teyze, nasıl, ne zaman? Aman fena oluyorum!”
“Gel, dinle, dinle…” (Öteki komşuya seslenerek): “Emeti Hanım. Hayriye Hanım anlatsın. Pek merakta kaldık. Biz de işitelim, neler olmuş.”
Emeti’yle Hayriye dipsiz küfeyi duvarın kenarına yan yatırıp ikisi de üstüne çıkarlar. Hayriye, işittiklerini bütün önemiyle anlatmaya girişerek: “Kuyruklunun velvelesi bütün cihanı tutmuş. Bu mayısta çarpacakmış. Şimdiden hazırlığa başlamışlar.”
Bedriye Hanım: “Ne hazırlığına?”
Hayriye Hanım: “Sultanahmet, Beyazıt meydanlarına seyirciler için kerevetler kurulacakmış. Kırkar paraya22 seyrettireceklermiş.”
Bedriye Hanım: “A… Hâzen kebira!23 Tören mi bu?”
Hayriye Hanım: “Törenden daha iyi olacakmış. Gökten üzerimize kangal kangal fişekler, dahmeler,24 maytaplar yağacakmış. Şenlik gibi olacakmış.”
Mebrure, korkuyu biraz unutarak: “Ay, anne biz de gideriz değil mi?”
Emine Hanım: “Sus, patlama, aman oğlan uyudu, gürültü etme.”
Emeti Hanım: “İşte gördünüz mü? Hanımlara iş, erkeklere de masraf çıktı. Şimdi kadınlar bu şenlik için kim bilir ne süslü çarşaflar yapınırlar?”
Bedriye Hanım: “Hani ya kuyruklu çarpınca bu dünyada kimse kalmayacak diyorlardı? Bir felâkete mi uğrayacağız, anlayamadım.”
Hayriye Hanım: “Birkaç türlü söylenti var. Bir söylentiye göre Frengistan’a25 çarpacakmış, burada bize bir şey olmayacakmış.”
Emeti Hanım: “Oh, ya Rabbi şükür!”
Bedriye Hanım: “Allah’ım bizi esirgesin.”
Hayriye Hanım: “Bir söylentiye göre çarpmayacakmış, sadece kuyruğu dokunacakmış.”
Mebrure: “Biz kuyruğunu okşarız, severiz de bize dokunmaz.”
Hayriye Hanım: “Nasıl dokunmaz? Kuyruğu zehirliymiş.”
Bedriye Hanım: “Yılan mı bu ayol?”
Hayriye Hanım: “Zehirliymiş. Dokunduğu kimseleri sam rüzgârı vurmuş gibi öldürecekmiş. Kibarlar, demir kapaklı mahzenlere girmeye hazırlanıyorlarmış. Fazlıpaşa’daki Binbirdirek’in26 tepe deliklerini kapatıp, parayla içine adam koyacaklarmış.”
Emeti Hanım: “Parası olmayanlar ne yapacaklarmış?”
Hayriye Hanım: “Parası olmayanları kim düşünür, ilâhî anne!”
“Emeti Hanım: “Biz de bodrumu hazırlayalım bari. Deliği deşiği tıkanırsa mahzen gibidir.”
Bedriye Hanım: “Bizde efendiyle gusülhaneye gireriz. Hiçbir yana penceresi yoktur.”
Mebrure: “Anne, biz de kömürlüğü boşaltalım. Tekir’i de beraber alalım. Zavallı zehirlenmesin.”
Hayriye Hanım: “Bu gece bütün mahalle kadınları Galip Beylerin evine toplanacaklarmış; orada bu kuyruklu hakkında bir konferans vereceklermiş.”
Emeti Hanım: “Ha, işte tamam… Kontras montras diye o cingöz oğlanlar kadınları bir âlâ seyredecekler. Ben, o İrfan’ın ağabeysi Ragıb’ı bilmez miyim? Eskiden beri gökyüzüyle bozmuştur. Koca bir dürbünü vardır. Tahtaboşa27 çıkarıp da Ay’ı, yıldızları seyretmez miydi? Hani ya önceki idare zamanında, ‘Efendim, bu herif dürbünle Yıldız’a28 bakıyor,’ diye jurnal etmediler miydi? Bilmem kaç gün hapis yattı. Anasının yüreğine iniyordu. Sonra dürbünü mürbünü ortadan yok ettilerdi. Baksana, şimdi yine meydana çıkarmışlar.”
Bedriye Hanım: “Herkeste bir telâş. Bakkal bile fitili almış. Sabun getirdiği zaman, neler söylediğini işitseydin güle güle bayılırdın.”
Emeti Hanım: “Ne diyor kızım, ne diyor?”
Bedriye Hanım, bakkalın söyleyişini taklide uğraşarak: “Bağa bah… Aman canım bavvv! Çatacahmış, batacahmış, maassâbirin deyip duruyor.”
Ana kız, Bedriye Hanım’ın bu taklitçiliğine o kadar gülerler ki vücutlarının sarsıntısından ayaklarının altındaki çürük küfe göçerek ikisi de yere yuvarlanırlar.
2
İrfan Galip Bey, yirmi iki-yirmi üç yaşlarında, yeni edebiyat kuşağından; sinirli, güç beğenir; gururu, anlayış ve bilgisinden baskın… İstanbul okullarında, Avrupa ilim müesseselerinde okunan ilim ve fenne özgü kitaplardan burada da öğrenilebileceğine inandığı için, tabiat bilgisi ve felsefedeki derinleşmesinin ve tecrübesinin tamamını özel olarak elde etmiş. Şöhret kazanma hırsıyla inleyip, yirmi paralık haftalık dergilere bedava, büyük değerde satırlar kaleme almaktan usanmaz. “Venüs’e iniltili bir hediye” gibi aşk dolu yazılar yazar veya “Vicdan aydınlığı, ruh ve idealin işitilebilir bir aynasıdır” gibi fikir yüceliklerine boğulmuş; karanlık ama büyük, derin sözler… Bazen tutturur: “Bu kâinat içindeki benliğimin, varlığımın sınırıyla belli olması gerekir. O şey ki benden dışarıdadır. Ben, o değilim; fakat hissedebildiğim durumdaki bir şey, benliğimin dışında nasıl sayılabilir?” Sonra kitapları önüne açar. “Rationalite, realite, conscience, Le moi et non moi”29 ve benzeri kelimeleri açıklamanın enginliği içinde bunalır. Bir konu üzerinde derinleştikçe o şeyin aklındaki eski açıklığı da kaybolur. Büsbütün mana karanlıkları içinde kalır. Daha sonra en sade kelimelerin manalarını bile anlayamayacak bir hale gelir. Meselâ, işte manaca en basit olan bu “sade” tabiri öyle bir niteliktir ki bunu kullanırken manasını bildiğimizi zannederiz. Oysaki hiç de öyle değil. “Sade” ne demektir? Acaba kâinatta bunun tam karşılığını anlatacak bir zerre bulunabilir mi? Hesapta bir’i, geometride noktayı basit kabul ediyoruz; fakat bu, sırf bir varsayımdan ibarettir; gerçek değildir. Parçalardan meydana gelmeyen bir birimi tabiatta bulmak değil, bu kesinliği zihin bile kabul edemez. Nokta da öyle. Matematik ilimlerinin yapısının, bu temel gerçeklerin kesin olarak ispatlanması temeli üzerine kurulması gerekseydi matematik, ölçü olan bir’i nereden alıp belirleyecek? Kimyadaki basit cisimler denilen şeyler de böyle. Bir cismin yapı bakımından basitliği kabul edilse bile başka özellikleri bulunur, yani basit olamaz.
İrfan, memleketine faydalı bir adam olmak için gerçekten çalışır; fakat memleketimizde en gayretliler için bile ciddî öğrenim, hemen hemen elde edilmez bir şey olduğundan, bir kısım zamanını böyle bilmediği ilim incelikleriyle geçirirdi. İlim yolunda elde ettiklerinden gurur duyardı. Birçok konuda yaşıtı olan başka gençleri sığ görüşlü sayar, gözlüğünün altından acır gibi bir küçümsemeyle seyrederdi. Yabancı kitaplardan öğrendiği yeni fikirleri, İstanbul’daki bu hayatına uygulamakta pek güçlük çekiyor ve felsefenin, filozofluğun, ilim ve bilginin temelini şikâyet zannediyordu. Hiçbir şeyden memnun değildi. Memleketinden, milliyetinden, ailesinden, hemen her şeyden şikâyetçiydi. Ev halkının, mahalle ahalisinin, kısaca başkentte yaşayanların cehaletlerinden pek bezmişti. Aksaray’daki evlerinin en üst katında seçtiği yazı odasının penceresinden Topkapı taraflarına doğru bazen ümitsizce, acı acı bakardı. Uzun ve âdeta iyileşmez görünen bir sefalet altında yıkılmaya yüz tutmuş, kararmış, çarpılmış evlerin; koyu koyu yosun tutmuş damlarından sızan kederden sıkılır; sonra duvarlarının üstünde, kiremitlerinin arasında biten dam korukları, kuzukulakları, yapışkanlarla âdeta birer türbeye dönmüş delikleri, kovukları kargalara, çaylaklara, baykuşlara yuva olmuş bu damların altında geçirilen o sefil, o gamlı hayatı düşünür; gözleri sulanır, o üzüntüyle bütün bu memleket halkına şöyle bir hitapta bulunurdu:
“Ey hemşeriler! Niçin uyanıp bu sefalet tozundan silkinmeye uğraşmıyorsunuz? Kabahat herkesten çok, kendinizde… Siz, sizi bu cehalet ve geriliğe bağlayan fikirlere destek ve taraftarsınız. Fikirlerinizi gerçekten geliştirmeye uğraşanlara sövüp sayarak canlı, yeni, besleyici, güzel telkinlerini âdeta cinayet sayıyorsunuz. Onlar, sizin cahilce hor görünüşünüzden korkmasalar, lânetlemelerinizden çekinmeseler, kaç zamandır artık kangrene, kokuşmaya dönen bu derin gerilik yarasının kaynağını size pek büyük bir açıklıkla gösterecekler… Duyduğunuz her yeni fikre kızmayınız. Onları güzelce kabul etmek için anlama gücü kazanmaya uğraşınız.”
Bu üzüntüyle İrfan, “Feylozofi Kontanporen”30 kitaplığının açık tirşe31 kaplı kitaplarını masasının üzerine döker, haftalarca çalışarak “Evrim Kanunu”na ait uzun bir makale yazar; fakat yayımlamak için gönderdiği gazetelerin hemen hepsinden uzunluğu, açıklıktan çok, yeniliğe uğraşılmış acayip bir üslûpla yazılmış olması bahanesiyle reddedilirdi. Sonra, “Evrim Kanunu” makalesini kabul lütfunda bulunmayan gazetelerin sayfalarında fikri üslûbundan bayat, ne bayağı yazılar görerek üzülürdü. Niçin böyle faydalı, ciddî makalelere rağbet eden yoktu? Hiçbir sağlam ilim temeline dayanmaksızın, hemen her gün, fikir ve üslûpça aynı bayağılıkta tekrarlanan adi şeyleri kötü bir alışkanlıkla okuyorlar, bu bayağı yazıların okuyucuları ilk bakışta anlaşılır olmayan bir tamlamaya, yabancı gelen yeni bir şiveye, bir zihin gücü harcamaya bağlı bir cümleye rastlamaktan neredeyse korkuyorlar. Beynin de tembel kalan başka bir vücut organı gibi zayıflayacağını bilmeyerek bilgilerini genişletmek, zihinlerini kuvvetlendirecek ciddîlikte okumaya üşeniyorlar. Halk şakalara, mizaha, iğrenç tuhaflıklara, birkaç kaba taklitle başlayan eserlere bayılıyordu. İrfan, “Evrim Kanunu” na ait o nefis, besleyici makalesine karşılık Hokkabaz Çiçekçioğlu’yla32 yardağı Salamon’un kaba konuşmalarını andırır bir bayağılık yazıp göndereydi, kim bilir bunu okumak için nasıl kırılacaklardı. Öyle ciddî bir makaleyi yazmaya günlerce uğraştıktan sonra bunu bir gazeteye kabul ettirebilmek için âdeta koruyucular, iltimasçılar bulmak gerektiğini İrfan anladı. Eserlerini, gençlerin kalem sadakalarıyla yaşatmaya uğraşan, okurları sınırlı haftalık bir gazeteye göndermeye başladı. İlk uzun makalesi, çeşitli başlıklarla birkaç kısma ayrılarak yayımlandı. Bu birinci eserini, basıldıktan sonra öyle bilgince, derin ve nefis buldu ki bir defa, beş defa, on defa okumakla doyamadı. Odanın kapısını kapatarak her gün birçok defa okuyor, her okuyuşunda başka bir zevk duyarak âdeta kendinden geçiyordu. Sadece, imlâ ve tamlamalarda birkaç yerde gösterdiği yanlışlıkla, düzeltilmesi gözünden kaçmış bir-iki dizgi yanlışına pek canı sıkılıyordu. Bu yanlışlarıyla bütün okurların gözünde cehaletine hükmedileceği korkusundan gelen büyük bir tasaya kapılıyor, ne yapacağını bilmiyor; o satırların içinden kazımakla, koparmakla bu kelimeleri yok etme imkânını bulamayınca tamamen kederleniyordu.
Makalesini yayımlayan gazeteyi, kitapçı dükkânlarında çamaşır mandallarıyla iplere asılmış veya yerlere serilmiş gördükçe İstanbul’un bu yeni hürriyet havası içinde kendi manevî varlığından, düşünce gücünden tesir edici bir sebebin, bir kuvvetin dolaştığını hissederek gururlanıyor ve gelip geçenlere:
“Şu gazeteyi alıp, Evrim makalesini okuyunuz. Bakınız nasıl bir ciddiyet, ne büyük bir inceleme, ne temiz bir ilerleme isteğiyle yazılmıştır,” diye bağırmak istiyordu.
Her rastladığı tanıdıktan bu yeni makalesi hakkında bir takdir cümlesi işitebilmek için onun bunun ağzına bakıyor, o gazetenin ismini söze katmak maksadıyla türlü konular, lafı asıl konuya getirecek sözler buluyordu; fakat ne yazık ki hiç aldıran yoktu. Yayın dünyasına öyle bir makale çıktığından haberi olan bir kişiye rastlamıyordu. Sonra “Nankörler!” diye okurlara, o makaleden habersiz kalan okurlara kızıyordu.
İrfan, şöhret hırsıyla yanıyor, kavruluyordu. Kendini herkese tanıtmak istiyordu; fakat bu, elde edilmesi ne kadar zor bir işti. Acaba bu memleket, İrfan’daki zekâ cevherini takdir edebilecek bir anlayış seviyesine kadar hiçbir zaman yükselemeyecek miydi? Böyle ümitsizce düşünüyor, sonra çevresine karşı derin bir tiksinmeye kapılarak her şeyi, her şeyi insafsızca tenkide girişiyor, milli örf ve âdetlerimizden hiçbirini beğenmiyor; hepsini değiştirmek gerektiğine inanıyordu.
İrfan, gençliğin hayallerindeki evlenme konusunda bile yürek sızlatıcı bir ümitsizlik, bir acılık, bir yüksünme içinde kalıyordu. Hayır! O, bu memlekette evlenmeyecekti. İşte ağabeysi Ragıp evlenmişti! Uyulması gerekli bir âdeti yerine getirmek için evlenmişti. Birkaç ay geçtikten sonra geçimsizlikler, dırıltılar baş göstermişti; çünkü karı koca arasında hisçe, zevkçe, terbiyece bir uygunluk yoktu. Hele birbiri ardına iki çocuk doğurduktan sonra kadına bir çapulculuk, bir gevşeklik, bir yıpranma gelmiş; Ragıp’ın zevk ve iştah dolu bakışları evin dışında dolaşmaya başlamıştı. Karı koca bağlılığının bozulmasının ilk dönemlerinde, bu gece kayboluşlarına birer sebep bulabilmek için epey yorulmuş; fakat sonraları buna da gerek görmeyerek gemi, tamamen azıya almış; karı koca, birbirlerinin başına âdeta birer belâ olup kalmıştı.
Bu etkili örnek, bu ümit kırıcı örnek, insanın gözünün önünde durup dururken o nasıl evlenebilecekti? İrfan, kendine eş olarak el ele vereceği, gençliğin aşk dolu hayallerinde, altın yaldızlı ufuklarında ortak bir yükselme zevkiyle uçacağı bir melek arıyordu.
Onu nerede bulacaktı? Nerede? Hayalinin ürünü olan bu benzersiz varlığı, bu hayal perisini İstanbul’da değil, en medenî memleketlerin gelişme ve terbiye çevrelerinde bile düşünemiyordu. İstanbul’da kimi alacaktı? Gezinmek için mezarlıkların çimenleri üzerine çömelerek gelip geçenlere, bezden paça bağlarını göstere göstere simit, akide şekeri, peynir, portakal yiyen hanım kızlar mı?
Hem böyle bir memlekette evlenmekten amaç ne olacaktı? Bu yosunlu damların altındaki kasvetli hayatın içinde yaşamak, bu kirli sokakların bozuk kaldırımları üzerinde sürünmek veya evlât yetiştirmek için mi? Doğacak evlâdını, hayatın nimetlerine ulaştırmak için ona, zamanın ilerlemesine uygun bir okul hazırlamayı bile düşünmeyen bir milletin kahır ve sefalet içindeki nüfusunu artırmaya yardım etmek, insanlığın iyiliğini istemek midir?
İrfan, böyle kederli kederli düşündükten sonra siyah bir peçenin yarı koyuluğu altındaki fevkalâde güzelliği, bir çeşit ruh çarpıntısıyla hissedilen genç bir kadına sokakta bazen rastlıyordu. Onun narin iskarpinlerle attığı gönül okşayıcı adımlarda, çarşaf altından omuzlarının yuvarlaklığında, göğsünün kabarıklığında, vücudun üst kısmını ayıran bel çizgisindeki kıvrıntılarda; çarşafın, an kloş33 açıla açıla dökülüşünde öyle asalet dolu güzellikler, sanatlı incelikler, çekici ve yaraştırılmış ustalıklar keşfediyordu ki kadınlarımız hakkındaki kötü görüşlerini ve düşüncelerini unutarak, içyüzünü kestiremediği bir dalgınlıkla bu rastlanmış Venüs’ün çekici güzelliğine tutulup, onun endamındaki dalgalanışlardan gelen güzel kokulu havayı içine çekiyor ve kendi kendine: “İşte bu, mezarlıklara çömelip kâğıt helvası yiyen takımından değil. Bunun en ufak hareketinde bile bin asil incelik var. Allah bağışlasın… Acaba kimin?” diyordu.
Bir böylesi bulunsa İrfan’a hayat arkadaşı, gönül yoldaşı olamaz mı? Şimdi bu yolda yeni yeni ümitlere, fikirlere kapılarak öncekinden büyük bir dalgınlıkla takibe devam ediyordu. Bu güzel hanım, koyu renk güderi eldivenlere hapsedilmiş, bileğini dışa gelecek şekilde çevirip, çarşafını arkadan kendine özgü bir tavırla kavradığı zaman ilik, düğmenin pek örtemediği açıklıktan görünen avuç çukurundaki beyazlık, göze de âdeta dokunmasıyla anlaşılacak taze bir nemlilik hissi veriyordu.
Yaratılışın bir güzellik mucizesi olan bu el, İrfan’a yardım etmek için aşkla uzansa, onu bütün o ümitsiz, gamlı, karanlık fikirlerden kurtararak insanlığın üstünde, yüce bir mutluluk cennetine ulaştırabilirdi. Böyle büyük bir mucizeye gücü yetecek eli, taparcasına diz çökerek öpmek için gidiyor, gidiyor, gidiyordu.
Bu gerçek, gözünün önünden kaybolduktan sonra kendini günlerce oyalayacak bir hayal şekline bürünüyor; ona gizli gizli, haftalarca en ateşli öpüşlerini hediye ederek yalvarıyor, tapınıyor; fakat gitgide bu hayal, onun tapınan bakışında eski parlaklığını ve gücünü kaybediyor; yavaş yavaş siliniyor, sonra birdenbire bir yenisi parlıyordu.
İrfan, böyle şık ve güzel bir kadına rastladığı zaman bazen maddiliğe tapan bir insan olmaya çalışarak kendi akrabasından süslenip çıkan genç kadınları gözünün önüne getiriyor; bunların dışları kadar içyüzlerini de bildiği için o ipekli çarşafların, o dantelli korselerin altında ne kadar hırçın kalplerin gizlendiğini ve o bir günlük süsün, düzenin, evlerde aylarca süren ihmallere, ilgisizliklere, düzensizliklere çare olamayacağını ve duygu, terbiye, görenek ve yaşayış bakımından var olan birçok eksikliği affettiremeyeceğini düşünüyordu.
İrfan’ın böyle mutlu şekildeki rastlantılarından sonra uğradığı sevdalardan, çektiği üzüntülerden, azaplardan, bütün bu sinirlere ait hayal ürünü zevklerden, işkencelerden kimsenin haberi yoktu. Hep kendi kendine gelin güvey oluyordu. Yirmi iki yaşına kadar itiraf edilmemiş sevdalar, karşılık görmeyen ahlar, inlemeler, ağlamalar, açık bir gerçeğe yönelmeyen tapınışlarla yorulmuş; delice denecek hayaller arkasından koşmuştu. Aşk konusunda pek utangaç ve cesaretsizdi. Daima, böyle hayallere âşık oluyor; bir gerçek önünde sevgisini itiraf edeceği gün, iyi karşılanmayacağı hakkında düştüğü garip bir zan, kendisini öldürüyor; her türlü cesaretini kırıyordu. Kendileri için bu kadar gizli yaşlar döktüğü halde henüz güzel bir kadının azıcık iltifatına kavuşamamış olması, üzüntüsünü artırıyordu. Bu işte şansını mutlaka bir denemek gerekiyordu. Yine, bu güzellerden birine rastladığı bir gün, niyetlendiği şeyi yapmaya kalkıştı. Bütün cesaretini toplayarak kadının kulağının dibinde tutkunca birkaç kelime mırıldandı. O kadar acemice ki, birbirini takip eden her kelimede sesi kuvvetten düşüyor, sözler açıklığını kaybediyor, sonunda anlaşılmaz birer mırıltı halini alıyordu. Genç kadın, İrfan’ın bu tereddütlü, çekingen, şaşkınca saldırısına karşı cevap olarak derin bir hayret manasıyla kaşlarını kaldırdı, dudaklarını büzdü; delikanlıyı, aşağılayıcı bir alaylı bakışla süzdü. Şemsiyesini indirip tek kelime söylemeden yürüyüverdi. İrfan, bu sessiz hakaret karşısında öldü, bitti, eridi. O günden sonra kadınlara düşman oldu. Erkeklere göre kadınların anlayış eksikliği, zaafları, birçok doğal durumdaki gelişmemişliği üzerine makaleler yayımladı. Bu yayınlara içerleyen birkaç hanım, basın sesiyle yine kırgın cevaplar verdiler. Konu kızıştı. Basın dünyasında İrfan, kadın düşmanlığıyla biraz tanındı; fakat ne yapsa, ne etse kadınlardan büsbütün hıncını alamıyordu.



