
Полная версия
Mürver Ağacı
Değirmenci, ‘Hoşça kal, küçük Hans,’ demiş ve omzunda tahta, elinde koca sepetle evine doğru gitmiş.
Küçük Hans, ‘Sen de hoşça kal,’ diyerek neşeyle işine dönmüş. Değirmenci ona el arabasını vereceği için çok sevinçliymiş.
Ertesi gün hanımellerini sundurmaya tuttururken Değirmenci’nin yoldan ona seslendiğini duymuş. Seyyar merdivenden inip bahçenin öbür yanına koşmuş ve duvarın üstünden bakmış.
Değirmenci koca bir çuval unla orada dikiliyormuş.
‘Sevgili küçük Hans,’ demiş, ‘şu bir çuval unu benim için pazara taşır mısın?’
Hans, ‘Hay Allah, çok üzgünüm,’ demiş, ‘ama bugün gerçekten çok işim var. Sürünücü bitkilerimin hepsini tutturmam, tüm çiçeklerimi sulamam ve tüm çimlerin üstünden silindirle geçmem gerekiyor.’
‘Ama nasıl olur?’ demiş Değirmenci. ‘Sana el arabamı verdiğim halde beni reddetmen biraz samimiyetsizce geliyor.’
Hans, ‘Lütfen öyle deme,’ diye üzülmüş. ‘Ben kimseye samimiyetsiz davranamam.’ Ve koşarak şapkasını almış, omuzlarında koca bir çuvalla yola düşmüş.
O gün hava çok sıcak, yol da fena halde tozluymuş. Hans daha altıncı mil taşına ulaşamadan o kadar yorulmuş ki, oturup dinlenmek zorunda kalmış. Fakat sonra gücünü toplayıp devam etmiş ve sonunda pazara ulaşmış. Orada bir süre bekledikten sonra unu çok iyi bir fiyata satmış ve gecikirse yolda karşısına hırsızların çıkacağından korkarak hemen eve dönmüş.
Yatağa girerken kendi kendine, ‘Çok yorucu bir gün oldu,’ diye düşünmüş. ‘Ama Değirmenci’nin isteğini kıramazdım; ne de olsa en iyi arkadaşım, üstelik bana el arabasını da verecek.’
Ertesi sabah Değirmenci erkenden un parasını almaya gelmiş, ama küçük Hans çok yorgun olduğundan hâlâ yataktaymış.
Değirmenci, ‘Aman Tanrım, ben sana el arabamı veriyorum, sen tembellik yapıyorsun,’ demiş. ‘Daha çok çalışmalısın, Hans. Tembellik büyük bir günahtır ve ben hiçbir arkadaşımın asla tembel veya aylak olmasını istemem. Seninle açık konuşmamı yadırgama. Arkadaşın olmasam elbette böyle yapmam. Ama insan tamamen açık konuşamayacaksa arkadaşlığın ne anlamı kalır? Herkes güzel şeyler söyleyebilir, karşısındakini memnun edip pohpohlayabilir, ama gerçek bir arkadaş daima hoşa gitmeyecek şeyler de söyler ve incitmeyi göze alır. Hatta gerçek bir arkadaşsa bunu tercih eder, çünkü o zaman doğrusunu yaptığını bilir.’
Küçük Hans gözlerini ovalayıp gece kukuletasını çıkararak, ‘Çok üzgünüm,’ demiş, ‘ama o kadar yorgundum ki, yatakta biraz daha kalıp kuşların şakımalarını dinlemek istedim. Onları dinleyince her zaman daha iyi çalıştığımı biliyor muydun?’
Hans’ın sırtına hafifçe vuran Değirmenci, ‘Eh, bunu duyduğuma sevindim,’ demiş, ‘çünkü giyinir giyinmez senden değirmene gelmeni ve ahırın çatısını benim için onarmanı istiyorum.’
Çiçeklerini iki gündür sulamayan zavallı küçük Hans ise bahçesine gidip çalışmaya can atıyor, ama çok iyi arkadaşı olduğu için de Değirmenci’yi kırmak istemiyormuş.
Çekingen ve ürkek bir sesle, ‘Çok işim olduğunu söylesem samimiyetsizlik yapmış olur muyum?’ diye Değirmenci’yi yoklamış.
Değirmenci, ‘El arabasını vereceğime göre senden fazla bir şey istediğim küçük sayılır; ama beni geri çevirirsen tabii ki gidip çatıyı kendim onarırım,’ demiş.
Küçük Hans, ‘Hayır! Kesinlikle olmaz,’ diye bir çığlık atarak yataktan fırlamış ve giyinip ahıra yollanmış.
Orada gün boyu, güneş batana kadar çalıştıktan sonra gurup vakti Değirmenci işlerin nasıl gittiğine bakmak için uğramış.
Neşeli bir sesle, ‘Çatıdaki deliği onardın mı, küçük Hans?’ diye seslenmiş.
Küçük Hans merdivenden inerek, ‘Evet, iyice onardım,’ demiş.
Değirmenci, ‘Harika!’ demiş. ‘İnsanın başkaları için yaptığı iş kadar güzel bir şey yoktur.’
Oturup alnını silen küçük Hans, ‘Senden bu sözleri duymak kesinlikle büyük bir ayrıcalık,’ demiş, ‘hem de çok büyük. Fakat korkarım senin kadar güzel fikirlerim hiç olmayacak benim.’
Değirmenci, ‘Merak etme, olacaktır!’ demiş, ‘Ama daha çok gayret etmelisin. Şimdilik arkadaşlığın uygulamasını yapıyorsun; bir gün bunun teorisine de sahip olacaksın.’
Küçük Hans, ‘Gerçekten mi?’ diye sormuş.
Değirmenci, ‘Bundan hiç şüphem yok,’ demiş. ‘Ama madem çatıyı onardın, eve gidip dinlenmelisin, çünkü yarın senden koyunlarımı dağa götürüp gütmeni istiyorum.’
Zavallı küçük Hans korkusundan itiraz edememiş ve ertesi sabah Değirmenci erkenden koyunlarını evine getirmiş, Hans da onlarla dağa doğru yola koyulmuş. Oraya gidip dönmesi bütün gününü almış; döndüğünde de o kadar yorgunmuş ki, koltuğunda uyuyakalmış ve gün iyice ışıyana kadar da uyanmamış.
Kalktıktan sonra, ‘Bahçemde ne güzel vakit geçireceğim,’ diyerek bir an önce işe girişecek olmuş.
Fakat çiçeklerine bakmaya hiçbir fırsat bulamamış, çünkü arkadaşı Değirmenci her seferinde uğrayarak ya çok vaktini alan ayak işleriyle meşgul ediyor ya da ondan değirmene gelip yardım etmesini istiyormuş. Küçük Hans ihmal ettiği çiçeklerinin küsmesinden korkarak zaman zaman büyük bir endişeye kapılıyor ve ancak Değirmenci’nin en iyi arkadaşı olduğu düşüncesiyle teselli buluyormuş. ‘Ayrıca,’ diyormuş, ‘katıksız bir cömertlik örneği olarak bana el arabasını verecek.’
Küçük Hans böylece Değirmenci için çalışıp durmuş. Değirmenci ona arkadaşlık hakkında türlü güzel şeyler anlatıyor, çok iyi bir öğrenci olan Hans da bunları bir deftere kaydedip geceleri üstünden geçiyormuş.
Bir akşam küçük Hans ocağın başında otururken gürültüyle kapı çalmış. Hava fırtınalı olduğu için rüzgâr evi sallayarak öyle fena esiyormuş ki, Hans başlangıçta sesin oradan geldiğini sanmış. Fakat sonra kapı ikinci kez çalmış, ardından, hepsinden daha güçlü olmak üzere, üçüncü kez.
Küçük Hans kendi kendine, ‘Herhalde zavallı bir yolcu,’ diyerek kapıya koşmuş.
Değirmenci bir elinde fener, öbüründe büyük bir sopayla karşısında duruyormuş.
‘Sevgili küçük Hans,’ demiş, ‘başımıza çok kötü bir şey geldi. Küçük oğlum merdivenden düşüp yaralandı, ben de Doktor’a gidiyorum. Ama Doktor o kadar uzakta ve hava o kadar fena ki, yerime senin gitmenin çok daha iyi olacağını düşündüm. Sana el arabamı vereceğimi biliyorsun, o yüzden benim için bunu da yapabilirsin.’
Küçük Hans, ‘Elbette,’ demiş, ‘benim için şereftir; hemen yola çıkayım. Fakat gece zifirî karanlık, hendeğe düşmekten korkuyorum; fenerini bana ödünç verebilir misin?’
‘Çok üzgünüm,’ diye karşılık vermiş Değirmenci, ‘ama bu feneri yeni aldım ve ona bir şey olursa çok üzülürüm.’
Küçük Hans, ‘Neyse, boş ver o zaman, fenersiz de giderim,’ demiş ve büyük kürk paltosuyla kalın kırmızı beresini alıp boynuna bir atkı dolamış ve yola koyulmuş.
Fakat o ne feci bir fırtınaymış! Küçük Hans gecenin karanlığından önünü neredeyse göremiyor ve rüzgârın şiddetinden güçlükle ayakta durabiliyormuş. Fakat çok cesur olduğundan yılmamış ve üç saat kadar yürüdükten sonra Doktor’un evine varıp kapısını çalmış.
Doktor başını yatak odasının penceresinden uzatarak, ‘Kim o?’ diye seslenmiş.
‘Küçük Hans, Doktor.’
‘Ne istiyorsun, küçük Hans?’
‘Değirmenci’nin oğlu merdivenden düşüp yaralanmış, hemen gelmenizi istiyorlar.’
Doktor, ‘Tamam!’ deyip atıyla büyük çizmelerinin ve fenerinin hazırlanmasını istemiş, aşağı inmiş ve kendisi at sırtında, küçük Hans peşinde güçlükle yürüyerek Değirmenci’nin evine doğru yollanmışlar.
Fakat fırtına giderek şiddetlendiği ve yağmur bardaktan boşanırcasına yağdığı için küçük Hans ne gittiği yeri görebilmiş, ne de atın hızına ayak uydurabilmiş. Zavallı sonunda yolunu kaybetmiş, derin çukurlarla dolu olduğu için çok tehlikeli bir yer olan sulak bir fundalığa girmiş ve orada boğulmuş. Büyük bir su birikintisinde yüzen cesedini ertesi gün keçi çobanları bulmuş ve evine getirmişler.
Çok sevilen Küçük Hans’ın cenaze törenine herkes katılmış ve orada en çok ağıt yakan da Değirmenci’ymiş.
Değirmenci, ‘En iyi arkadaşı olarak en iyi yeri de benim almam gerekir,’ diyerek uzun siyah peleriniyle cenaze alayının en önünde yürümüş ve cebinde taşıdığı büyük bir mendille arada bir gözlerini silmiş.
Tören bittikten sonra herkesin oturacak rahat bir yer bulduğu ve baharatlı şarap içip tatlı pastalar yediği handa Demirci, ‘Küçük Hans’ın ölümü şüphesiz herkes için büyük bir kayıp oldu,’ demiş.
Değirmenci, ‘Özellikle benim için daha büyük bir kayıp oldu,’ diye söze girmiş. ‘Ona el arabamı verecektim, ama şimdi elimde kaldı ve onunla ne yapacağımı bilmiyorum. Evde yer kaplıyor, üstelik o kadar kötü durumda ki, satsam bile para etmiyor. Bir daha kesinlikle kimseye bir şey vermeyeceğim. Cömertliğin sonu hep acı oluyor.’”
Uzun bir sessizlikten sonra Su Faresi, “Ee?” dedi.
Ketenkuşu, “Eesi, hikâye burada bitiyor,” dedi.
Su Faresi, “Ama Değirmenci’ye ne oldu?” diye sordu.
Ketenkuşu, “Ona mı? Hiçbir fikrim yok,” dedi. “Umurumda da değil.”
Su Faresi, “İçinde ona karşı bir anlayış beslemediğini açıkça görebiliyorum,” dedi.
Ketenkuşu, “Korkarım hikâyeden çıkan dersi pek anlamıyorsun,” diye söylendi.
Su Faresi, “Neyi?” diye cırladı.
“Dersi.”
“Bu hikâyenin bir ders verdiğini mi söylüyorsun?”
Ketenkuşu, “Kesinlikle,” dedi.
Su Faresi büyük bir öfkeyle, “Doğrusu,” dedi, “bunu baştan söylemeliydin. Bilseydim seni kesinlikle dinlemezdim. Hatta şu eleştirmen gibi, ‘Püff,’ derdim. Ama bunu şimdi de diyebilirim.” Ve avazı çıktığınca “Püff,” diye bağırdı, kuyruğunu şöyle bir salladı ve yuvasına döndü.
Birkaç dakika sonra yüzerek yaklaşan Ördek, “Su Faresi’ne ne diyorsun?” diye sordu. “Haklı olduğu noktalar var; ama ben kendi hesabıma bir anneyim ve ne zaman müzmin bir bekâra rastlasam gözlerime yaş dolar.”
Ketenkuşu, “Galiba onu sinirlendirdim,” diye karşılık verdi. “İbretlik bir öykü anlattığımı inkâr edemem.”
“Ah! Bunu yapmak her zaman çok tehlikelidir,” dedi Ördek.
Ben de onunla aynı fikirdeyim.
KAYDA DEĞER ROKET
Kral’ın oğlu evleneceği için büyük şenlik hazırlıkları yapılıyordu. Prens gelini koca bir yıl beklemiş ve gelin sonunda gelmişti. Kız bir Rus Prensesi’ydi ve altı rengeyiğinin çektiği bir kızakla ta Finlandiya’dan yola çıkmıştı. Kızak kocaman bir altın kuğu biçimindeydi ve kanatlarının arasında küçük Prenses’in kendisi oturuyordu. Kakım kürkünden uzun mantosu tam ayaklarının dibine kadar uzanan, başında gümüş sırmadan minik bir şapka olan Prenses hep yaşadığı Kar Sarayı’nın kendisi kadar beyaz görünüyordu. O kadar beyazdı ki, sokaklardan geçerken herkes hayret ediyordu. “Bir gül kadar beyaz!” diye haykırıp balkonlarından ona çiçek atıyorlardı.
Prens Kale’nin kapısında onu karşılamak için bekliyordu. Hülyalı menekşe gözleri, incecik altın saçları vardı. Prenses’i görünce bir dizinin üstüne çöktü ve elini öptü.
“Resminiz çok güzeldi, ama siz resminizden de güzelsiniz,” diye mırıldandı; küçük Prenses’in yüzü kızardı.
Bir İçoğlanı, yanındakine, “Beyaz bir gül gibiydi, kırmızı bir güle döndü,” deyince bütün Saray halkı kendinden geçti.
Bunu takip eden üç gün boyunca herkes, “Beyaz gül, Kırmızı gül, Kırmızı gül, Beyaz gül,” deyip durdu ve Kral, İçoğlanı’nın maaşının ikiye katlanmasını buyurdu. İçoğlanı’nın bir maaşı olmadığından ona pek bir fayda getirmedi bu, fakat yine de büyük bir şeref kabul edildiği için gereği yapıldı ve Saray gazetesinde neşredildi.
Üç gün sonra evlilik kutlamalarına geçildi. Tören nefisti; gelin ve damat küçük inciler işlenmiş mor kadife bir sayvanın altında el ele yürüdüler. Ardından beş saat süren bir Resmî Ziyafet verildi. Prens ve Prenses Büyük Salon’daki en yüksek yerde oturdular ve içeceklerini berrak bir billur kupadan yudumladılar. Ancak gerçek âşıklar o kupadan içebilirlerdi, çünkü yalancı dudaklar dokunduğunda kupa bozarıp donuklaşır ve bulanırdı.
Küçük İçoğlanı, “Birbirlerini sevdikleri gün gibi ortada,” dedi, “billur bir gün gibi!” Kral bunun üzerine İçoğlanı’nın maaşını bir kez daha ikiye katladı. Tüm Saraylılar, “Bu ne şeref!” diye haykırdılar.
Ziyafetin ardından Balo başladı. Gelin ve damat birlikte Gül dansını yapacaklardı ve Kral flüt çalacağına söz vermişti. Çok kötü çaldı, ama kimse bunu ona söylemeye cesaret edemedi; ne de olsa Kral’dı. Aslında Kral yalnızca iki ezgi biliyor ve birini öbüründen hiçbir zaman ayırt edemiyordu; ama fark etmezdi, çünkü ne yaparsa yapsın, herkes her zaman, “Harika! Harika!” diye haykırıyordu.
Programdaki son etkinlik tam gece yarısı başlayacak olan büyük havai fişek gösterisiydi. Küçük Prenses hayatında hiç havai fişek görmediğinden Kral, düğün günü Kraliyet Pirotekni[5] Mütehassısı’nın da hazır bulunmasını buyurmuştu.
Prenses, taraçada yürüdüğü bir sabah, Prens’e, “Havai fişek nasıl bir şeydir?” diye sormuştu.
Başkalarına sorulan soruları daima kendi cevaplayan Kral da, “Aurora Borealis’e[6] benzer,” demişti, “ama çok daha doğaldır. Ne zaman ortaya çıkacakları belli olduğu için şahsen onları yıldızlara tercih ederim. Üstelik benim flüt çalışım gibi de güzeldirler. Mutlaka görmelisin.”
Hasbahçenin ucunda büyük bir tezgâh kuruldu ve Kraliyet Pirotekni Mütehassısı her şeyi yerli yerine koyar koymaz havai fişekler birbiriyle konuşmaya başladı.
Küçük bir Maytap, “Dünya ne kadar güzel bir yer,” diye seslendi. “Şu sarı lalelere bakın. Gerçek birer çatapat olsa ancak bu kadar sevimli olabilirlerdi. Seyahat ettiğim için çok mutluyum. Seyahat aklı fevkalade geliştiriyor ve tüm önyargıları bertaraf ediyor.”
Büyük bir Roma Kandili, “Hasbahçeyi dünya mı sandınız, aptal maytap,” dedi. “Dünya kocaman bir yerdir ve onun tamamını görmeniz üç gününüzü alır.”
Genç çağında yaşlı bir tahta kutuya tutturulan ve kırık kalbiyle gurur duyan düşünceli bir Döner Fişek, “Sevdiğiniz yer neresiyse sizin için dünya orasıdır,” dedi. “Ama aşkın devri artık geçti, şairler öldürdü onu. Hakkında o kadar çok yazdılar ki, kimse onlara inanmaz oldu ve bu da beni hiç şaşırtmıyor. Gerçek aşk ıstırap çeker ve suskundur. Hatırlıyorum da, bir keresinde… Ama artık bir önemi yok. Sevdalık geçmişte kaldı.”
Roma Kandili, “Öyle şey mi olur?” dedi. “Aşk asla ölmez. Aşk ay gibidir ve ebediyen yaşar. Sözgelimi, gelinle damat birbirlerini ne kadar candan seviyor. Haklarındaki her şeyi benimle aynı çekmecede kalan ve Saray’daki son haberleri bilen kâğıt bir fişeklikten bu sabah öğrendim.”
Fakat Döner Fişek başını salladı. “Aşk öldü, Aşk öldü, Aşk öldü,” diye mırıldandı. Aynı şey defalarca tekrar edilirse onun gerçek olacağına inananlardandı.
Birdenbire keskin, kuru bir öksürük duyuldu ve hepsi birden dönüp baktılar.
Uzun bir çubuğun ucuna bağlanan uzun boylu, mağrur görünüşlü bir Roket’ten geliyordu ses. Bir mütalaada bulunmadan önce dikkat çekmek için daima böyle öksürürdü.
Roket, “Ehem, ehem!” dedi ve hâlâ başını sallayıp, “Aşk öldü,” diye mırıldanan zavallı Döner Fişek hariç, herkes kulak verdi.
Bir Çatapat, “Sessizlik lütfen! Sessizlik lütfen!” diye bağırdı. Siyasetçi gibi bir şeydi bu Çatapat ve yerel seçimlerde daima önemli bir yer işgal ettiği için Meclis’teki konuşma üslubunu yakından biliyordu.
Döner Fişek, “Tamamen öldü,” diye fısıldayıp uykuya daldı.
Tam bir sessizlik olduğunda Roket üçüncü bir kez daha öksürdü ve söze başladı. Anılarını yazdırır gibi çok yavaş, tane tane konuşuyor ve hitap ettiği kişinin daima omzunun üstünden arkaya doğru bakıyordu. Doğrusu, son derece seçkin bir tavrı vardı.
“Kralın oğlu için ne büyük bir talih ki,” dedi, “benim ateşleneceğim gün evleniyor. Bunu planlamış olsalar ancak bu kadar olurdu; lakin Prensler daima kısmetlidir.”
Küçük Maytap, “Hayret!” dedi. “Ben de tam tersini, Prens’in şerefine ateşleneceğimizi sanmıştım.”
“Sizin için öyle olabilir,” diye cevap verdi Roket. “Hatta bundan hiç şüphem yok, fakat benim durumum farklı. Ben son derece kayda değer bir roketim ve kayda değer bir anne ve babadan geliyorum. Annem devrinin en şöhretli Döner Fişeği’ydi ve dansının zarafetiyle bilinirdi. Büyük gösterisini yaptığında, sönene kadar on dokuz defa dönmüş ve her dönüşünde havaya yedişer pembe yıldız fırlatmıştı. Bir metre çapındaydı ve en iyi barutla imal edilmişti. Babam da benim gibi bir Roket’ti ve Fransız menşeyliydi. O kadar yükseğe uçardı ki, insanlar bir daha geri dönmeyeceğinden korkarlardı. Fakat babam iyi huylu biri olduğu için dönerdi ve altın bir yağmur sağanağı halinde muhteşem bir iniş gerçekleştirirdi. Gazeteler gösterisini fevkalade gurur verici ifadelerle yazardı. Hatta Saray gazetesi onu ‘Pilotekni’ sanatının zaferi ilan etmişti.”
Bir Bengal Işığı, “Pirotekni, herhalde Pirotekni demek istiyorsunuz,” dedi. “Kendi kutumda öyle yazdığını gördüğüm için Pirotekni olduğunu biliyorum.”
Fakat Roket sert bir ses tonuyla, “Ben zaten ‘Pilotekni’ dedim,” deyince Bengal Işığı öyle bir ezikliğe kapıldı ki, hâlâ önemli biri olduğunu göstermek için derhal küçük maytaplara külhanbeyliği taslamaya başladı.
Roket, “Diyordum ki,” diye devam etti, “diyordum ki… Ne diyordum?”
Roma Kandili, “Kendiniz hakkında konuşuyordunuz,” dedi.
“Elbette; öyle terbiyesizce sözüm kesildiğinde ilginç bir konuyu işlediğimi hatırlıyorum. Terbiyesizlikten ve her türlü görgüsüzlükten nefret ederim, çünkü ben son derece hassas biriyim, bundan hiç şüphem yok.”
Çatapat, “Hassas biri ne demek?” diye sordu Roma Kandili’ne.
Roma Kandili kısık bir sesle, “Kendisinde nasır olduğu için sürekli başkalarının ayağına basan kişi demektir,” diye cevap verince Çatapat az daha kahkahayı koyuveriyordu.
Roket, “Lütfen neye güldüğünüzü söyler misiniz?” diye öğrenmek istedi. “Ben gülmüyorum.”
Çatapat, “Mutlu olduğum için gülüyorum,” dedi.
Roket öfkeyle, “Çok bencil bir neden,” dedi. “Mutlu olmaya ne hakkınız var? Başkalarını düşünmelisiniz. Hatta beni düşünmelisiniz. Ben daima kendimi düşünüyorum ve başkalarından da aynısını bekliyorum. Buna halden anlamak deniyor. Harika bir fazilettir ve ben de ona büyük ölçüde sahibim. Sözgelimi, bu gece başıma bir şey geldiğini farz edelim; herkes için ne büyük bir talihsizlik olur! Prens’le Prenses bir daha asla mesut olamazlar, bütün evlilikleri mahvolur; Kral’a gelince, bunu atlatamayacağından eminim. Kendi mevkimin önemini düşünmeye başladığımda gerçekten gözyaşlarına boğulacak gibi oluyorum.”
Roma Kandili, “İnsanları eğlendirmeniz bakımından kuru kalmanız daha hayırlıdır,” dedi.
Artık neşesi daha yerinde olan Bengal Işığı, “Kesinlikle,” diye katıldı. “Sağduyu bunu gerektirir.”
Roket hışımla, “Şuna bak, sağduyuymuş!” diye çıkıştı. “Benim son derece sıra dışı ve son derece kayda değer olduğumu unutuyorsunuz. Sağduyu herkeste olabilir, hayal gücünden mahrum olmaları yeter. Fakat ben hayal gücü olan biriyim. Hadiseleri asla oldukları gibi düşünmüyorum; daima bambaşka bir şekilde düşünüyorum. Kuru kalmama gelince, duygusal bir mizacı takdir edecek biri belli ki yok aranızda. Kendi adıma neyse ki buna aldırmıyorum. Hayatta kişiyi ayakta tutan tek şey, başkalarının kendinden ne kadar aşağı olduğunu bilmektir. Ben bu hissi içimde daima canlı tutmuşumdur. Fakat sizde kalp ne gezer? Prens’le Prenses daha biraz önce evlenmemiş gibi gülüp eğleniyorsunuz.”
Küçük bir Sıcak Hava Balonu, “Ama neden olmasın?” diye sordu. “Bu çok sevindirici değil mi? Göğe yükseldiğimde bundan yıldızlara da söz etmek niyetindeyim. Güzel gelini onlara anlattığımda göz kırptıklarını göreceksiniz.”
Roket, “Ah! Hayata ne kadar dar görüşlü bakıyorsunuz!” dedi. “Fakat bunu tahmin etmeliydim. Dünyadan haberiniz yok sizin; kof ve boşsunuz. Belki Prens’le Prenses içinden derin bir nehir geçen bir ülkede yaşamaya gidecek; belki yalnızca bir oğulları, Prens’in kendisi gibi sarı saçlı menekşe gözlü küçük bir oğlanları olacak; belki bir gün oğlan dadısıyla yürüyüşe çıkacak; belki dadı yaşlı büyük bir ağacın altında uykuya dalacak ve belki küçük oğlan o derin nehre düşüp boğulacak. Ne feci bir talihsizlik! Zavallı insanlara tek oğullarını kaybetmek reva mı? Gerçekten çok korkunç! Bunu asla unutamayacağım.”
Roma Kandili, “Ama tek oğullarını kaybetmediler,” dedi. “Başlarına hiçbir talihsizlik gelmedi.”
Roket, “Ben de zaten geldiğini söylemedim,” diye karşılık verdi. “Gelebilir dedim. Tek oğullarını kaybetmiş olsalar zaten diyecek bir şey kalmaz. Olmuşla ölmüşün arkasından ağlayanlara hiç tahammülüm yok. Fakat oğullarını kaybedebileceklerini düşündükçe çok müteessir oluyorum.”
Bengal Işığı, “Olduğunuz belli!” dedi. “Hatta sizden daha müteessirini görmedim.”
Roket, “Ben de sizden daha terbiyesizini görmedim,” dedi. “Prens’e duyduğum muhabbeti hiç anlayamıyorsunuz.”
Roma Kandili, “Ama onu tanımıyorsunuz bile,” diye homurdandı.
Roket, “Ben tanıdığımı söylemedim ki,” dedi. “Ama tanısaydım bile katiyetle arkadaşı olmak istemezdim. Kişinin arkadaşlarını tanıması son derece tehlikelidir.”
Sıcak Hava Balonu, “Bence siz sahiden dikkat edin de ıslanmayın,” dedi. “Asıl önemlisi bu.”
Roket, “Hiç şüphem yok ki, sizin için önemli,” diye karşılık verdi. “Ama eğer istersem ben ağlamaktan hiç çekinmem.” Nitekim çubuğundan aşağı yağmur damlaları gibi süzülen gerçek gözyaşlarına gark oldu ve neredeyse birlikte bir ev kurmaya niyetlenen ve yaşanacak güzel, kuru bir yer arayan iki küçük böceği boğuyordu.
Döner Fişek, “Ağlanacak hiçbir şey olmadığı halde ağladığına göre sahiden romantik bir yaradılışı olmalı,” diyerek derin bir iç çekti ve tahta kutusunu düşündü.
Fakat Roma Kandili’yle Bengal Işığı artık adamakıllı sinirlenmişlerdi ve avazları çıktığınca, “Numara yapma! Numara yapma!” diye bağırıyorlardı. İkisi de fazlasıyla gerçekçi kimselerdi ve itiraz ettikleri her şeye numara derlerdi.
Sonra ay, göz kamaştırıcı gümüş bir kalkan gibi yükseldi; yıldızlar parlamaya ve saraydan müzik sesi gelmeye başladı.
Dansı Prens’le Prenses yönlendiriyordu. O kadar güzel dans ediyorlardı ki, uzun beyaz zambaklar pencereden içeri başlarını uzatıp seyrediyor, iri kırmızı gelincikler vuruşların zamanlamasına uyarak baş sallıyordu.
Derken saat onu, sonra on biri, sonra on ikiyi vurdu ve gece yarısının son vuruşuyla herkes taraçaya çıkınca Kral, Kraliyet Pirotekni Mütehassısı’nı çağırttı.
“Havai fişek gösterisi başlasın,” dedi ve Kraliyet Pirotekni Mütehassısı yerlere kadar eğilerek bahçenin ucuna doğru uygun adım yürüdü. Maiyetinde altı kişi vardı ve altısı da uzunca birer meşale taşıyordu.
Tartışmasız muhteşem bir gösteriydi.
Döner Fişek kendi çevresinde Vızır! Vızır! dönüyordu. Roma Kandili Bom! Bom! ediyordu. Sonra Maytaplar her yerde raksetmeye başladı ve Bengal Işığı her şeyi kızıla boyadı. Sıcak Hava Balonu minik mavi kıvılcımlar saçarken, “Hoşça kalın,” diye bağırdı. Kendi kendilerine müthiş eğlenen Çatapatlar Dan! Dan! diye karşılık verdi. Herkes büyük bir başarı gösterdi. Fakat ağlamaktan nemlenen ve yerinden bile kalkamayan Kayda Değer Roket hariç. En iyi kalite olmasına rağmen gözyaşıyla sırılsıklam olan barutu hiçbir işe yaramıyordu. Küçümser bir gülümseme takınmadan asla konuşmadığı uzak akrabalarının hepsi ateşten pıtrak gibi görkemli altın çiçekler halinde göğe atılıyordu. Saraylılar, “Hurra! Hurra!” diye haykırıyor, küçük Prenses sevinçle gülüyordu.
Roket, “Herhalde beni önemli bir vesileye saklıyorlar, şüphesiz öyle olmalı,” derken her zamankinden daha mağrur görünüyordu.
Ertesi gün işçiler ne varsa derleyip toplamaya geldiler. Roket, “Belli ki bu bir temsilciler heyeti,” dedi. “Onları kendime yakışır bir vakarla karşılayacağım.” Ve burnunu havaya verip çok önemli bir konu hakkında düşünüyormuş gibi ciddiyetle kaşlarını çattı. Fakat işçiler gitmek üzere hazırlanana kadar onu fark etmediler bile. Tam o sırada biri onu gördü. “Şuna bak! Roketlerin en adisi!” dedi ve duvarın üstünden onu hendeğe attı.
Roket havada süzülürken, “Roketlerin en ADİSİ mi? Roketlerin en ADİSİ mi? İmkânsız! Roketlerin en ÂLÂSI, öyle dedi. ADİ ve ÂLÂ kulağa çok benzer geliyor, hatta çoğu zaman aynıdırlar,” diyerek çamura düştü.
“Burası pek rahat değil,” dedi, “fakat şüphesiz muteber bir kaplıca; herhalde sağlığıma kavuşmam için beni buraya yolladılar. Sinirlerim çok yıpranmış olmalı, dinlenmeye ihtiyacım var.”
Az sonra parlak mücevher gibi gözleri ve alacalı yeşil bir derisi olan küçük bir Kurbağa yüzerek ona doğru geldi.
“Yeni gelen birini görüyorum!” dedi. “Ne de olsa çamur gibisi yok. Bana yağmurlu bir hava ve bir hendek verin, daha ne isteyeyim. Sizce öğleden sonra yağış olur mu? Öyle bir ümidim olsa da gökyüzü masmavi ve bulutsuz. Çok yazık!”
“Ehem, ehem!” dedi Roket ve öksürmeye başladı.
Kurbağa, “Ne şahane bir sesiniz var!” diye haykırdı. “Tıpkı bir vraklama gibi; tabii ki vraklama dünyadaki en ahenkli sestir. Bu akşam koromuzu dinlemelisiniz. Çiftçinin evi yakınındaki eski ördek havuzunda yerimizi alıyor ve ay doğar doğmaz başlıyoruz. Herkesi o kadar mest ediyoruz ki, bizi dinleyebilmek için kimse gözünü kırpmıyor. Hatta daha dün çiftçinin karısı, bizim yüzümüzden geceleri uyku uyuyamadığını annesine söylüyordu. Bu kadar sevilmek sizce de gurur verici değil mi?”
Roket öfkeyle, “Ehem, ehem!” dedi. Bir kelime bile konuşamadığına fena içerlemişti.