
Полная версия
Mürver Ağacı
Bülbül, “Kırmızı bir gül için ölmek ne büyük bir bedel!” dedi, “Hayat herkes için çok değerlidir. Yeşil ormanda oturup Güneş’i altın, Ay’ı inci arabasında seyretmek hoştur. Tatlıdır alıcın rayihası; tatlıdır vadide saklı çan çiçekleri, tepeleri saran fundalar. Fakat Aşk, Hayat’tan daha güzeldir; ayrıca bir insan kalbinin yanında bir kuşun kalbi nedir?”
Kahverengi kanatlarını açtı ve havaya ağdı. Koruluktan bir gölge gibi geçti ve bir gölge gibi bahçede süzüldü.
Genç Öğrenci çimenlikte hâlâ onu bıraktığı gibi yatıyordu ve güzel gözlerindeki yaşlar henüz kurumamıştı.
Bülbül, “Müjdeler olsun,” diye seslendi, “müjdeler olsun; kırmızı gülüne kavuşacaksın. Onu ay ışığında nağmelerden yapacağım ve kalbimin kanıyla boyayacağım. Karşılığında senden tek istediğim, gerçek bir âşık olman, çünkü Aşk, Felsefe’den hikmetlidir. Ayrıca Felsefe hem hikmetli hem de İktidar’dan daha kudretli olsa bile Aşk da kudretlidir. Alev rengidir kanatları ve gövdesi. Dudakları bal gibi tatlıdır, nefesi buhur gibidir.”
Öğrenci başını çimlerden kaldırıp dinledi, ama yalnızca kitaplarda yazılanları bildiğinden Bülbül’ün ona söylediklerini anlayamadı.
Fakat Meşe Ağacı anladı ve yuvasını kendi dallarına yapan küçük Bülbül’den çok hoşlandığı için üzüldü.
“Bana son bir şarkı oku,” diye fısıldadı. “Gidince kendimi çok yalnız hissedeceğim.”
Bülbül gümüş bir kaptan taşan su gibi sesiyle Meşe Ağacı’na şarkısını okudu.
Şarkı bitince Öğrenci kalktı ve cebinden birer defterle kurşunkalem çıkardı.
Koruluktan yürürken kendi kendine, “İnkâr edilemeyecek bir endamı var,” diye düşündü. “Ama ya duyguları? Korkarım yok. Hatta o da çoğu sanatkâr gibi; pür zarafet, ama sıfır samimiyet. Başkası için kendini feda etmez. Aklı fikri müzikte; ayrıca sanatçıların bencil olduğunu herkes bilir. Yine de sesini güzel kullandığı kabul edilmelidir. Fakat bunun tek başına bir anlam ifade etmemesi yazık; veya bir işe yaramaması.” Ardından odasına gidip samandan küçük döşeğine uzanarak sevdiğini düşünmeye başladı, bir süre sonra da uykuya daldı.
Göklerde Ay parlayınca Bülbül, Gül Ağacı’na doğru uçtu ve bağrını dikene yasladı. Gece boyu bağrı oraya yaslı olarak şakıdı ve buz renkli billur Ay eğilip ona kulak verdi. Bülbül gece boyu şakıdı ve diken bağrına battıkça battı, can suyu ondan akıp gitti.
Önce bir oğlan ve kızın kalplerinde sevdanın doğuşunu anlatan bir şarkı okudu. Ve Gül Ağacı’nın en tepesindeki sürgünde nefis bir gül, şarkılar birbirini izledikçe yaprak yaprak çiçeklendi. Nehrin üstündeki bir sis kadar renksizdi başlangıçta… sabahın ayakları gibi renksiz ve şafağın kanatları gibi gümüş. Gümüş aynada bir gülün gölgesi gibi, havuzdaki bir gülün gölgesi gibi en tepedeki filizde çiçeklendi.
Fakat Gül Ağacı dikene daha çok yaslanması için Bülbül’e seslendi. “Yakına gel, küçük Bülbül,” dedi, “yoksa gül olmadan Gün doğacak.”
Böylece Bülbül Gül’e daha çok yaklaştı ve bir adamla genç bir kızın ruhlarında tutkunun doğuşuna gelince şarkılarını daha da yüksek sesle şakımaya başladı.
Ve gülün yapraklarına, gelinin dudaklarını öpen bir damadın yüzündeki kızarıklık gibi, pembenin narin kızartısı vurdu. Fakat diken henüz Bülbül’ün kalbine ulaşmadığından gülün kalbi beyazdı; ne de olsa bir gülün kalbini ancak Bülbül’ün kalbindeki kan kırmızıya boyayabilirdi.
Fakat Gül Ağacı dikene daha da yaklaşması için Bülbül’e seslendi. “Daha yakına gel, küçük Bülbül,” dedi, “yoksa gül olmadan Gün doğacak.”
Bunun üzerine Bülbül Gül’e daha çok yaklaştı ve diken kalbine değince şiddetli bir sancı vurdu içine. Buruktu, buruktu sancı ve Bülbül’ün coştukça coştu şakıması; çünkü Ölüm’le tamamlanan Aşk’ın, mezarda ölmeyen Aşk’ın şarkısını okuyordu.
Ve muhteşem gül doğunun göğü gibi kızardı. Kızardı taçyaprakların kuşağı ve kızardı bir yakut gibi çiçeğin kalbi.
Fakat Bülbül’ün sesi giderek zayıfladı, küçük kanatları çırpınmaya başladı ve gözlerine bir perde indi. Şakıması yitti ve boğazının sıkıldığını hisseder gibi oldu.
Derken, var gücüyle son bir ezgi okudu. Bembeyaz Ay o ezgiyi duydu ve şafağı unutarak gökyüzünde biraz daha oyalandı. Kırmızı gül o nağmeyi duydu ve cezbeyle baştan ayağa ürpererek sabahın ayazında taçyapraklarını açtı. Ekho[4] o nağmeyi tepelerdeki mor mağaralara taşıdı ve uyuyan çobanları rüyalarından uyandırdı. Nehirde arasından süzüldüğü kamışlar haberini denize ulaştırdı.
“Bak bak!” dedi Gül Ağacı, “Gül nihayet oldu.” Fakat Bülbül kalbinde dikenle yüksek otların içinde cansız yattığından cevap vermedi.
Öğlen olunca Öğrenci penceresini açıp dışarı baktı.
“Şuna bak, ne büyük bir talih!” diye bir çığlık attı. “Kıpkırmızı bir gül! Hayatım boyunca hiç böyle bir gül görmedim. O kadar güzel ki, eminim Latincede upuzun bir adı vardır.” Ve eğilip çiçeği kopardı.
Sonra şapkasını taktı ve elinde gülle Profesör’ün evine koştu.
Profesör’ün kızı kapının önünde oturuyor, bir çıkrıkta mavi ipek eğiriyordu; küçük köpeği de ayağının dibinde yatıyordu.
Öğrenci, “Sana kırmızı bir gül getirirsem benimle dans edeceğini söylemiştin,” dedi. “İşte sana tüm dünyanın en kırmızı gülü. Bunu bu akşam kalbinin üstünde taşı; birlikte dans ederken sana benim seni ne kadar sevdiğimi söylesin.”
Fakat kız yüzünü buruşturdu.
“Korkarım elbiseme pek uymayacak,” dedi. “Hem Mabeyinci’nin yeğeni bana bazı gerçek mücevherler gönderdi; mücevherlerin çiçeklerden çok daha değerli olduğunu herkes bilir.”
Öğrenci öfkeyle, “Yemin ederim, senin kadar nankörünü görmedim!” dedi ve gülü, sokağa fırlattı; gül oluğa düştü, üstünden de bir at arabası geçti.
Kız, “Nankör mü? Bak sana ne diyeceğim, sen de çok kabasın. Hem sen kim oluyorsun? Altı üstü bir Öğrenci. Mabeyinci’nin yeğeni gibi ayakkabılarında gümüş toka olduğunu bile sanmıyorum,” dedi ve sandalyesinden kalkıp içeri girdi.
Öğrenci oradan uzaklaşırken, “Aşk ne aptalca bir şeymiş,” dedi. “Hiçbir şeyi ispatlayamadığı için Mantığın yarısı kadar bile işe yaramıyor; bu da yetmezmiş gibi, insana hep imkânsız şeyleri anlatıyor ve doğru olmayan şeylere inandırıyor. Madem Aşk, faydanın her şey demek olduğu bu çağda hiçbir fayda etmiyor, ben de Felsefe’ye dönüp Metafizik çalışayım.”
Böylece odasına dönüp büyük tozlu kitabını çıkardı ve okumaya başladı.
BENCİL DEV
Çocuklar her öğleden sonra okuldan döndüklerinde Dev’in bahçesinde oynarlardı.
Yumuşacık yeşil çimeni olan harika bir bahçeydi burası. Çimenliğin orasına burasına yıldız gibi çiçekler serpiştirilmişti, ayrıca baharları pembe ve inci renkli narin çiçeklere bürünen, güzleri de bolca meyve veren on iki şeftali ağacı vardı. Kuşlar ağaçlara konup öyle tatlı şakırlardı ki, çocuklar onlara kulak vermek için oyunlarını bırakırlardı. Birbirlerine, “Burada ne kadar mutluyuz!” diye seslenirlerdi.
Bir gün Dev geri döndü. Arkadaşı olan Cornwall’lı gulyabaniyi ziyarete gitmiş ve yanında yedi yıl kalmıştı. Ve yedi yılın sonunda, sohbeti kıt olduğundan, söyleyeceklerini söylemiş olarak şatosuna çekilmeye karar verdi. Fakat geldiğinde çocuklar bahçesinde cirit atıyordu.
Aksi mi aksi bir sesle, “Burada ne yapıyorsunuz?” diye gürleyince çocuklar kaçıştılar.
Dev, “Benim bahçem bana aittir,” dedi. “Bunu herkes bilir, içinde benden başka kimsenin oynamasına müsaade etmem.” Böylece bahçeyi yüksek bir duvarla çevirdi ve bir uyarı tahtası dikti.
İZİNSİZ GİRENLERYARGILANACAKTIRÇok bencil bir Dev’di.
Zavallı çocukların oynayacakları hiçbir yer kalmamıştı. Yolda oynamayı denediler, ama çok tozlu ve taşlı olduğu için orasını sevmediler. Öyle olunca dersleri bittiğinde yüksek duvarın çevresinde dolaşıp içerideki güzel bahçeden söz etmeye başladılar.
Birbirlerine, “Orada ne kadar mutluyduk,” dediler.
Sonra Bahar geldi ve tüm yurdu küçük çiçekler ve küçük kuşlar bürüdü. Fakat Bencil Dev’in bahçesi hâlâ kıştı. İçinde çocuklar olmadığından kuşlar şakımıyor ve ağaçlar çiçeklenmeyi unutuyordu. Bir keresinde güzel bir çiçek başını çimlerden yukarı uzattı ve uyarı tahtasını görünce çocuklar için o kadar üzüldü ki, tekrar yerin içine girdi ve uykuya daldı. Bu durumdan yalnızca Kar ve Ayaz memnundu. “Bahar bu bahçeyi unuttuğuna göre,” dediler, “burada yıl boyu kalabiliriz.” Kar büyük beyaz örtüsüyle çimleri örttü, Ayaz tüm ağaçları gümüşe boyadı. Sonra yanlarında kalması için çağırdıkları Kuzey Yeli geldi. Kürklere sarınmıştı Kuzey Yeli ve bütün gün bahçede gürleyip duruyor, baca külahlarını deviriyordu. “Burası harika bir yer,” diyordu, “ziyarete gelmesi için mutlaka Dolu’yu da çağırmalıyız.” Böylece Dolu da geldi. Arduvaz taşlarının çoğunu kırana kadar her gün üç saat boyunca şatonun çatısını dövüyor, sonra da bahçenin dört bir yanında koşturabildiği kadar koşturuyordu. Boz giyimliydi ve nefesi buz kesiyordu.
Pencerede oturup soğuk beyaz bahçesine bakan Bencil Dev, “Bahar’ın niçin bu kadar geciktiğini anlamıyorum,” diyordu. “Umarım havalar düzelir.”
Fakat ne Bahar geldi ne Yaz. Güz her bahçeye altın meyveler verirken Dev’in bahçesine hiçbir şey vermedi. “Dev çok bencil,” dedi. Dolayısıyla burası hep Kış, hep Kuzey Yeli, hep Dolu, hep Ayaz’dı ve ağaçların arasında Kar oynaşıp duruyordu.
Bir sabah Dev yatağında uyanık yatarken harika bir nağme duydu. Kulağına o kadar tatlı geliyordu ki nağme, “Kral’ın çalgıcıları geçiyor olmalı,” diye düşündü. Aslında penceresinin dışında küçük bir keten kuşu şakıyordu ama onu bile işitmeyeli o kadar uzun zaman olmuştu ki, duyduğu şey ona dünyanın en güzel müziği gibi gelmişti. Derken başının üstünde dönen Dolu kesildi, Kuzey Yeli gürlemeyi bıraktı ve açık pencereden içeri nefis bir koku süzüldü. Dev, “Galiba Bahar nihayet geldi,” dedi ve yatağından fırlayıp dışarı baktı.
O da ne?
Karşısında olağanüstü bir manzara vardı. Duvardaki küçük bir delikten çocuklar içeri girmiş, ağaçların dallarına kurulmuşlardı. Gözünün gördüğü her ağaçta küçük bir çocuk oturuyordu. Ve ağaçlar çocukların dönmesinden o kadar memnundu ki, baştan aşağı çiçeğe bürünmüşlerdi ve kollarını çocukların üstünde usulca sallıyorlardı. Kuşlar uçuşuyor ve sevinçle cıvıldıyor, çiçekler gülerek başlarını yeşil çimlerden yukarı kaldırıyorlardı. Görülecek şeydi doğrusu, ama bir köşe nedense hâlâ Kış’tı. Bahçenin en ücra yeri olan o köşede küçük bir oğlan çocuğu dikiliyordu. Çok küçük olduğu için ağacın dallarına uzanamıyor ve çevresinde dolaşarak içli içli ağlıyordu. Hâlâ buz ve karla kaplı olan ve başında Kuzey Yeli esip gürleyen zavallı ağaç, “Tırman, küçük oğlan!” diyor ve dallarını indirebildiği kadar indiriyorduysa da oğlan bir türlü yetişemiyordu.
Bunu gören Dev’in yüreği yumuşadı. “Ne kadar bencillik yapmışım!” dedi. “Bahar’ın bahçeme neden gelmediğini şimdi anlıyorum. Şu küçük oğlanı ağacın dalına çıkarıp duvarı indireyim de bahçem sonsuza, ama sonsuza kadar çocukların oyun sahası olsun.” Yaptıklarına gerçekten pişmandı.
Merdiveni inip çıt çıkarmadan kapıyı açtı ve bahçeye çıktı. Fakat çocuklar onu görünce o kadar korktular ki, hepsi birden kaçıştı ve bahçe yine Kış oldu. Yalnız şu küçük oğlan kaçmadı; gözleri yaşla dolu olduğundan Dev’in geldiğini görememişti. Böylece Dev arkadan gizlice sokuldu ve usulca oğlanın elini tutup onu ağaca çıkardı. Ağaç daha o an çiçeklenince ve kuşlar üşüşüp şakımaya başlayınca küçük oğlan kollarını açıp Dev’in boynuna doladı ve onu öptü. Dev’in artık kötü niyetli olmadığını gören öbür çocuklar koşarak döndüler ve Bahar da onlarla birlikte geri geldi. Dev, “Çocuklar, burası artık sizin bahçeniz,” dedi ve büyük bir balyoz alıp duvarı indirdi. İnsanlar saat on ikide çarşı pazara giderken Dev’in hayatlarında gördükleri en güzel bahçede çocuklarla oynadığını gördüler.
Çocuklar bütün gün oynadı ve akşam olunca Dev’ in yanına gelip ona veda ettiler.
“Ama küçük arkadaşınız nerede?” diye sordu Dev. “Ağaca çıkardığım şu oğlan?” Ona öpücük verdiği için Dev en çok onu seviyordu.
Çocuklar, “Bilmiyoruz,” diye cevap verdiler. “Gitmiş.”
Dev, “Ona yarın da mutlaka gelmesini söyleyin,” dedi. Fakat çocuklar nerede oturduğunu bilmediklerini, onu daha önce hiç görmediklerini söyleyince Dev çok üzüldü.
Çocuklar her öğleden sonra, okul çıkışında gelip Dev’le oynadılar. Fakat Dev’in sevdiği küçük oğlan bir daha hiç görünmedi. Çocukların hepsine çok iyi davranıyordu Dev, ama baştaki küçük arkadaşını da özlüyor ve sık sık ondan söz ediyordu. “Onu görmeyi ne çok istiyorum!” diyordu.
Yıllar böylece geçti ve Dev iyice yaşlanıp güçten düştü. Artık dışarıda oynayamadığından kocaman koltuğunda oturuyor ve çocukların oynamasını seyredip bahçesine hayran hayran bakıyordu. “Bir sürü güzel çiçeğim var,” diyordu. “Ama hepsinden daha güzeli çocuklar.”
Bir kış sabahı giyinirken penceresinden dışarı göz attı. Baharın uykuda olduğunu ve çiçeklerin dinlendiğini bildiği için artık kışlardan nefret etmiyordu.
Birdenbire gözlerini hayretle ovaladı ve iyice baktı. Şahane bir görüntüydü bu. Bahçenin en uzak köşesinde bir ağaç güzel mi güzel beyaz çiçeklere bürünmüştü. Dalların hepsi altına dönmüş, üstlerinden gümüş meyveler sallanıyor, altında da şu sevdiği küçük oğlan duruyordu.
Dev büyük bir sevinçle merdivenden aşağı koşup bahçeye çıktı. Çimenliği aceleyle geçip çocuğa yaklaştı. Ve yaklaştıkça yüzü öfkeden morardı. “Seni böyle yaralamaya kim cüret etti?” diye sordu. Çünkü çocuğun avuç içlerinde de, küçük ayaklarında da birer mıh izi vardı.
Dev, “Seni böyle yaralamaya kim cüret etti?” diye bağırdı. “Söyle bana, koca kılıcımı alıp onu parçalayayım.”
Küçük çocuk, “Olmaz,” dedi. “Bunlar Sevgi’nin yara izleri.”
“Sen kimsin böyle?” diye soran ve yüzüne garip bir saygı ifadesi oturan Dev küçük çocuğun önünde diz çöktü.
Çocuk ona doğru gülümseyip, “Bahçende bir kere oynamama izin verdin, bugün de ben seni Cennet bahçemde ağırlayacağım,” diye cevap verdi.
O gün öğleden sonra çocuklar oynamak için geldiklerinde Dev’in ölmüş olarak ağacın altında yattığını gördüler; baştan ayağa beyaz çiçekler içindeydi.
SADIK ARKADAŞ
Bir sabah yaşlı Su Faresi yuvasından başını uzattı. Boncuk gibi parlayan gözleri ve kırçıl bıyıkları vardı, kuyruğu da uzunca kara bir lastik gibiydi. Sarı kanaryaları andıran yavru ördekler havuzda oraya buraya yüzüyor, kıpkırmızı ayakları olan bembeyaz anneleri onlara suyun içinde nasıl baş aşağı duracaklarını öğretmeye çalışıyordu.
Onlara, “Baş aşağı duramazsanız hiçbir zaman muteber cemiyete giremezsiniz,” diye telkin ediyor, her fırsatını bulduğunda bu işin nasıl yapılacağını gösteriyordu. Gelgelelim, yavru ördekler hiç oralı değildi. Muteber bir cemiyet içinde olmanın onlara nasıl bir fayda sağlayacağını göremeyecek kadar küçüktüler.
Yaşlı Su Faresi, “Ne asi çocuklar!” diye söylendi. “Boğulmayı hak etmiyorlar mı şimdi?”
Ördek, “Olur mu öyle şey?” diye karşılık verdi. “Kimse bunu anasının karnında öğrenmiyor, ayrıca bir ebeveyn her zaman sabırlı olmalıdır.”
Su Faresi, “Öyle mi? Ben ebeveynlik duygusunu hiç bilmem,” dedi. “Ben bir aile erkeği değilim. Doğrusu, hiç evlenmedim ve buna niyetim de yok. Aşk iyi, hoş ama arkadaşlık çok daha yücedir. Hatta bildiğim kadarıyla, dünyada sadık bir arkadaştan daha soylu ve değerli bir şey yoktur.”
Konuşmaya kulak misafiri olan ve yakındaki bir söğüt ağacına tüneyen bir Ketenkuşu, “Peki lütfen söyler misin, sadık bir arkadaşın vazifeleri hakkında ne düşünüyorsun?” diye sordu.
Ördek, “Evet, ben de tam bunu öğrenmek istiyordum,” diyerek havuzun karşı ucuna kadar yüzdü ve yavrularına iyi bir örnek vermek için başı üstünde durdu.
Su Faresi, “Ne saçma bir soru!” dedi. “Sadık bir arkadaşın bana sadık olmasını beklerim tabii ki.”
Gümüş renkli bir sürgünün tepesinde salınıp minik kanatlarını çırpan küçük Ketenkuşu, “Peki karşılığında ne yaparsın?” diye sordu.
Su Faresi, “Ne demek istediğini anlamıyorum,” dedi.
Ketenkuşu, “Sana bununla ilgili bir hikâye anlatayım,” dedi.
Su Faresi, “Hikâye benim hakkımda mı?” diye sordu. “Öyleyse dinlerim, çünkü hikâyelere tam anlamıyla bayılırım ben.”
Ketenkuşu, “Sana da uyarlanabilir,” dedi ve aşağı inip suyun kıyısına konarak Sadık Arkadaşın hikâyesini anlatmaya koyuldu.
“Bir varmış bir yokmuş,” diye başladı, “Hans adında dürüst, ufak tefek bir adam varmış.”
Su Faresi, “Seçkin biri miymiş?” diye sordu.
Ketenkuşu, “Hayır,” dedi, “temiz kalbi ve komik, yuvarlak, güler yüzlü suratı dışında hiç de seçkin biri olduğunu sanmıyorum. Küçük bir köy evinde tek başına yaşar ve her gün bahçesinde çalışırmış. Taşrada onunki kadar sevimli başka bir bahçe yokmuş. Orada hüsnüyusuflar, şebboylar, çobançantaları, Fransız düğünçiçekleri varmış. Şam gülleri, sarı güller, leylak renkli çiğdemler ve altınlı, morlu beyazlı menekşeler varmış. Haseki küpesi ve çayır teresi, mercanköşk ve ballıbaba, çuhaçiçeği ve süsen, nergis ve pembe karanfil, aylar birbirini takip ettikçe sırasıyla çiçeklenip açıyor, bir çiçeğin yerini öbürü alıyor, gözü okşayan güzel görüntüler, burna hoş gelen tatlı kokular hiç eksik olmuyormuş.
Küçük Hans’ın birçok arkadaşı varmış, ama en sadıkları Değirmenci Hugh imiş. Zengin Değirmenci küçük Hans’a o kadar sadıkmış ki, duvarın üstünden eğilip koca bir demet çiçek veya bir avuç dolusu güzel kokulu ot koparmadan ya da eğer mevsimiyse, ceplerini erik ve kirazla doldurmadan Hans’ın bahçesinin yanından geçmezmiş.
‘Gerçek arkadaşlar her şeylerini paylaşır,’ dermiş Değirmenci ve küçük Hans da başıyla onaylayıp gülümser, böyle asil fikirlere sahip bir arkadaşının olmasından gurur duyarmış.
Komşular, değirmeninde istiflenmiş yüz çuval unu, altı sağmal ineği ve yünü bol, büyük bir koyun sürüsü olan zengin Değirmenci’nin küçük Hans’a karşılık olarak hiçbir şey vermemesini bazen garipserlermiş; fakat Hans hiçbir zaman bunları dert etmez ve gerçek arkadaşlığın diğerkâmlığı hakkında Değirmenci’nin söylediği manidar şeyleri dinlemek ona her şeyden daha çok keyif verirmiş.
Küçük Hans böylece bahçesinde çalışmaya devam etmiş. Bahar, yaz ve sonbahar boyunca hep çok mutluymuş, ama kış gelip de pazara götürecek meyve veya çiçeği kalmayınca epeyce açlık çekmiş ve üşümüş, çoğu akşam birkaç armut kurusu veya çetin ceviz dışında bir şey yiyemeden yatmak zorunda kalmış. Üstelik Değirmenci onu görmeye gelmediğinden çok da yalnızlık çekmiş.
Değirmenci, karısına, ‘Kar kalkmadıkça küçük Hans’ı görmemin bir manası yok,’ demiş, ‘çünkü zor günlerinde insanları rahat bırakmak, ziyaretle başını ağrıtmamak gerek. Arkadaşlık hakkında en azından benim fikrim bu ve haklı olduğuma da eminim. O yüzden bahar gelene kadar bekleyip onu o zaman görmek daha iyi; hem böylece bana koca bir sepet çuhaçiçeği verebilecek ve bu da onu mutlu edecektir.’
Karısı, çam odunuyla ısınan büyük ocağın başındaki rahat koltuğundan, ‘İnsanlara karşı ne kadar düşüncelisin,’ diye karşılık vermiş. ‘Gerçekten öyle. Arkadaşlık hakkındaki sözlerini dinlemek sahiden mutluluk verici. Üç katlı bir evde oturmasına ve serçeparmağında altın bir yüzük takmasına rağmen rahibin bile senin kadar tatlı dilli olmadığına eminim.’
Değirmenci’nin küçük oğlu, ‘Ama küçük Hans’ı buraya çağırsak olmaz mı?’ diye sormuş. ‘Zavallının bir sıkıntısı varsa ona yulaflı lapamın yarısını verebilir ve beyaz tavşanlarımı gösterebilirim.’
Değirmenci, ‘Budala çocuk!’ demiş. ‘Seni ne diye okula gönderdiğimizi anlamıyorum. Hiçbir şey öğrendiğin yok. Çünkü küçük Hans buraya gelip sıcacık ocağımızı, güzel akşam yemeklerimizi, fıçıdaki nefis kırmızı şarabımızı görse kıskanabilir; kıskançlık da, insanın huyunu bozan en fena şeydir. Hans’ın mizacının bozulmasına göz yumamam. Ben onun en iyi arkadaşıyım; ona her zaman göz kulak olurum ve hiçbir şeyin aklını çelmemesine dikkat ederim. Hem Hans gelirse prensiplerime aykırı olduğu halde benden veresiye un isteyebilir. Un başka, arkadaşlık başka; ikisi karıştırılmamalıdır. Zaten yazılışları da farklıdır ve bambaşka anlamlara gelirler. Bunu herkes bilir.’
Kendine koca bir bardak ılık bira dolduran Değirmenci’nin Karısı, ‘Ne kadar doğru söylüyorsun!’ demiş. ‘Basbayağı çarkırkeyif oldum. Sanki kilisedeyim.’
Değirmenci, ‘Birçok insan iyi rol yapar; ama iyi konuşanlar azdır, bu da konuşmanın bir o kadar zor olduğunu ve bir o kadar da marifet istediğini gösterir,’ diye karşılık verirken masanın karşısındaki küçük oğluna öyle sert bakmış ki, oğlan utançtan kıpkırmızı kesilerek başını neredeyse çay bardağına kadar indirmiş ve ağlamaya başlamış. Fakat siz onun kusuruna bakmayın; daha çok küçükmüş.”
Su Faresi, “Hikâyenin sonu bu mu?” diye sordu.
Ketenkuşu, “Ne münasebet,” dedi, “bu daha başı.”
Su Faresi, “Öyleyse çağın gerisinde kalmışsın,” dedi. “Bugünlerde her hikâyeci sondan başlayıp başa dönüyor ve ortada bitiriyor. Yeni âdet bu. Geçen gün yanında genç bir adamla havuzun etrafında dolaşan bir eleştirmenden işittim. Konu hakkında enine boyuna konuştu; mavi gözlüğüne, kel kafasına ve genç adamın bir söz söylediği her seferinde, ‘Püff!’ diye cevap vermesine bakılırsa haklı olduğuna eminim. Ama lütfen devam et. Değirmenci fevkalade hoşuma gitti. Benim de türlü güzel duygularım vardır, o yüzden aramızda büyük bir anlayış olduğunu görüyorum.”
Bir o ayağının, bir bu ayağının üstünde hoplayan Ketenkuşu, “Pekâlâ,” dedi, “kış geçer geçmez ve çuhaçiçekleri açık sarı yıldızlar halinde açmaya başlar başlamaz Değirmenci, karısına, küçük Hans’ı görmeye gideceğini söylemiş.
Karısı, ‘Ne kadar iyi yüreklisin!’ demiş; ‘Daima başkalarını düşünüyorsun. Çiçekler için büyük sepeti de almayı unutma, olur mu?’
Değirmenci yel değirmeninin kanatlarını güçlü demir bir zincirle bağlamış ve kolunda sepetle tepeden aşağı inmiş.
Oraya vardığında, ‘Günaydın, küçük Hans,’ demiş.
Küreğine yaslanarak ağzı kulaklarına varan Hans, ‘Günaydın,’ demiş.
Değirmenci, ‘Koca kışı nasıl geçirdin?’ diye sormuş.
‘Doğrusunu istersen,’ demiş Hans, ‘sorduğun iyi oldu, hem de çok iyi oldu. Korkarım bu kış bayağı zor geçti, ama artık bahar geldiği için mutluyum, zaten çiçeklerimin de durumu iyi.’
Değirmenci, ‘Bütün kış senden söz ettik, Hans,’ demiş, ‘ve nasıl olduğunu merak ettik.’
Hans, ‘Çok iyisiniz,’ demiş. ‘Ben de beni unuttuğunuzdan korkmuştum.’
Değirmenci, ‘Hans, beni şaşırtıyorsun,’ demiş. ‘Arkadaşlık asla unutmaz. Onun en güzel yanı budur, ama sen galiba hayatın şiirselliğini anlamıyorsun. Bu arada, çuhaçiçeklerin de ne güzel görünüyor!’
Hans, ‘Evet, çok güzeller, değil mi?’ demiş. ‘Ve neyse ki bu sene bol oldular. Onları pazara götürüp belediye başkanının kızına satacağım ve parasıyla el arabamı geri alacağım.’
‘El arabanı geri mi alacaksın? Onu sattığını mı söylüyorsun? Ne büyük bir aptallık!’
‘Aslını istersen,’ demiş Hans, ‘mecbur kaldım. Bu kışın benim için çok kötü geçtiğini anlamışsındır; ekmek alacak param bile kalmadı. O yüzden önce pazar ceketimin gümüş düğmelerini, sonra gümüş zincirimi, sonra büyük pipomu, son olarak da el arabamı sattım. Fakat artık hepsini tekrar geri alacağım.’
Değirmenci, ‘Hans,’ demiş, ‘Ben sana el arabamı veririm. Pek iyi durumda değil, hatta bir yanı düştü ve tekerleğinin çubuklarında da kırık var, ama yine de sana verebilirim. Kendi hesabıma büyük bir cömertlik yaptığımı biliyorum ve birçok insan onu vermemi son derece aptalca bulacaktır, ama ben herkes gibi değilim. Bence cömertlik arkadaşlığın özüdür, ayrıca kendime zaten yeni bir el arabası aldım. Evet, için rahat olsun, sana el arabanı ben veririm.’
Küçük Hans, ‘Ne diyeyim, gerçekten çok cömertsin,’ demiş ve komik yuvarlak yüzü sevinçle parlamış. ‘Evde döşemelik bir tahtam var, onunla arabayı kolayca tamir edebilirim.’
Değirmenci, ‘Tahta mı?’ demiş. ‘Ahırın çatısı için tam ihtiyacım olan şey! Çatıda kocaman bir gedik var ve kapamazsam bütün darı nemlenecek. İyi ki söyledin! Bir iyiliğin başka bir iyiliği doğurması ne şaşırtıcı. Ben sana el arabamı veriyorum, sen de bana tahtanı veriyorsun. El arabası tabii ki tahtadan çok daha değerli, ama gerçek arkadaşlık bunları önemsemez. Hadi, getir de hemen bugün ahırda işe koyulayım.’
Hans, ‘Hay hay,’ diyerek barakaya seğirtmiş ve tahtayı sürüyerek getirmiş.
Tahtayı gören Değirmenci, ‘Pek büyük bir şey değilmiş,’ demiş. ‘Ahırın çatısını onardıktan sonra el arabasını tamir etmeye yetmeyebilir. Fakat bu elbette benim hatam değil. Ayrıca sana el arabamı verdiğime göre sen de karşılığında bana biraz çiçek verebilirsin. İşte sepet; lütfen iyice doldur, olur mu?’
Küçük Hans epeyce üzgün, ‘İyice doldurayım mı?’ demiş, çünkü sepet sahiden de kocamanmış ve onu doldurursa pazara götürecek çiçeği kalmayacakmış. Oysa gümüş düğmelerini geri almayı ne kadar istiyormuş.
Değirmenci, ‘Sana el arabamı verdiğime göre birkaç çiçek istememde bir mahzur olmayacağını düşünüyorum,’ demiş. ‘Belki yanlışım var, ama bence arkadaşlık, gerçek arkadaşlık her tür bencilliğin üstündedir.’
Küçük Hans, ‘Sevgili arkadaşım, en iyi arkadaşım, bahçemdeki bütün çiçekler senin olsun. Gümüş düğmelerimi almaktansa her gün senin güzel sözlerini dinlemeyi tercih ederim,’ demiş ve koşarak bütün sevimli çuhaçiçeklerini toplayıp Değirmenci’nin sepetine doldurmuş.