
Полная версия
Kısas-ı Enbiya ve Tarih-i Hulefa I. Cilt
Sonra Resul-ü Ekrem, Veheb’in cenazesinin yanına gitti. Ruhuna selam ve dua ettiği sırada, “Ben senden hoşnutum.” dedi. Bunun için Hz. Ömer, “İbni Kâbus gibi ölmeyi canıma minnet bilirim.” derdi.
Medine’de Muhayrik adında hem ilim, fazilet sahibi hem de zengin bir Yahudi vardı. Resul-ü Ekrem’in, semavi kitaplarda adı geçen ahir zaman peygamberi olduğuna inanmıştı fakat birdenbire dindaşlarından ayrılıp da Müslüman olduğunu belli edemiyordu. Uhud Muharebesi günü, diğer Yahudi reislerinin yanına gidip, “Semavi kitaplara göre bugün Uhud’da din uğrunda harp eden şerefli kişinin, ahir zaman peygamberi olduğunda şüphe yoktur. Ona yardım etmek üzerimize farzdır.” deyince onlar da “Bugün cumartesidir. Bir işle meşgul olamayız. Muharebeye nasıl gidelim?” demişlerdi.
Muhayrik, “Onun şeriatı, cumartesi günü merasimine son verdi. Kalkınız gidelim, o şanlı peygambere yardım edelim.” demişse de dinlememişler. O da artık dayanamayıp İslamlığını açığa vurarak Hazreti Peygamber’in yanına geldi. “Ey Allah’ın elçisi! Eğer ben şehit olursam, bütün malımı din uğrunda yapılacak harp masrafları için kullan.” diye vasiyet etti. Sonra kendisini ortaya attı. Mertçe çarpışarak şehit olup, cennete gitti. İşte onun hakkında Resul-ü Ekrem, “Muhayrik, Yahudi milletinin en hayırlısıdır.” dedi.
Yine o sırada Osman İbni Mugiretü’l-Mahzûmi, Resul-ü Ekrem’in üzerine at sürdü. Hâlbuki Ebu Amir Fasık’ın Müslümanları düşürmek için kazmış olduğu bir kuyuya düşüverdi. Hemen Haris İbni Sımme (r.a.) yetişti ve kılıç ile o lanetlenmişi vurup öldürdü. At ve silahlarını alıp getirirken Ubeyd İbni Amirî geriden erişti ve Haris’in omuzunu yaraladı fakat Ebu Dücâne (r.a.) beriden yıldırım gibi yetişti ve Ubeyd’i vurup öldürdü.
Müşriklerin mahir okçularından Hayyan İbni Araka ile Malik İbni Züheyr yakın yerde bir taş arkasına saklanıp ok atarak ashabı rahatsız etmekteydiler. Hatta Resul-ü Ekrem’in azatlısı Ümmü Eymen (r.a.), gazilere su ulaştırır ve yaralılara bakarken Hayyan, bir ok atıp az kaldı ki zavallı kadını öldürecekti. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem Sa’d İbni Ebu Vakkas’a bir ok verdi. “At ey Sa’d! Yüce Allah rast getire.” dedi. Sa’d İbni Ebu Vakkas da attı ve ok yerini buldu. Hayyan yıkılıp hemen can verdi. O hâlde Malik İbni Züheyr, ok atmak üzere yılan gibi taş arkasından başını çıkarır çıkarmaz, Hz. Sa’d ona da bir ok attı ve onu da başından vurup öldürdü.
Kısaca düşman her ne taraftan saldırdıysa, Müslümanlardan birtakım fedailer büyük bir cesaretle karşıladılar. Müşrikler de artık istedikleri gibi İslam kuvvetlerini tamamen yok edemeyeceklerini anladılar. Böylece muharebe pazarı biraz gevşediyse de ashap öyle açık ve tehlikeli yerde durmayı uygun görmeyip, Resul-ü Ekrem ile beraber emin bir vadiye çekildi ve Uhud Dağı’na arka verdi.
Kureyş’in ileri gelenlerinden ve İslam’ın en büyük düşmanlarından olan Übeyy İbni Halef ki Mekke’de iken Resul-ü Ekrem’e rastladığında, “Ey Muhammed! Bir at besliyorum. Onun üstündeyken seni vurup öldüreceğim.” deyince Resul-ü Ekrem de “İnşallah sen onun üzerinde iken ben seni öldürürüm.” demiş. Übeyy, Bedir’de esir olup bedel karşılığında kurtulmuşken uslanmayıp yine o sözü tekrar eder olmuş. Bundan dolayı Resul-ü Ekrem, bu sefer “Ubeyy’den emin değilim. Eğer arkadan saldıracak olursa bana haber veriniz.” diye ashabına tembih etmişti. Nitekim bu sırada Ubeyy ansızın nara atıp, “Ya sen ya ben!” diyerek doludizgin Resul-ü Ekrem’in üzerine saldırınca, ashaptan bazıları onu karşılamak istedi. Resul-ü Ekrem, “Dokunmayınız.” diye buyurdu. Eline bir mızrak alarak attı ve onu vurup, atından aşağı düşürdü. Lanetlenmişin bir eğe kemiği kırıldı. Hemen acısından bağırarak ve “Muhammed beni öldürdü.” diyerek kaçıp kavminin yanına gitti. Ebu Süfyan bakıp gördü ki beresi varsa da yarası yok, kan akmıyor. “Boşuna telaş ediyorsun, bir şeyin yoktur.” diye teselli etti. Übeyy ise “Önce Muhammed bana, ‘Ben seni öldürürüm.’ derdi. Gerçekten öldürdü çünkü bu bereden benim için kurtuluş yoktur.” diyordu. Hakikaten dönüp Mekke’ye giderken öküz gibi bağırarak yolda öldü.
Resul-ü Ekrem, “Yüce Allah, İbn-i Kamie’yi yerle bir etsin!” diye dilemiş olduğundan, İbn-i Kamie, Mekke’ye döndükten birkaç gün sonra dağa gittiğinde Allah’ın emriyle ona bir yaban keçisi bela olup boynuzlarıyla süserek onu parça parça etmiştir. Resul-ü Ekrem, Utbe İbni Ebu Vakkas’a da “Yılını doldurmasın!” diye beddua ettiğinden, o da senesi içinde müşrik olarak ölüp, canını cehenneme ısmarlayıp gitmiştir.
Resul-ü Ekrem ile ashabı sözü edilen Uhud Dağı’nın o vadisine gidip toplandı. Şurada burada dağılmış bulunan İslam askerleri de oraya gelip barındılar. Sonra Hazreti Ali, Resul-ü Ekrem’e su getirip yüzünü yıkadı ve abdest alıp öğle namazını kıldı. Mübarek yüzüne batmış olan iki halkayı Ebu Ubeyde İbni Cerrah (r.a.) ön dişleriyle tutup çıkardı ve çıkarırken kendisinin iki dişi düştü. O halkalar çıktıktan sonra yerlerinden kan boşandı. Bunun üzerine Ebu Said-i Hudri’nin babası Malik İbni Sinan Hudri akan kanları emdi.
Hind ile yoldaşları olan öteki Kureyş kadınları meydanı boş bulunca gelip şehitlerin burunlarını, kulaklarını kestiler ve onlardan bilezikler, gerdanlıklar yaptılar.
Ebu Süfyan Uhud Dağı’nın o vadisinde bir İslam topluluğu biriktiğini görünce onları dağıtıp yok etmek üzere bir bölük müşrik askeri ile başka yoldan onların üst tarafına çıkmak istedi.
Resul-ü Ekrem, “Ya Rabbi! Artık oraya çıkamasınlar.” diye dua etti ve duası kabul edildi. Ebu Süfyan her ne kadar çabaladıysa da yukarı çıkamadı. Resul-ü Ekrem’in duasının tesiriyle artık fitne ve harp tufanı kesildi fakat Resul-ü Ekrem’in sağ olup olmadığından Ebu Süfyan’ın şüphesi olduğundan, bunu anlamak istiyordu. Bunun için o İslam topluluğuna doğru üç kere “İçinizde Muhammed var mı?” diye sordu. Resul-ü Ekrem, ashabına, “Susunuz, cevap vermeyiniz.” dedi.
Ebu Süfyan yine üç kere “İçinizde Ebu Bekir var mı?” diye bağırdı. Yine ses çıkmadığı için üç kere de “Hattaboğlu Ömer var mı?” diye seslendi. Buna da bir ses çıkmayınca Ebu Süfyan artık diğer ashabı sormadı.
Çünkü İslam’ın ayakta durmasının ancak onlara bağlı olduğu gerçeğini bildiğinden, başkalarını arayıp sormaya lüzum görmedi. Hemen dönüp kendi kavmine, “Eğer sağ olsalar elbette cevap verirlerdi. Bunların üçü de ölmüş ve artık iş bitmiş.” dedi. Hazreti Ömer, artık dayanamayıp, “Allah’ın düşmanı! Yalan söyledin. Saydıkların hep sağdır. Senin hakkından gelecek olanlar duruyor.” dedi. Ebu Süfyan, “Muharebe nöbetledir. Bugün Bedir gününe bedeldir.” dedi. Hazreti Ömer, “Evet ama beraber değiliz çünkü bizim ölülerimiz cennette ve sizinkiler ise cehennemdedir.” dedi.
Ebu Süfyan, “Yüce ol Hübel, aziz ol Hübel!” diyerek Hübel adındaki puta dua ve teşekkür etti çünkü Hübel, Kâbe’de büyük bir put idi. Ebu Süfyan, bu defa sefere çıkacağı zaman onun yanına gitmiş ve “Gideyim mi, gitmeyeyim mi?” diye kura atmış ve “evet” diye çıkmıştı. Bu nedenle galibiyeti Hübel’den bilerek ona teşekkür etmiş idi.
Bunun üzerine Resul-ü Ekrem’in emriyle Hazreti Ömer de “Allah her şeyden en yüce ve en büyüktür.” dedi. Ebu Süfyan, “Bizim Uzza’mız var, sizin Uzza’nız yok.” diyerek, “Uzza” dedikleri put ile övündü.
Hazreti Ömer de “Allah bizim Mevla’mızdır. Sizin Mevla’nız yoktur.” dedi. Ebu Süfyan, “Beri gel ey Ömer!” dedi. Hazreti Ömer de Resul-ü Ekrem’den izin alıp biraz ileri vardı. Ebu Süfyan, “Ey Ömer! Allah için doğru söyle. Biz, Muhammed’i öldürdük mü?” diye sordu. Hazreti Ömer, “Yok Vallahi. Resul-ü Ekrem, şimdi senin söylediğin sözleri işitiyor.” diye cevap verdi.
Bunun üzerine Ebu Süfyan da “Ben sana İbn-i Kaime’den daha çok inanıyorum.” dedi. Ondan sonra Ebu Süfyan dönüp gidecek olduğunda, “Gelecek sene sizinle Bedir’de buluşalım.” dedi. Hazreti Ömer de Resul-ü Ekrem’in emriyle “İnşallah.” dedi.
Müşrikler bu derece üstün gelmişken yüce Allah, onların kalplerine korku verdi. Hemen muharebeden vazgeçtiler ve Mekke yolunu tutup geri döndüler. O zaman Resul-ü Ekrem, “Acaba Sa’d İbni Reb’i ne hâldedir? Şehitler arasında mıdır, yoksa yaralılar içinde midir? Ona doğru on iki kargı ile saldırıldığını gördüm.” diye buyurdu. Onu arayıp bulmak için Muhammed İbni Mesleme’yi (r.a.) gönderdi.
O da şehitlerin olduğu yere gitti ve birkaç kere “Sa’d İbni Reb’i!” diye çağırdı. Bir ses çıkmadı ta ki “Allah’ın elçisi, beni sana gönderdi, ey Sa’d.” deyince, zayıf bir sesle, “Ben, ölüler içindeyim.” diye cevap verdi.
Muhammed İbni Mesleme (r.a.), onu şehitler arasında buldu. Gördü ki pek çok kılıç, kargı ve ok yaralarıyla bedeni delik deşik olmuş can çekişmektedir. O hâlde Sa’d, gözünü açtı ve Muhammed İbni Mesleme’ye bakarak, “Allah’ın elçisine benim selamımı ileterek söyle ki ben cennetin kokusunu duyuyorum. Kavmine de benden selam ile söyle ki kirpikleriniz kımıldadıkça peygamberinize ihlas hususunda, Allah yanında özürlü olamazsınız.” dedi ve o anda ruhunu teslim etti.
Bu Sa’d, Akabe’de Resul-ü Ekrem’e biat eden ashabın büyüklerinden olup Sa’d İbni Zürare’den sonra ensarın ileri geleni oydu.
Muhammed İbni Mesleme, Hazreti Peygamber’in yanına gelip Sa’d’ın selam ve sözünü bildirince Resul-ü Ekrem, “Ya Rabbi! Sen Sa’d’dan hoşnut ol.” diye dua etti.
Sonra Resul-ü Ekrem, şehitleri görmeyi diledi. Hazreti Hamza’yı gördü ki burnu ve kulakları kesilmiş, karnı yarılmış, bedeni parça parça edilmişti. Bu manzaradan Resul-ü Ekrem o kadar üzüldü ki hiçbir zaman böyle bir keder duyduğu görülmemiştir. O zaman Cebrail geldi ve Hazreti Hamza için göklerde “Allah’ın aslanı ve Allah’ın elçisinin aslanı.” diye yazılmış olduğunu haber verdi. Gariptir ki o gün sabahleyin Abdullah İbni Cahş ile Sa’d İbni Ebu Vakkas (r.a.), bir kenara çekilip, yüce Allah’a dua etmişler. Sa’d, “Ya Rabbi! Büyük bir düşmana rast gelip harp ederek onu yeneyim.” demiş. Abdullah ona, “Âmin!” dedikten sonra, “Ben de büyük bir düşmana rastlayıp harp edeyim ve sonunda şehit olayım. Burnum ve kulaklarım kesilsin. Yarın ceza gününde, yani mahşerde yüce Allah, bana ‘Burnun ve kulakların nerede kesildi?’ deyince, ‘Ya Rabbi senin ve elçinin yolunda kesildi.’ diyeyim.” diye yalvarmış. Bu sefer şehitlerin kimlikleri araştırılırken Sa’d, onu o hâlde görünce hayret etmiştir. Hazreti Hamza, Resul-ü Ekrem’den iki yaş büyüktü. Cahş da o zaman kırk yaşını geçkindi.
Ensardan Ebu Câbir de (r.a.) o kadar parça parça edilmişti ki kim olduğu, güç hâl ile ancak parmaklarından bilinebildi. Kısaca Kureyşlilerin, şehitlere karşı asla insanlığa yakışmayacak şekilde, vahşice davranmış oldukları görüldü. Resul-ü Ekrem, şehitleri o hâlde gömdürdü. Şöyle ki: Sağken aralarında sevgi ve yakınlık bulunan şehitler, ikişer üçer şekilde aynı yere gömüldüler. Hazreti Hamza ile kız kardeşinin oğlu Abdullah bir kabre ve Ebu Câbir ile kız kardeşinin kocası olan Amr İbni Cemuh ve Hârice İbni Zeyd, aynı kabre konuldular.
Bu muharebede müşriklerin kayıpları yirmi ile otuz kişi arasında olduğu hâlde şehitlerin sayısı yetmiş kişiydi. Bundan başka Müslümanların epeyce yaralıları da vardı. Bu yetmiş şehidin yalnız beş altısı muhacirlerden olup, geri kalanı hep ensardandı.
Bu bozgun, Müslümanlar hakkında büyük bir bela ve musibet olduğu hâlde İslam askerlerine Allah tarafından manevi bir terbiye idi. Çünkü askerin, hiçbir kumandanın işine karışması doğru değilken, İslam askerleri, Resul-ü Ekrem’in görüş ve tedbirine karıştılar. Resul-ü Ekrem, Medine’de durup da savunma harbi yapma düşüncesinde iken onu meydan muharebesi yapmaya zorladılar. Her hâlde bu hataları affedildi ve Resul-ü Ekrem, düşmana karşı gitti. Düşmanın süvarisine karşı, süvarisi yok iken İslam askerlerini öyle bir düzene soktu ki süvari saldırısına uğrayabilecek yalnız sol kolda bir yer kalmıştı. Onu da okçular ile kapattı ve Müslümanlara göre düşmanın kuvveti kat kat fazla iken düşman ordusunu bozguna uğrattı ve dağıttı. Ne fayda ki okçuların çoğu, ganimet sevdasıyla korunmasına memur oldukları yeri bırakıp dağıldılar ve böyle büyük bir bozguna sebep oldular.
Askerlik, kumandanın emrine uymaktan ibarettir. Kendi bildiği gibi hareket eden askerlerin böyle büyük felaketlere sebep olageldikleri tecrübelerle bilinir. İşte muharebe sırasında yerini terk etmenin ne büyük bir cinayet olduğu, bu noktada gayet güzel anlaşılır.
Resul-ü Ekrem, şehitleri gömdükten sonra, mübarek yüzü yaralı ve kalbi üzgün olarak ashabıyla beraber Uhud’dan kalkıp Medine’ye geldi. Şehitlerin eş ve çocukları ya da yakınları ağladıkça münafıklar sevinirdi. Müslümanların bu yenilgisi üzerine Yahudiler de şımardı. Kısacası İslam dininin dost ve düşmanı ayrıldı ve gerçekten Müslüman olanlar seçildi.
Kureyş ordusu dönüp giderken, İkrime İbni Ebu Cehil diğer reislere karşı, “Ne iş gördünüz? Bu kadar üstünlük sağlamışken Müslümanları tamamen bitirmeden neden geri döndünüz? Çok zaman geçmeden onlar yine toparlanırlar ve öç almak için üzerimize gelirler. Akıl yolu budur ki Medine’ye gidip onları kökten yok edelim.” demişti. Safvan İbni Ümeyye de “Evs ve Hazreç kabileleri, bu kadar adamlarının ölmesinden dolayı kızarsa ve savaşa katılmamış olanları da öç almaya kalkışırlarsa iş tersine döner. Hazır yenmişken Mekke’ye dönelim.” diyerek İkrime’nin görüşünü çürütmüştü.
Ebu Süfyan ise bu iki görüş arasında kararsız olduğu hâlde bu şekilde konuşa konuşa Revha Konağı’na varmışlar ve oradan geri dönüp de Medine üzerine gitmeye karar vermişlerdi. Hâlbuki onlar, yolda bu şekilde ileri geri konuşup giderlerken Abdullah İbni Amr Müzeni, yanlarında bulunarak onların sözlerini işitmiş ve ertesi gün sabah namazı vaktinden evvel Medine’ye gelerek, işittiğini Resul-ü Ekrem’e söylemişti. Resul-ü Ekrem Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’i çağırdı. Müzeni’nin söylediğini onlara aktararak görüşlerini sordu. Onlar da dünkü muharebeden dolayı Müslümanların zayıf düşmediğini göstermek ve düşmana bir gözdağı vermek üzere çıkıp da arkalarına düşmek suretini uygun gördüler. Bundan dolayı Resul-ü Ekrem sabah namazını cemaat ile mescitte kıldıktan sonra ashabını çağırmak üzere Bilâl-i Habeşî’ye emretti.
O da aldığı emir üzerine, “Dün, Uhud Muharebesi’nde bulunanlar hazır olup gelsinler. Düşmanın arkasına düşülecektir.” diye bağırdı. Bütün ashap hazırlandı. Hatta yaralı olanlar bile yara ve berelerini sarıp geldiler.
Resul-ü Ekrem, İbni Ummü Mektûm’u (r.a.) Medine kaymakamlığına tayin buyurdu ve sancağı Hazreti Ali’ye (r.a.) verdi. Kendisi de yaralı olduğu hâlde atına bindi ve altı yüz otuz kadar Uhud gazisiyle Medine’den çıkıp Hamraü’l-Esed adındaki yere vardı.
Hamraü’l-Esed, Medine’nin sekiz mil uzağında ve Medine’den Zü’l-Huleyfe adındaki yere giderken yolun sol taraftaki bir yerin ismidir ki Resul-ü Ekrem, bu sefer oraya erişip ordu kurdu.
Ebu Ma’ber Huzâî’nin oğlu Ma’bed, bir iş için Mekke’ye giderken oraya uğradı ve Resul-ü Ekrem’in yanına gelip geçen gün ashab-ı kiramının musibete düşmüş olmasından dolayı taziyet diledi ve sonra kalkıp gitti.
Ma’bed, Revha’dan geçerken Ebu Süfyan ile görüştüğünde Ebu Süfyan ona, “Geride ne var?” diye sormuş, o da “Muhammed, bir büyük ordu ile çıkmış ki ömrümde öyle cemiyet görmedim. Geçen gün muharebeden geri kalmış olanlar da çıkmadıklarına pişman olmuş ve bugün hepsi toplanmışlar. Sizin için diş bileyip geliyorlar.” diye cevap vermiş. Ebu Süfyan, “Sen ne söylüyorsun? Onlarda harekete mecal kaldı mı?” dediğinde Ma’bed, “Onlar, Hamraü’l-Esed’e geldiler. Zannederim ki siz buradan henüz kalkmadan onların atlarının alınlarını göreceksiniz.” demiş.
Safvan İbni Ümeyye, “Gördünüz mü? İşte benim dediğim çıktı. Haydi bir belaya uğramadan savuşup gidelim.” dedi. Ebu Süfyan’ın kalbine de korku düştü. Hemen ordularını kaldırıp göç ettiler ve doğru Mekke’ye döndüler.
Mabet, o vakit henüz İslam ile müşerref olmamıştı fakat ehl-i İslam’ın taraftarıydı. Kureyş taifesini bu şekilde korkuttu ve savuşup gittiklerini de bir adam göndererek, Resul-ü Ekrem’e bildirdi.
Kureyş ordusundan geriye kalmış olan iki kişi, bu defa Müslümanların eline düştü. Biri Beni Ümeyye’den Muaviye İbni Mugire ve diğeri Bedir’de esir olup da bundan böyle Müslümanlar aleyhinde bulunmamak şartıyla salıverilmiş iken bu defa yukarıda açıkladığımız şekilde bedevileri cenge teşvik eden meşhur şair Ebu İzze’dir.
Ebu İzze, bu defa da süslü püslü sözler söyleyerek Müslümanların pençesinden yakayı kurtarmak istedi fakat fayda vermedi, ikisi de öldürüldü.
Resul-ü Ekrem, birkaç gün ordu ile dışarıda kaldı. Sonra dönüp Medine’ye geldi.
Abdullah İbni Cahş’ın (r.a.) hanımı ve Huzeyme İbni Haris’in kızı Zeyneb ki her zaman fakirleri yedirip içiren bir kimse olduğundan, kendisine “Fakirlerin Anası” denirdi. Bu sefer dul kaldığından, Resul-ü Ekrem’le evlendi, fakat bir iki ay sonra öldü.
Yine o sırada Hazreti Ali’yle kadınların efendisi Fatımatü’z-Zehra’dan Hasan (r.a.) doğdu. Yine o sıralarda şarap içmek ve kumar oynamak haram oldu.
Bi’r-i Maûne Olayı
Amiroğullarından ve Necid ileri gelenlerinden Ebu Berâ Amir İbni Malik İbni Cafer, Hicret’in dördüncü senesinin başlarında Medine’ye geldi ve Resul-ü Ekrem ile görüşüp, “Ey Muhammed! Eğer Necid halkına ashabından bir kısmını gönderirsen, umarım ki İslam olurlar.” dedi.
Resul-ü Ekrem, Necid Bölgesi’nin halkına güvenemeyip, “Korkarım ki ashabıma bir kötülükte bulunurlar.” dedi. Ebu Berâ, “Onlar, Necid’e geldiklerinde benim ahd-ü amanım altına girmiş olur. Onlara kimse bir şey yapamaz.” diye teminat verdi.
Bunun üzerine Resul-ü Ekrem de Ebu Berâ’nın kardeşinin oğlu olan Amir İbni Tufeyl İbni Malik’e bir mektup yazdırdı ve Necid halkına Kur’an öğretmek için safer ayı içinde ensarın büyüklerinden olan Münzir İbni Amr (r.a.) ile yetmiş Kur’an okuyucusu gönderdi.
Hazreti Ebu Bekir’in azatlısı olan Amir İbni Füheyre de (r.a.) onlarla beraber idi. Kılavuzları da Muttalib Süleymi idi.
Münzir İbni Amr (r.a.), bu Kur’an okuyucuları ile çıkıp Medine’ye dört konak uzaklığı olan Maûne Kuyusu denilen yere vardı ve oradan Enes İbni Malik’in dayısı olan Haram İbni Milhan (r.a.) ile Resul-ü Ekrem’in mektubunu Amir İbni Tufeyl’e gönderdi.
Lanetlenmiş olan Amir İbni Tufeyl ise mektubu okumadan Haram İbni Milhan’ı (r.a.) vurup öldürdü. Sonra Kur’an okuyucuları olan kurra cemaati üzerine saldırmak için kendi kavmi olan Amiroğullarını çağırdı. Onlar ise “Biz, Ebu Berâ’nın verdiği sözü ayak altına alamayız.” diye çekindiler.
Bunun üzerine Amir İbni Tufeyl, Süleymioğullarından Usayye, Ri’l ve Zekvân kabilelerini toplayıp Maûne Kuyusu’na gitti ve ansızın o kurra topluluğu üzerine saldırarak hepsini şehit etti. Yalnız Neccâroğullarından Ka’b İbni Zeyd’i (r.a.) öldü sanarak şehitler arasında bırakmış olduklarından, o sağ kalmış ve bir aralık oradan savuşup Medine’ye gelmiştir.
Bir de Amr İbni Ümeyye Damri ile ensardan Münzir İbni Muhammed İbni Ukbe, bir tarafta develeri otlatmakta olduklarından bu çarpışmada bulunmayıp, sonradan muharebe yerine gelerek, olan biteni öğrendiklerinden, Münzir İbni Muhammed, arkadaşı Amr’a, “Ne yapalım?” diye fikrini sormuş, Amr da “Hemen dönüp Medine’ye gidelim ve durumu Resul-ü Ekrem’e ifade edelim.” diye cevap vermiş.
Muhammedoğlu Münzir ise “Ben, Münzir İbni Amr’ın şehit olduğu yerden ayrılıp da yalnızca sağ dönmeyi istemem.” diyerek düşman ile çarpışmış, sonunda o şehit ve Amr ise esir olmuştur. Ancak Amr, kendisinin Mudaroğullarından olduğunu haber vermiş, Amirîler de Mudar soyundan bulundukları için Amir İbni Tufeyl, onu serbest bırakmış, bu yüzden o da sağ salim Medine’ye gelmiştir.
Resul-ü Ekrem, bu hadiseyi haber alınca son derece üzüldü ve “Bu durum, Ebu Berâ’nın işidir. Ben, bunu onun ısrarıyla istemeyerek yapmıştım.” diye buyurdu. Ebu Berâ da Resul-ü Ekrem’in bu sözünü işitince çok üzüldü ve kederinden hastalanıp öldü fakat verdiği sözün bu şekilde ayaklar altına alınması, Arap âdeti üzere kendi soyunda bir leke olarak kaldı.
Hatta oğlu Reb’ia İbni Ebu Berâ bu lekeyi amca çocuğu olan Amir İbni Tufeyl’in kanıyla yıkamak üzere onu öldürmeye niyetlenmişti.
Resul-ü Ekrem ise ona bilhassa beddua ettikten başka bir ay kadar her sabah Usayye, Ri’l ve Zekvân kabilelerine beddua etti. Nitekim çok geçmeyip Amir İbni Tufeyl bir yumruca çıkardı ve hemen canını cehenneme ısmarlayıp gitti.
Usayye, Ri’l ve Zekvân kabilelerini de veba, humma ve kıtlık kapladı, kısa bir zamanda içlerinden yedi yüz kişi öldü.
Beni Nadir Yahudileriyle Yapılan Savaş
Beni Nadir, Yahudi milletinden ve Hz. Harun (a.s.) soyundan büyük bir kabiledir. Medine’ye iki mil uzaklığı olan bir nahiyede yerleşmişlerdi. Sağlam kaleleri ve mükemmel silahları vardı.
Müslümanlar aleyhinde bulunmamak üzere Resul-ü Ekrem ile sözleşmişler ve Resul-ü Ekrem’in Bedir’deki zaferinden sonra, “Semavi kitaplarda vadedilmiş olan ahir zaman peygamberi odur.” demeye başlamışlarken, Mekkeli Kureyşliler ve Medineli münafıklar ile haberleşmekten geri kalmıyorlardı.
Uhud Muharebesi’nden sonra fikir ve tavırlarını tamamen değiştirmişler. Bir gün Resul-ü Ekrem, ashabından beş on kişiyle onların bölgesine gittiğinde, bir hile ile onları öldürmeye karar vermişlerdi.
İçlerinden Selam İbni Mişkem onlara, “Siz bu fikirden vazgeçiniz. Vallahi bu sizin suikastınız ona Allah tarafından haber verilir. Bu niyetiniz, onunla aramızdaki sözleşmeyi bozmak demektir.” diye nasihat etmişse de kulak asmamışlardı.
Hâlbuki Cebrail (a.s.) gelip Beni Nadir’in suikastını Resul-ü Ekrem’e haber verdi. Resul-ü Ekrem de “On gün içinde bu yerden çıkıp gitsinler.” diye Muhammed İbni Mesleme ile Beni Nadir’e haber gönderdi.
Bunun üzerine Beni Nadir de vatanlarını terk edip gitmeye hazırlanmakta iken münafıkların başı olan Abdullah İbni Ubeyy, onlara, “Yerinizden ayrılmayınız. Biz size yardım ederiz. Beni Kureyza Yahudileri ile sözleşip anlaşmalı olduğunuz Gatfan Kabilesi de yardım eder.” diye gizlice haber göndermiş olduğundan, Beni Nadir, evvelki niyetlerinden vazgeçerek, “Biz vatanımızdan çıkmayız. Elinden geleni geri koyma.” diye Resul-ü Ekrem’e haber gönderdiler.
Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, Hicret’in bu dördüncü senesinin rebiülevvelinde ashabı topladı. Mescitte imamlık etmek üzere İbni Ümmü Mektûm’u vazifelendirdi. Sancağı Hazreti Ali’ye verip, ordu ile Medine dışına çıktı ve Beni Nadir Yahudilerini kuşattı.
Abdullah İbni Selûl, açıktan yardıma cesaret edemedi, Beni Kureyza Yahudileri ile Gatfan Kabilesi’nden de yardım gelmedi. Bu yüzden Beni Nadir Yahudileri altı gün kuşatma ile ok ve taş atılarak zorlandıktan sonra aman dilediler. Şöyle ki: Silahlardan başka, mallarından develerine yükleyebildikleri kadarını alarak çıkıp gitmek üzere izin istediler. Resul-ü Ekrem de bu şekilde gitmelerine izin verdi. Altı yüz deveye yükleyebildikleri kadar mal ve eşya alıp kimi Hayber’e kimi Şam tarafına gittiler. Münafıklar da gizlice matem tuttular.
Beni Nadir Yahudilerinin diğer malları Resul-ü Ekrem’e kaldı. Elli kadar zırh ile elli demir tas ve üç yüz kırk kılıç Müslümanların eline geçti. Ensar, muhacirlerin geçimlerini üzerlerine alıp, onları kendi mallarına bayağı ortak ettiklerinden, muhacirlerin idaresi, ensar üzerine epeyce bir yük idi. İşte onların bu yükünü hafifletmek için Resul-ü Ekrem Beni Nadir Yahudilerinden alınan ganimet mallarını yalnız muhacirlere bölüştürmek istedi ve ensara, “Eğer isterseniz evvelce olduğu gibi muhacirleri mallarınıza ortak etmek üzere bu ganimet mallarını hepinize bölüştüreyim. Yok eğer isterseniz kendi mallarınız sırf sizin olmak üzere bu ganimet mallarını muhacirlere vereyim.” dedi.
Ensar ise “Ey Allah’ın elçisi! Bu malları muhacirlere bölüştürünüz. Bizim mallarımızdan da istediğiniz kadarını alıp onlara veriniz.” dedi. Hz. Ebu Bekir kalkıp, ensara açıkça teşekkür etti. O zaman ensarın övülmesi hakkında, “İhtiyaçları olsa bile nefisleri üzerine muhacirleri tercih ederler.” manasına gelen ayet indi. Bundan dolayı bu sefer Beni Nadir Yahudilerinden kalan ganimet malları, yalnız muhacirlere bölüştürüldü.
Fakat Beni Nadir Yahudileri reislerinden İbni Hukayk’ın meşhur kılıcı, Sa’d bin Muaz’a verildi. Yine ensardan Ebu Dücâne ile Sehl İbni Huneyf’in ihtiyaçları olduğundan, onlara da bir miktar ganimet verildi.
Sonradan, Necid Bölgesi’nden Gatfan Kabilesi’nin Medine’ye saldırmak üzere asker topladığı işitilince Resul-ü Ekrem, damadı Hazreti Osman’ı Medine’de vekil bırakıp ordusu ile Necid Bölgesi’ne sefere çıktı. Gatafânlıların arazilerinden, Medine’ye iki konak uzaklığı olan Şehd denen yere kadar gitti fakat halkı karşı durmayıp dağlara dağılmış ve bu sebeple muharebe olmadan dönülmüştür.
Dördüncü Hicret senesinin şaban ayında kadınların ulusu olan-Fatımatü’z-Zehra’dan Hazreti Hüseyin doğdu.
Mahzûmoğullarından Ümeyye İbni Mugire’nin kızı olan Ümmü Seleme kırk dört yaşında dul bir kadındı. Resul-ü Ekrem bu sırada onunla evlenmiştir.
Bedir’de her sene zilkade ayında bir panayır kurulurdu ve her taraftan oraya ticaret için birçok insan gelirdi. Yukarıda anlattığımız üzere Ebu Süfyan, Uhud’dan dönüp giderken, “Sizinle gelecek sene Bedir’de buluşalım.” demişti. Hazreti Ömer de Resul-ü Ekrem’in emriyle “İnşallah.” demişti. Bunun üzerine Resul-ü Ekrem, Abdullah İbni Revâhe’yi Medine kaymakamı tayin etti. Sancağı Hazreti Ali’ye verdi ve bin beş yüz askerle Medine’den çıkıp, zilkade başlarında Bedir’e geldi. İçlerinde on atlı vardı.