Полная версия
Bense: ‘Senin söylediğin üzere katlettiğim ineğin hâline bak. Nasıl hüsrana uğradığımızı, onu katletmenin bize hiçbir fayda sağlamadığını görmüyor musun? Ayrıca onu kestirdiğim için büyük bir pişmanlık duyuyorum. Bu sefer seni dinlemeyeceğim.’ dedim.
O: ‘Merhametlilerin en merhametlisi yüce Allah adına onu bu mübarek günde kurban etmelisin. Eğer onu öldürecek kadar adam değilsen ben de senin karın değilim!’ dedi.
Buzağıyı kurban etmeye teşebbüs ettiğim zaman ağladığını görmek kalbimi yumuşattı ve çobana: ‘Bu danayı götür ve kendi sürünün arasına kat!’ dedim.”
Cin, ihtiyarın bu tuhaf hikâyesini hayretle dinledi. Ceylanın sahibi devam etti:
“Ey cinlerin efendisi! Bunu gören amcamın kızı: ‘Bu buzağıyı benim için kes, muhakkak ki bu semiz bir buzağı.’ dedi.
Fakat ben çobana, onu götürmesini emrettim. O da alıp evine doğru yürümeye başladı. Ertesi gün evimde otururken birden çobanı karşımda gördüm.
Bana: ‘Efendim, size çok mutluluk verici bir haberim var. Umarım bu güzel havadis için bana bir hediye verirsiniz.’ dedi.
Ben de bunun üzerine: ‘Anlat bakalım.’ dedim.
Şöyle devam etti: ‘Efendim, benim bir kızım var, küçükken bizimle yaşayan yaşlı bir kadından büyü yapmayı öğrendi. Dün siz bana buzağıyı verdikten sonra evime gittim. Kızım buzağıya baktı, yüzünü peçeyle kapattı ve kahkahalarla gülmeye başladı. Sonra şöyle dedi:’
Ah babacığım, iffetim senin için o kadar değersiz mi ki eve yabancı bir erkek getiriyorsun?
Ona sordum: Bu yabancı adam nerede ve sen neden bir yandan ağlıyor, diğer yandan gülüyorsun? Şöyle cevap verdi:
Aslına bakarsan getirdiğin bu buzağı, efendimizin oğlu; fakat üvey annesi tarafından büyülenmiş. Tıpkı annesinin büyülendiği gibi… Gülmemin sebebi bu. Ağlamamın sebebine gelince; babası annesini bilmeden doğramış.
Sonra büyük bir hayret içinde kaldım ve bu hikâyeyi gelip size anlatabilmek için sabahı zor ettim.’
Bu sözler üzerine onunla birlikte gittim. Mutluluktan âdeta sarhoş olmuştum. Evine gittiğimde beni kızı karşıladı, elimi öptü. Tam o sırada buzağı, önceden olduğu gibi gelip sırnaşmaya başladı.
Çobanın kızına: ‘Bu buzağı hakkında söylediklerin doğru mu?’ diye sordum.
‘Evet efendim. O sizin oğlunuz. Sizin kanınızdan, sizin canınızdan.’
Bunun üzerine sevinerek: ‘Ah hanım kızım! Eğer onu tekrar insana dönüştürürsen bütün malım, mülküm, hayvanlarım babanındır.’ dedim.
Gülümsedi ve: ‘Ah efendim, benim malda mülkte gözüm yok, istemem. Fakat iki şartım var: Birincisi beni oğlunla evlendirmen, ikincisi oğlunu bu hâle getiren kişiyi büyüleyip hapsetmeme izin vermen. Yoksa onun fenalığından ve kötülüğünden korunamam.’ dedi.
Çobanın kızının sözlerini duyduğum zaman ona dedim ki:
‘İstediklerinle beraber bütün hayvan sürüleri ve ev babana aittir. Amcamın kızına gelince; onun da kanı sana caizdir.’
Ben konuşmamı bitirdikten sonra kız eline bir bardak aldı. İçine su doldurdu ve bir dua okudu:
‘Eğer yüce Allah seni böylesine güzel bir buzağı olarak yarattıysa olduğun gibi kal, fakat eğer büyülendiysen Rahman ve Rahim olan Allah’ın izniyle ve rızasıyla eski hâline dön.’ Ve o anda buzağı, genç bir adama dönüştü.
Sonra oğlumun boynuna sarıldım, ona: ‘Allah rızası için amcamın kızının sana ve annene ne yaptığını söyle!’ dedim. O da bana onunla aralarında geçenleri anlattı. Ben ise: ‘Allah seni yeniden insana dönüştürerek sana büyük bir lütufta bulundu. Artık olman gerektiği gibisin.’ dedim.
Sonra cin efendi, çobanın kızını oğlumla evlendirdim. Gelinim, şunları söyleyerek karımı işte bu gördüğün ceylana dönüştürdü: ‘Onun şekli güzel olsun ve hiçbir şekilde tiksindirici olmasın.’
Sonra genç kız, uzunca bir süre gece gündüz bizimle kaldı. Fakat bir zaman sonra Yaradan onu yanına aldı. Karısı vefat edince oğlum, Hint diyarlarına gitmek üzere yola çıktı. Senin oğlunu öldüren bu adamın şehrine bile gitti. Ben de bu ceylanla, oğlumdan bir haber alırım umuduyla şehir şehir dolaşıyordum. Ta ki kader beni tüccarı oturup ağlarken gördüğüm bu şehre sürükleyinceye dek. Benim hikâyem işte bu.”
Cin: “Bu hikâye hakikaten de ilginç, bu sebepten adamın kanının üçte birini sana bağışlıyorum.” demiş.
Bunun üzerine ikinci ihtiyar adam, iki tazının sahibi, ortaya çıkıp:
“Ey cin, sana bu iki tazıyla aramda geçenleri anlatayım. Eğer benim hikâyemi duyduğun hikâyeden daha ilginç ve daha hayret verici bulursan adamın kanının üçte birini bana bağışlar mısın?” demiş.
Cin şöyle cevap vermiş: “Söz veriyorum, eğer senin maceran bu hikâyeden daha ilginç ve hayret verici ise adamın kanının üçte birini sana bağışlayacağım.”
Bunun üzerine ikinci ihtiyar da hikâyesini anlatmaya başlamış.
Şafak söktüğü için Şehrazat burada masalını sonlandırmak zorunda kalmış.
Bunun üzerine kardeşi: “Ablacığım ne heyecanlı ne güzel bir masal anlatıyorsun!” deyince Şehrazat gülümseyerek:
“Şayet hükümdarımız yarın akşama dek beni sağ bırakırlarsa yarın akşam bu masalın daha heyecanlı olan devamını anlatırım.” diye cevap vermiş. Bunun üzerine Şah Şehriyar kendi kendine Masalın sonunu dinlemeden bu kızı öldürtmeyeyim, diyerek kızı cellatlara teslim etmemiş.
Ertesi akşam yemekten sonra Dünyazat, ablasına: “Ablacığım dün akşam yarıda bıraktığın ‘Tüccar ile Cinin Masalı’nı tamamlar mısın?” demiş.
“Hükümdar efendimiz izin verirlerse tabii ki!”
Masalın sonunu merak eden hükümdar, “Anlat, seni dinliyoruz.” demiş ve Şehrazat bunun üzerine ikinci ihtiyarın hikâyesini anlatmaya başlamış.
İKINCI İHTIYARIN HIKÂYESI
“Benim hikâyem şöyle cinlerin efendisi: Bu iki tazı benim erkek kardeşlerim olur. Babamız öldüğünde bize üç bin altın miras bıraktı. Kendi payımla ben bir dükkân açtım ve ticaretle meşgul olmaya başladım. Kardeşlerim de benim gibi birer dükkân açtılar. Kısa bir süre sonra büyük ağabeyim kendi dükkânını 1.000 dinara sattı ve çeşitli kıyafetlerle mallar satın aldıktan sonra yabancı diyarlara gitti. Koca bir sene boyunca kervanla yolculuk etti ve ortadan kayboldu. Bir gün dükkânımda otururken bir de ne göreyim? Bir dilenci kapıma gelmiş benden sadaka istiyor. Ona:
‘Allah versin!’ dedim.
Bunun üzerine o ağlayarak: ‘Beni tanıyamayacağın kadar çok mu değiştim?’ dedi.
Dikkatlice ona baktım ve onun kardeşim olduğunu anladım. Ayağa kalkıp onu selamladıktan sonra oturmasını söyleyip durumuyla ilgili sorular sormaya başladım.
‘Bana bir şey sorma!’ diye cevap verdi. ‘Servetim ziyan oldu ve hâlimin ne olacağı da belli değil!’
Ben de onu hamama götürdüm, kendi giysilerimden verdim ve evimde bir yer ayarladım. Dahası, ticari hesaplarımı ve kâr-zarar durumumu kontrol ettikten sonra işimin bana 1.000 dinar kâr getirdiğini gördüm. Ana para olan 1.000 dinar ile birlikte elimdeki para 2.000 dinar oluyordu. Ben de parayı paylaşarak:
‘Farz et ki memleket dışına hiç çıkmayıp evde kaldın. Artık başına gelen talihsizlikten dolayı kendini hırpalama.’ dedim.
Büyük bir mutlulukla parayı aldı ve kendine yeni bir dükkân açtı. Birkaç gün ve gece boyunca kayda değer bir şey olmadı. Fakat sonra ikinci kardeşim -diğer tazı- de gönlünü seyahat etme sevdasına kaptırıp neyi var neyi yok sattı. Her ne kadar onu kalmaya ikna etmeye çalıştıysak da fayda etmedi. Seyahat için kıyafetlerini hazırladı ve birkaç yolcuyla beraber yola çıktı. Bir yıl kadar sonra tıpkı diğer kardeşim gibi benim yanıma geldi.
‘Ah kardeşim, ben seni vazgeçirmeye çalışmadım mı?’ dedim.
Gözyaşları dökerek şöyle haykırdı: ‘Kader bu, ne yaparsın? İşte şimdi bir dilenciyim. Parasız ve sırtına giyecek bir elbisesi olmayan bir dilenci!..’
Onu da hamama götürdüm. Kendi kıyafetlerimden giydirdim. Sonra dükkânıma götürdüm ve yiyecek bir şeyler ikram ettim. Ardından ona:
‘Kardeşim, ben her yeni yılın başında hesaplarımı kontrol ederim. Eğer fazla para çıkarsa aramızda bölüşürüz.’ dedim.
Sonra hesapları kontrol ettim ve 2.000 dinarlık bir kârımın olduğunu gördüm. Allah’a şükürler ettim. Hamt ve övgü yalnız ona mahsustur. Paranın yarısını kardeşime verdim, diğer yarısını kendim aldım. Bunun üzerine o da kendine yeni bir dükkân açtı ve bir süre işleriyle meşgul oldu. Bu vaziyet bir süre böyle devam etti. Gel zaman git zaman kardeşlerim, onlarla seyahat etmem için bana baskı yapmaya başladılar. Fakat ben şöyle diyerek onların teklifini reddettim.
‘Seyahat etmek size ne fayda getirdi ki bana getirsin?’
Onlara kulak vermedim ve hepimiz kendi işimizle meşgul olmaya başladık. Uzun bir süre boyunca bana yolculuğa çıkmam için ısrar ettiler. Altı yıl onlara direndim. Fakat bir gün şu sözleri söyleyerek tekliflerini kabul ettim:
‘Kardeşlerim, yolculuk arkadaşınız olarak yanınızdayım. Şimdi bana ne kadar paranız olduğunu gösterin.’
Bir kuruş bile paralarının olmadığını gördüm. Tüm paralarını yiyip içmeye ve sefahate harcamışlardı. Fakat ben tek kelime bile sitem etmedim. Bir kez daha o zamana kadarki hesaplarımı kontrol ettim ve ne kadarlık bir servetim olduğuna baktım. Gördüm ki altı bin altınım var. Altınları memnuniyetle ikiye böldüm ve kardeşlerime şöyle dedim:
‘Bu üç bin altını seyahat etmek için kullanacağız fakat diğer yarısını yer altına gömelim ki başımıza bir iş geldiğinde bize faydası olsun. Böylece gerektiğinde dükkân açabilmemiz için hepimizin biner altını olur.’
Bana şöyle cevap verdiler: ‘Doğru düşünmüşsün kardeşim.’
İkisine de biner altın verdim, kendime de bin altın ayırdım. Sonra ihtiyaç duyduğumuz eşyaları hazırladık. Bir yelkenli kiraladık ve mallarımızı yelkenliye yükledikten sonra yolculuğumuz başladı. Bir ay sonra bir şehre ulaştık. Riskli bir işe girdik ve paramızı ona katladık.
Yolculuğumuza devam ettiğimizde deniz kıyısında giysileri eski püskü bir genç kızla karşılaştık. Kız elimi öptü ve: ‘Ey efendim, bana yardım eder misiniz? Size bunun karşılığını veririm.’ dedi.
Ben de: ‘Benim içimde iyilik de cömertlik de var. Tabii ki sana yardım ederim. Ayrıca bana karşılığını vermen de gerekmez.’ diye cevap verdim.
O zaman bu genç kız, bana: ‘Beni karınız yapın efendim! Beni şehrinize götürün, kendimi size vereyim. Bana iyilik yaparsanız eğer bilin ki bunu unutmam. Kıymetini bilir, karşılığını veririm.’ dedi.
Bu sözleri duyduğum zaman ona karşı sevgi beslemeye başladım. Böylece Allah’ın izniyle -hamt ve övgü yalnız ona mahsustur-onu aldım, giydirdim ve yolculuk için ona rahat bir yer ayarladım. Ona saygılı davrandım.
Böylece yolculuğa başladık. Ona gönülden bağlandım. Ne gece ne de gündüz yanından ayrılmadım ve ona kardeşlerimin duyduğundan daha fazla saygı duydum. Daha sonra onlar benden soğumaya, servetimi ve mallarımın çokluğunu kıskanmaya başladılar. Büyük bir tamahkârlıkla gözlerini sahip olduklarıma diktiler. Aralarında konuşup beni öldürmeye ve servetimi ele geçirmeye karar vermişler:
‘Kardeşimizi öldürelim ve sahip oldukları bizim olsun.’ demişler.
Şeytan işte böyle onların aklını çelmiş. Bir gün beni savunmasız bulduklarında -karımla uyuyorken- ikimizi de suya attılar. Karım uykusundan uyandı ve aniden bir periye dönüştü. Beni bir odaya taşıdıktan sonra kısa bir süre içinde kayboldu. Ertesi sabah döndüğünde:
‘Ben, sadık kölen, yaptığın iyiliğin karşılığını ödedim. Yüce Allah’ın izniyle seni suda taşıdım ve ölümden kurtardım. Bilmelisin ki ben bir periyim. Yüceler yücesinin dilemesiyle seni sevdim. Ben Allah’a ve onun erenlerine -Allah mekânlarını cennet etsin- inanırım. Tıpkı senin hâlimi görüp evlenerek bana yardım ettiğin gibi ben de boğulmaktan kurtararak sana yardım ettim. Fakat kardeşlerine kızgınım ve onları mutlaka öldürmeliyim.’ dedi.
Hikâyesini duyduğumda şaşırdım, yaptığı her şey için ona teşekkür ettim ve ‘Fakat kardeşlerimi öldürmemelisin.’ dedim.
Sonra ona başımızdan geçen her şeyi anlattım. Duydukları üzerine bana: ‘Bu gece üzerlerinden bir kuş olarak geçeceğim ve yelkenlilerini batırıp onları öldüreceğim.’ dedi.
Ben ise: ‘Allah rızası için bunu yapma, atasözünde de dediği gibi: İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe iyilik er kişinin kârı. Ayrıca onlar ne olursa olsun benim kardeşim.’ dedim.
‘Allah hakkı için söylediklerinin hiç faydası yok, onları öldürmeliyim.’
Kardeşlerimi affetmesi için diz çökerek ona yalvardım. Fakat o beni kaldırdı ve göklere doğru uçmaya başladık. Ta ki benim evimin kapısına ulaşıncaya dek. Kapıyı açtım ve gömdüğümüz altınları çıkardım. Herkesi selamlayıp dükkânımı açtım ve işlerimle oyalandım. Gece olup da eve döndüğüm vakit bu iki tazının bağlı olduğunu gördüm. Onlar beni görür görmez ağlamaya ve bana sırnaşmaya başladılar. Fakat ne olduğunu zaten biliyordum.
Karım: ‘Bu tazılar senin kardeşlerin.’ demişti.
Bunun üzerine sordum: ‘Bunu onlara kim yaptı?’
‘Kardeşime haber yolladım, o da onları bu hâle getirdi. On yıl geçmeden bu durumdan kurtulamayacaklar.’
Şimdiyse karımın kardeşini, onları bu durumdan kurtarır umuduyla ziyaret etmek üzere yoldayım. Birkaç senedir kardeşlerim bu hâlde olduklarından belki onları eski hâllerine dönüştürür. Yoluma devam ederken de bu adamı gördüm. Bana başından geçenleri anlattı ve senin ona ne yapacağını görmeden yola devam etmemeye karar verdim. İşte benim hikâyem bu.”
Cin: “Bu kesinlikle ilginç bir hikâye, onun için bu adamın kanının üçte birini sana bağışladım.” demiş.
Üçüncü ihtiyar, yani katırın sahibi, ortaya çıkıp cine:
“Sana bu ikisinin hikâyesinden çok daha ilginç bir hikâye anlatabilirim. Sen de bana bu adamın kanının geri kalanını bağışlayacaksın.” demiş.
Cin: “Öyle olsun bakalım.” diyerek cevap vermiş.
Sonra yaşlı adam kendi hikâyesini anlatmaya başlamış.
ÜÇÜNCÜ İHTIYARIN HIKÂYESI
“Ey cinlerin sultanı! Bu katır benim karımdı. Her şey bir sene süren bir yolculuğa çıktığımda oldu. Bir gece vakti seyahatimden geri döndüğümde onu siyah bir köle ile birlikte yer yatağında uzanmış gülüşüyor, oynaşıyorken buldum. Beni görür görmez ayağa kalktı, telaşla bana yaklaştı ve bir kap su alıp bir dua mırıldanmaya başladı. Sonra suyu üzerime serpti ve:
‘İnsan şeklinden çık ve bir köpeğe dönüş!’ dedi.
O an bir köpek oldum. Beni evden dışarı attı. Bir kasap dükkânının önüne gelinceye dek koştum. Orada durup kemikleri yemeye başladım. Dükkân sahibi beni evine götürdü fakat kızı beni gördüğü anda yüzünü peçesiyle kapadı ve şöyle dedi: ‘Eve yabancı erkekleri neden getiriyorsun?’
Babası sordu: ‘Ne erkeği?’
‘Bu köpek, karısının büyüsü yüzünden bu hâle gelmiş bir insan ve ben onu bu durumdan kurtarabilirim.’
Babası bu sözleri duyunca: ‘Allah rızası için kızım, onu kurtar!’ dedi.
Kız bir kap su aldı. Üzerine bir şeyler mırıldandıktan sonra üzerime birkaç damla serpiştirdi ve şöyle dedi:
‘Bu hâlinden çık ve asıl hâline dön!’
Ben de eski hâlime geri döndüm. Sonra onun elini öptüm, ‘Peki beni lanetleyen karımı bir yaratığa dönüştürebilir misin?’ diye sordum.
Bunun üzerine bana biraz su vererek; ‘Onu uyurken gördüğün anda bu sıvıyı üzerine dök ve az önce ben seni dönüştürürken söylediğim sözleri söyle. Böylece sen ne olmasını istiyorsan ona dönüşecektir.’ dedi.
Karımın yanına gittim ve onu uyurken buldum. Üzerine suyu serperken şöyle dedim:
‘Bu hâlinden çık ve bir katıra dönüş.’
O anda bir katıra dönüştü. İşte gördüğün bu hayvana… Bil ki sözlerim doğrudur ey cinlerin sultanı!”
Sonra cin, katıra dönmüş ve sormuş: “Böyle mi oldu?” Katır başını sallamış ve hareketleriyle şöyle cevap vermiş: “Gerçekten de doğrusu bu. Benim başıma gelenler bundan ibaret.”
Üçüncü ihtiyar adam, diğer ikisinden daha ilginç bir hikâye anlatınca cin hayretler içinde kalmış. Heyecanla ürpermiş, “Pekâlâ, tüccarın geri kalan kanını da sana bıraktım ve senin hatırına onun canını bağışlıyorum.” demiş.
Bunun üzerine tüccar, yaşlı adamlara sarılıp onlara teşekkür etmiş. İhtiyarlar da ona mutluluk ve selamet diledikten sonra kendi yollarına devam etmişler.
“Fakat bu masal balıkçının masalından daha ilginç değil.” demiş Şehrazat.
Şah sormuş: “Balıkçının masalı nasıldır?”
Şöyle demiş Şehrazat: “Balıkçının ve cinin masalı…”
Balıkçı ve Cin
Bir zamanlar, ülkenin birinde görmüş geçirmiş bir balıkçı yaşarmış. Üç çocuğu ve karısı ile birlikte fakir bir hayat sürermiş. Ağını günde dört kereden fazla denize atmamayı alışkanlık hâline getirmiş. Bir gün, öğle vaktinde deniz kıyısına gitmiş. Sepetini kenara koymuş ve gömleğini sıyırdıktan sonra suya dalmış. Ardından ağını atmış ve ağ denizin dibine ulaşıncaya kadar beklemiş. Bir süre sonra da ağı toplamış ve sürüklemiş. Fakat birden yükü ona ağır gelmeye başlamış. Ağı karaya çıkarmak için ne kadar çabalasa da başarılı olamamış. Sonra ağın ucunu kıyıya sürüklemiş, yere bir kazık çakmış ve yerini sağlamlaştırmış. Soyunup suya dalmış ve ağın yakaladığı şeyin bir eşek ölüsü olduğunu, ağırlığının ağı parçaladığını görmüş. Bunu görünce kederlenerek:
“Şüphe yok ki galip olan yalnızca Allah’tır. Hiç kimse onun kadar güçlü değildir. Bugünkü rızkım oldukça ilginç…” demiş ve şu şiiri okumuş:
Çalışıp çabalıyorsun gece boyunca sıkıntılara katlanarakAma yiyecek bir lokma ekmek bile bulamayarakDenizdeki balıkçıyı görmedin mi sen?Göklerde yıldızlar parlarkenO rızkını ararDarbe üstüne darbe indirse de dalgalarAğına bakar da bakarGayretle çabalar da çabalarEve götürecek balık yakaladığında sevinçten çıldırırOnun saatlerce çabalayarak tuttuğu balığı bir adam satın alırHuzur bulur balıkçı, unutur soğuğu, umarsamaz karanlığı,Allah’a şükreder verdiği için rızkınıÇabalamaktır alın yazısı, yakalamak için balıkları…“Doğrusunu Allah bilir, ben onun yüceliğinden eminim.” demiş ve devam etmiş:
Kader sana tekme attığında düşün bir:Acı çekmek asil ruhlar içindirŞikâyet etme, isyan etme sakınZalimlerin şerrinden Allah’a sığın.Balıkçı, ölü eşeğe bakmış, ağı çözüp onardıktan sonra Allah’ın izniyle diyerek suya atmış. Ardından tekrar ağı çekmeye çalışmış fakat bu kez daha da ağırmış ve sertçe denizin dibine batmış. Adam içinde balık olduğunu düşündüğünden acele etmiş. Kıyafetlerini çıkarıp suya dalmış, denizin dibine varıncaya dek dalmaya devam etmiş. Sonra kum ve çamurla dolu bir küpe denk gelmiş. Büyük bir sıkıntıda olduğuna hükmettikten sonra şu şiiri okumuş:
Bu dünyanın sıkıntılarına sabretİstemesen de affetRızkımı aramaya çıktımBir lokma ekmek bile bulamadımZanaatım bana hiçbir şey getirmediTıpkı kaderim gibiKaç cahil daha ulaşacak yıldızlaraBilgeye zulmedilirken karanlık akıllılarca.Sonra Allah’ın affına sığınarak küpü fırlatmış. Ağını temizledikten sonra üçüncü kez denize atmış ve batmasını beklemiş. Ağı çıkardığında sadece kırık cam parçaları bulmuş ve şu şiiri okumuş.
İşte burada rızkınOnu kaybedemezsin ya da elinde tutamazsın.Kalem de getirmez sana kelam daKaderinin armağanıdır sanaSevinç de ekmek deBir hüzün ki başkalarına verir neşeCahil kafalılar olurken büyük insanGel ey ölüm, değmez bu hayat yaşamaya, dayanabilirsen dayanŞahin bir düşerse yereRüzgâra karşı kanat çırpmak kalır ördeğe.Gözlerini göklere kaldırmış ve dua etmiş: “Ey Allah’ım! Biliyorsun ki ağımı bir günde dört kereden fazla atmam. Üç kez attım fakat sen bana hiçbir şey ihsan etmedin. Bari bu kez bana rızkımı ver!”
Allah’ın adını zikrederek bir kez daha attığı ağının denize gömülmesini beklemiş. Sonra ağı sürüklemeye çalışmış; fakat yine çekmeyi başaramamış. Çünkü ağ, derinlerde bir şeye takılmış. Adam üzüntüyle ağlamış: “Galip olan Allah’tır!” demiş ve şu şiiri okumaya başlamış.
Kahretsin Allah bu lanet dünyayıAcıdan ve sefaletten yorar adamıMutlu olsam da aydınlığa döndüğünde karanlıklarımBir fincan gibi hiç üzülmeden geleceği dökerimAma bana sorarlarsa en mutlu kim?Derim; tabii ki benim!Balıkçı hemen üzerindekileri çıkarmış ve ağın olduğu yere doğru yüzmüş. Ağı karaya çıkarıncaya kadar uğraşmış. Sonra onu çözmüş ve bakır kaplama, sarı bir küp bulmuş. İçinde bir şeyler olduğu belli olan bu küpün kurşunla sıkıştırılmış, Davut’un oğlu Süleyman Efendimiz’in -Allah ikisininden de razı olsun- mührüyle damgalanmış bir ağzı varmış. Bunu gören balıkçı sevinerek: “Eğer bunu pazarda satarsam en az on altın dinar kazanırım!” demiş.
Küpü sallamış ve oldukça ağır olduğunu fark etmiş.
“Keşke bunun içinde ne olduğunu bilseydim. Açıp içinde ne olduğunu görmeliyim. Sonra da pazarda satarım.” demiş.
Daha sonra bir bıçak çıkarmış ve kurşun kapağı gevşetinceye kadar uğraşmış. Kapağı yere koymuş ve içindekileri boşaltmak için küpü sallamış. Hiçbir şey olmadığını görünce şaşırmış. Sonra küpten göklere doğru yükselen bir duman çıkmış. Balıkçı daha çok şaşırmış. Duman toprağı süpürmüş, iyice büyüdüğü anda yoğunlaşmış ve cine dönüşmüş. İri cüsseli, ayağı yerde, kafası gökte bir yaratık… Başı kubbe şeklinde, elleri tırmık, ayakları direğe benzeyen; ağzı mağara, burun delikleri ibrik gibi, gözleri bir çift lambayı andıran bu ucube, keskin ve aşağılayıcı bakışlar atan bir cinmiş.
Balıkçı, cini gördüğünde titremiş, dişleri birbirine çarpmaya başlamış, ağzı kurumuş. Ne yapacağını bilemez hâle gelmiş. Cin kendisine bakınca da ağlamaya başlamış. Bunu gören cin haykırmış:
“Allah’tan başka ilah yoktur ve Süleyman onun peygamberidir.” Ve devam etmiş: “Yüce Allah’ım bana kıyma. Bir daha sana karşı gelmeyeceğim ve günah işlemeyeceğim.”
Balıkçı: “Ey cin, Allah’ın elçisi Süleyman mı dedin? Süleyman yüzyıllar önce öldü. Senin hikâyen nedir? Başına neler geldi? Bu küpün içine girmenin sebebi ne?” demiş.
Kötü ruhlu yaratık bu sözleri duyunca: “Allah’tan başka Tanrı yoktur! Neşelen ey balıkçı!” diye cevap vermiş.
Balıkçı, “Neden neşelenmemi söylüyorsun?” diye sormuş.
“Çünkü ölmek üzeresin.” demiş cin.
“Ah seni fena yaratık! Bu davranışın yüzünden yüce Allah senden yardımını esirgeyecektir. Ölmeyi hak edecek ne yaptım ki beni öldüreceksin? Ben seni o küpten, denizin dibinden kurtarıp karaya çıkardım.”
Cin: “Bana nasıl bir ölüm dilediğini ve seni nasıl katletmemi istediğini söyle, yoksa boşuna bana dil dökme!” demiş.
Bunun üzerine balıkçı, “Bedelini hayatımla ödeyeceğim ne suç işledim?” diye sormuş.
“Peki, madem öğrenmek istiyorsun o zaman hikâyemi dinle balıkçı!”
“Anlat; fakat kısa olsun. Alacağım son nefesin hatırı için.”
Bunun üzerine cin anlatmaya başlamış:
“Biliyor musun ben dinden dönüp Davut’un oğlu Süleyman’a -Allah ikisine de huzur versin- karşı gelmiş bir cinim. Ünlü cin, Şakir el Cin ile birlikte ele geçirilmem için peygamber, vezirini, Berkiya oğlu Asaf’ı yolladı. Bu vezir boş bir anımda beni yakaladı ve bağladı. Âdeta bir dilenciymişim gibi beni karşısına dikti. Süleyman beni gördüğünde Allah’a sığındı, bana iman etmemi ve dinin gereklerini yerine getirmemi emretti. Fakat ben reddettim, sonra o da beni bu küpe hapsetti ve küpün ağzını Allah’ın da yardımıyla kurşunla kaplattı. Beni başka bir cine götürüp okyanusun ortasına atmasını emretti. Orada kaldığım yüz yıllık süre boyunca kendi kendime şöyle dedim: ‘Beni buradan kurtarana öyle bir servet bağışlayacağım ki sonsuza kadar zengin olacak.’ Bir yüz yıl geçti fakat kimse beni kurtarmadı. Sonra şöyle dedim: ‘Beni buradan kurtarana bu dünyanın hazinelerini sunacağım.’ Fakat beni hâlâ kimse kurtarmamıştı ve böyle böyle dört yüz yıl geçti. Ne gelen var ne giden! Ben de kendi kendime şöyle dedim: ‘Beni buradan kurtaranın üç dileğini gerçekleştireceğim.’ Ama yine kimse beni kurtarmayınca büyük bir öfkeye kapılarak şöyle dedim: ‘Beni buradan kim kurtarırsa onu öldüreceğim ve ona istediği gibi ölme şansını sunacağım.’ Şimdi sen beni kurtardın, ben de seni nasıl ölmek istiyorsan o şekilde öldüreceğim.”
Cinin bu sözlerini duyan balıkçı: “Allah’ın hikmetine bak, keşke seni kurtarmaya o günlerde gelseydim. Canımı bağışla Allah da seni bağışlasın. Beni öldürme, Allah da seni canına kastedenlerden uzak tutsun!” demiş.
Fakat inatçı yaratık: “Faydası yok, seni öldürmeliyim. Şimdi sana nasıl bir ölüm lütfetmemi istiyorsun bana onu söyle.” diye cevap vermiş.
Her ne kadar cin çok kararlı olsa da balıkçı: “Seni kurtarmamın hatırına beni öldürme!” diyerek yine de onu ikna etmeye çalışmış.
“Bil ki seni, beni kurtardığın için öldüreceğim.”
“Ey cinlerin şahı!” demiş balıkçı. “Ben iyilik ettim ve sen bana kötülükle karşılık veriyorsun. Hakikaten de eskiler doğru söylemiş:
Biz onlara iyilik ettik, onlar kötülükle karşılık verdilerİşte benim hayatım… Kötülerin işi şu kiDeğersiz insanlara değer verirlerYaşıyorlar Ummi Emir’in yaşadıklarını şimdi.”Bunları duyan cin: “Bu kadar konuşma yeter! Şimdi seni öldüreceğim!” demiş.
Bunun üzerine balıkçı kendi kendine: Bu bir cin, bense Allah’ın akıl verdiği bir insanım. Şimdi zekâmla bu cini alt edeceğim ve kendi felaketini hazırlamasını sağlayacağım çünkü gücünü sadece kötülüğünden ve fenalığından alıyor, diye düşünmüş ve cine sormuş: “Gerçekten benim ölümüme karar verdin mi?”