bannerbanner
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı
Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı

Полная версия

Akından Akına Bir Kazıklı Voyvoda -III. Vlad Tepeş Drakula- Romanı

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
7 из 8

Şu akıncı işte bu asilzadeleri anarken tükürür gibi kelime kullanıyordu. Yalnız bu kadarla da kalmıyordu. Asaleti kutsileştiren, asilzadeyi yücelten kiliseyi de yumruklayabiliyordu. Kilise ve asalet evlenmiş, birbiriyle içli dışlı olmuş bir çift gibiydi. Papaz, asilin Allah’a yakınlığını söyler, asilzade de papazın göbek yapmasına, ense şişirmesine yardım ederdi. Haçla kılıcın el ele vermesinden kilisenin egemenliği, asaletin efendiliği doğmuştu ve halk bu içtimai piçlenmeyi kutlulamak için iki kapıya bağlı köle durumuna girmişti. Şimdi bir akıncı, bütün Avrupa’da kölelik yaşatan kiliseyi sülük olarak tarif ediyordu. Bu, Allah namına çan çalan kiliseden daha kudretli olmak demekti.

Halk, Almanca konuşan Türk’ü dinlerken böyle düşünüyordu ve çanları susturan bu sesteki ululuğa karşı içten gelen bir saygı ile diz çökmeye hazırlanıyordu. Akıncının kısa bir ara verdikten sonra gene söze başlaması, hazırlanan secdeyi yarım bıraktırdı ve kulaklar, gene ocesur ağıza dikildi.

“Evet, Laybahlılar! Biz buraya çağırıldığımız için geldik. Bir kez yola çıkmış bulununca atlarımızın dizginini bırakıvermemek elimizden gelmezdi. Onun için buralara kadar ulaştık. Eğer kapılarınızı kapalı bulsaydık, yuvalarınızı başınıza yıkardık. Bizi selamlamaya çıktığınız için canınıza, malınıza ilişmeyeceğiz. Yalnız kiliselerinizde ne varsa alıp götüreceğiz. Çünkü papazların topladığı altınlar, gümüşler, uğrulanmış mallardır. Onları Tanrı adına alıyorlar. Hâlbuki Tanrı ne yer ne içer. Bizim bildiğimize göre altın, gümüş de kullanmaz.

Demek ki keşişler yalan söylüyorlar, sizi dolandırıyorlar. Biz akıncılar haramilik, yolkesenlik, dolandırıcılık, uğruluk edenleri de uslandırmayı, şundan bundan çalınanları onların ellerinden almayı borç biliriz. Böyle yapmakla o gibilerin bir daha bu işi işlemesinin önüne geçmiş olacağımızı umuyoruz.”

Ve halka parmak ısırtan bir felsefe yürüttü:

“Kilise çıplak kaldıkça insanların sırtı açık kalmaktan kurtulur. Keşişin açlığı halkın doyumudur.”

Laybahlıların bir kısmı İslav’dır, çoğu Alman’dır. Fakat hepsi Almanca bilir. Böyle de olmasa akıncının sözleri, her kafada anlaşılacaktı. Çünkü onun durumu, bütün o halkın benliğinde bir değişiklik yapmıştı, idraklerini açmıştı. Hepsi, istisnasız hepsi, kilisede Latince okunan İncil’den ziyade bu Türk’ün dilini anlayacaklardı. Hâlbuki o, sözünün anlaşılmasını isteyen bir Tanrı gibi davranıp halka kendi dilleriyle söz söylüyordu.

Mallarına, canlarına ilişilmeyeceğine birkaç kere söz verilmesi, asilzadeler elinde canları yanmış, ellerinde avuçlarında bir şey kalmamış olan bu halka büyük bir ikram sayılmazdı. Onlar, ölmemek şartıyla, her eziyete katlanabilirlerdi. Fakat kendilerini soyan kiliseye ders verileceğinin söylenmesi onların yüreğine sevinç doldurmuştu. Her biri Tanrı heybeti taşıyan akıncıların, yüzü görünmeyen bir Tanrı adına doyup kanmadan soygun yapan papazları nasıl kusturacakları da halkın ayrıca merakını kımıldatıyordu.

Akıncı biraz düşündükten sonra halka şu emri verdi:

“Haydi yürüyün, güle güle evlerinize çekilin. Laybah’ı kuşattık ama hırpalamayacağız. Yalnız keşiş evlerini dolaşıp döneceğiz.”

Kadınlar, umdukları şeyin olmayışına, bir belki iki ve belki üç kere saracak kadar uzun görünen şu çelik kolların kendi bellerine dolanmayışına hayıflanıyorlardı. Başlarını arkaya çevire çevire yürüyorlardı. Yine yerinde kalan akıncı, şimdi başpapazla konuşuyordu:

“Ey, yattığın yeter. Kalk da bize kılavuzluk et, sizin çanlı sarayları görelim…”

Ve yüzünü, küçük bir kımıldanış göstermeden, sıra sıra durup sahneyi seyretmekte olan akıncılara çevirdi.

“Yoldaşlar!” dedi. “Laybah’ı şöyle bir dolaşıp çıkacağız. İleri, fakat çok yavaş!..”

Şimdi atların yürüyüşü, başpapazın adımına uydurulmuş gibiydi. Uçmaya alışkın hayvanların, yürümesini şaşıran şu sarsak keşişi çiğnemek şöyle dursun, geçmeyecek kadar dikkatle ilerleyişleri gerçekten görülecek bir manzaraydı.

Laybahlılardan evlerine girebilenler pencerelere asılarak, henüz evlerine erişemeyenler de kaldırımlara sıralanarak bu geçişe bakıyorlardı. Akıncılara kılavuzluk eden başpapaz, kuvvete yol gösteren acze benziyordu ve pek gülünç görünüyordu.

Nihayet büyük kiliseye varıldı. Altın ve gümüş ne varsa hepsi ortaya çıkarıldı, öbür kiliselerde bulunan bu gibi şeyler de çuvallara doldurularak ve papazların sırtına vurularak oraya getirildi. Avluda hayli yüksek ve çok pırıltılı bir yığın peyda olmuştu. Kiliselerin koynundan boşaltılan bu kıymetli şeyler, yine orada atlarından inip küme küme ayrılan akıncılar arasında bir fiskos uyandırıyordu.

Atlılara kumanda eden ve Almanca konuşan Türk ortaya çıkacak altın filan kalmadığını anladıktan sonra başpapazdan kilise elindeki mülklerin defterini istedi ve onun getirdiği defteri yine kendine okuttu. Bu kalın hacimli vesikada neler yoktu neler?.. En başta bütün gelirleri Roma’ya gönderilen düzinelerle değirmen, bir sürü çiftlik yazılıydı. Ardından başpapazların “geçinebilmesi” için ayrılan dükkânlar, tarlalar, otlaklar, korular geliyordu. Her biri bir aileyi bol bol geçindirecek kertede olan bu mülkler yetişmiyormuş gibi başpapaza, halkın vereceği sadakalardan ayda yüz altın da cep harçlığı ayrılmıştı.

Akıncılar kumandanı bütün bunları okutup dinledikten sonra yüzünü ekşitti:

“Bre keşiş!” dedi. “Ne doymaz gözünüz var sizin! Koca bir memleketi midenize geçiriyorsunuz, gene kanmıyorsunuz. Şu topladıklarınızı bari biz götürelim de aklınız başınıza gelsin!”

İşte bu sırada sokakta bir nal sesi peyda oldu ve arkasından doludizgin at koşturan bir akıncı belirdi. Kilise avlusunda iş gören başbuğ, o ses ve bu beliriş üzerine vereceği emri ağzında tutmuştu, gelen atlıya bakıyordu. O, avluya girer girmez hayvandan atladı, dizginleri koluna alarak yürüdü, başbuğun önüne kadar geldi.

“İskender Bey!” dedi. “Sürüyü getirdik, az ötede kümeledik, ne emrin var?”

“Onları bu gece burada alıkoyup yarın yurda doğru sürmeli!..”

“Azıkları yok İskender Bey, yolda açlıktan kırılırlar.”

Mihal oğullarının en genci, akıncıların pek sevgili başbuğlarından biri olan İskender Bey biraz düşündü:

“Bre Mustafa!” dedi. “Koyunları ne diye önce yolladın. Birer birer kestirirdin, şu sürüyü doyururdun. Şimdi nidelim biz?..”

Mustafa, bizim küçük akıncı idi. İskender Bey’in şu sözü üzerine elini avludaki pırıltılı yığına uzattı:

“Burada bu kadar para var. Emredersen bu şehir halkından tahıl (buğday) filan satın alalım.”

“Ben bu yığını yoldaşlara pay edecektim.”

“Kiliseden alınmışa benziyor bunlar İskender Bey. Öyleyse haram akçedir, yoldaş kursağına girmesin. Yine bizim sürüye harcayalım…”

“Çok gelir. Onda biri bile senin dediğin işe yeter. Üst tarafını yine pay ederiz.”

“Beni dinlersen bey, bu paraları ya azık satın almakta kullanalım yahut dullara, öksüzlere, yoksullara dağıtalım. Yoldaşların bugüne dek kazandıkları kendilerine yeter.”

İskender Bey gülümsedi.

“İyi düşünüyorsun Mustafa.” dedi. “Şu keşişlerin halktan aldıklarını yine halka dağıtmak çok güzel bir iş olur. Bunu gel sen yap, sürüye azığı da sen bul. Ben yanına beş on yoldaş bırakayım, sürüyü bıraktığın yerde seni bekleyeyim. Fakat elini çabuk tut, bizi bekletme.”

İskender Bey, yirmi akıncı bırakarak oradan ve şehirden çekildi, kıra çıktı. Küçük Mustafa’nın getirip de sürü dediği tutsaklar kümesinin yanına gitti, şehri çeviren iki bin akıncıyı da oraya getirdi. Bu sürü, yirmi bin kişilik bir kafile teşkil ediyordu. Beş yüz akıncı tarafından sevk ve idare olunuyordu.

İg gibi, Hoflayn gibi kapılarını açmayarak akıncılara karşı koymaya yeltenen yerlerden sürülüp çıkarılmış tutsaklardı, Türk yurduna götürüleceklerdi.

Mustafa, kendi yanına bırakılan yirmi akıncıyı beş bölüğe ayırdı, birini kilisedeki altın ve gümüş yığınının başında bıraktı, öbürlerini ayrı ayrı yollardan şehri dolaşmaya memur etti ve kendilerine şu talimatı verdi:

“Her kapıyı çalacaksınız. Orada dul, yoksul kimse olup olmadığını soracaksınız. Eğer varsa hemen buraya gelmesini söyleyeceksiniz. Niçin diyen bulunursa para dağıtacağımızı anlatacaksınız. O sırada şöyle dört yana bakarsınız. Kapısını çaldığınız evde buğday, bulgur filan bulunacağını sezerseniz, parasıyla satın almak istediğinizi söyleyip pazarlığa girişirsiniz. Cimrilik etmeyin, bol para verin…”

Ve birden hatırlayarak sordu:

“Her bölükte bir dil bilen yoldaş bulunsun. Yoksa Laybahlılara gülünç olursunuz.”

Akıncılar, Sırp’tan, Ulah’tan, Macar’dan, Alman’dan boyuna tutsak yakalamak ve onları kendi topraklarında, evlerinde çalıştırmak dolayısıyla birçok dil belleyen kimselerdi. Hemen hepsi komşu milletlerin dillerini konuşabilirlerdi. Bu yüzden Mustafa’nın şu ihtarı bir ihtiyattan ibaretti. Nitekim kendine hemen şu cevap verilmişti:

“Merak etme Mustafa Bey, biz meramımızı anlatabiliriz, güçlük çekmeyiz.”

Mustafa da bir bölüğün başında şehrin bir semtini dolaşıyordu. Kapıları çalarak sorup soruşturuyordu. Yoksulluğunu ileri sürerek müjdelenen yardıma koşmak istemeyen ev yok gibiydi. Fakat parasıyla bir avuç buğday yahut bulgur satacak tek bir adam çıkmıyordu. Bu, ne para hırsından ne de akıncılara azık vermemek kaygısından ileri geliyordu. Gerçekten halk yoksuldu, evlerinde satılacak buğday filan yoktu.

Kilise avlusunda kümelenen altınlarla şu derin yoksulluğu kendi kendine karşılaştıran Mustafa, derin bir iç acısıyla başını sallıyordu:

“Ne kötü şey, ne kötü şey! Keşişi doyurmak için aç yaşayan bir sürü adam. Bunların mı aklı yok, keşişlerin mi aklı çok. Anlamıyorum ki…”

Bununla beraber kapıları çalmaktan, sorup araştırmaktan geri kalmıyordu. Böyle dolaşırken büyücek bir evin önüne geldi, öbürlerine yaptığı gibi bunun da kapısını çaldı. Fakat evdeki başkalık gözünden kaçmadı. Bu yuva, öbür evlere benzemiyordu. Panjurları sımsıkı kapalıydı. Yine öbür evler gibi pencerelerinde merak ve heyecan dolu gözler, eşiğinde sıralanmış adamlar yoktu. Issızlığa gömülmüştü.

Mustafa bu başkalığa mim koyarak kapıyı bir daha ve bir daha çaldı. Ses veren olmadı. Acaba boş muydu? Bunu anlamak için komşulara başvurdu, orada Baron Linden adlı birinin oturduğunu, bu adamın seksenlik bir Ravb Ritter şövalyesi olup sokağa çıkmadığını, kimse ile görüşmediğini, yanında bulunanları da mahpus gibi yaşattığını öğrendi.

Mustafa, enikonu meraka düşmüştü. Kendini ve çoluğunu, çocuğunu hapseden, Laybah’ta Türk akıncıları dolaşırken ve onlardan dört beş tanesi kapısı önüne gelmişken küçük bir hayat eseri göstermeyen şu ihtiyar şövalyeyi görmek, onunla görüşmek istiyordu. Bu merakla öğrendiklerini genişletmek istedi, komşulara sordu:

“Ravb Ritter nedir ki?..”

“Şövalyelerin en azgınları. Bunlar komşu evlerinden tut da baron şatolarına kadar her yeri soyarlardı. Yol keserlerdi, köy basarlardı. Sonra da kollarını sallaya sallaya şehirlerde dolaşırlardı. Krallar, imparatorlar, uzun yıllar bunları tepelemeye çalıştılar, çok güçlükle köklerini kesebildiler. Baron Linden, onların artakalanlarından biridir. Babası, dedesi gibi yağmacılık yapamadığı için beş on yıldan beri dünyaya küsmüştür.”

Mustafa, bu sözleri söyleyen Laybahlılara bir soru daha sordu:

“Bu herif ne yer, ne içer?.. Evin içinde tarla olamaz ki, ekmeğini, ağıl bulunmaz ki sütünü, yağını çıkarsın; ona kim yiyecek götürür?”

“Kendi gibi suratsız bir uşağı vardır, ayda bir sokağa çıkar, yüzünü kukuletasıyla örter, kimseyle konuşmaz, ne alacaksa alıp eve götürür. Otuz gün yine mahpus kalır.”

Mustafa ben bu adamı mutlak görmeliyim, dedi ve kapıyı bir daha çaldı. Fakat açılmak şöyle dursun, bir ses bile duyulmadı. Bunun üzerine kapıya omzunu dayadı, zorlamaya koyuldu. Sağda, solda, Ravb Ritter’in kapısı önünde kümelenenler bu zorlayışı seyre koyulmuşlardı.

Bütün Laybah, Baron Linden’in adını haç çıkararak anabilirdi. Onun mensup olduğu şövalye sınıfı değerini kaybetmiş olmakla beraber, Baron Linden, dillerde dolaşan işleriyle korkunç bir adam olmak şöhretini muhafaza ediyordu. O gece bütün şehri çırılçıplak sokaklara düşüren çan seslerine kulağını tıkayan, Türk akıncılarının gelişi gibi bir hadiseye karşı kayıtsız kalan bu adam, acaba kapısının zorlanması önünde ne yapacaktı?.. O, birçok evlerin damını çökertmişti. Şimdi kendi kapısı omuzlanıyordu.

Orada toplananlar, biraz sonra belirecek hadisenin heyecanını taşımakla beraber yirmi yaşında bile görünmeyen şu iri boy Türk’ün omuz verdiği kapıyı koparıp koparamayacağını da alevli bir merak içinde düşünmekten geri kalamıyordu. Kapı, çok eski olmasına rağmen sağlam görünüyordu ve Baron Linden’in evini örttüğü için Laybahlılara biraz da tılsımlı geliyordu.

Mustafa, kendinin omuzları üzerinde kümelenen gözlerin heyecanını sezmeden ve o heyecana değer vermeden yapmak istediği işi başarmaya savaşıyordu. Yanındaki akıncılar onun zevkini bozmamak istiyorlarmış gibi, yardıma koşmuyorlardı. Kollarını kavuşturarak uğraşmasını seyrediyorlardı. Yalnız onların bakışlarıyla kaldırımlarda kümelenen Laybahlıların bakışı arasında açık bir fark vardı. Akıncılar, beğenen ve haz alan bir bakış taşıyorlardı; berikiler merakla bakınıyorlardı.

Mustafa düşüncesiz bir saldırışla omuzladığı kapının sertliğini sezer sezmez irkildi, belli belirsiz kızardı ve sonra bütün gücünü sağ omuzunda toplayarak kapıyı zorlamaya girişti. Onun bu hâlinde, kalın bir ağacı devirmeye çalışan bir fil yavrusunun didinişini andıran şen bir inat vardı. Öyle bir inat ki amaca eriş geciktikçe çoğalıyor, fakat şenliğinden bir zerre kaybetmiyordu.

Gerilen boyun, şişen damarlar, sertleşen çehre, kuvvetin her biçiminde beliren güzelliklerden birer parça taşıyordu. Laybahlılar bu güzellikleri seziyorlar ve imrene imrene bakışıyorlardı. Bir aralık gözleri Mustafa’nın eğri bir durum alan ayaklarına kaydı ve toprağın bu ayaklar altında enikonu çukurlaştığı görüldü.

Evet, toprak bu genç ayakları daha sağlam bir noktaya dayandırmak için açılıyor ve derinleşiyor gibiydi. Seyirciler, yerin bir çeşit yardımı andıran bu çöküşünü görünce, kolun ağacı yenmek üzere bulunduğuna şüphe etmez olmuşlardı ve bir kat daha heyecanlanmışlardı.

Bu seziş, biraz sonra doğru çıktı. İlkin cılız bir çatırtıyı andırarak başlayan ahenksiz sesler hızla çoğaldı ve çok geçmeden ağır çatırtılar belirdi, sonunda kapı sallanmaya başladı. Baron Linden’in efsunlu bir mağara şöhretini taşıyan evine girmek artık bir dakikalık meselesiydi. Durumunu değiştirerek kapıyı sol omuzuyla telaşsızca zorlamaya girişen Mustafa, bu dakika işini de kökünden kesip attı, halkın alkışları arasında iki kanadı birden açılıveren kapıdan içeri girdi.

Halk hem akıncılardan hem Baron Linden’den korkarak bulundukları yerde kalmışlardı, boyunlarını uzatarak evin içerisini görmeye savaşıyorlardı. Mustafa, dört yoldaşıyla küçük bir taşlığı geçmişti, önüne gelen merdiveni tırmanıyordu. Fakat aşağıda kimseler yoktu, yukarıdan da bir ses gelmiyordu.

Koyu bir loşluk ve bu derin ıssızlık eve gerçekten bir zindan biçimi veriyordu. Yalnız bu zindan çok temizdi, taşlık pırıl pırıldı, merdivenlerde bir fiske toz yoktu. Hele yukarıda ilk karşılaşılan salon, hünerli bir elden çıkmış zarif bir kafese benziyordu. Lakin kuş yoktu, boştu. Venedik malı avizeler, ışıksız gözlerini bu boşluğa çevirmişlerdi, gamlı gamlı bakıyorlardı.

Mustafa, salonu geçti, karşısına gelen sağlı sollu kapıları birer birer açıp içeri baktı. Yataklardan, dolaplardan, masalardan başka bir şey göremedi. Evin boşluğa terk olunduğuna inanmak üzere bulunuyordu, en dipteki kapıyı da açtıktan sonra geri dönmeyi tasarlıyordu. Bu düşünce ile arkadaşlarına döndü ve tabiatıyla Türkçe konuşarak şu sözleri söyledi:

“Burada baron maron yok. Boş yere kapı omuzlamışız… Hele şu son odaya da bakalım da dönelim.”

Yüksek sesle fikrini yoldaşlarına anlatmıştı, elini de kapının tokmağına koymuştu. Fakat tuttuğu tunç topuzcağızı henüz çevirmeden kapı kendiliğinden açıldı ve uzun boylu bir kadın göründü.

Boş bulunacağı umulan odanın eşiğinde birdenbire beliren bu kadın, yüksek endamıyla ve o endama uygun düşen güzelliğiyle genç akıncıyı şaşırtmıştı, bir adım geri atmıştı. O billur yüz, koca evi saran boşluğu, ıssızlığı bir saniye içinde gidermiş gibiydi. Artık orada bir ışık, bir hayat vardı ve ansızın yüz gösteren bu berrak canlılık, Mustafa’yı da arkadaşlarını da belinletmişti.30

Kadın, beş erkeği şaşırtan şeyin orada görünüşü değil, belki taşıdığı yüksek güzellik olduğunu anladığından belli belirsiz gülümsüyordu, aynı zamanda derin ve çok derin bir bakışla karşısında kümelenen yiğitleri süzüyordu. Kendinin aşıladığı tatlı şaşkınlık sanki geri veriliyormuş gibi, o da içinde, ta yüreğinin içinde bir sarsıntı sezmeye başlamıştı. Erkekleri ve hele Mustafa’yı pek güzel buluyordu, beğeniyordu, aç bir gözle ısıra ısıra seyrediyordu.

Bununla beraber ağırlığını, o eve yakışan esrarlı vakarını kaybetmemişti. Hatta akıncılardan önce kendini toplamaktan da geri kalmadı, küçük bir reverans yaptı:

“Buyurun muhterem şövalyeler!” dedi. “Baron cenapları sizi bekliyor!”

Bu kelimeler onun ağzından kırık, fakat tatlı bir Türkçe ile çıkmıştı. Mustafa ile arkadaşları hoşlarına giden şu minimini ağzın kendi dillerini konuştuğunu görünce yeni baştan ve adamakıllı belinlemişlerdi, birbirlerine bakışmaya koyulmuşlardı. Laybah’ta Türkçe konuşan bir kadın onlara bir akıncı atının fil doğurması kadar aykırı geliyordu. Lakin bu aykırılıktan iliklerine kadar da zevk alıyorlardı Ellerinden gelse gözlerini kapayıp kadının bir daha ve bir daha konuşması için yalvaracaklardı. Aldıkları haz o kadar büyük, o kadar derindi.

Kadın, onların neden sustuklarını ve bakıştıklarını da sezdi, sözünü tazeledi:

“Buyurun muhterem şövalyeler, baron cenapları sizi bekliyor!”

Bunu söylerken yarı yan çekilmişti, çağrısız gelen misafirlere yol veriyor gibi bir durum almıştı. Kendini toplayan Mustafa onu bekletmedi, hemen ilerledi, odaya girdi. Arkadaşları ardından geliyordu ve hepsinin adımlarından önce yürüyen gözleri orada yaşayan sırrı kucaklamaya çalışıyordu.

Oda hayli büyüktü, iyi de döşenmişe benziyordu. Fakat pencereler sımsıkı kapalı olduğundan ne döşeme ne insan, birdenbire seçilemiyordu. Akıncılar da biraz geceyi andıran bu karanlık içinde, ilkin bir şey görememişlerdi. Gözleri muhite alışınca yaldızlı tavanı, boyalı duvarları, yere serili halıları ve bir köşede kurulu karyolamsı sediri gördüler, gözleriyle kısaca bir konuşma yaptıktan sonra hep birden osedire doğru yürüdüler. Çünkü Türkçe konuşan kadının “baron cenapları” dediği adam oradaydı, upuzun yatıyordu.

Mustafa, bembeyaz sakalı, bir havlu gibi göğsünü örten o adamın baş ucuna dikildi, ne diyeceğini ve hangi dille konuşacağını kestiremeyerek düşünmeye daldı. Yaşı sekseni aşmış görünen ihtiyarın gözleri kapalıydı, nefes alıp almadığı belli olmayacak kadar sessiz ve dermansız görünüyordu. Bu da Mustafa’yı ayrıca tereddüde düşüren bir durumdu. Genç akıncı bir ölüye veya ölmek üzere bulunan bir hastaya söz atmaktan çekiniyor gibiydi.

Kadın, o güzel kadın, üç beş adım geride duruyordu, kollarını kavuşturarak düşünüyordu. Bu gibi sahneler seyrine alışkın olmayan, hareketsizliği ise iğrenç bulan öbür akıncılar Mustafa’nın susmasından, kadının düşünmeye dalmasından, ihtiyar adamın da sakalına sarılıp yatadurmasından yavaş yavaş sinirlenmeye başlamışlardı. İçine girdikleri şu sır yuvasının iliğini bir ayak önce boşaltmak, ne yapılacaksa onu hemen yapmak ve yaptırmak için sabırsızlanıyorlardı.

İşte bu sırada o uzun sakal, yel vurmuş bir pamuk yığını gibi birden oynadı, kımıldadı, o kapalı gözler oynadı, mühürlü gibi duran dudaklar yarı açıldı, Almanca bir mırıltı duyuldu:

“Sizi bekliyordum efendiler, hoş geldiniz, fakat geç kaldınız!..”

Arkada duran kadın koşar gibi davrandı, sedirin önüne geldi, bu sözleri Türkçeye çevirmek istedi. Mustafa gülümseyerek onun tercümesini yarıda bıraktırdı:

“Zahmet etmeyin.” dedi. “Biz Almanca da biliriz.”

Ve ihtiyara dönerek sordu:

“Bizi mi bekliyordunuz, sebep?”

“Çünkü ben Prens Davut’un dostuydum, uzun yıllar onunla gezip tozdum. Türklerin Macar elinde, Almanya’da, İtalyan topraklarında gezip dolaşan öyle bir adamı boş bırakmayacaklarını biliyordum. Onu yakalamak için er geç gelecektiniz. Umduğum doğru çıktı. İşte Laybah’a kadar geldiniz. Ne kadar yazık ki geç kaldınız. Eğer üç beş yıl önce geleydiniz, size yoldaşlık ederdim. Ocağıma incir diken o kara yürekli prensi yakalamak için kılavuzluk yapardım. Şimdi…”

Almanca bilmeyen bir iki akıncı, ihtiyarın ne dediğini anlamadıkları için titizleniyorlardı. Almanca bilenler ise onun sayıkladığını zannederek gülümsüyorlardı. Yalnız Mustafa dikkatle ve heyecanla ihtiyarı dinliyordu. Herifin sustuğunu görünce telaşa düştü.

“Susma yahu!” dedi. “Bildiğini söyle. Şu Davut dediğin adam nerede şimdi?”

İhtiyar büyük bir gayret sarf ederek, kesik kesik inleyerek doğrulmaya çalışıyordu. Mustafa hemen yardıma koştu, adamcağızı yatağın içinde doğrulttu, arkasına bir iki yastık koydu ve sesine elinden geldiği kadar yumuşaklık vererek yalvardı:

“Haydi söyle, ne biliyorsan söyle! Çünkü ben bu işi üstüme almışımdır, belki bana yardımın dokunur.”

Baron dö Linden, bir zerre et taşımayan kuru kolunu uzattı, güzel kadını gösterdi:

“Bu kızı…” dedi. “Benim karım doğurdu. Babası Prens Davut’tur!..”

Mustafa homurdandı:

“Şevketlu hünkârın gözü aydın. Bir de amca kızı kazanıyor!..”

Ve ihtiyarın omuzuna elini koydu:

“Anlaşıldı. Prens dostun sana kötü bir oyun oynamış. Bu, olağan şeydir ve bize gerekmez. Sen bana Davut’un nerede olduğunu söyle…”

İhtiyar, dermansız başını yavaşça salladı:

“Hayır şövalye, hikâyemi söylemeden dileğini yerine getiremem. Çünkü benim de alınacak öcüm var.”

Ve kadından su isteyerek birkaç yudum içti, mırıldanır gibi bir sesle anlatmaya koyuldu:

“Ben Davut’u otuz yıl önce Viyana’da tanıdım, babasıyla oraya gelmişti. Çocuk denilecek bir yaşta idi. Ben de o sırada çok ünlü bir şövalye idim. Davut’un babası Murat, gözlerinden hastalıklı idi, yarım kördü. Oğlunun iyi bir binici, iyi bir atıcı olmasını istiyordu. Bundan ötürü genç prensi benimle kardeşleştirdi. Daha doğrusu Murat’ın parası yoktu, saray saray dolaşıp dileniyordu. Oğlu da kendine bir yük oluyordu. Onun için çocuğu başından savmak istedi, benim yanıma verdi. Eh, biz bir şövalyeyiz. Prens kanı taşıyan adamlara saygı gösteririz. Davut’u da evlat gibi bağrıma bastım, benim hükümdarım imiş gibi kendisine bağlı kaldım. Yıllarca beraber gezdik, bir aralık Bizans’a bile gittik. Maksadımız üç beş bin kişilik bir ordu düzüp Davut’u tahta çıkarmaktı. Beceremedik, çünkü hiçbir yerden yardım göremedik. Fakat ümidimizi kesmedik, gene el ele verip diyar diyar dolaştık. Yaşım altmışa gelince yorgunluk duymaya başladım, bir yuva kurmak istedim, evlendim, genç ve güzel bir kız aldım. Laybahlı olduğum hâlde Budapeşte’de oturuyordum. Karım nedense orasını seviyordu. Davut da Türk sınırına yakın bulunmak için Peşte’den pek ayrılmak istemiyordu, hem karımı hem dostumu memnun etmek kaygısıyla ben de orada kaldım. Fakat benim geçimim gezgincilik yüzündendi. Ravb Ritter’lerin sonu idim, vurup kırarak yaşıyordum. Bundan dolayı da sık sık evimden ayrılıyordum. İşte bu ayrılıklar esnasında asil dostum, karımı baştan çıkarmış. Benim, yıllarca bu ihanetten haberim olmadı. Namusumu ısıran dudaklar yine bana kardeş diyordu. Kardeş tanıdığım adamı öpen dudaklar yine bana sevgi haykırıyordu.”

Sustu, birkaç yudum su daha içti, kemik kolunun tersiyle alnını sildi, sözüne devam etti:

“Birkaç yıl çocuğum olmamıştı. Dostum, hain dostum, bana bu zevki de tattırdı, şu kızı karıma doğurttu. Ben altmış beş yaşından sonra erdiğim babalık zevkiyle karıma daha fazla bağlandım. Davut da çocuğu benim kadar ve hatta benden fazla seviyordu, gece gündüz evimizden ayrılmıyordu. Ben bunu bir kardeş sevgisi sayıp kıvanç duyuyordum. Dostum kızıma Türkçe de öğretiyordu. Bir gün Osmanlılar’a padişah olması mümkün görünen dostumun bu dil hocalığı hoşuma gidiyordu ve bana tabii geliyordu.

Ben, beni deyyus yapan dostumun, namusumu çamura atarak başkasından kazandığı çocuğu kalbime yatıran kadının ihanetlerini sezmeden onları başımda taşıyordum, dolaştığım yerlerde Davut’un propagandasını yapıyordum. Tanıdığım prenslerden ona yardım dileniyordum, halkın hırsızlık saydığı bir yolda yürüyerek kazandıklarımı ona yediriyordum. Fakat kendimi bahtiyar sanıyordum. Çünkü bilmiyordum, şüphelenmiyordum…

İşte bu gaflet günleri içinde karım hastalandı, ağır bir soğuk algınlığından yatağa düştü, ölüyordu, bana da ölüm acısı tattırıyordu. Davut, iyi günlerde olduğu gibi bu yaslı günlerimde de evimdeydi, karımın baş ucundan ayrılmıyordu. Bir gece, uğursuz bir gece, karım ateşler içinde başını kaldırdı, Davut’a oda kapısını gösterdi.

‘Çık!’ dedi. ‘Buradan çık! Çünkü Allah’ı görüyorum. Onu görürken seni de görmek istemem. Kocamla ve Allah’ımla baş başa kalacağım, günahlarımı ortaya dökeceğim.’ Davut’tan ziyade ben şaşırmıştım. Karımın sayıkladığını sanıyordum. Fakat o, bar bar bağırıyordu:

На страницу:
7 из 8