bannerbanner
Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı
Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı

Полная версия

Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
6 из 7

O dönemde siz de Marksist öğretiyi okuyor muydunuz?

Biz okuyorduk ama, sol içindeki arkadaşlar daha çok okuyordu. Dolayısıyla o daha çok etkileniyordu. Senin hareketinde literatür eksikliği var. Çocuk mecburen onlardan yana dönüyor. O nedenle onunla sabaha kadar tartışıyorduk. Kendi uydurduğum ideolojik çerçeveye onu getirdikten sonra, birlikte gizlice sabah namazını kılardık ve sonra yurttan ayrılırdım. Yazık ki bizde Marksistler kadar literatür yoktu. Ama kendi kurduğum ideolojik çerçeveye arkadaşımı getirmeye çalışıyordum.

Aslında kendinizin hocası, kendinizin ideoloğusunuz.

Zaten bir şiirimde öyle diyorum; deniz anasına benzer ellerimizle kendi yolumuzu kendimiz aydınlatıyorduk. Şüphesiz eski birikimler var.

Ama hareketin kaderi bu. Çünkü 80’den sonra da benzer duyguları o dönemin ülkücü gençleri yaşadılar. Çünkü o gençlerin önünde onlara rehber olacak, onlara seminer verecek, onlara ders verecek insanlarla hiç karşılaşamadılar. Onların pek çoğu ya cezaevindeydi ya da hayat gailesiyle boğuşuyorlardı. Dolayısıyla bir şekilde kendilerine abilik yaptılar, arkadaşlık yaptılar. Onlar da kendi kendilerini yetiştirdiler. Daha da kötüsü, 80’li yılların ikinci yarısında kötü modeller çıktılar.

82-85 arası da değinilmesi gereken bir dönem. 85’lerden sonra her tarafta kötü modeller oldu. Her tarafta hareketler iğdiş edilince kötü modeller görünür oldu.

Fikir tu kaka yapılınca racon kültürü devreye girdi.

Bugünkü iktidarda eski Akıncılar söz sahibi olsa daha kaliteli işler yaparlar. Ya da devrimciler arasında tecrübeli eski devrimciler söz sahibi olsa daha sağlıklı sonuçlar çıkartırlar. Ama kuşaklar hep yıpratılıp çöpe atıldı. Tutunamayanlar neslimizin sembol kitaplarından oldu.

Çıkardığınız “Hasret”, “Genç Arkadaş” gibi dergilerin ülkücü hareketin ideolojik birikiminin oluşmasında ciddi bir etkisi oldu değil mi? Orada yazan insanlar da Ülkücülerin idolleri hâline geldiler.

Evet, ideolojik önderler, ideolojiyi tayin edenler, sloganları belirleyenler o sürecin yazarları idi. Mesela o zaman Muhsin Yazıcıoğlu’nun “İdeolojik Sistemler” diye bir yazı serisi vardı. O yazısında kapitalizm, komünizm eleştirisinden başlayarak bütün ideolojileri anlatıyor ve eleştiriyordu.

Siz o zaman konulara hâkim miydiniz? Sizinki de amatörce bir uğraşı sayılır. Daha büyük abileriniz ne iş yapıyordu? 40’lı, 50’li yaş kuşağından kimseler yok muydu?

Olmaz olur mu? Mesela Galip Erdem, Seyyid Ahmet Arvasi, Necip Fazıl Kısakürek, Erol Güngör, Mustafa Kafalı, Bahattin Ögel gibi büyüklerimiz, Türk kültürü, milliyetçilik gibi konularda eser veren insanlardı. Bizim de onlarla temasımız vardı. Özellikle de Ankara’dan benim çok temasım vardı. Sık sık İstanbul’a gidiyorum, Ahmet Kabaklı, Necip Fazıl, Seyyid Ahmet Arvasi, Cemil Meriç, Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, Mustafa Necati Sepetçi-oğlu ile görüşüyordum. Nurettin Topçu ve Nihal Atsız’a yetişemedim. Atsız ile sadece telefonla görüştüm. Bir de dergilerini dağıtıyordum. Topçu ile de 1975 yılında görüşmeye gidecektim ama kısmet olmadı o yıl vefat etti.

İstanbul’a gidişleriniz sağın ileri gelen kalemlerini seminere davet etmek için mi? Yoksa kendinizi aydınlatmak için mi?

Onlardan yazı alıyordum. Bazen röportaj yapıyordum. Ayrıca harekete kazandırmak için kandırıyordum. O esnada da boş zamanlarını sorgulayıp Ankara’ya seminer vermek için davet ediyordum.

Sadece kültürel çalışmalar mı yapıyordunuz? Ülkü Ocakları yönetimine ne zaman seçildiniz?

1977 yılındaydı. Biz ocakta kültürel faaliyetler yürütürken 1977 yılının başında Ülkü Ocakları Derneğine genel başkan seçilen Selahattin Sarı’nın dönemi bitmeden Ülkü Ocakları yönetiminde bir iç darbe yaptık. 1977 yılının Ekim ayında yapılan darbeyi “Hasret” dergisinin idare binasında gerçekleştirdik. Yani aynı zamanda istihbarat örgütü olan yerde yaptık. Mustafa Mit ve Muhsin Yazıcıoğlu da Sefa abiden ve Yılmaz abiden sonra bu örgütün ikinci ayağı. Üçüncü ayağında da ben ve Burhan Kavuncu var.

1977 yılının Temmuz ayında Ülkü Ocakları genel başkanı Selahattin Sarı, genel başkan yardımcısı da Mustafa Mit idi. Ben, genel eğitim sekreteriyim ve Burhan Kavuncu ile yayınlara birlikte bakıyorduk. Bizim Yönetim Kurulu toplantılarımız çok ciddi olurdu. Yönetimimizde 3 kız arkadaşımız vardı. Yönetim Kurulu toplantısını görevdeki altıncı ayını dolduran Selahattin Sarı açtı. Yanında da Mustafa Mit oturuyordu. Diğer üniversitelerin başkanlığını yapan arkadaşlar da var toplantıda. Her başkan kendi bulunduğu bölgenin sorunlarını dile getirdi. Konuşmalar öyle bir yere geldi ki ayağa kalktım; “Burada herkes kaldığı yurttan ve okuduğu okuldan bahsediyor. Hâlbuki biz Türkiye’yi yönetiyoruz. Sözde bu genel merkez Türkiye’ye layık değil. Ben istifa ediyorum.” dedim. Burhan Kavuncu kalktı, “Ben de istifa ediyorum.” dedi. Diğer Yönetim Kurulu üyeleri de istifalarını açıkladılar. En son Mustafa Mit de istifa etti. Selahattin Sarı, “Mustafa sen genel başkan yardımcısısın, niye istifa ediyorsun?” dedi. Mustafa Mit, “Ediyorum başkan.” dedi. Selahattin Sarı, “Sen istifa ediyorsan ben de istifa ediyorum.” dedi. Mustafa Mit de “Et o zaman.” dedi. Böylece hep birlikte istifa ettik.

Böylece Ülkü Ocakları Derneğinin yönetim kademelerini boşalttınız.

Evet. Ondan sonra Sivas’a gittik Muhsin Başkanı aldık geldik ve 31 Temmuz 1977’de yapılan 6. Olağan Kurultay’da genel başkanlığa seçildi.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun size göre üstün yanı neydi ki Sivas’tan getirip başkan yaptınız?

Muhsin Yazıcıoğlu, Muharrem Şemsek’in 1973 yılında genel başkan olduğu dönemde, genel başkan yardımcılığı görevini yürütmüştü. Aslında onu genel başkan yapan da Mustafa Mit idi. Şimdi MHP’de kalan Mustafa Mit, en sıkı Muhsinci idi. İkisi de Şarkışlalı idi.

Muhsin Yazıcıoğlu’nun Ülkü Ocakları başkanlığında neler oldu?

Muhsin Yazıcıoğlu döneminde yaptığımız ilk değişiklik, ocağın yanındaki daireyi de tutarak genel merkezi genişletmek oldu. Aynı zamanda dernek içinde bir hiyerarşi oluşturduk. Daha önce küçük odada oturan genel başkanı büyük odaya aldık. Mobilyaları yeniledik. Bembeyaz bir makam odası takımı aldık. İnsanlar başkanla görüşmek için üç aşamadan geçmeye başladılar. Dışarıdan gelen kişiler, önce yeni binadaki bekleme salonuna alınıyordu. Oradan taşındığımız dairedeki nöbetçileri geçiyorlar ve ondan sonra büyük salonda oturan başkanla görüşebiliyorlardı. Dolayısıyla Ülkü Ocakları Derneği bir müessese hâline geldi.

Aynı dönemde Ülkü Ocakları hakkında yüzlerce dava açıldı. Bu davalarda da mahkemeye gidip en çok savunma yapan ben oldum. Ülkü Ocakları’nın daha fazla yıpranmaması için Ülkü Ocakları’nı Aydınlar Ocağı gibi bir dernek hâline getirmeye karar verdik. Zaten adliyeden gelen istihbarata göre de derneğin bu mahkemeler sonunda kapatılacağı yönündeydi. Bunun için Muhsin Yazıcıoğlu istifa edip Ülkücü Gençlik Derneğini kuracak, ben de Ülkü Ocakları Derneği Başkanı olacaktım. Dolayısıyla burayı dergi çıkaran, fikrî tartışmalar yapan Aydınlar Ocağı’na benzer entelektüel bir ocak yapıp ismini yavaş yavaş yumuşatacaktık. Çünkü mahkemeden bize gizli olarak ocağın kapatılacağına dair gelen haber üzerine biz Ülkü Ocakları Derneğini bir gecede Ülkücü Gençlik Derneğine çevirdik. Bütün derneklerimizdeki levhalar bir gecede değişti. Bütün teşkilatı bir gecede değiştirdik. Bu değişimde Haşim Akten’in çok emeği var. O, genel sekreterdi ve çok çalışmıştı. Ben de Ülkü Ocakları genel başkanı oldum. Muhsin Yazıcıoğlu da Ülkücü Gençlik Derneği genel başkanı oldu. Ülkü Ocakları genel başkanlığı döneminde zamanımızın önemli bir bölümü mahkemelerde ifade vermekle geçiyordu. Ülkü Ocakları’nı genel merkezden ibaret Aydınlar Ocağı gibi bir kuruluş yapmak üzereyken mahkeme kararıyla Ülkü Ocakları kapandı. Ama kapanma kararı da net olmadı. Dolayısıyla en son Ülkü Ocakları genel başkanı benim. Benimle birlikte Ülkü Ocakları Derneği kapandı. Sonra Ülkücü Gençlik Derneğinde Muhsin Yazıcıoğlu devam etti. Muhsin Yazıcıoğlu’ndan sonra ÜGD’de başkanlığı Şefkat Çetin, ondan sonra Hasan Çağlayan, daha sonra Yaşar Yıldırım aldı. Yaşar’ınki ÜYD idi. Ondan sonra da ihtilal oldu.

Tabii Muhsin Yazıcıoğlu’nun genel başkanlığı döneminde dergileri de müessesenin yayın organı gibi çıkartmaya başladık. O arada ben de babamın ev alacağı 135 bin lira ile matbaa kurdum.

O zaman için iyi para?

Evet, o zaman o para ile Çankaya’dan ev alınırdı. En büyük tek banknot 1000 lira idi. O zaman Muhsin Başkan’la ve bekâr evimizdeki arkadaşlarla haftada bir, annemin yemeklerini yemek için Etimesgut’taki bizim eve giderdik. Bekâr olduğumuz için düzenli beslenemiyorduk. Arada sulu yemeği özlediğimizde bizim eve gidiyorduk. Bu arada kendi tuttuğumuz evimiz de vardı ama her zaman eve gitme imkânı bulamıyorduk. O nedenle en uygun yurt hangisi ise orada da kalıyorduk.

Yurtlara girip çıkmak öyle kolay mıydı? Bekçisi filan yok muydu?

Okullar gibi yurtlar da ideolojik gruplar tarafından paylaşılmıştı. Biz, kendi kontrolümüzdeki yurtlarda kalıyorduk. Yani Cumhuriyet Yurdu Dev-Yolcuların elindeydi, Site Yurdu da bizimkilerin elindeydi. Yüksek Öğretmen, Kütahya Yurdu, Konya Yurdu, Yıldırım Beyazıt, Şeker Yurdu, Adana Yurdu, Sivas Yurdu, Niğde Yurdu…


Yıldırım Beyazıt Yurdu


Yani yurtlar da paylaşılmıştı.

Tabii canım, 80’den önce yurtlar paylaşılmıştı. Her yurdun başkanı vardı, müdürü vardı, yöneticileri vardı. Yurtta kalanlar aynı zamanda mutlaka nöbete kalkarlardı. Askerde olduğu gibi sırası gelen gece bir saat iki saat nöbet tutardı. Yurtlar kurşunlanıyor çünkü. Nöbetçiler iki tane olur. Biri silahlı olur biri silahsız olurdu. Bazen silah bir yerde dururdu. Çünkü polis yurdu basar ve arardı. Yurtlarda silah yakalatmak ayıptı. Yurtlarda silah yakalatan adam görevden alınırdı. Polis bastı, silahı yakalatmadı. O başkan iyi başkandır.

İyi de her öğrenci silah kullanabiliyor muydu? Zira bazı insanlar naif olur. Yani bir eğitimden mi geçiyor bu insanlar silah kullanma konusunda.

Hayır kendiliğinden silah kullanmayı öğreniyor insanlar. Hayatın içinde pişer insanlar. Kendisine bir saldırı olduğunda eline silahı alır ve kullanır. Beyaz Anadol ile geçerken adam takır takır taradı. Sen de silahı alıyor ve karşılık veriyorsun.

Dergilerde İçerik Belirlemesi Nasıl Yapılıyordu?

Muhsin Yazıcıoğlu Veterinerlik Fakültesi öğrencisi. Siz ise Ziraat Fakültesi öğrencisisiniz. Okulunuz yakın ve aynı yurttasınız. Ya da aynı evdesiniz. Dolayısıyla aynı etkileşimin içerisindesiniz. Ülkü Ocakları genel merkezine birlikte geldiniz ve “Hasret” dergisi ile “Genç Arkadaş” dergisini de birlikte çıkarmaya başladınız. Muhsin Yazıcıoğlu’nun genel merkeze gelmesi süreci de sizinkine benziyor mu?

Ben Ali Batman zamanında yazı ve bildiri yazıyordum. Muhsin Yazıcıoğlu ise Muharrem Şemsek zamanında genel başkan yardımcılığı yaptı. Şemsek’ten sonra tekrar okula döndü. Okulda bir görevi yoktu ama bir isim yapmıştı zaten. Aynı zamanda dergide yazıları çıkıyordu. Dediğim gibi dergi aynı zamanda ocağın derin devleti gibiydi.

Yazılarınızda genellikle hangi temaları işlerdiniz?

Ekonomi, siyaset, sosyal konular, tasavvuf, din kültürü, tarım, sanayileşme, gecekondulaşma, şehirleşme gibi bütün temaları işlerdik.

Yani çok özgür yazabiliyor muydunuz? Çünkü yazmakta özgürlük önemli.

Derginin üçüncü sayfasındaki yazı genel merkezin tamimi gibidir. Teşkilatlar derginin üçüncü sayfasındaki yazıyı bir tamim gibi okurlar. Üçüncü sayfadaki yazı o haftaki gündemimizdir. Tartışma konularımız, yapacağımız işlerimiz o yazı ile duyurulur. Edirne’den Kars’a kadar yapacağımız iş o yazı ile belirlenir. O yüzden Edirne’den Kars’a kadar fikrî bir bütünlük vardı.

Kim yazardı üçüncü sayfa makalelerini?

Ben, Muhsin Yazıcıoğlu ve Burhan Kavuncu yazardık. Sonradan Mümtaz’er Türköne, Kemal Görmez ve Naci Bostancı da yazdı.

Bir denetim organı var mıydı?

Kendi kendimizi denetlerdik. Vicdanımız denetlerdi. Başka kimse bize karışmazdı.

Milliyetçi Hareket Partisi ile Ülkü Ocakları arasında organik bir bağ yok muydu?

Yoktu. Zaman zaman şikâyet olursa -ki Türkeş’e şikâyet edenler oluyordu- müdahale etmeye kalkardı. Ama Eğitimciler Kadrosu kurulmadan önce Türkeş doğrudan ocak başkanına söylerdi. Ocak başkanı da ya söyler ya söylemez, durumu idare ederdi. MHP’de Eğitimciler’in kurulmasının sebebi Ülkü Ocakları’nın Eğitimciler Grubu kurmasıdır. Muhsin Yazıcıoğlu Ülkü Ocakları başkanı olunca biz birlikte bir atılım yaptık. Aslında eğitim işi Selahattin Sarı zamanında başladı. Şimdi bir üniversitede rektör yardımcısı olan Selahattin Sarı’yı çok severim. Naif, yumuşak huylu, sarışın, iyi niyetli, İngilizce bilen bir kişi idi Sarı. Eğitimci bir kişiliğe sahipti. Onun döneminde eğitime ağırlık verildi. Fakat o dönemde olaylar arttığı için genel merkez olayların peşi sıra gidecek durumda değildi. Bu nedenle Muhsin Yazıcıoğlu’nu getirmeye karar verdik. Bu kararı biz mi verdik, Türkeş mi verdi o hâlâ belli değil. Muhsin Yazıcıoğlu’nu getirme kararını biz kendimiz verdik gibi yapıyoruz ama bizi de bu noktaya iten Mustafa Mit de belki Türkeş ile görüşüp böyle bir kararı uygulamıştır. Onu da hâlen bilmiyorum.

Bugün biz yaptık zannediyoruz ama belki Türkeş, Selahattin Sarı’yı uzaklaştırmak istemiş olabilir. Sonraki duyumlarımızda Selahattin Sarı’nın ev arkadaşlarından birinin MİT’e hizmet ettiğini duyduk. Bu nedenle onun da görevden istifa ettirildiği yorumları yapıldı. Sarı’nın kendisi değil de aynı evi paylaştığı arkadaşlarından birinden şüphelenildiği için Türkeş’in bu değişikliği istediği bilgisine ulaştık. Ama biz kendimiz yaptık zannediyoruz.

Bir şekilde MİT’in ocağı dinlemesinden kurtulmak için böyle bir değişiklik yapmışsınız gibi.

İşte o değişiklik ile biz hem TÖMFED’de hem sosyal faaliyetlerde bir atılım yaptık. Özel bir grup kurduk ve ilk seminerci olarak Galip ağabeyi (Galip Erdem) çağırdık. Bu arada ben Seyyid Ahmet Arvasi’yi İstanbul’dan getiriyordum. Bizim yaptığımız bu eğitimleri öğrenen Türkeş, aynı zamanda ocakları toparlamak için (Çünkü olaylar da çığırından çıkmaya başlamıştı. Her gün 20’ye yakın ölümle sonuçlanan olaylar başladı.) haklı olarak ocakları denetlemek için ocağın üstünde bölge başkanı pozisyonunda eğitimciler ihdas etti. Bu arada hükûmet ortağı olunca eğitimcilerin finansmanı da ayarlandı. MHP’nin koalisyon ortağı olarak girdiği İkinci Millî Cephe hükûmetinde Gümrük ve Tekel bakanı Gün Sazak Bey’di. 30 kişilik Eğitimciler Grubu Gümrük ve Tekel Bakanlığında görevlendirilecek ve maaşlarını o bakanlıktan alacaklardı. Hem memur olacaklar hem altlarında arabaları olacaktı. Bunlar ocak başkanlarının üstünde bir abi gibi, bir hoca gibi çalışacaklar, eğitim işlerini kontrol edeceklerdi. Tabii işler her zaman planlandığı gibi yürümüyordu. Bu eğitimcilerden bazıları zaman zaman ocağın işlerine müdahale etmeye kalkıştılar. Bazıları haklı olarak kalkıştılar, bazıları şahsi olarak ocak başkanıyla yarıştılar.

Ülkü Ocakları’nda ilk eğitim işini biz başlattığımız için Türkeş’in kurduğu Eğitimciler Kadrosu’nda Burhan Kavuncu, Muhsin Yazıcıoğlu ve ben de vardım. Hatta ilk semineri Türkeş verdi. İlk seminere Burhan geç kaldığı için Türkeş onu yarım saat tek ayak üstü bekletti.

Bu noktayı biraz daha açar mısınız? Yani Türkeş ilk semineri nerede verdi? Kimler vardı seminerde? Daha sonra o süreç nasıl işledi? Siz Türkeş ile ilk ne zaman tanıştınız?

Ben Türkeş ile 1974 yılında tanıştım. Yani 17-18 yaşında bir öğrenci idim. O zaman ben Etimesgut Ülkü Derneği başkanıydım. Bizim Çankaya’da da Büyük Ülkü Derneğimiz vardı. Bu derneğin büyük bir salonu vardı. Türkeş, bu dernekte bize seminer verirdi. İlk semineri bugün gibi hatırlıyorum. “Türk Töresi, Büyüklere Saygı, Küçüklere Sevgi” idi konusu. İlk seminer Çankaya Küçükesat’ta yerin altında bir apartman dairesinde idi. Gece kulüpleri gibi, daireye bir merdivenle iniliyordu. O dernekte Türkistanlı bir dede bulunurdu. Ayrıca Yazar Lütfi Oflaz vardı. Daha sonra “Aydınlık” gazetesine geçti. O da oranın müdavimiydi. Türkeş ilk seminerini orada verdi. Ondan önce de 16 sayfalık “9 Işık” diye bir broşür elden ele dolaşırdı. İlk okuma kitaplarımız… Tabii kendi ailelerimizden gelen okumalarımız var. Ziya Gökalp, Mehmet Akif, Nurettin Topçu, bazı Doğu ve Batı klasiklerini biz aileden okuduk. O siyasi hareket döneminde 73-74 döneminde okuduğumuz ilk kitap, Kurt Karaca’nın “Milliyetçi Türkiye”, bir de -o senelerde yayımlandı sanıyorum- Tahsin Ünal’ın Tarım Kentleri idi. Bu kitaplar temel kitaplar olarak kütüphanemizde okunuyordu.

Seminerler nerede veriliyordu?

Ülkü Ocakları’nın seminer salonları, mahallî ocaklar, yurtların kantinleri ve şubelerimizdi. Esasında uygun bulduğumuz her yer seminer mahalliydi. Talebe göre ocaklara seminerciler giderdi. Ben giderim, Lokman Abbasoğlu, Türkeş’in yeğeni Yaşar Türkiş (Soyadında bir harfi değiştirmişti. Şeker Şirketinde Yönetim Kurulu üyesiydi bir zamanlar.), Galip Erdem, Seyyid Ahmet Arvasi, Taha Akyol… Kimi isterlerse o giderdi. Ağzı laf yapan herkesten seminer isterlerdi. Dolayısıyla böyle seminerciler vardı. Ama eğitim işinin sistematik olması için MHP Genel Merkezi tarafından bu Eğitimciler Kadrosu kuruldu.

Ocaklarda eğitim verecek eğitimcilere önce Bayındır Sokak’ta dördüncü katta kiralanan bir dairede hizmet içi eğitim uygulandı. İlk semineri Türkeş kendisi verdi. Ondan sonra her konuda sırayla seminerler verildi. Beşerî münasebetleri Namık Kemal Zeybek verdi. Sosyal değişim seminerini Taha Akyol verdi. Seyyid Ahmet Arvasi, insan ve insan ötesi konusunu anlattı. Böylece hareketin temel prensiplerini anlatacak 30 kişi seminerler verdi. Seminerlere katılanlar, Anadolu’ya gittiklerinde aldıkları eğitimi kendi ocaklarında uygulayacaklardı. Temel hedef buydu.

Daha sonra bunlar Türkiye’ye yayıldılar, hayırlı işler de yaptılar. Eğitimci olarak Muhsin Yazıcıoğlu da bir maaş aldı. O zaman ona, “Paralı asker mi oldun? İade et o maaşı!” dedim. Benim o sözüm üzerine aldığı maaşı iade etti. Ocak terbiyesi liderler için gerçekten hayatlarına mihenk oldu.

İyi de Eğitimciler kurulurken Gümrük ve Tekel Bakanlığında istihdam edileceklerini söylemiştiniz. Maaş almaları doğal değil miydi?

Onlar Gümrük ve Tekel Bakanlığına yerleştiler. Maaşları ve arabaları oldu. O arabalarıyla dolaşmaları gerekiyordu ve dolaştılar. Böylece hayırlı işler de yaptılar. Ben başkana böyle dedim işte. Diğerleri için bir şey demedim. Ben sadece Muhsin Başkan’a yakıştırmadığım için iade etti. Biz ideolojik adamlarız. Diyorum ya, ben babamın ev alacağı para ile bir dizgi makinesi alarak bir matbaa ile ortak oldum. Daha sonra o matbaa büyüyünce Ahmetler’de Sivas Yurdunun altında Hasret Matbaası’na dönüştü. Ofset tesislerimiz oldu. Hamamönü’nde cadde üstündeki Yapıcıoğlu Apartmanı’nda ofisimiz oldu. Burçak Lokantasını açtık. Yayınevi kurduk ve kitap çıkardık. Daha sonra Sedaş Holding olduk. Açtığımız her kuruluşu ayrı ayrı şirketleştirerek holdingleştik.

Holdingin yönetim kurulu başkanı kimdi?

İstihbaratın başında olan Yılmaz Şenyüz’dü. Yönetim kurulu üyeleri de benimle birlikte Şefkat Çetin, Hasan Çağlayan, Mustafa Mit, Muhsin Yazıcıoğlu idi. Başkanlar aynı zamanda gizli yönetim kurulu üyesi idi. Şirketin ilk nüvesini babamın Çankaya’dan ev alacağı birikimi teşkil etti. Ama sonradan büyüdü koca holding oldu. Holding olmasında Vedat Şendil’in emeği çok.

Peki holdingleşince senin şirketteki hissen ne oldu?

Ne saçma soru! Böyle kapitalist kavramlara ne ihtiyacımız var? Şirkette hissem mi var ki! 12 Eylül İhtilali’nden sonra o öldü, uçtu gitti. Şirket yok oldu. Biz cezaevine girip geride bıraktıklarımız sahipsiz kalınca matbaa makineleri filan hepsi kayboldu.

Ülkücüler Türk Dünyasını Tanıyor muydu?

Ne kadar çalışkan bir entelektüel olduğunuzu hepimiz biliyoruz. Sizin onlarca insanın çabasına rağmen gördüğüm kadarıyla Ülkücülerin ufku Türkiye sınırlarının dışına çıkamadı. Nizam-ı âlem diyen bir hareketin mensupları, yerellikten öteye gidemediler. Ülkücülerin kendi hinterlantlarını yeterince tanımadıklarını düşünen bir insanım. Türk dünyasına ilişkin algılarının Nihal Atsız’ın romantizminin ötesine geçemediğini düşünüyorum.

Biz bu konuda çalıştık. Türkiye Yazarlar Birliği’ndeyken Türkçenin Uluslararası Şiir Şölenleri’nden tut, Türk dünyasıyla ilişkiler noktasında çalışmalar yaptık ama…

Ama çok romantik münasebetlerdi onlar.

Genel anlamda eskiden teşkilatlarında Kürşat’ın resmi olan Ülkücüler, ne yazık ki Türk dünyasına ilişkin bir proje geliştiremediler.

Yani Kürşat’ın 40 kişiyle Çin sarayını bastığını biliyor ama Horasan’ı Erzurum’un Horasan ilçesi zannediyor.

Türk dünyasına ilişkin gelecek projeksiyonu olmadı maalesef. Mevcudu okuma noktasında da bir projeksiyonu olmadı. Burada bir talihsiz dönem oldu, o da Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazandığı dönem. Elçibey’in cumhurbaşkanı olduğu 90’lı yılların başında buradan Azerbaycan’a giden insanlar, orada Sovyetler’den artakalan cemiyeti kendilerine çok yabancı buldular. Yani el âlemin karısına kızına el uzatma mı dersin, Sovyet şehirlerinde yaşayan insanların seviyesini anlamamış buradaki birtakım magandalar, oradaki insanların hem kültürel değerlerini hem ekonomik değerlerini iğdiş ettiler. Yani burada 1000 dolara sattığı ürünü, oradan 100 dolara alanlar oldu.

Dahası buranın okumuşu gitmedi o tarafa. Nerede kopuk tayfa var, onlar gitti. Önce tacirler gitti.

Bunda siyasi hareketlerin büyük vebali var. Bu noktada 12 Eylül sonrasındaki MHP’nin, milliyetçi entelektüel seviyenin gelişmesinde tıkayıcı bir rolü olduğunu ifade etmek zorundayım.

“Biz ocak yönetimine geldiğimizde, Esir Milletler Haftası’nı, Esir Türkler Haftası’na çevirdik.” demiştin. Bunun için de Türkiye’de faaliyet gösteren yurt dışı Türklerin derneklerini organize ettiğini söylemiştin. Bu derneklerle 12 Eylül öncesinde temasınız hangi düzeyde idi?

İsa Yusuf Alptekin, Doğu Türkistan’ın ilk cumhurbaşkanı idi. Bizim faaliyetlerimize katılırdı. Biz ondan çok seminer dinledik.

Sizin de yurt dışında partner kuruluşlarınız var mıydı? Yurt dışı ile temasınız var mıydı?

Hayır yoktu. Kendi ulusal sınırlarımızı aşamamıştık. Aslında sınırlarımızı aşmışız da acı ama gülünç bir şekilde aşmışız. O da Frankfurter Allgemeine, Alman Hristiyan demokratları, Fransa’daki faşist örgüt başkanının bizi ziyarete gelişi gibi. Demek ki yurt dışında bu örgütlerin zaviyesinden algılanıyormuşuz.

Türk dünyasını, buraya gelen Türklerin anlattığı kadarıyla mı biliyordunuz?

Tabii. Nasıl olsun ki? Bir tarafta komünist Rusya, bir tarafta Mao’nun Çin’i. Hangisiyle temasımız olabilirdi? Öbür taraf İran idi. Ama duygusal ve kültürel olarak bağımız vardı. Gecelerimizde Azeri folklor ekibi oynar, Türkistan Türküleri söylenirdi.

Necip Fazıl’ın MHP ile İlişkisi Ne Zaman Başladı

Necip Fazıl ile temasın var. Ahmet Kabaklı’ya, Erol Güngör’e, Cemil Meriç’e gidiyorsun. Dönemin entelektüel insanları ile temastasın. Necip Fazıl’ın ülkücü hareket ile ilk kontağı bildiğim kadarıyla 1977 yılındaki MHP Kongresi ile oldu. Sizin Necip Fazıl’ı MHP ile tanıştırmada nasıl bir etkiniz oldu?

Şöyle; ben Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu”sunu zaten okuyordum. Rahmetli Türkeş, beni eli kalem tutan, ağzı laf yapan kişilerden biri olarak değerlendiriyordu. O yüzden, bazı isimlerle diyalog kurmamı isterdi. Mesela Ermeni Kilisesi’nin başındaki adam, Türk Patrik Selçuk Erenerol, iki tane MİT’çi İsmail Kaya-balı, Cemender Arslanoğlu, İsmet Paşa döneminin CHP eski genel sekreteri Kasım Gülek, Necip Fazıl ve hatta 44 olaylarında tutuklanıp birlikte yargılandığı Prof. Dr. Reha Oğuz Türkkan’a gidip temasta olmamı söylemişti. Reha Oğuz Türkkan, Amerika’dan gelmişti ve Amerikalı gibi uzun saçları vardı. Benimle konuşurken merhum Türkeş’ten “Alparslan” diye bahsederdi. Ben de bizim Başbuğ dediğimiz bir insandan onun “Alparslan” diye söz etmesine hayret ederdim. Türkeş’in beni onlara göndermesinin nedeni, onların olumsuz etkisini önlemek ve harekete pozitif katkılarını sağlamaktı. Aynı zamanda gençliğe milliyetçi hareketin mazisini inşa etme noktasında ufuk göstermek istemiş olabilir.


Necip Fazıl Kısakürek, Alparslan Türkeş


Türkeş, Necip Fazıl’ı da aynı amaçla mı ülkücü harekete kazandırmak istiyordu?

Bunların hepsi farklı farklı kişilerdi. Bunların tepkilerini elemine etmek istemiş olabilir. Bütün eserlerini okumuş biri olarak Necip Fazıl’a ben de gitmek istiyordum. Erenköy’deki evine gittim. Orada bana “Ne içersin?” diye sorduğunda “İlaç kokulu çaydan.” dedim. “Ooo Neslihan, ilaç kokulu çaydan içecekmiş.” dedi. O ne söylerse ben kendi kitabından laflar söyledim. Böylece onu etkilediğimi düşündüm. Yaptığımız o ilk görüşmeden sonra Necip Fazıl ile ilişkilerimiz hep iyi oldu. Ne zaman İstanbul’a gitsem Ahmet Kabaklı’ya uğrar, Necip Fazıl’ı aratırdım. Eğer Erenköy’deki eve gel derse oraya giderdim. Eğer Cağaloğlu’ndaki “Büyük Doğu”nun iki odalı yazıhanesine gelmemi isterse oraya giderdim. Böylece temasımız devam etti.

На страницу:
6 из 7