
Полная версия
Ocak Sönmesin Diye – Lütfü Şehsuvaroğlu Kitabı
Dönemin tanışma yöntemi olsa gerek…
“Pal Sokağı Çocukları” gibi. “Pal Sokağı Çocukları”nı sadece okumadık, aynı zamanda yaşadık. Onlar taşa tutunca ben de peşlerinden odunla koştum. Yakaladığımı dövdüm. Sonra o çetenin reisi oldum. İyi arkadaş olduk. Nazmi, Lokman, Altay ve iki Murat vardı. Güzel bir arkadaşlığımız oldu. O çeteyle biz, “Küçük Prens”i, “Pal Sokağı Çocukları” gibi çocukluğumda okuduğum kitapları yaşadık. Daha sonra Akasya Sokağı’nda arkadaşlarım vardı, bunlar fen lisesini kazandılar. Biz Turhal Ortaokulundan üç kişi Ankara’ya imtihana gittik. O zaman imtihana girecek öğrencileri okullar seçerdi. Fakat ben test tekniğini bilmediğim için, iki çizgi arasını işaretleyeceğime, yuvarlak içine aldığım için imtihanı kazanamadım.
O tarihlerde kurs filan yoktu tabii…
Şimdi İstanbul’da tıp profesörü olan Yavuz Eryavuz, yıllar sonra benim şarkımı TRT’den dinlemiş; böylece beni arayıp buldu. Telefonda konuştuk. “Sen çocukluğunda da bizleri toplar, sinema oynatır, şarkı söyletirdin.” dedi. Ben öylece çocukluğuma döndüm. Sık sık tayin olduğumuz için eşyalarımızı koyduğumuz ambalaj sandıklarımız vardı. Ben bu sandıklardan ikisini bir araya getirdim, bir sinema perdesi yaptım. Üzerine Amerikan bezi ile bir perde yaptım ve kutuya açtığım delikten eski sinema filmlerinden topladığım filmleri ışıkla perdeye yansıttım. Sinema salonuna kapı da yaptım. Girene elimizle yazarak hazırladığımız bilet de keserdim. O zaman gazete 25 kuruştu, sinemaya giriş de 25 kuruştu. Filmde 10 dakika ara da verirdim. O arada da külahlarda çekirdek yeme mecburiyeti vardı. Turhal Şeker Fabrikasının futbol takımı, güreş takımı gibi sinema salonu da vardı. Filmleri sinema salonunun eskiyen filmlerinden, çöpe attıklarından topluyordum. Onları kesiyor, yapıştırıyor ve yeniden montajlıyor ve kendi yazdığım senaryo ile perdeye yansıtıyor ve Hacivat-Karagöz gibi kendim seslendiriyordum.
Ondan sonra mahallede ticarete atıldık. Mahallenin bütün gazetelerini toplayıp kese kâğıdı imal ediyorduk. Bazen ticaret gözümüzü bürürdü, ağır olsun diye yapışkan olarak kullandığımız hamura küçük taşlar koyardık. Sonra bakır telleri toplayıp satmaya başladık. Topladığımız telleri, Yeşilırmak’ın aşağısındaki mahallede bir tefeci kadın vardı, ona satardık. Orta ikinci sınıfa gittiğim o yaz Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” kitabını okudum.
O zaman fen lisesini kazanan arkadaşlarım birbirlerine Kemalettin Tuğcu, Orhan Kemal, Yaşar Kemal’in kitaplarını alıp verirlerdi. Ben okumaktan çok yaşamayı sevdiğim için böyle bir hayatımız oldu. Futbol oynadım, güreş yaptım. Babam fötr şapkalı SS subayı gibi bir memurdu. Annem sanat öğrensin diye mahallenin kunduracısına çırak verdi. Onlar körüklü çizme yapabilen iki ustaydı. Romanımda da anlattım onları. Biri 60 yaşında biri 59 yaşında. Aralarında bir hiyerarşi vardı. Bir yaş büyük olan daha güzel giyinirdi. Öbürü giyinmezdi bilerek. Ölçüyü usta alırdı. Usta yoksa kalfa ölçü almak istemezdi. Aynı işi yapıyorlardı. Onlar bana tespih ve takke vermişlerdi. Onlarla beraber camiye giderdik. Fazla bahşiş almamı bile engellerlerdi.
Şımarır diye mi?
Evet. Yani 2,5 lira iyi bahşişti. Beş lira veren olurdu almazdım. Öyle ustalara çıraklık yaptım. Ben hâlâ bir ayakkabı yapabilirim. Çünkü bir yaz boyu çalıştım ayakkabıcıda. Güreşte iyiydim. Hasan Sevinç’in oğlu ile güreş tutardım. Bir o yenerdi, bir ben yenerdim. Babam benim bu hâlimi görünce anneme şöyle dediğini duydum: “Çocuk güreşe gidecekse onu sanat okuluna verelim.” Hasan Sevinç’in oğlu Türkiye şampiyonu oldu.
O zaman “Sanat okuluna verelim.” demek en büyük hakaretti. Normal lise değil de sanat okuluna vermek sanki aşağılayıcı ifade idi.
Benim orta ikide Sivaslı bir öğretmenim vardı. Beli kırılıp ayağa kalkmış dünyadaki yedi kişiden biriydi. Böyle biraz kambur yürürdü. Biliyorsun Muharrem Şemsek de tekerlekli sandalyede yaşamak zorunda kaldı. O dünyadaki yedi kişiden biriydi. Bir gün derse girdiğinde “Lütfi oku.” dedi. Ben 10. Yıl Nutku’nu Mustafa Kemal’in sesinden okurdum. Nutku okumam 10 dakika sürerdi. Hepsini ezberden okurdum. 10 dakika hoca ağlardı, 10 dakika da ders işlerdik. Türkçe derslerimiz böyle geçerdi. O yaz geleceği zaman bir ödev verdi. Bir yerli roman, bir yabancı roman özeti çıkartmamızı istedi. Ben de hocayı seviyordum. O zaman sıkı Atatürkçüydük. Ben Kemal Bilbaşar’ın “Cemo” ve Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanlarını aldım. “Suç ve Ceza”yı okuyunca o yaz kendimi romanın kahramanı Raskolnikov zannettim.

Bakır telleri toplayıp kilosunu 2 liraya tefeci kadına satıyorduk ya. Ondan aldığımız paralarla 17 kilometre ötedeki Zile’ye giderdik. Turhal’dan daha az gelişmiş bir ilçe ama, niyeyse Zile’ye pastaneye gidiyorduk. Arada da “Alevi” köyleri vardı. Niyeyse onlar o zaman önümüzü kesiyordu. Bazen bizden biri esir olurdu, ben onlara dalardım. Ama ben esir olduğumda onlar beni kurtarmazlardı. Arkadaş kazığını ilk ben oralarda yedim. O zaman pastanelerde pilav da satılıyordu. Zile’ye vardığımızda pastanede pasta yemez, pilav üstü kuru fasulye yer, kola içerdik.
Bir gün işi büyütelim dedik. Daha fazla bakır bulmak için elektrik direklerindeki bakıra yöneldik. O telleri kesmek için de şeker fabrikasının bahçıvanının makasını çaldık. Elektrik direğinin ortasında da kurukafa var. Yani çıkarsan ölürsün diye bas bas bağırıyor. Tabii çetenin reisi olarak gözü karartıp direğe ben çıktım. Önce telin bir ucunu kestim. Sonra diğer direğe çıktım ve onu da kestim. Tel küt diye yere düştü. Onu plastiğinden sıyırdıktan sonra tefeci kadına götürdük. Biz kadının daha pahalı almasını beklerken kadın daha önceki fiyatın yarısını teklif etti ve kilosunu 1 liraya alacağını söyledi. “Daha önce siyah siyah telleri 2 liraya alıyordun. Bunun 4 lira olması lazım.” dedim. “Şimdi polise haber veririm!” deyince “Lanet olası kadın!” diyerek telleri oraya bırakıp kaçtık. Romanda Raskolnikov, tefeci kadını öldürüyor ya, ben de kadını öldürmeyi planladım. Kendimi Raskolnikov zannettim. Kadını öldürmüş gibi “Suç ve Ceza” ritüelleri yaşadım. Kendime suç biçtim ve ceza verdim. O yaz benim Dostoyevski’nin “Suç ve Ceza” romanını içselleştirme dönemim oldu. Çocukluğumun o devresinde Tanrı’nın varlığına ilişkin iç dünyamda çok tartışma yaptım. Ateist, anarşist, existansiyalist düşünceye daldığım anlar çok oldu.
Peki geleneksel yaşam biçiminin dışında sizi inanç dünyamızın ritüelleri ve umdeleriyle tanıştıran başka bir etken var mıydı? Yazın Kur’an kursuna gitmek gibi.
Her yaz Kur’an kursuna mutlaka giderdik. Ama Kur’an kursundan kaçardık. Sadece mahallemizdeki yaşlı ninenin evinden kaçmazdık. Bize çok iyi davrandığı için ondan kaçmadık.
Kuruçay’daki hocanın uzun bir değneği vardı. Onunla vururdu. Aslında onun vurması bahaneydi, yaz gelince dışarı daha güzel gelirdi. O yüzden dereye gidip çimmek varken, cami bize sıkıcı gelirdi. Dayak da kaçmamıza bahane olurdu. Gümüştepe’ye çıkar, orada otururduk. O tepede hakikaten gümüş var zannederdik. Domuz avlardık.
Aslında bu gazetecilik deneyimini de ilk Turhal’da “Gelincik” adında bir gazete çıkartarak yaşadım. Babam muhaberat şefi olduğu için onun bürosunda kopya kâğıtlarını yürütürdüm. Kopya kâğıdı da en fazla üç beş nüsha çoğaltmaya izin veriyordu. A4 kâğıda da gelincik resmi, günün sözü, başyazı, fotoroman, arkada Karaoğlan gibi bir fotoroman ve makaleler yer alırdı. Karikatür çizimini de ben yapıyordum.
Bunların hepsini A4 kâğıt üzerinde uyguluyordum. O zaman günlük bir gazete 25 kuruştu, bu gazete 35 kuruştu. Ciddi bir mahallî yayındı. Sokağımızın dergisiydi “Gelincik” ve 35 kuruşa evlerde satardık. Mesela, orada Pancar Amca vardı. Sokağa tükürürdü. Onu gazetede neşrettik. Ondan sonra tükürmemeye başladı. Bazen yılbaşı gecelerinde Noel Baba olurdum evlere damlardım.
Noel Baba size nereden sirayet etti? Herhangi bir tepki görmez miydiniz? Kapısını çaldıklarınızdan kızanlar olmaz mıydı? Biliyorsunuz bir dönem Noel Baba konusu Türkiye’de çok tartışma konusu oldu. Özellikle taşrada yılbaşı kutlamalarına pek sıcak bakılmazdı.
Niye kovalama olsun ki! Noel Baba olurdum, evlere hediye götürürdüm. İleri bir halktı lojmanda yaşayanlar. Gerici yaklaşımlar yoktu o zaman!..
Turhal’dan ne zaman ayrıldınız?
1970 yılında babamın tayini Ankara’ya çıktı. Ankara Etimesgut’taki şeker fabrikasına tayin oldu. Daha doğrusu Şeker Şirketinin kurduğu makine fabrikasına. Bir nevi fabrika yapan fabrika. Fabrika yapan fabrikalar kurmak idealimiz değil mi? O fabrika şeker fabrikalarının makine aksamının yüzde 80’den fazlasını yapıyordu. Lojmana yerleştikten kısa süre sonra babam trafik kazası geçirdi. İşyerine giderken, fabrika sahasındaki işyeri yemekhanesine ekmek götüren ekmek arabası ona çarptı ve kaburgaları ezildi. O yüzden ciğerleri su topladı. Aynı kazaya benzer kazayı ben de 1987 yılında şeker fabrikasının kavşağında geçirdim. Benim de kazadan sonra ciğerlerim su topladı. O kazadan sonra dikiş tutmadı. Ben de ondan sonra dikiş tutmadım.

Kaza Günleri
Babam şairdi. Çok güzel şiirleri vardı. Celal dayım 33 yaşında öldüğünde, “Otuz üç yaşının baharında Celal’im cemali uçtu da gitti.” diye çok güzel bir şiir yazmıştı. Benim içeride yatmış olmamdan dolayı yazdığı şiirleri vardır. Anneme, bütün evlatlarına yazdığı şiirleri vardır.
İsmet Gönülal diye jandarma okul komutanı albay bir arkadaşı vardı. Türkçe kitapları, gramer kitapları olan Albay İsmet Gönülal ile atışma yaparlardı. Babamın adı Hâlis idi. Hâlis’in sonu “is” ya, İsmet’in de başı “is”. Babam ile Albay İsmet atışırken babamın ona yazdığı redifli bir şiirinde; “Unutma ki Hâlis’in kıçı, İsmet’in başıdır.” diye bir dizesi vardı.
Babam daha ortaokul yıllarındayken “Tevfik Fikret ile Mehmet Akif’in sentezini yap.” derdi. İkisini de severdi. O aslında tam bir Cumhuriyet çocuğuydu. Cumhuriyet’in memurlarındandı zaten. Cumhuriyet felsefesini benimsemiş, içselleştirmiş bir adamdı. Borçlarını bilir, hiç borç yapmaz, senetten sepetten nefret ederdi.
Ben 1980’de hapse girdiğimde biraderim Melih Gökçek ile ortak bir işyeri açmış. Hatta Bahçeli’de toptancı hali gibi kocaman bir yer açmışlar. Eve bir tane zamanı geçmiş borç senedi gelmiş. Babam için bu bir yıkım olmuş. Hâlbuki esnafın evine senet gelmez mi? Bir senet geldi diye birader o büyük dükkânı kapattı. Daha doğrusu kapattı mı onlara mı bıraktı, bilmiyorum. Ben Mamak Askerî Cezaevindeydim. Ne ben sordum, ne o söyledi.
MAMAK MEKTUBUİlk mektubun geldi baktım ağzı açıktı Aldım zarfı elime, içinden destan çıktı Anlatıyor bu destan acıklı halimiziDile getiriyordu bütün ahvalimizi Mektubun üzerine gözlerimden yaş aktı Kan ağlayan içimden orda bir iz bıraktı Mektubunda herkesten helallik istiyorsun Sebepsiz ve sırasız nereye gidiyorsun Satırlar iman ile, sevgi ile doluyduMektup bize muhatap anlamı Hak yoluydu Bu satırlar içinde vatan ve millet aşkı Burcu burcu kokuyor din aşkı, devlet aşkı Sen orda bir gazisin, inan ki sanık değil Buna Hak da şahittir, sade kul tanık değil İstiklâl savaşının ender bir hâtırası Babamdan bana kalan İstiklâl Madalyası O devirde verilen hizmetin nimetidir Ailemizin kanıtı, açık şeceresidirİnşallah çilen dolar, değişir nöbet yerinBir gün meyveye durur dramatik eserin21.01.1981 EtimesgutSiz kaç kardeşsiniz?
Dört kardeşiz. İki kız iki erkek. Kızlar benden büyük, biraderim benden küçük. Biraderim hukuk fakültesini bitirdi, şimdi avukat. O da Melih Gökçek gibi büyük iş adamı olacaktı. Ama eve bir senet geldi diye koca iş yerini devretmiş. Ticarete aklı basıyordu, sonra avukat oldu.
Babamın telkinleriyle ve annemin özendirmesiyle şiire başladım. İlk şiirimi ortaokul çağlarında yazdım. 1970’te yayımlanan “Genç Şairler Antolojisi”nde iki şiirim yayımlandı. Türkiye Genç Şairler yarışması açılmıştı. Şiiri doğrudan iki fotoğrafımla yarışmaya gönderdim. Bunlardan birisi daha sonra Nurettin Topçu’nun “Hareket” dergisinde yayımlandı.
… Sarı yapraklar, hüzünlü otlar yok artık.Yalnız taş binalar ve yüreği taştan insanlar var.Konuşamıyor, dertleşemiyorum ülkemdeki otlarımla yapraklarımla,Çok uzakta kaldı onlar. Çünkü onlar da yalnız.Onları teselli edecek arkadaşları gitti.Bu taş binalar arasında ne işim var?Kent ve insan ilişkisini anlatan bir şiirdi. Öbür şiirim de İstanbul’un fethiyle ilgili bir şiirdi. 1970 yılında yazdığım “Fetih Marşı” şiirinde bir aruz denemesi yapmıştım. Nihat Sami Banarlı’nın edebiyat kitabını ablalarımdan yürütür, o kitaptan aruz veznini öğrenirdim. Aruz veznini, kendi çabamla ortaokul sıralarında öğrendim. Daha sonra 1977 yılında Yozgat’ta açtığımız Ülkü Ocakları’nın 1111’inci şubesinin açılışında 29 Mayıs’ta Ülkü Ocakları’nda çıkarttığımız ve “Fetih Şuuru” diye 100 bin bastığımız gazetede bu şiirim yayımlandı.
Ankara’ya geldiğinizde hangi liseye kaydoldunuz?
1970-71 döneminde şeker fabrikasına yakın diye Sincan Lisesine kaydoldum. Sincan Lisesi o zaman matematikte yeni yöntemin (modern matematik) kullanıldığı deneme lisesiydi. Diğeri de Bahçelievler’deki deneme lisesiydi. Okula şeker fabrikasının servisleri ile gidip geliyordum. Aslında Atatürk Lisesine de gidebilirdim; ben Sincan Lisesine gittim.
Liseye başladığımda duvar gazetesi çıkartıyordum. Birbirine âşık olan kızlara erkeklere onlar adına agrostişle şiirler yazardım. Böyle yüzlerce şiir yazdım.
Sincan Lisesinin futbol takımında da oynardım. Bir ara Şekerspor’un genç takımında da oynadım. İşte o günlerde okula giderken yanından gelip geçtiğim, içinde bozkurt resimleri olan bir kulübe vardı. Şeker Fabrikasından çıkıp Etimesgut’a doğru yürürken istasyon yolu üzerinde bir kulübeydi. Büyük Ülkü Derneği çoğu zaman kapalıydı. Babamdan dolayı tarihe de merakım olduğu için oradaki resimler ilgimi çekiyordu. Bizim evimize emekli generaller, profesörler, milletvekilleri gelirdi. İşte Sadık Beyler, Tevfik Koraltan, Prof. Dr. Rafet Seçkin (Sonra fakültede hocam oldu.)… Onlar gelirdi. Onlarla sağcı solcu CHP’li, AP’li çok tartışmalar olurdu. Babam müzmin muhalifti. Çok seviyeli siyasi tartışmalar olurdu.

Lise arkadaşlarıyla
NASIL ÜLKÜCÜ OLUNUR? ÜLKÜCÜ NASIL OLUR?
Babanızın siyasete uzak bir insan olmadığını anlıyorum. Ancak verdiğiniz örnekler günümüzde merkez sağ denilen biraz daha Demokrat Parti çizgisinde olduğunu gösteriyor. Siz ise daha sonraki yıllarda İslamcıların ırkçı diye yaftaladığı, liberallerin aşırı sağcı diye tanımladığı bir çizgiye yönelmişsiniz. Nasıl ülkücü oldunuz?
Lisede okuduğum yıllarda, sonradan eniştem olacak Ali Bilir diye boylu boslu bir arkadaş vardı. O benim Büyük Ülkü Derneğinin önünden geçerken duvardaki afişlere bakışımdan, ilgimi anladı. Çünkü daha önce de Büyük Ülkü Derneğindeki arkadaşlar ülkücü olmam için ısrar ediyorlar, okumam için Peyami Safa’nın romanlarını veriyorlardı.
Lisedeyken her düşünceye eşit bakıyordum. O yüzden “Bizim Anadolu” ile “Cumhuriyet” gazetesini birlikte alıyordum. Bizim sınıfta Selametçi bir çocuk vardı; derse Kur’an tefsiri ile gelirdi. Bir de devrimci bir çocuk vardı; sık sık sara nöbeti geçirir, bayılırdı. Bir de şimdi Gazi Üniversitesi Kimya Fakültesinde profesör olan Atilla Murat Murathanoğlu diye bir arkadaşım vardı. Einstein gibi buluşları olduğu için ona Einstein derdik. Yani sınıfımız da dönemin ideolojik eğilimlerine uzak değildi.
Ali Bilir, beni harekete kazandırmaya karar vermiş ama huyuma göre davranıyor. Ben daha lise son sınıftayken bir seminer verdirdi. 1972-73 döneminde verdiğim ilk seminer “Türk Dili ve Milliyetçilik” konulu idi. Hâlen o seminerde anlattığım konulara imzamı atarım. Çok güzel bir araştırmaydı. Ahmet Caferoğlu, Fuat Köprülü, Necmettin Hacıeminoğlu, Sadri Maksudi Arsallardan dipnotlar edinip hazırladığım bir çalışmaydı.
Bu semineri verdiğiniz esnada siyasi kimliğiniz henüz oluşmamıştı değil mi? “Cumhuriyet” gazetesini ve “Bizim Anadolu” gazetesini birlikte alan bir Şehsuvaroğlu var. Senteze devam ediyorsunuz…
Evet, devam ediyorum ve her tarafa aynı mesafedeyim. Ali Bilir, 50-60 kadar kişinin dinlediği seminerden sonra bana “Sen şimdi bize üye oldun.” dedi. Dinleyenler arasında Ticaniler de vardı. Şimdiki cemaat gibi o zaman da Ticaniler çok yaygındı. O zaman, dinleyenler arasında yaşlı başlı Ülkücüler de vardı. Ali Bilir orada, benim Genç Ülkücüler Teşkilatına üye olmam için çok ısrar etti. İnat ettim “Olmam!” dedim. Konuyu değiştirip ihtiyaçlara değindi. Derneğin aidat ile ayakta durduğunu söyledi. Ben de cebimdeki 20 TL’yi verdim. Aidat kestiler, “Şimdi oldun.” dediler. Yine “Olmam!” dedim. O kadar ısrar ettiler ki kabul etmeyeceklerini düşünerek yapamayacakları bir işi söyledim; duvarda Türkeş’in resmi asılıydı. “Şu çirkin adamın resmini indirirseniz ben üye olurum.” dedim. Artık işi gıcıklığa vurdum. Aralarında yetiştirme yurdundan gelmiş, “Güven” dergisinde yazan Vehbi adındaki arkadaş, “Olmazsa olmasın!” dedi. Ali Bilir gitti, “Yeter ki sen üye ol, ben bu resmi indiririm.” dedi ve resmi indirdi. İndirince ben lafımı yemedim ve teşkilata üye oldum.
Ali Bilir’in sizi üye yapmak için ısrar etmesinin nedeni ne? Sizde ne gördü?
Ali Bilir, Sincan Lisesinin benden önceki mezunlarındandır. O bölgeye ülkücülük mayasını çalan adamdır. Bir inatla Ülkü Ocakları’na üye olduktan sonra, indirttiğim resmi kendim astım.
Ali Bilir ile sonraki dönemde çok iyi arkadaş olduk. Birlikte ocağa insan kazandırma teknikleri geliştirirdik. Ocağa yeni gelen kişileri kazanmak için soğuk kış gecelerinde danışıklı tartışmalar yapardık. Birimiz sağcı olur, birimiz solcu olur tartışırdık. Gelen kişinin yenen fikri desteklemesi için danışıklı bir tartışma yapardık. Doğrudan doğruya propaganda yapmak yerine, öyle bir enstantane yaratıyorduk. Tabii galip gelen fikir, ülkücülük olurdu mutlaka.
Ülkü Ocakları, Kültür Merkezi miydi?
Sizin uzaktan gördüğünüz Genç Ülkücüler Teşkilatı, o dönem bir kültür ocağı gibiydi değil mi? Yaptığınız kültürel bir faaliyetti sanırım. O yıllarda da racon kesme yöntemleri var mıydı?
Racon kesmek ne?

Şimdi genç Ülkücülere öğretiyorlar ya! Böyle şekilli yürümek, bıyık sarkıtmak, tespih çekmek, siyah takım elbise giymek gibi…
Onlar ne öyle! Ben hâlâ öğrenemedim onları. O zaman biz racon kesmenin ne olduğunu bilmezdik. Onları şimdi görüyoruz, duyuyoruz tabii. O zaman insanlar çocuklarını eğitilsin, adam olsun diye getirip ocağa teslim ederlerdi.
Peki siz hangi kültürel kaynaklardan besleniyordunuz o yıllarda?
Aslında biz bir yerden beslenmiyorduk. Kendi kendimize besleniyorduk. Mesela Etimesgut’ta daha sonra ülkücü teşkilatı şöyle büyüttük: Önce büyük bir açık hava sinemasını kiralayıp iki katlı bir binayı merkez teşkilatı yaptık. Duvarlarla çevrili açık alanda da konferanslar düzenledik. Tiyatro kolumuz bile vardı. Zaten açık hava sinemasının sahnesi de var. Orada amatörce tiyatro sahnelerdik.
Bu arada Ankara ile yani Ülkü Ocakları Genel Merkezi ile bir etkileşiminiz var mı?
O dönemde henüz Ankara ile bir etkileşimim yok. Biraz daha bağımsız şekilleniyorum orada. Açık hava sinemasında salı akşamları edebiyat sohbetleri yapardık. Her Türk genci Yahya Kemal’den, Mehmet Akif’ten, Faruk Nafiz’den, Mehmet Emin Yurdakul’dan mutlaka birer şiir ezbere bilmelidir. Bu şairlerden bir şiir okumadıkça Türk genci sayılamaz. O yüzden salı akşamları edebiyat sohbetlerimizde “Safahat” gibi klasiklerimiz mutlaka okunurdu. Salı akşamları aynı zamanda eski Türk edebiyatını da Osmanlı Dönemi edebiyatını da Cumhuriyet Dönemi edebiyatını da okuyorduk. Aynı zamanda okunması gereken kitaplar tavsiye edilirdi. Kitap değişimi sağlanırdı. Oralar zengin kütüphaneler ve eğitim yuvalarıydı. Zaten teşkilat dediğin kütüphanedir. Türklüğü içinde bulunduğu durumdan kurtaracak, bahtı kara maderini değiştirecek, Mehmet Akif’in “Asım nesli” dediği yeni nesiller yetiştirecek, Kur’an’ı asrın idrakine söyletecek bir nesil yetiştirmeyi düşünüyorduk.
Bu arada perşembe akşamları dinî sohbetler yapılırdı. Bir din adamını çağırırdık. Bize tefsir okur ya da dinî bilgiler, ilmihâl bilgileri verirdi. Cumartesi günleri Ankara’dan bir seminerci getirtirdik. Pazar günü de içimizden birine, cumartesi günü dinlediğimiz seminer konusunda seminer verdirtirdik. Bunun nedeni de arkadaşlarımızın dinlediği konuyu anlayıp anlamadıklarını tespit etmek idi. Seminer veremeyeceğini söyleyen kişiyi de alır, ona metin yazar ve kürsüye çıkartırdım. Herkes mutlaka seminer vermeyi bilecekti. Bir semt düşünün ki o zaman bizim bir kültür merkezimiz var ve semte bağlı 30 Ağustos Mahallesi’nde, Şeker Mahallesi’nde ve İstasyon’da üç tane şubemiz, yani kütüphanemiz vardı. Kütüphanenin bir köşesinde çay ocağı var, yanında kitaplık var. Orada gençler sohbet eder, kitaplar okurlardı.
Bunları 17 yaşında bir genç yapıyordu değil mi?
Evet. Bu teşkilatta tiyatro kolumuz, hanımlar kolumuz, memurlar kolumuz, işçiler kolumuz vardı. Çünkü orası işçi muhiti idi. Şeker fabrikasının yanı sıra, askerî hava üssü vardı. Traktör fabrikası vardı. Etimesgut bir sanayi şehri idi. Geniş bir tarım ve sanayi kasabası. Bir genel merkez gibi örgütlenmiştik. Memurlar kolumuzda astsubaylar vardı. Etimesgut’taki hava lojmanlarındaki subaylar, astsubaylar da gelirdi ocağımıza.
Ocaktaki işçiler kolumuz bir ara o kadar başarılı oldu ki Şeker İş Sendikasının kongrede Sadık Şide’yi devirip sendikayı ele geçirecek düzeye geldik. Tabii Ankara’dakiler bizim Etimesgut’taki ilişkilerimizi bilmedikleri için Sadık Şide’den bürolarına bir mobilya hediyesi almışlar. Aldıkları bu hediye karşılığında Şeker Fabrikasının sinema salonunda yapılan kongrede bizim adayımıza karşı Sadık Şide’yi destekleyerek bizi sattılar.
Etimesgut’ta bir genel merkez gibi çalıştık. Hatta “Etimesgut’un Sesi” diye bir gazete çıkardık. Ben liseyi bitirip 1973-74 döneminde üniversiteye girdiğim senenin yazında D grubu işçi statüsünde Şeker Fabrikasında vagon kantarında çalışmaya başladım. Sincan’a doğru, in cin top oynayan bir yerde vagon kantarı vardı. Orada kantarın yanında, içinde sobası olan küçük bir de kulübemiz vardı. Geceleri orada giren pancarı, çıkan melas ve küspe vagonlarını tartardım. Akşam 7, sabah 7 arası çalıştığım için aldığım maaş babamdan yüksekti. Bizim maaşımızı gece mesaisi gibi hesapladıkları için 1500 lira idi. Babam o zaman 1200 lira alıyordu. Biz orada Selahattin adında Alevi kökenli Sivaslı arkadaşımla çalışırdık. Onunla birlikte silah talimi de yapardık. Issız bir yer olduğu için gelen giden olmaz, silah sesini kimse duymazdı. Selahattin, Atsızcı bir arkadaştı. Onunla birlikte orada dergi de hazırlardık. O zaman Atsız’ın “Ötüken” mecmuasından Ankara’ya 50 tane getirtiyordum. Dergiden ancak 5 adet satabiliyordum. 45 dergiyi bedava dağıtıyordum. Ama Atsız’a 50 dergi parası gönderiyordum. Hatta “Ötüken”de de bir şiirim yayımlandı. Ondan sonra Nurettin Topçu’nun “Hareket” dergisini alır ve dağıtırdım. Onun dergisinde de bir şiirim yayımlandı. Ayrıca Üstat Necip Fazıl’ın “Büyük Doğu” dergisini de takip ediyorduk.



Şimdi bir yanda Türk ülküsünü anlatmaya çalışıyor ve legal zeminde sesinizi kitlelere duyurmaya çalışıyorsunuz. Diğer yanda ise silah talimi yapıyorsunuz? Neden silah edinme gereği duydunuz? Türkiye yavaş yavaş terörize olduğu için mi?
Silahı kendi paramızla almıştık. Kış gecelerinde o zamanlar vagon kantarının olduğu yere kurtlar bile gelirdi. Biz de biraz da gençlik merakıyla silah almıştık. Ama asıl gerekçesini ileride anlatacağım. O zaman bir çatışma ortamı filan yoktu.
Ben üniversiteye girdiğim sene, aynı zamanda Etimesgut Büyük Ülkü Derneğine başkan seçildim. Dolayısıyla üzerimdeki sorumluluğa paralel, faaliyetlerimiz de arttı. Şeker Fabrikasında kazandığım ilk maaşım ile ispirtolu bir teksir makinesi ile Olivetti marka daktilo aldım. Şimdiki gibi fotokopi filan yoktu tabii. Mumlu kâğıdı Olivetti daktiloda dizer, sonra teksirle çoğaltırdım. Afişlerimizi ve dergimizi de bu iptidai matbaada kendimiz yapardık.
Batılı Yaşam Tarzında KİT’lerin Etkisi Oldu mu?
Yaşayan bir toplum ve duyarlı, dinamik bir gençlikten söz ediyorsunuz. Demek ki günümüzde toplum olarak çok da ileriye evrilmemişiz.