bannerbanner
İsfahan'a Doğru
İsfahan'a Doğru

Полная версия

İsfahan'a Doğru

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
3 из 4

Ve çok zahmet çekmeden işte geniş bir yaylaya varıyoruz ki bütün ot kokularıyla doludur. Orada teneffüs edilen ve bizde güzel mayıs akşamlarının serinliğine benzeyen o hafif serinliğe henüz tesadüf etmemiş idik. Azimetimizden beri daima yükselen bu yol ile sanki şimale doğru dev adımlarla ilerliyoruz. Bu yüksek ovada, konak yerine varmadan evvel, dört saat kadar yürüyeceğiz ve geçen akşamlarda dövüştüğümüz kayalıklardan sonra şimdi kolay yollardan pembe çiçekli yonca ve yulaflar içinde yürümek hayretimize mucip oluyor. Mamafih gece olunca pek büyük bir tenhalık içinde bulunduğumuz hissi yavaş yavaş bizi kaplıyor; Avrupa kırlarında böyle fersahlar imtidadınca boş saha ve o kadar sükûnet asla yoktur. Ve birdenbire hatırlıyoruz ki bulunduğumuz yer emin değildir.

Akşam saat dokuz… Bir sevki tabii ile altıpatlarlarımızı muayene ettik: Yolun kenarında otların içinde oturup bekleyen tüfeklerle silahlanmış beş kişi hemen ayağa kalkıyor ve bizi kuşatıyorlar. Bunlar, seyahat eden eşhası muhafaza için Kazerun köyünden gönderilmiş namuslu bekçiler olduklarını söylüyorlar. Bize anlattıklarına göre, birkaç zamandan beri her gece kervanları soyuyorlarmış, hatta dün gece tam burada altı katırcı soymuşlar. İster istemez iki üç fersah bizimle geleceklermiş.

Bu bana biraz garip göründü. Bir de yıldızlar onların çehrelerini görmek için kâfi derecede aydınlık yapmıyorlardı. Mamafih onlar daha ziyade namuslu adamlara benziyorlar; birlikte yürümek tekliflerini kabul ettik. Onlar yayan, biz hayvanlarımızın üzerinde adım adım yürüyecektik. Burada nezaket icabı olarak aynı sigarayı ikişer kişi içtik ve konuştuk.

Bir buçuk saat sonra aynı suretle silahlı ve pusuda yatmış diğer beş kişi otların içinden çıkıp bize geliyorlar. Demek bunlar hakikaten bekçi imişler. Birinciler her biri ücret olarak ikişer kıran1 aldıktan sonra bizi yeni gelenlere emanet ettiler ve sonra büyük selamlarla çekildiler.

Vakit vakit, sert akan bir dere, takip ettiğimiz yolu daima yeşil otlar içinde bir yandan öte yana geçiyor, o vakit duruyoruz; hayvanların yüklerini indiriyoruz ve onlara su içiriyoruz. Gökte milyarlarca yıldız var ve hava ateş böcekleriyle dolu. Bunlar kıvılcımlara o kadar benziyorlar ki birden her taraftan çıktıklarını görünce hafif ateş çıtırdısı işitilmediğine şaşılıyor.

Gece yarısına doğru büyük çiçekleri bize temas eden beyaz haşhaşlar ortasında sıra ile yürürken uzakta bazı ışıklar görüyoruz. Sonra duvar çevrilmiş gayet büyük bahçeler; nihayet Kazerun’a geliyoruz. Ve ilk kavak ağaçlarını selamlıyoruz ki onların yüksek dalları gece gökte pek tanıdık surette sallanıyor ve bize nihayet orta mıntakalara vardığımızı bildiriyor.

Burada kervansaraylara bahçe diyorlar ve ezelî güzel havalı bu cennet gibi havalide seyyahlara istirahat mahalli olarak hakikaten bu bahçeleri arz ediyorlar.

Kemerli bir büyük kapı bizi geceyi geçireceğimiz duvarla muhat bahçeye sevk ediyor; burası düz yollar ve bütün çiçek açmış portakal ağaçlarıyla hemen bir ormandır. İlk safta şurada burada ikisi bir araya toplanmış ve halılar üzerine oturmuş kervan yolcuları yaktıkları dalların ateşi üzerinde çaylarını pişiriyorlar ve iç taraftaki yollar karanlıkta kayboluyor. Bununla beraber hane sahibi, Avrupalıların yerliler gibi açık havada portakal ağaçları altında uyuyamayacaklarını takdir ederek kurma karyolalarımızı girişteki büyük kemerli kapının üstünde ufak bir odaya çıkartıyor ve orada uyku hemen bizi kendimizden geçiriyor.

Cumartesi, 22 Nisan

Ufak odam bütün kervansaraylarınki gibi bomboş ve tarif olunamayacak derecede pisti. Doğan güneş onun dumanı ile siyahlanmış ve Acemce yazılarla doldurulmuş duvarlarını meydana çıkarıyor; zemine her türlü süprüntüler, salata yaprakları ve baykuş tüyleri dökülmüş. Lâkin üzerinde ot biten çatının aralıklarından, harap duvarların deliklerinden, altın ışıklar, portakal çiçekleri kokuları ve kırlangıçların şarkıları giriyor… O vakit yerin ne ehemmiyeti var? Mademki hemen aşağı inmek ve bu letafete kavuşmak mümkündür.

Aşağıda çok güzel bahçe çalı kuşlarının çılgın nağmelerinin aksettiği eşsiz göğün altında sabahın bütün ihtişamıyla parlıyor… Hayat verici ve aynı zamanda ılık ve nefis bir hava teneffüs ediliyor. Kaba yapraklı büyük portakal ağaçları siyahımsı mavi renkteki gölgelerini yayıyor ve toprağı çiçekleriyle süslüyorlar. Bu gece bahçede, yollarda güzel Yezd ve Şiraz halıları üzerinde yatmış olan bütün kervansaray halkı neşeyle uyanıyor. Onlar da bizim gibi ancak güneş batınca yola çıkacaklar. Demek ki bütün günü bu kapalı, serin ve güzel bahçede geçirmek ve birbirimizi tanımak zaruretindeyiz.

Çok geçmeden şehirden börekçiler ve çaycılar geliyor. Semaverlerini, ufacık yaldızlı kadehlerini gölgeye yerleştiriyor, uzun marpuçlu kalyanları hazırlıyorlar. Bunlar İran’a mahsus nargilelerdir ki dumanı uyutucu bir koku neşreder.

Civarda atlarımız ve katırlarımız otlarken biz ve tesadüfi yol arkadaşlarımız, dallar altında tütün içmek ve yarı uyku hâlinde tefekkürata dalmakla büyük bir istirahat içinde vakit geçiriyoruz, birbirimize çay ikram ediyoruz. Bu çok şekerli çay, Acemlerin alışık olduğu içkileridir. Hele dışarıda güneşin parladığı ve Kazerun’u kuşatan dağları ateşle kavurduğu sırada burada loş yeşillikleri muhafaza eden portakal ağaçları altında öğle vaktinin sükûneti pek latiftir.

Ufak kervanımın adamlarıyla hep birbirimizi tanımıya başlıyoruz; kervanbaşım Abbas ve kardeşi Ali benim yol ve sohbet arkadaşım oldular; her şey gittikçe kolaylaşıyor, her akşam toplanma ve hareket hazırlıkları daha kolay oluyor ve bu sağlam göçebe hayatına, daima karanlık gece yarısında yorgun ve bitap geldiğim sefil ve her vakit değişen barınacak yerlerde bile ne çabuk alışılıyor!

Saat dörtte bu portakal ağaçları altında rahatça tekrar hareket tedariklerine başlıyoruz.

Bizi seyredenler yerde kaylanlarını içen iki üç kişi ile bir o kadar meraklı çocuk ve hesapsız kırlangıç kuşlarıdır. Haydutlardan dolayı, köyden verilen iyi silahlanmış dört muhafız bizimle beraber ve sıra ile birbiri peşinden yürüyorlar. Bu güzel bahçenin girişi olan yıkık ve kara kemerin altına giriyoruz.

Öncelikle dün akşam görmediğimiz Kazerun’u boydan boya geçmek lazım. Eski zamanın bu ufak şehri, kavak ağaçları ve hurmalıkları ortasında kımıldamaksızın duruyor. Giderken çiçek açmış yüksek otlar arasında çocuklar, büyük adamlar gibi uzun esvap ve yüksek siyah külahlar giymiş, küçücük oğlanlar, karaca yavrularıyla oynuyor, papatya ve yulaflar içinde yuvarlanıyorlar. Birkaç ufak beyaz cami kubbeleri, evler çok kapalı ve damlar, çayırlar gibi çiçekler, otlarla bezenmiş taraça şeklinde… Eski kemerli kapılar ve yüksek duvarlar ile bahçeler bahusus portakallıklar, yollarda dolaşan silahlı güzel süvariler var. Lakin kadınlar esrarlı ve matemli hayaletlerdir. Çehrelerini ve vücutlarını örten siyah çarşaf daima sarı veya yeşil renkte bol şalvarlarını ve aynı renkte çoraplarını ancak gösteriyor. Şimdiye kadar yalnız yüzleri açık gezen köylü kadınları görmeye alışmıştık.

İlk defa olarak biraz zarif kadınlar tanımak için bir şehre giriyoruz.

Hâlâ yeryüzünde öyle memleketler vardır ki buhar nedir; fabrika nedir; duman nedir bilmezler, acele ve sürat ve demir onların meçhulüdür.

Gelişim musibetinden kurtulmuş bütün bu gizli köşelerden en sevimlileri biz Avrupalıların nazarında Acemistan’da bulunur. Çünkü orada ağaçlar, fidanlar, kuşlar ve ilkbahar bizim memleketteki gibidir. Çoğunda memleket değişikliğinin farkına varılmaz, ancak şurası var ki asırlarca geriye gidilmiştir.

Bulunduğumuz mevkinin yüksekliğini unutmuştuk birdenbire sağımızda uçurumlar açıldı. Bizden çok alçakta diğer geniş bir ova ve gök yakutî renginde güzel bir göl, bunların hepsi evvelki günler gördüklerimizden daha az korkunç dağlarla çevrili… Bizim Pirene dağlarının en vahşi kısımlarını hatırlatıyor.

İsfahan deresi bu göle akıyor; eski debdebe ve ihtişam şehrini diğer yerlerden daha ziyade ayırmak için oradan geçen dere başka hiçbir nehir veya körfeze akmıyor, doğruca bu sahiller gayrimeskûn ve hiçbir yere akmayan bu durgun su sathına atılıyor.

Denizden şüphesiz iki bin metre kadar yüksekte olmakla beraber biz bu göle ve bu ovaya çok yüksekten hâkimiz. Orada otlar içinde siyahımsı garip bir hareket görünüyor; öncelikle küçük kervanımızın geçtiği yüksek yerden bu, bir böcek sürüsü zannediliyor; lakin bunlar kiralık yük hayvanlarıyla beraber karmakarışık ve orada küme küme toplanmış göçebelerdir. Daima olduğu gibi siyah libaslar, siyah çadırlar, binlerce koyun ve keçi ki yünleri Acem halılarının, örtülerinin, torbalarının, heybelerin ve bol levazımının dikiminde kullanılır. Her sene, nisan ayında bütün göçebe aşiretlerin şimalin otlu yüksek yaylalarına doğru büyük bir hicreti başlar. Bunlar sonbaharda tekrar Basra Körfezi civarlarına inerler. Umumi hareketle başlamıştır; onların önderlerinin Şiraz’a çıkan boğazlarda bizden evvel bulunacaklarını kervanbaşım söyledi; öyle ise onların ortasından geçmeye intizar etmeli: Fena adamlar ve fena tesadüfler…

Gece basar basmaz gene dağlara çıkmalıyız. Yakındaki konak yerine varmak için daha altı veya sekiz yüz metre yükselmeliyiz. Aşağıdan, o kadar otlayan hayvanlar, o kadar yabani çobanlar tarafından istila edilmiş ovadan şiddetli ve ilkel bir hayat sesi bize doğru gelmeye başlıyor: Koyunların melemeleri, öküzlerin böğürmeleri, kısrakların kişnemeleri işitiliyor. Bekçi köpekleri uzun uzun havlıyorlar; adamlar da bağırıyorlar ve hayvanların bağırtıları gibi boş yere bol bol haykırıyorlar. Akşamın alaca karanlığı, bizi sardıkça havada gittikçe çınlama artarak bu müthiş sedalarla doluyor.

Her tarafta dallardan ateş yakıyorlar. Bu ateşler uzaklarda ve göçebelerin toplandıkları yerlerde bize insan bulunduğunu haber veriyor. Hâlbuki bütün boğazlarda ve bütün yaylalarda bundan şüphe edilmiyordu. Göçebe aşiretlerin tam merkezinden geçiyoruz ve altımızda kararan ovaya, göle son bir nazar attığımız vakit nihayetsiz bir şehir zannı hasıl eden binlerce ateşin parladığı görülüyor.

Lâkin bir kere karanlık boğaza iyice girildi mi artık ne ışık, ne ses gürültüsü, hiçbir şey yok: Göçebeler henüz gelmemişler; her zamanki tenhalığa kavuşuldu. Başlarımızın üstünde delik deşik garip kayalar, gölgede taşların kireçlenmişine, beyaz mercanlara gayet geniş siyah süngerlere benziyorlar. Ve iki saat içinde evvelki gecelerin korkunç jimnastiğine gene başlamak lazım oluyor. Yıkılan taşlar arasında hemen dikey çıkış, atlarımız ve katırlarımız uçurumlar üzerinde, merdivenlerde ayakta; kopan kayalar üzerinde sağlam çıkıntılara ilişmek isteyen hayvanların tırnaklarının çıkardığı çılgın gıcırtıyı yeniden işitmeli, onların uçurumun dibine kadar, kayıp yuvarlanmak korkusuyla ön ayaklarının kuvvetiyle yaptıkları mütemadi hareketin sarsıntısına dayanmalı.

Saat onda nihayet tatlı bir yokuşta, otlu bir vadi girişinde, bu sıkıntılara fasıla verdik. İşte dört köşe bir kule ki içinde bir ışık parlıyor. Burası haydutlar ve göçebelere karşı nöbetçi askerlere mahsus bir karakol mevkisi… Durduk ve içeri girdik. Zaten burada muhafızlarımızı değiştirmek ve Kazerun’da aldğımız dört adamı bırakıp onların yerine daha tetik ve dinlenmiş başka dört kişi almak iktiza ediyor.

Bu ücra kulenin içinde eğlenceli vakit geçiriyorlardı; kaynayan semaverin etrafında tütün içiyorlar, şarkı söylüyorlardı; bize de mini mini kadehlerde çay ikram ettiler. Orada bizim gibi Şiraz’a giden üç yolcu, uzun tüfekli üç süvari vardı. Bizim refakatimizde bulunmayı teklif ettiler. Hep beraber çok sayıda atlılar ile hareket ediyoruz.

Henüz çıktığımız korkunç karışıklıktan sonra bu yeni vadide çiçek ve yosunlarla kaplı düz bir zemin üzerinde yol almak pek zevkli bir surette insanı dinlendiriyor. Yol, gece yarısının büyük sükûnetinde o kadar güzel idi ki tatlı bir yokuştan çıkarken hemen sihirli saraylara doğru gidiliyor, gibiydi. Bu yol sanki peri prenseslerinin gezinmeleri için pek dikkatle tanzim olunmuş bir cadde idi. İki tarafı bolca çiçeklerle örtülmüş, duvarlar arasında bitmez tükenmez bir cadde… Birçok ağaçlar gece karanlıkta bizim meşelere benziyor; gayet büyük ağaçlar ki asırlardan beri orada yaşamakta olmalıdırlar. Bu kaba yeşil halı üzerinde kervanların yürüdüğü artık duyulmuyor Şurada burada dalların üstünden, yarasaların ufak ve tek tük haykırışları işitiliyor. Bu ses sanki bir saz kamışından çıkmışa benziyor.

Hava serinliyor, gittikçe daha ziyade serin oluyor. Cenubun sıcak mıntakalarından yeni geldiğimizden bu serinlik bizim için biraz çok gelmekle beraber kanı uyandırıyor, hayat veriyor. Bütün beyaz çiçekler açmış, ufak ağaçlar havada koku izleri bırakıyorlar. Bütün bunların fevkinde yıldızların sükûnetli büyük şenliği, büyük şaşaa israfı var. Sonra bir yıldız yağmuru başlıyor; şüphesiz burada göğe daha yakın bulunduğumuzdan bize daha parlak görünüyorlar. Ufak şimşek gibi çakıyorlar, epey müddet duran izler bırakıyorlar ve bazen geçtikleri vakit bir havai fişek gürültüsü çıkarıyorlar sanılıyor.

Gece geçilen ve ertesi gün bir daha görülmesi ve aydınlıkta anlaşılması mümkün olmayan bu kadar yerlerden hiçbiri şimdikine benzemiyor. Bu türlü sükûnete, bu şekilde esrarlı hâle asla tesadüf etmemiştik. Hiçbir rüzgârın kımıldatmadığı bu ağaçların azameti, bitmek bilmeyen bu vadi, karanlıkların bu mavi şeffaflığı yavaş yavaş zihne eski Yunan efsanesini telkin ediyor… Mesut gölgelerin bulunduğu yer burası olmalıydı; vakit geçtikçe Şanzelizeli ruhu ermişler ve ölülerin konuştukları pek asude ağaçlıklar; gittikçe daha ziyade hatırlanıyor.

Lakin gece yarısı sihir birdenbire zail oluyor; yeni bir kaya tufanı yolumuzu kesiyor; pek yüksekte güçlükle görülebilen ufak bir ışık varacağımız kervansarayı işaret ediyor. Kopan, dökülen ve yuvarlanan taş parçaları arasında tekrar çılgınca tırmanmaya başlamalı…

Bazen dört ayağı birden kayan, fakat gene düşmeyen, yorulmak bilmez hayvanlarımızın üstünde bütün bu sarsılışlara, bu çarpmalara tahammül etmeli.

Çıkmak, daima çıkmak! Hareketimizden beri farkına varmadan arada bir inmeye de mecbur olmalıydık, çünkü böyle olmasa beş altı bin metre yükseklikte bulunacaktık. Hâlbuki zannıma göre nihayet üç bin metre yükseklikteyiz.

Bu gece barınacağımız Myan-Kotal adında bir yer; bu bir köy değil, bir kaledir ki tenhalıklar ortasında, tepelerde kartal yuvası gibi muallak duruyor. Yolcular ve yük hayvanları için haydutlara karşı sağlam bir sığınak… Kalın duvarlar, fakat başka bir şey yok…

Mazgallı avluya girer girmez kapı tekrar kapanıyor, atlar, katırlar, develer, kervanın heybeleri, hepsi yerde karmakarışık duruyor. Kervansarayların odaları olan dövülmüş topraktan hücrelerin yalnız bir tanesi boş. Bu sefer adamlarımızla beraber hep orada uyumak lazım; yataklarımızı kuracak yer bile yok. Uzanacak yer bulalım da bizce yeterli. Başımızın altında bir bavul, üstümüze bir de yorgan, çünkü hava buz gibi soğuk, Ali, Abbas ve Acem hizmetçilerle hep beraber karmakarışık yatıyoruz. Dayanılmaz bir uyku hepimizi aynı zamanda yere seriyor ve başka bir şey aramaksızın kendimizden geçiyoruz.

Pazartesi, 23 Nisan

Ölü gibi yattığımız alçak tavanlı, dumanla simsiyah olmuş biçimsiz ufak bir nevi mağaranın dibinde çok zamandan beri güneşin ziyası deliklerden ve aralıklardan süzülüyor. Fakat hiçbirimiz yerimizden kımıldamıyoruz. Avluda daima alıştığımız gürültüleri sabahları erken kalkan kervanların hareketini, katırcıların uzun haykırmalarını ve duvarların üstünde bu defa sayısız kırlangıçların âdeti haricinde şevkle ötüşlerini uyku arasında duyuyoruz. Fakat yerimizde hareketsiz kalıyoruz. Bir tembellik dün akşam düştüğümüz yerlere hepimizi sanki çivilemiş.

Lakin inimizin gölgesini terk edip de dışarıya bir göz attığımız vakit birdenbire korku ve baş dönmesi hissettik. Gece vakti geldiğimizden böyle bir şey aklımızdan geçmemişti. Bir gece yükseldikten sonra sabahleyin uyanan baloncular bu pek hakiki ve hemen korkunç denilebilecek şaşkınlıkları hissetmiş olacaklardır.

Etrafımızda gözün alabildiğine bakılacak hiçbir şey yok; burada yalnız bir bakışta o kadar boğazlar ve uçurumlar içinden kaç gecedir yüksele yüksele eriştiğimiz sınırsız yüksekliğin derecesini anlıyoruz. Biz bir kartal yuvasında uyumuşuz. Çünkü cihana hâkim bulunuyoruz. Ayaklarımızın altında birçok tepelerin karışıklığı var. Bunların hepsi büyük fırtınalar tesiriyle aynı cihete baş eğmişler. Gökten korkunç, saf ve kesici bir ziya iniyor. Gök şimdiye kadar asla bu kadar derin görünmemişti. Ziya, bütün bu eğilmiş dağların kasırgasını kaplıyor, gözün alabildiği kadar aynı katiyetle kayalar ve cesim zirveleri en ufak teferruatıyla gösteriyor. Bu kadar yükseklikten, bir arada görülen ve sanki rüzgârla yatmışa benzeyen bu sıralanmış tepeler aynı istikamette kaçıyor gibi görünüyorlar, bir kaya deniz üzerinde kalkan gayet geniş bir dalgayı taklit ediyorlar ve bu da harekete o kadar iyi benziyor ki bu derece hareketsizlik ve sükûttan âdeta insan şaşırıyor. Lakin yüz binlerce yıldan beri bu fırtına bitmiştir, durmuştur ve artık gürültü yapmıyor. Bundan başka da hiçbir yerde canlı bir şeyden alamet yok. Ne insan eseri, ne orman ve yeşillik nişanesi… Yalnız kayalar mevcut ve onlar hâkim. Biz, ölümün, fakat aydınlık ve parlak ölümün üstünde duruyoruz…

Kale şimdi sessiz ve hemen boş gibi… Öteki kervanlar gittiler. Duvar içindeki avlunun bir köşesinde yalnız bizim takımlarımız ve eşyalarımız duruyor, buranın bekçileri olan uzun libaslı iki adam gözleri yerde ve bir lakırdı söylemeden kaytanlarını içiyorlar. Bu sınırsızlık manzaralarına karşı lakayıt bulunuyorlar. Eğer kırlangıçların da sesi olmasa bu büyük seda boşluk içinde hiçbir şey işitilmeyecekti.

Havada asılı gibi duran bu kervansarayda her şey sağlam, sarp, fakat yıpranmıştır; harap hâlde bulunan duvarlar beş altı ayak kalınlığındadır; tahtaları ayrılmış, demirlerle bağlanmış eski kapılar, kol gibi kalın kilitlerde kuşatma ve müdafaa hikâyelerini anlatıyorlar. Bir de burası garip bir kırlangıç memleketidir: Bütün çatıların ve kornişlerin boyunca yuvalar iki sıra dizilmiş, hakiki ufak yollar teşkil ediyor; pek kapalı ve yalnız ufacık bir delikli yuvalar. Ve şimdi yumurtlamak mevsimi olduğundan küçük hayvancıklar çok meşgul görünüyor. Her biri meskenine bir şey getiriyor ve aldanmadan doğruca kendi evine giriyor.

Daima mağmum olan, öğle vakti, bize yabancı arkadaşlar, baştan aşağı silahlı süvariler geliyor; bunlar geçerken kalede biraz dinlenmek ve gölgelikte tütün içmek için durmuşlar. Bizi nezaketle selamlayarak yanı başımızda, taş kemerler altında oturdular. Siyah külahlı, siyah sakallı, dağların rüzgârıyla kavrulmuş karanlık Asurî çehreli, bu adamların uzun mavi libasları, bellerinin alt tarafı silahlık kemeriyle sıkılmış. Yabani hayvan tavırları var. Oturmak veya uzanmak için yanlarında gayet güzel halıları hayvanlarının kemeri altında bükülmüştü; yünü böyle dokuyan ve boyayanların Şirazlı kadınlar olduklarını söylediler, o çok yüksek ve bize bir hülya gibi görünen Şiraz’a şüphesiz yarın akşam kavuşacağız. Çok geçmeden kaylanların uyuşturucu dumanı bizi kaplıyor ve tepelerin sert ve saf havası içinde yükseliyor.

Avlunun ortasında, güneşin ziyaya gark ettiği boş murabbada devamlı kırlangıçlar uçuşup duruyor, onların ufak ve süratli gölgeleri toprağın beyazlığı üzerine binlerce hiyeroglif şekilleri çiziyor. Üst tarafımızda ise baş döndürücü tepelerle, taş kesilmiş geniş dalga, var ki, hâlâ harekette ve geçip kaçıyor gibi görünmektedir.

Saat dörtte yola çıkmalıydık; lakin Abbas nerede? Yakındaki kayalıklarda otlayan hayvanlarımızı aramaya gitmiş bir daha görünmemişti. Bunun üzerine adamların hepsi telaşla çeşitli istikametlerde, dağda onu aramaya çıkıyorlar; pek az sonra onların haykırmaları, uzun uzadıya bağrışmaları tepelerin alışılmış sükûnetini ihlal ediyor. Nihayet onu buluyorlar, bu sefer kaybolan Abbas’tı… Kaçan bir katırı uzaktan getiriyordu. Ancak dört buçukta hareket edebildik. Buşir valisinin emri gereğince yolda beraber almaya hakkım olan üç muhafız askeri istemiştim; lakin köyde asker olmadığından onların yerine civardaki üç çobanı kabul ettim. İşte onları getirmişler bana gösteriyorlar. Bunlar vahşi suratları, omuzlarına düşmüş saçları ile tam haydut tipiydiler; yamalı eski kumaşlardan kadim tarzda giysileri, çakmak taşlı ve üzerlerinde muskalar asılı uzun tüfekleri ve bellerinde birçok bıçak cinsinden silahları vardı.

Biz yıkıntılar üzerinden başımızı, gözümüzü sakınarak sıra ile yürüyoruz. Bir sürü manda da bizimle beraber gelmekte ısrar ediyor. Bunların boynuzları her an bize dokunuyor. Sahanın mutlak saflığı içinde en uzaktaki şeyler ayrı ayrı görünüyor; dağların ve uçurumların büyük kasırgası bize tamamen ayan oluyor ve gözlerimizin altında itaatkârca yayılıyor. Şurada burada arzı büyük dalgalanmaların, akşam güneşinde biraz pembe görünen büklümlerinde fevkalade güzel mavi su satıhları uyuyor ki bunlar göllerdir. Bunların hepsine hâkimiz. Gözlerimiz havada duran kartallarınki gibi sonsuzlukla doluyor; göğüslerimiz daha saf hava teneffüs etmek için genişliyor.

Gurup vaktine doğru tahminen beş yüz metre aşağı indiğimizden dağların duvarları arasında birdenbire önümüze otlu, geniş ve ufak bir deniz gibi düz bir vadi çıktı. Yeşil çimen orada siyah noktalarla kalburlanmış gibidir, sanki sinek bulutları gelip oraya düşmüştür. Bunlar göçebelerdi, sesleri bize kadar yükselmeye başlıyor.

Orada sayısız siyah çadırları, sayısız siyah öküzleri, mandaları ve siyah keçilerde binlercesi bir arada duruyor. Bunların arasından geçmeye mecburuz.

Bu ovayı güçlükle bir buçuk saatte geçebildik. Hayvanlarımızın ayakları yumuşak ve özlü toprağa gömülüyor. Ot kalın ve boldur; toprak, su birikintileri ve bataklıklarla ayrılmış; göçebeler bizim etrafımızı kuşatmaktan geri durmuyorlar. Kadınlar bizi seyretmek için toplanıyorlar. Gençler vahşi hayvanlara benzeyen atları üzerinde etrafımızda dolaşıyorlar. Her tarafı pek güzel kaplayan bu yeşil halı ne kadar zengin olsa da bu kadar sığıntı hayvanı beslemeye nasıl yetişebilecektir. Bunlar yalnız bu otla yaşıyor ve çeneleri devamlı onları çiğnemekle meşgul oluyor. Bu yeşilliği muhafaza eden bol ve gizli su, ince sazlar ve otlar içinde saklıdır ve ayağımızın altında sürekli parıldıyor.

Birdenbire katırlarımızdan birinin ön ayakları dizlerine kadar çamura batıyor. Hayvan yüküyle beraber yuvarlanıyor. O vakit bir sürü göçebe delikanlılar, siyah libaslarıyla ölen bir hayvan üzerine üşüşen kargalar gibi haykırarak atılıyorlar. Lakin bu bize yardım etmek içindir, hemen maharetle bağları çözüyorlar, düşmüş hayvanı yükünden kurtarıyorlar ve ayağa kaldırıyorlar. Ben bu adamlara büyük teşekkürler ettim ve gümüş paralar dağıttım. Almak istemiyorlardı. Kibirlerine dokunuyordu. Bunların fena ve yolda tehlikeli adamlar olduğunu kim iddia ediyordu?

Yeşil ve rutubetli ovanın nihayetine vardığımız vakit gece olmuştur. Burası geniş ve eğri bir kaya duvarının eteğinde idi. Orada kaynayarak bir dere akıyordu. Bunu geçmek için hayvanlarımız göğüslerine kadar suya girdiler.

Karşıda ufak bir köy, ağaçlı dağın tam altına sıkışmış idi. Köy taştandı ve mazgallı kulesi vardı. Bu müthiş kayaların altında birdenbire o kadar karanlık bastı ki eğer kırmızı renkte sevinç ateşleri, evleri, cami ve duvarları aydınlatmasaydı, hiçbir şey görmek kabil olmayacaktı. Bu ateşlerin etrafında kaval ve darbuka çalınıyor ve kadınların keskin sesleri de duyuluyor. Bir düğün vardı, büyük bir düğün…

Burada muhafızımızı değiştiriyoruz. Myan Kotal kartal yuvasından bizimle beraber gelen üç silâhlı çobanı bırakıp düğün halkından üç kişi aldık ki bunlar ata bininceye kadar hayli güçlük gösterdiler. Hareket ettiğimiz vakit büsbütün gece olmuştu. Karanlık bir orman içinde hiç olmazsa dört saatlik yolumuz var.

İşte soğuk, hakiki soğuk ki bunu evvelden düşünmemiştik ve hafif libaslarımızın altında ızdırap çekmeye başlıyoruz.

Yeni muhafızlarımızdan ikisi karanlıktan istifade ederek atlarını çeviriyor ve kayboluyorlar; bir tanesi bizimle kalıyor ve yanımda yürüyor. Şüphesiz konak yerine kadar beraber gelecektir. Bu orman korkunç ve haydut yatağıdır, adamlarımız konuşmuyor ve sık sık arkalarına bakıyorlar.

Cılız ve bükük ihtiyar ağaçlar, bu saat kapkara şekilleriyle kayalar arasında garip surette toplanıyorlar; yıldızların hafif ziyasında kül rengi toprakta beyazımsı belirsiz yolları takip ediyoruz: Bazı ağaçsız kötü yerler var ki ormanın içine tekrar girmeyi daha korkulu yapıyor; çukurlar, hendekler dolu. Çıkılıyor, iniliyor; her taraf saklanmaya ve tuzaklar kurmaya müsait…

Saat onda bir bekleme: Bize mensup olmayan süvariler arkamızdan koşuyor ve bizi takip ediyorlarmış gibi yaklaşıyorlar. Duruyoruz ve silaha davranıyoruz. Sonra sesten tanışıyoruz. Bunlar dün akşam bizi refakatlerine alan aynı yolcular. Bütün gün niçin kaybolmuşlardı ve şimdi nereden çıkıyorlardı? Bununla beraber dünkü gibi birlikte seyahat etmeyi kabul ediyoruz.

Gece yarısına doğru ormandan çıkıyor ve bir kıra giriyoruz ki ucu bucağı görünmüyor; şiddetli bir kış rüzgârı esiyor. Toprak üzerine yayılmış pek beyaz şeyler var: Masa taşları mı, kefen bezleri mi, nedir?

На страницу:
3 из 4