bannerbanner
İsfahan'a Doğru
İsfahan'a Doğru

Полная версия

İsfahan'a Doğru

Язык: tr
Год издания: 2023
Добавлена:
Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4

Bir saat, iki saat, üç saat başımızın üstünde göğün yarısını dolduran bu cesim kayanın altında sürünüyoruz; o, beyaz taşlı ovaların önünde kırmızımtırak esmer rengiyle dikiliyor; çıkardığı kükürt ve kokmuş yumurta kokusu duvarın iri yarıkları ve arzın damarlarına kadar nüfuz ettikleri zannolunan açık deliklerinin önünden geçilirken tahammül edilmez dereceye geliyor. Bizim fakir kervanımızın ayak sesleri ve katırcılarımızın uzun uzadıya haykırışlarının kaybolduğu, söndüğü sonsuz bir sükûnet içinde bitişik durumda sürünüyoruz. Bu renksiz çölün hendeklerini, uçurumlarını geçiyoruz. Şurada burada birtakım siyah şekiller görünüyor ki ay bunların gölgelerini kayaların beyazlığı üzerine aksettiriyor; sanki insanlar ve hayvanlar bir araya toplanmış bizi gözetliyorlar. Hâlbuki bunlar çalılıktan ve yaklaşıldığı vakit, bükülmüş ve kıvrılmış ufak ağaçlardan başka bir şey değil. Her tarafta mangallar varmış gibi sıcak… İnsan nefes alamıyor ve susuzluk hissediyor.

Ara sıra cehennemi duvarın kayaları içinde sular aktığı işitiliyor. Hakikaten oradan seller fışkırıyor ki bunları geçmek için geçit yeri aramak lazım; lakin ayın ziyası altında beyazımsı görünen bu suda teneffüs edilemeyecek bir kükürt kokusu var. Bu dağlarda büyük ve zengin madenler olacak ki henüz bilinmiyor ve işletilmiyor.

Ekseriya özlenen yerin hurmalıkları görünüyor gibi tahayyül edilir ve nihayet uzanıp yatmak ve su içmek kabil olacağı sanılır. Lakin hayır; gene o mağmum çalılıktan başka bir şey değil. Artık kuvvet tükenir, yürürken uyunur, bir şey gözetmeye takat kalmamıştır. Hayvanların insiyakına ve tesadüfe nefis terk edilir…

Fakat hiç olmazsa bu sefer aldanmıyoruz. Bu sefer hakiki alana geldik. Bu koyu kütleler hurmalıklardan ve dört köşe ufak beyazlıklar köyün evlerinden başka bir şey olamaz ve henüz uzaktaki bu şeylerin gerçeğini teyit için işte bizim kokumuzu alan bekçi köpeklerin haykırmaları, işte sabahın üçünde büyük sükûnet içinde horozların bizi karşılayan berrak ötüşleri…

Biraz sonra güzel hurma ağaçlarının arasında köyün küçük yollarındayız. Nihayet önümüzde kervansarayın ağır kapısı açılıyor sanki nefis bir sığınakmış gibi karmakarışık içerisine dalıyoruz.

Perşembe, 19 Nisan

Uyanık mıyım, uyuyor muyum, iyi bilmiyorum… Bir zamandan beri tayin edemediğim tesir altında yanı başımda öten ve uçuşan kuşların arasında olduğumu hissediyorum. Bunlar bana o kadar yakın geçiyorlar ki tüylerinin rüzgârını duyuyorum. Vakıa alçak tavanın kirişleri arasındaki yuvaları yavrularıyla dolu olan bu kırlangıç kuşlarına elimi uzatsam hemen hemen dokunacağım.

Ne camları ne ne kapanacak kapakları olan pencerelerimden neşeli sesleriyle girip çıkıyorlar; güneş doğuyor ve şimdi hatırlıyorum ki, Daliki köyündeyim. Kervansarayın en itibarlı ufak odasını işgal ediyorum. Dün akşam beni bu ufak meskene harici bir merdivenle çıkardılar. İçi boş idi. Kireçle badanalanmış toprak duvarlardan başka bir şey yoktu. Orada Acem hizmetkârlarım Yusuf ile Yakup yataklarımızı kurmak, halılarımızı yaymakla uğraşıyorlardı. Ben de Fransız uşağımla beraber uykusuzluktan harap bir hâlde ve hararetle bir ibrik su içerek bekliyorduk.

Burada sıcak o müthiş körfez sahili kadar ağır değil. Ve parlak bir güzel hava var. Benim odam köyde zemin katında olmayan yegâne odadır ve etrafa oldukça nezareti vardır. Dört tane ufak penceresiyle dört taraftan rüzgâra açıktır. Sabahın keten mavisi renginde göğü altında yeşil ve taze hurma ağaçlarının ortasında bulunuyorum. Gökyüzüne beyaz pamuk gibi pek hafif bulutlar serpilmiş. Bir tarafta karanlık ve gayet geniş bir şey, esmer ve kırmızı bir şey o kadar yükseliyor ki onun nihayetini görmek için başı dışarıya çıkarmak ve havaya bakmak iktiza ediyor: İran’ın büyük dağ silsilesi ki orada pek yakında ve hemen yıkılacak gibi duruyor.

Diğer tarafta, uzakta görünen biraz çöl ile bütün hurma ağaçlarının birbirine benzeyen ince sakları arasında köy… Horozlar kırlangıçlarla beraber ötüyorlar. Kerpiçten yapılmış evlerin kubbeli kapıları vardır ki saf Arap resmindedir ve damları düz ve taraça şeklindedir. Üzerlerinde tarlalardaki gibi ot bitiyor. Yörenin genç kızları açık havada tuvaletlerini yapmak için örtünmeden evlerinin önüne çıkıyor, bir taş üzerine oturuyorlar ve siyah saçlarını taramaya başlıyorlar. Dokumacıların tezgâhlarının gürültüsü işitiliyor.

Yer çok işlek ve şimdi her gece yollarda yavaş yavaş yürüyen yük kervanlarının geleceği saat olduğundan işte her taraftan kervansaraya doğru acele ile gelen katırların çıngırakları, ince ve esmer kafaları üzerine pek arkaya doğru konmuş yüksek siyah Acem külahlarıyla kuvvetli ve neşeli katırcıların haykırmaları işitilmeye başlıyor.

Öğleüstü kervanbaşımla aramızda uzun münakaşa, Buşir’de iken haritaya bakarak bu akşamki konak menzilinde durmayıp yola devama karar vermiştim. O reddetmişti, hiddetlenmiş ve mukaveleyi imzalamadan gitmeye davranırken tehdidim üzerine kalmıştı. Bugün yolların hâli karşısında onun iptida ısrar ettiği gibi yalnız altı saat yürümeyi ve Konor-Takte köyünde gece kalmayı tercih ediyorum. Şimdi de o istemiyor.

Mamafih, sabrım tükenerek: “Bu böyle olacak, çünkü ben istiyorum, münakaşa bitti.” dediğim vakit birdenbire güzel çehresi yumuşadı. Gülümseyerek, “Mademki ben istiyorum diyorsun, ben de o hâlde öyle olsun, demekten başka bir şey söylemeyeceğim.” dedi.

O sırf sohbet etmek, vakit geçirmek için mübahase ediyordu, başka bir şey değil.

Akşamın altısı… Buranın hâkimi tarafından verilen üç yeni muhafız süvarim geldi; güzel çiçekli pamuk esvapları ve ellerinde pek eski zamanın tüfekleri var. Azimetimizden beri ilk defa kervanım gündüz ve güneşin son kırmızı şuaları henüz meydanda iken toplanıyor ve rahatça yöreden çıkıyoruz. Orada yüksek hurma ağaçları altında, berrak dereler kenarında hemen hepsi güzel birçok kadınlar çocuklarıyla beraber oturmuş akşam garipliğinde vakit geçiriyorlar.

Derhâl kum ve taş beyabanları başlıyor. Nihayet bu gece varacağımız uzun Şeddi İran göz görebildiğine, ufkumuzun nihayetine doğru uzanıyor; sanki onu mübalağalı renklerle istedikleri gibi boyamışlar… Portakal sarısı ile yeşilimtırak sarı birbirine garip çizgilerle ve güneşin korkunç ve imkânsız dereceye varan esmer kırmızı renklerde karışıyor, uzaklarda bu renkler hale olarak parlak menekşeye, piskopos libası rengine dönüyor. İran’ın bu muazzam siperi dün geceki gibi kükürt ve fırın kokuyor. Hayata zararlı maddeler ve zehirli tuzlarla dolu olduğu tesirini veriyor.

Zehirli şeylerin renklerini alıyor ve korku verecek şekiller arz ediyor. Bir de arkada korkunç bir zeminden ayrılıyor. Çünkü göğün yarısı siyah, bir tufan veya felaket siyahı… Gene sahte boralardan biri ki bu diyarda her şeyi mahvetmek ister gibi görünür, fakat bir damla su akıtmaksızın, bilinmez nasıl olur, kaybolur. Hakikat, bizim iklimleri asla terk etmemiş biri, evvelce hazırlanmadan buraya getirilse, böyle azametli ve şiddetli manzaralar karşısında ne olduğu bilinmeyen bir şeyin helecan ve ızdırabından, artık yer yüzünde olmadığı hissinden veyahut dünyanın sonu geldiği dehşet ve korkusundan kendini kurtaramaz..

İki günden beri içinde yürüdüğümüz eğri büğrü çöl şimdi tepemizden bakan bu dağların eteğine kadar bir yokuş takip ediyor. Bulunduğumuz noktadan çölün beyaz renkte yayılması bize nazaran zaten yukarıdan aşağıya doğrudur. Korkunç gök üzerinde soluk rengiyle çöl sonsuz uzanıyor ve uzaktaki iki üç vaha onun üzerinde çok yeşil, Çin sulu boya resimlerindeki gibiçiğ yeşil renkli lekeler bırakıyor. Ne kadar harap olursa olsun veda edeceğimiz bu çöl önümüzde dikilen ve kara bulutlar altında kendilerine nüfuz edilmesini istemez gibi tehdit karışık ve hafi esrarı havi duran bu kayalara nispetle bize daha kolay ve daha garip bir şekilde iyi görünüyor!

Kan rengindeki güneş kursunun ovaların ufku arkasında kaybolduğu saatte birdenbire önümüzde, Şeddi İran’ın iki, üç yüz metre yüksekliğinde amudî duvarları arasında bir büyük yarık açılıyor.

Oraya giriyoruz. Ansızın üzerimize eğilmiş kayalardan bir akşam karanlığı düşüyor, sanki birdenbire bir örtüye sarılmış gibiyiz. Sessizlik ve çınlama kükürt kokusu ile beraber artıyor. Ve önce görülmeyen yıldızlar, fırtına bulutlarının henüz erişmediği yüksek aydınlığından sanki hep birden yanmış ve bir kuyunun dibinden görülüyormuş gibi derhâl zuhur ediyor.

Gece oluncaya kadar bir saat müddet bin zahmetle, bu dehşetler memleketinde ve taşlar kasırgasında ilerliyoruz, daima aynı yarığı ve dağın derin kanatlarında dolaşık ve nihayetsiz bir geçit gibi açılmakta devam eden aynı uçurumu takip ediyoruz. Hendekler ve yığıntılar var; dik yokuşlar, sonra birdenbire uçurumlu ve dönerek inişler… Bütün bunların ortasında asırlardan beri kervanlar geçerek belirsiz yollar kazmış ki hayvanlarımız karanlığa rağmen izini kaybetmiyorlar. Ara sıra isimler çağrılıyor ve Daliki süvarileri ve biz de dâhil olarak mevcutlar sayılıyor. Sıralar sıkıştırılıyor ve nefes almak için duruluyor.

Etrafın karanlığı içinde yer altından suların gürültüsü, sellerin gürlemesi ve şelalelerin düştüğü işitiliyor.

Her taraftan sıcak taş yığınları ile çevresi kuşatılmış bu boğazlarda bir hamam, bir fırın havası var, kükürt madenlerinin kokusunu teneffüs ederek bazen boğulanlar oluyor. Daha tehlikeli geçitler var ki orada granit safhalarından masa biçiminde yarı gömülü taşlar sıralanmış ve aralarında kalan dar ve derin çukurlara bir katırın ayağı kazara girecek olursa, tuzağa tutulmuş gibi kalıyor. İşte bunların üstünden karanlıkta geçmek lazım. Ağır bir dere boyunca beyazımsı toprak üzerinde yürümek için bir saat istirahat… Uğursuz dere ki ne ağaç biliyor, ne saz ne ne çiçek… O ancak, gizli ve lanetli gibi sürünüyor, o kadar derin ki güneş asla oraya inmiyor. O bu saatte yüksek siyah tepelerin baş aşağı görünen hayalleri arasında dar bir gök parçası ve birkaç yıldız aksediyor.

Ve şimdi işte önümüzde geçit kapanıyor, işte vadi üç dört yüz metre yüksekliğinde amudî bir duvarla bize tamamıyla kapanmış…

Haydi bakalım, muhakkak yolumuzu şaşırmışız. Geldiğimiz gibi dönmekten başka çare yok. Benim kervanbaşım şüphesiz deli olmuş ki oraya tırmanmak istiyor ve atını ancak keçilerin çıkabileceği bir nevi merdivene sürüyor ve bunun yol olduğunu iddia ediyor!

Burada benim üç süvari muhafızım kemali nezaketle selamlayarak benden izin aldılar. Daha uzağa gidemezlermiş, çünkü onların yerlerinin hududu burada bitiyormuş. Dünküler gibi bunların da beni bırakacaklarından şüphe ediyordum. Tehdit veya vaat hiç fayda etmiyor. Onlar bizi bırakarak dönüyorlar.

Vakıa hatır ve hayale gelmeyen bu merdiven bizim yolumuz imiş: buna inanmak lazım. Çünkü herkes böyle söylüyor. Tepeye ve o yaklaşması imkânsız ve esrarengiz Şiraz’a yalnız bu yol varmış, daha üç gece mütemadi yürüyüşten sonra nihayet tepelerin serin ve sıhhi havası içinde belki dinlenebileceğiz. İşte Basra Körfezi’nden İsfahan’a giden büyük cadde!

Seyahatler ve yollar hakkında biz Avrupalıların fikrinde bulunan aklıselim sahibi bir adama bir kaç at ve katırdan mürekkep bu küçük kafilenin böyle muazzam bir dağın dik duvarına asılmak ve tırmanmak teşebbüsünde bulunduğu gösterilecek olsa Sabbat için Brocken’e doğru yapılan hayali bir hücuma şahit olduğunu zannedecektir.

Kemikleri kıran bu çıkış ve tırmanış iki meşakkatli saatten ziyade sürdü. Yalnız eyerde tutunabilmek için mütemadiyen jimnastik yapmak lazım ve bir de sevki tabii ve ihtiyat cihetleri fevkalade olan hayvanlarımız devamlı ayakta; ön ayaklarıyla karanlıkta araştırıyorlar, başlarından yukarı yokluyorlar. Sanki pençeleri varmış gibi asılmak için bir çıkıntı arıyorlar ve sonra bir yele hareketiyle kendilerini çekiyorlar. Ve böylece her dakika, bizi kazılan uçurumun üstünde daha ziyade yükseltiyor. Takip ettiğimiz dar yollar pek kısa dolambaçlı ve sert dönüşlü, olduklarından birimiz doğrudan doğruya ötekilerin üstünde ve hepimiz yalçın duvara yaslanmış bulunuyoruz. Şayet öndekilerden biri kurtulup da uçuruma düşecek olsa ötekilerini de beraber sürükleyecek ve bu suretle birçoğu birlikte düşecekler.

Ayaklarımızın altından kopan ve aşağıdaki boşluk ne kadar ziyade derin ise o nispette uzun çığlar ve şelaleler şeklinde inen bütün bu çakıllar; taşları yırtan, kayan ve tekrar tutunan bütün bu demirli kunduralar umumi sükûnetler arasında büyük gürültü yapıyorlar. Eğer bu memlekette pusuya yatmış haydutlar varsa bizi çok uzaktan işitmiş olacaklar. Hayatı bana emniyet edilmiş olan Fransız hizmetkârımı hiç olmazsa önümde gördükçe atıyla beraber arkamda, aşağıdaki vadilere yuvarlanmadığından emin olmak için öne geçirdim. Bazen bir yük katırı sallanıyor ve düşüyor, o vakit adamlarımız büyük telaşla kaçışın diye haykırıyorlar: Eğer bayırda yuvarlanırken arkasındakileri de beraber götürürse o vakit çiğ bizden ve katırlarımızdan ve bütün hayvanlarımızdan teşekkül edecek.

Bu yollar asırlarca müddet gece kervanları tarafından kazılmıştır ve izlerinden ayrılmak caiz değildir; bunlar o kadar dar ki iki taraftan sizi sıkıştıran ve dizlerinizi bereleyen kayalar arasında mahsur kalınmış gibidir. Bu müthiş merdivenin en ufak bir kenarı bile yoktur. O vakit bakmamak daha iyidir. Çünkü karanlık uçurumlar hemen ayaklarımızın dibinde açılıyorlar. Bu uçurumların dibi şimdi o kadar uzaktır ki tam boşIuk denebilir. Biz çıktıkça manzaralar yıldızların değişken ziyalarıyla şekillerini kaybediyorlar, değişiyorlar. Kenarları çökmüş geniş sırıklar, büsbütün eğilmiş ve geceleyin her an düşmek tehlikesi gösteren kayalar var. Zaman zaman ağır ve yakıcı havayı bir leş kokusu dolduruyor ve yerde bir ceset yolu kapıyor, evvelki kervanın atı veya katırı ki beli kırıldığından orada kalmış ve kokmuştur. Ya onu atlayıp geçmeli veya tehlikeli bir dolaşma yapmalı.

İki saat eziyet çektikten sonra nihayet şark tarafında gökte bir aydınlık başladı, Allah’a şükür, ay doğacak ve bizi bu zulmetlerden kurtaracak.

Ve birdenbire kendimizi yukarıda bularak kurtuluşumuzu ve ansızın serbest ve emin bir toprak üzerinde kavuşulan büyük sükûneti nasıl anlatmalı! Baş döndürücü uçurumlara düşmek tehlikesinden kurtulmak ve aynı zamanda kayalık vadilerin bunaltıcı havasından çıkarak nefis bir serinlikte daha saf bir hava teneffüs etmek! Ovadayız, bin iki yüz metre irtifada bir ova ve aşağıdaki çöl yerine şimdi çiçek açmış kırlar, buğday tarlaları ve iyi kokan otlar var. Yükselen ay bize her yerde haşhaş ve papatya çiçekleri gösteriyor. Geniş yollarla yumuşak toprak ve çimenler üzerinde bir sürü ateş böcekleriyle rahatça gidiliyor. Sanki yakmayan kıvılcımlar arasından geçiliyor.

Biz burada birinci katta, İran’ın birinci taraçasındayız. Ve ne vakit ileride göğe karşı göğüs veren ikinci Cibal dağlarını aşarsak nihayet Asya’nın yüksek yaylalarına varmış olacağız. Zaten o korkunç merdivenin inilmeyeceğini düşünmek bile bir tesellidir. Çünkü avdetimiz şimalin daha işlek yollarından Tahran ve Bahri Hazer yoluyla olacaktır.

Bizim önümüzde küçük büyük katır çıngırakları sesleri var: Aksi istikamete giden başka bir kervan ile karşılaşacağız. Konuşmak ve ayın güzel ziyası altında tanışmak için duruyoruz; ve gelen bu yeni kervanbaşı benimkini kendi ismiyle çağırıyor ve sevinçle “Abbasi!” diye haykırıyor.

O vakit iki adam kucaklaşıyor ve çok zaman öyle kalıyorlar: Bunlar ikiz kardeşlermiş ki hayatlarını yollarda kervan sürmekle geçirirlermiş ve çok zamandan beri birbirine tesadüf etmemişler.

Bu kadar yorgunluktan sonra şimdiki düzenli hâl ve tam emniyet bizi dayanılmayacak surette uykuya sevk ediyor, hakikaten atlarımızın üzerinde uyuyoruz…

Sabahın ikisi, kervanbaşım bu gece konak yeri olan Konor Takte’ye geldiğimizi haber verdi.

Bir hurma ormanı içinde sağlam bir köy; bizim önümüzde açılan kervansaray kapıları, biz içeri girdikten sonra kapanıyor: Bütün bunlar gayrimuayyen surette ve rüyada gibi görünüyor… Ve sonra hiçbir şey; kendini kaybediş ve istirahat…

Perşembe, 20 Nisan

Konor-Takte kervansarayının beyaz kireç badanalı odasında uyandım. Bir ocak bizim ezelî sıcaklar memleketinden çıkıp kışı olan iklimlere girdiğimizi bildiriyor. Tavanda birçok küçük pembe kertenkeleler uyuyor gibi hareketsiz duruyor. Diğerleri zararsız ve emin bir hâlde yorganlarımızın üzerinde dolaşıyor. Dışarıda kırlangıçların bizim memleketlerde yavru yaptıkları mevsimde olduğu gibi neşe ile haykırdıkları işitiliyor. Pencerelerden bahçelerimizin ufak ağaçları, zakkumlar, çiçek açmış narlar ve yetişmiş buğdaylar ve bizdeki gibi tarlalar görülüyor. Ne boğucu ağırlıklardan ne de sıtmanın pis havası ve fena sineklerden eser var; o uğursuz körfezden kurtulunduğu duyulur, bizde kırda ilkbaharın güzel sabahlarında olduğu gibi teneffüs ediliyor.

Gündüzün bir kısmını uyku ile geçirdikten sonra akşamın beşinde hareket ediyoruz. Bu çoban yaylasını geçmek için bir saat kadar lazım oldu. Orada hasat olmuş buğdaylar sararmış, kadın erkek ellerinde gelincik çiçekleri, aslanağızları gibi bin metre yükseklikte birdenbire tesadüf olunan bütün Fransa çiçekleri arasında ot kesiyorlar. Bu cennet levhasına zemin olarak Şeddi İran’ın ikinci katı düşey vaziyette dikili duruyor. Bir nevi yüksek ve karanlık duvar, bir siper ki bu gece zapt için ona doğru ilerliyoruz.

Kırmızı ve sarı renkli kayalar arasında bir cehennem kapısına benzeyen dar bir yarıktan bu yeni şeddin kalınlığı içine daldığımız vakit güneş batmaya başlamıştı. Birdenbire etrafımızda düşman bir âlem, korkunç bir muhit bulduk ki orada hiçbir ağaç yok. Fakat her yanda etrafı keskin, açık sarı veya esmer kırmızı renkte büyük taşlar yükseliyor. Bir dere, bu dehşet mıntakasından kaynayarak geçiyor. Bulanık ve tuzlu suyu madenî yeşil lekeleri içeriyor… Sanki bir bakır eriğiyle sabun köpüğü akıyor. Burada madenî âlemin esrarına nüfuz etmiş olmak ve uzvî bayatı hazırlayan ve ona öncelik arz eden gizli teşkilatı elde etmek arzusu duyuluyor.

Güneşin batmış olacağı bir saatte bu zehirli dere boyunca yürüdüğümüz sırada işte berbat bir köy, daha doğrusu bir kaya ve kara kulübeler yığını… Etrafında ne bir ot, ne bir yeşil yosun görülüyor. Oradan çıkan kadınlar bizi seyretmek için alaycı ve saldırgan bir tavırla başlarında saçlarını saklayan koyu renkli bir örtü ile ilerliyorlar. Bunların hepsi çok güzel ve gözleri çok boyalı…

Vahanın güzel orakçı kadınlarından daha esmer ve daha başka bir tipte, ilk tesadüf ettiğimiz bu göçebeler İran’ın cenubunda yüksek yaylalar üzerinde binlerce yıldır yaşarlar. Bunlar hükûmete muti değillerdir ve hırsızlıkla geçinirler. Civardaki köyleri ve bazen sağlam şehirleri silahla kuşatarak onları fidyeye bağlarlar.

Sürülerin dönme zamanı… Bunlar her taraftan ağıllarına doğru koşuyorlar. Şüphesiz meralar bulunan daha yüksek yerlerden iniyorlar. Büyük kayaların çeşitli yarıklarından takım takım öküz ve keçilerin baş aşağı kara dereler gibi aktıklarını görüyoruz. Göçebelerin bu hayvanları fakir kulübelerinin damları ve kadınlarının esvabı gibi umumiyetle siyahtır. Onlarla beraber gelen çobanlar da iri, yabani ve mağrur adamlardır. Değnekten başka omuzlarında bir tüfek, kuşaklarında kılıç ve bıçak taşıyorlar. Gurup vakti bu çirkin dere boyunca pek dar ve pek eğri bir vadide bütün bu adamlara ve hayvanlara tesadüf ediyoruz. Bu karşılaşma bizim kervanı bir an karıştırıyor ve yük katırlarından birine bir öküz boynuzuyla çarparak yüküyle beraber onu yere seriyor.

Gece, dünkünden daha müthiş daha tehlikeli bir karışıklık içinde kalıyoruz. Çünkü bu öyle bir karışıklık ki çözülüyor, bozuluyor, her yerde yeni yığınlar, taze yarıklar var. Bazen dün yerinden kopup da düşerken ilişmiş gibi görülen koca kayalar başımızın üzerinde eğilmiş duruyorlar. O vakit kervanbaşı, bir laf söylemeden, parmağının ucunu kaldırarak işaret ediyor ve bu tehlikeler altında zaruri bir sükûnet muhafaza ederek daha yavaşça geçiyoruz.

Derelerin, şelalelerin mecrasını takip ederek yükseliyoruz. Bunlar zaman ile kendilerine bir yatak kazmışlar yahut kervanların bıraktıkları ufak izlerden istifade etmişler; her vakit geçtikçe artan karanlık içinde hayvanlarımızın gürültülü ayakları altında su çırpıntılarını işitiyoruz ve kurbağaların sert haykırışları yer yer aksediyor. Yan yana gitmekte bir fayda olmuyor. Dev gibi kayalar arasında birbirimizi devamlı kaybediyoruz.

Gök yıldızlarla dolu… Fakat hususiyle Zühre hayrete mucip surette parlıyor ve bizi biraz aydınlatıyor. Gece yarısında çok yükseğe çıktık, eğilen ve cam gibi kayan belirsiz yol nişanelerinde uçurumların üstünde, kenarında ve hizasında yürüyoruz.

Nihayet işte bir dağın eteğine geldik ki evvelki gibi dik, aynı basamaklı ufak ve korkunç döner merdivenler, beygirlerimiz bütün ayağa kalkarak keçiler gibi tırmanıyorlar, gene bir saatten ziyade bu baş döndürücü tırmanmaya başlamak lazım, ölmüş katırların bu duvar boyunca dizilmiş leşlerinden çıkan iğrenç koku içinde bu hücum inanılmayacak bir şey…

Dünkü gibi kendimizi birdenbire tepede bulup sevindik. Birdenbire topraklı ve çimenli bir ovaya kavuşmak sevinci, evvelki konak yerinden altı yüz metre kadar daha yükseğe çıkmışız. Hareketimizden beri ilk defa hakiki bir serinlik duyduk. Lezzetle dinleniyoruz.

Lakin bu akşamki ova önümüzde görünen dağların üçüncü katının eteğinde uzun bir taraçadan başka bir şey değil. Bir nevi balkon ki ancak yarım fersah derinliği var denilebilir; arzı bazı hadiselerden husule gelmiş eski yarıklar hesapsız asırlar devamınca çürümüş, bitkiler ve kıraç topraklar ile dolarak havaî bir cennet olmuş, dünyanın artan kısımlarından ayrı ufak bir Arcadi yaylası… Haşhaş tarlalarından geçiyoruz ki çiçekleri beyaz ipekten büyük kâselere benziyor. Sonra buğday tarlaları geliyor. Aşağıdakileri daha henüz yetişmemiş. Gündüz ne güzel bir yeşillik olacaktır.

Rahatça bir saat yürüdükten sonra ağaçlar arasında ışıklar görünüyor ve uzakta bekçi köpekler havlamaya başlıyor: Burası Konorice’dir. Geceyi geçireceğimiz köy… Biraz sonra etrafını gölgelendiren güzel hurma ağaçları, ufak cami, bütün beyaz taraçaları fark ediliyor ki yıldızların ziyası bunları mavimsi yapıyor. Köyde bir gece eğlentisi olmalı. Çünkü darbuka ve zurna sesleri ve ara sıra kadınların sevinç haykırışları işitiliyor. Cezayir’deki Arap kadınlarının sesi gibi sert ve keskin…

Gece yarısı birdenbire yüksek hurma ağaçları altında bastığımız bu pek ücra, eski ve saf musikileriyle dolmuş küçük köyü Şark’ın ve mazinin nasıl bir sihir ve letafet ile çevirmiş olduğunu tarif edemem. Lakin benim uşağım ki mecazdan anlamaz ve kelimeleri yalnız hakiki manalarında kullanır bir gemicidir, korkarak kendi meftuniyetini bana şu sade tabirlerle ifade ediyor: “Bu köyde bir hâl var… Sihirli bir hâl!”

Cuma, 21 Nisan

Doğan güneşin parlak ziyalarına karşı kırlangıçların, serçelerin ve çayır kuşlarının çılgın konseri var. Gök ve uzaklar tamamen berrak, köyde ve tarlalarda cennet gibi bir sükûnet… Burada bin beş yüz veya bin sekiz yüz metre yüksekliğinde, o kadar saf bir hava içindeyiz ki insan hayata ve gençliğe tekrar kavuştuğunu hissediyor ve böyle bir havada uyanmak ve çıkmak bir zevktir.

Katırcılarımızın hayvanlarımızla beraber yattıkları kerpiçten hücrelerin üstünde bulunan yegâne bir odada -tabii toprak duvarlar arasında- uyuduk. Kervansarayın bir çayır gibi otla kapanmış çatısı bu sabah bize bir gezinti mahalli oluyor. Yanımızdaki taraçada da otlar aynı suretle bitmiş ve orada insanlar sabah namazı kılıyorlar. Belleri sıkı uzun libasları ve havalanan cepkenleri ve taç gibi külahlarıyla mütevazı kıyafetlerinde eski kralların eşkâli var. Kalın duvarlı ve kemerli kapılı eski evlerin öte tarafında mahdut ve sakin ovanın develeri, uzun yeşil buğday ekinleri ve arada beyaz mermer lekeleri bırakan bazı haşhaş tarlaları ve her vakit İran’ın bu Cibal dağları ki biz çıktıkça göğe yükseliyor gibi görünüyor ve her defasında önümüze yeni bir tabaka arz ediyor.

Bütün gece yürüyerek Şiraz’dan inen veya bizim gibi Buşir limanından çıkan kervanlar geliyorlar; muhtelif cihetten katırların çıngırak sesleri kuşların şarkılarına karışıyor. Çobanlar dağa doğru karakeçi sürülerini götürüyorlar. Köyün yollarında ince yapılı ve bıyıklı süvariler çakmak taşıyla ateş alan uzun eski tüfekleriyle dörtnala koşuyorlar. Burada hayat eski zamanlardaki gibidir. Evvela yakıcı çöllerin, sonra iki üç kat uçurumların ve vahşi dağların muhafaza ettiği bu küçük ve tenhalıklar ortasında kaybolmuş köy mesut bir hareketsizlik muhafaza etmiştir.

Oh! Bunun rahatı! Hele yakında terk ettiğimiz Hindistan, büyük sanat işleriyle kutsallarına tecavüz ve nesi varsa yağma edilmiş zavallı Hindistan ile aralarındaki tezat! Birinde mutlak istirahat ve sükûnet, ötekinde fabrikalar ve demir işlerinin uğursuz sirayeti yüzünden şehirlerin halkı hâki rengi esvap ve mantarlı kasket giyen o hırçın Garp efendilerinin kırbaç darbesi altında koşuyor ve eziliyorlar.

Akşamın saat beşine mahsus güzel bir aydınlıkta bu sihir ve letafet memleketini terk ediyoruz ve arkadaki dağlığa doğru ilerliyoruz. Sanki her taraftan kapalı olan sakin ve şairane yaylayı geçiyoruz.

Bizi daha yüksek bir kata çıkaracak olan boğazların içine girdiğimiz anda güneş artık bizim için batmıştır. Lakin etraftaki tepeler, pek güzel bir pembe renktedirler. Ve orada bu geçidi muhafaza etmek için duvarları mazgallı eski bir kale vardır ki kulelerinin üstünde uzun Acem esvaplı nöbetçiler de Haçlılar zamanına ait bir levhayı andırıyor. Bu seferki yürüyüş evvelki gecelerden daha az korkunçtur; ağaçlar, otlar ve çiçeklerle bezenmiş duvarlar arasında yolumuz yokuş çıkıyor, fakat ne dik ne ne tehlikeli…

На страницу:
2 из 4