
Полная версия
Sultanlığın Sonu
“Oriste!” dedi.
Prens Zırtaf, asil arkadaşlarının hepsini kendi önünden geçirdi. Salonuna götürdü. İhtişama, mobilyaların zenginliğine hepsi şaşıyordu. Duvarlarda kıymetli, açık saçık resimler asılıydı. Köşelerdeki sehpalarda beyaz mermerden heykeller parlıyor, nefis vazoların içindeki taze çiçek kokularına, sanki ağır bir tütün kokusu karışıyordu. Ortadaki masa salona göre biraz büyüktü. Üzerinde ağır neftî çuhadan bir örtü vardı. Kumaş koltuklara oturdular.
Prens Zırtaf:
“Evimde ulvi bir vesile için toplandığımıza çok memnunum.” dedi, “Tüm içtimalarımız için bütün apartmanım, uşaklarım, kendim emrinize tabiyim.”
“Teşekkür ederiz.”
“Ben size teşekkür etmeliyim. Çünkü ilk içtimayı benim evimde yapma şerefini… Bana… Müşerref olmak… Çünkü…”
“Teşekkür ederiz.”
“Bin teşekkür…”
“Mersi.”
“Asaletiniz....”
Zırtaf, cümlesinin nihayetini getiremedi.
Prens Eternel: “Vakit nakittir.” diye söze başladı, “Şimdi boş durmayalım. Biliyorsunuz ki maksadımız, pek alidir. Kendi asaletimizle beraber köşede bucakta kalmış asaletleri de meydana çıkaracağız. Onlara evvela unvanlarını vereceğiz. Sonra haklarını aramaya, bulmaya çalışacağız.”
“Haydi çalışmaya başlayalım.”
“Evet.”
“Haydi.”
“Hemen…”
Prens Eternel:
“Acelemiz teşekküre şayandır. Fakat evvela bir reis intihap etmeliyiz ki müzakerelerimiz muntazam olsun.” dedi.
“Evet.”
“Evet.”
“Rey-i hafi ile mi?”
Marki Nermin:
“En iyisi kura ile.” dedi. “Vakıa içimizde en asil, en eski aileye mensup sizsiniz, azizim Prens Eternel, bu teklifimi kabul buyurursanız, asaletinizden daha büyük bir tevazu fazileti göstermiş olacaksınız.”
“Hayhay… Kabul ederim.”
Teşekkürler, takdirler, hayretlerden sonra, Prens Zırtaf kâğıt kalem istemek için uşağını çağırdı. Bir elektrik düğmesine bastı. Hemen açılan kapıdan deminki alkolik ihtiyar uşağın girdiği görüldü. Elindeki iki üç deste açılmamış oyun kâğıdıyla büyük fış kutusunu, abanozdan bir para küreğini masanın üzerine bıraktı.
Prens Zırtaf:
“Götür bunları.” dedi, “Şimdi oynamayacağız, çabuk kâğıt kalem getir.”
Kumar alatını geri götüren uşak birkaç dakika sonra kâğıt kalem getirdi. Zırtaf prenslerin, markilerin isimlerini yazdı. Kâğıt parçalarını bir mendile koydular. Tam çekecekleri zaman dışarıda bir gürültü oldu. Efruz yan gözle ev sahibine baktı. Zırtaf sapsarı kesilmişti, ayağa kalktı:
“Ne var?”
“Hiç…”
“Bu gürültü…”
“Uşak bir şey devirmiş olmalı…”
“Fakat…”
“Bu sesler…”
…
Zırtaf’ın çıkmak için yürüdüğü kapı birdenbire açıldı. İki iri adam bir anda göründü. Ellerinde revolverler vardı:
“Ellerinizi yukarı kaldırın!”
Prens Efruz dö Kızıl’ın aklından binbir ihtimal bir anda geçti. Acaba asalet teşkilatı yapacaklarını haber alan demokratlar, hayatlarına karşı bir suikast mı tertip etmişlerdi? Zırtaf uçacakmış gibi, zayıf kollarını havaya kaldırmıştı. Arkadaşları da şaşırmışlar, onu taklit etmişlerdi. Efruz Bey soğukkanlılığını kaybetmiyordu. Fakat ah, keşke revolveri yanında olsaydı… O da ekseriyete uydu. Pantolonunun cebinden çıkardığı ellerini, inanılmaz bir mabuda dua edecekmiş gibi, istemeye istemeye yukarı kaldırdı. Kendilerine kumanda edenlerin arkasında iki de polis duruyordu. En öndeki memur, bu polislere üzerlerini aramak için emir verdi. Prens Efruz soğukkanlılığını bozmuyor, hiç sesini çıkarmıyordu. Evet, anlaşılıyordu ki işe hükûmet de karışmış! Demokrat hükûmet, asilleri yakalamak, programlarını filan elde etmek istiyordu. Ama bir şey bulamayacaklardı.
Komiser olması icap eden memur:
“Fişleri, kâğıtları filan hep getiriniz?” dedi.
Anlaşıldığına göre işi kumar baskını hâlinde idare etmek istiyorlardı. Hay kurnazlar hay…
Sivil komiser, elleri havadaki Prens Zırtaf’a sordu:
“Aziz! Bu seni kaçıncı yakalayışım?”
…
“Ben ‘Bu Beyoğlu’nda sana kumar oynatmam!’ demedim mi?”
“Biz burada kumar oynamıyorduk ki…”
“Ya ne yapıyordunuz?”
“Hiç…”
“Onu sen babana yuttur. Beş gündür seni takip ediyoruz. Kumarcıları toplayıp toplayıp buraya getiriyorsun. Mihal’i de şimdi götüreceğim. Onunla ortak olmuşsunuz. Sizin işleteceğiniz kumarhane değil, batakhane…”
“Vallahi Komiser Bey, burada şimdi kumar oynamıyorduk.”
“Ne yapıyordunuz?”
…
Zırtaf cevap veremiyordu. Prens Efruz’un ödü koptu. Ya hakikati söylerse işte o vakit işleri yamandı. İhtilalcilikle, inkılapçılıkla itham olunacaklardı.
Prens Efruz bunu çaktı. Gülümsüyordu.
…
“Söyle Aziz, ne yapıyordunuz?”
“Konuşuyorduk.”
“Ne konuşuyordunuz?”
“Şuradan buradan…”
“Bana yutturamazsın. Dün gece, evvelsi gece, pazar sabahı hep şuradan buradan mı konuştunuz?”
…
“Hem Mihal’le ortak olmuşsun.”
“Haşa.”
“Bu apartmanı da o tutmuş.”
“Olabilir.”
“Mademki ortak değilsin, sen burada ne arıyorsun?”
“Burada kirayla bir oda tutuyorum.”
Efruz gülümsüyordu. Cepleri arandığı hâlde hâlâ hepsinin kolları yukarıdaydı. Kara Tanburin, Müzekki Civan hiddetten kıpkırmızı idiler. Prens Efruz ilk defa ağzını açtı:
“Memur efendi, affedersiniz, kollarımız ağrıdı. Müsaade ediniz de aşağı indirelim.”
“İndiriniz, indiriniz.”
…
Sonra, Prens Zırtaf saçmalayıp da sırlarını meydana vermesin diye, işi kısaca kesti:
“Evet, komiser efendi. Biz burada kumar oynuyorduk.”
Komiser hemen Zırtaf’a döndü:
“İşte arkadaşın itiraf ediyor.”
“Yalan.”
Siyasette yalan caizdi. Efruz Bey bu iftirayı hakaret telakki etmedi. Tekrar:
“Yalan değil!” dedi.
Komiser biraz tereddüt ediyordu:
“Hepinizin üzerinden beş lira çıkmadı. Paralar nerede?”
Para lafı Efruz Bey’in kibrine dokundu. Sert bir cevap verdi:
“Biz üzerimizde para taşımaya tenezzül etmeyiz.”
“Vay beyim vay! Ya ne yaparsınız?”
“Paralarımız bankada durur.”
“Ha, işte, ben de o bankayı soruyorum.”
“Size söylemeye bir mecburiyetim yok.”
“Karakolda bülbül gibi söylersin.”
…
Sonra komiser, adını “Mihal” olarak bildiği uşağı sıkıştırıyor, paraları nereye sakladığını soruyordu.
Efruz Bey asıl tahkikatı kumar meselesine çevirebildiği için memnundu. Hiç mukavemet etmedi. Karakola gitti. Bir gece yattı. Ertesi gün kefaletle tahliye olundu. Uzun müddet asil arkadaşlarına rast gelmedi. Böylece asırlarca asalete ehemmiyet vermemiş bir muhitte resmî asalet iddiasına kalkmak, hakikaten oldukça tehlikeli bir şeydi. “Tanin”de “Prens Uzun Hasan”ın nasıl kartı teşhir edilerek maskaraya çevrildiğini hatırladı. Aziz Zırtaf’ın Beyoğlu’nda meşhur sabıkalı bir kumar kılavuzu olduğunu bir türlü öğrenemedi. Altı ay hapse mahkûm edildiğini işittiği zaman:
“Zavallı prens!” dedi, “Asaletin kurbanı oldu! Sırrımızı hükûmete vermemek için yalancıktan kumarcılığı kabul etti. Haysiyetini kaybetti; ama denklerin altında kalan büyük ceddi Kaysüzzırtaf’ın ‘azametli ruhu’ şüphesiz yine içinde yaşıyor.”
***Politika ve asalet teşebbüsleri cılk çıktıktan sonra Efruz Bey için yapılacak yalnız bir şey kalıyordu: Milliyetperverlik! O, öyle bir köşede oturacak, şöhretten, şandan uzak yaşayabilecek bir tip değildi. Hareket, inkılap, gürültü, harıltı adamıydı. Koştu. Gitti. Bucak’a yazıldı. Oranın geceli gündüzlü bir müdavimi oldu. Artık evine pek geç gelir, güneş doğmadan kendini sokağa, yani Bucak’a atardı.
BİLGİ BUCAĞINDA
Fantezi RomanAma epey zamandan beri Efruz Bey yine hiçbir tarafta görünmüyordu. Bucak’ta verdiği son konferansları hatırlayanlar onu Kaşgar’a gitmiş sanıyorlardı.
***Ah, hakikaten onlar ne konferanslardı! Bu meşhur konferanslar sayesinde değil miydi ki İstanbul’da yeni bir âlem doğdu. Yüz bin “Arnavutköy akıntısı” kuvvetinde şedit bir cereyan başladı. Herkes anladı ki biz, yani İstanbul, biz Türkiye ahalisi, Türk değilmişiz! Bucak’ın salonu hıncahınç doluyordu. Efruz Bey’in şaşaası içinde Çapakçurlu, Mamayof gibi en büyük, en dâhi Bucaklıların namı söndü. Türklerin millî büyük büyük şairleri Emin Bey’le gayri millî “Dahi-yi azimüşşanları” Abdülhak Hâmit’in resimleri indirildi. Yerlerine Efruz Bey’in, yollar kapalı olduğundan henüz gidemediği Petersburg, Oroçensk etnografya müzelerindeki derin derin tetebbuları neticesinde bulduğu -hayır bulduğu değil- keşfettiği millî Türk kıyafetiyle çıkarılmış resimleri asıldı. Bu resimler tabii büyüklükte idi. Bucak’ın reisi, bunlara göre, Efruz Bey’in bir de heykelini yaptırmak istemiş fakat o vakit Efruz Bey razı olmamış:
“Yaşayan adamın heykeli yapılmaz.” demişti. Her ne kadar Türkçülük mahfiline yeni girmiş ise de korkunç mucit zekâsı sayesinde yine onların siyasetini çakmıştı. Biraz akıllı, biraz istikbali parlak bir adam gördüler mi içlerinden, İşte bir rakip! derler, hemen onun fotoğrafını büyülterek salonun duvarına asarlardı. Sanırlardı ki fotoğrafı asılan Bucakçı artık en büyük mevkiyi ihraz ettiğine inanacak! Enayiler buna kanardı. Fakat Efruz Bey… Efruz Bey gibi bir dâhi budala mıydı? Resmi asıldıktan sonra da konferanslarına devam etti. Bucak’ın gayet nazik reisi:
“Biraz fasıla versek azizim; korkuyorum ki Bucaklılar derslerinizden bıkacak!” dedikçe o başını sallayıp gülümserdi. Hangi Bucaklı onun derslerinden bıkacaktı? Her cümlesinden sonra daima bir alkış tufanı koparanlar mı? Kıvırcık kirpikli, iri, siyah gözlerini kırpıştırarak, monoklünü düzelterek tekrar gülümser:
“Heh heh aziz reisim!” derdi, “İşi tabiata bırakınız. Maksat onlara bir şey öğretmektir. Benden çalışmak! Bıkarlarsa bıksınlar. Dünyada zaten neden bıkılmaz? Bonboncunun çırağı birbiri üstüne iki bonbon yiyebilir mi? Fakat işi tabiata bırakalım. Ben derslerimden vazgeçmem. İsteyen gelsin, dinlesin, istemeyene tünaydın.”
Bu lafları söylerken içinden de derdi ki: Ah hain reis! Beni bilmiyor mu sanıyorsun. Bütün Bucaklıların bana taptıklarını anlıyorsun. İhtimal gelecek intihapta beni reis yapacaklar. Sen iyot gibi açıkta kalacaksın. İstiyorsun ki şimdiden beni biraz unutsunlar.
Resmi duvara asıldıktan sonra artık reis onu kolaylıkla Bucak’tan uzaklaştıramazdı.
Artık her sabah erkenden damlıyor, öğle yemeğini bile Bucak’ta yiyor, akşama kadar çay içiyor, konuşuyor, kendi ilmine, fiiline, malumatına dair propaganda yapıyordu. Onun bütün hayatını Bucak’ta geçirdiğini hizmetçilerden öğrenen reis şaşar:
“Fakat azizim, konferanslarınızı ne vakit hazırlıyorsunuz?” diye sorardı.
“Geceleri!”
“Hangi gecelerden bahsediyorsunuz?”
“Her geceden.”
“Fakat azizim her gece, gece yarısına kadar burada konferans veriyorsunuz?”
“Gecelerin yarısından sabaha kadar süren kısmında.”
Reis bütün bütün şaşırdı:
“Öyleyse ne vakit uyuyorsunuz?”
“Ne uykusu?”
“Bayağı uyku, gece uykusu…”
“Aziz reisim, sen beni bir gümrük hamalı sanıyorsun. Ben dimağımla yaşayan bir adamım. Ben geceleri hiç uyumam.”
Reisin şaşması değişir, gözlerinin beyazı büyür, ağzı açık kalırdı:
“Aman ya Rabbi, bu nasıl olur? Hiç uyumamak, bu nasıl olur?”
“Pek tabii. Yalnız gündüzleri on dakika kadar uyurum.”
“Her sabah erkenden Bucak’a geliyorsunuz. Akşama kadar bir dakika uyuduğunuzu gören yok.”
“Tabii böyle uyanık bir mahfilde uyuyamam. Evet tramvaya bindiğim zaman Taksim’den geçerken dalarım. Galatasaray’da bilet kontrolcüsü uyandırır. Köprü’ye kadar tekrar dalarım. İşte benim uykum!”
Hâlbuki konferans hazırlamaya onun hiç ihtiyacı yoktu. O cahil miydi? Kitabı açıp okuyup söyleyenler hep cahillerdi. Kitaptan okuyup söyledikten sonra konferansçılığın ne ehemmiyeti kalırdı? Kitapta olan şey zaten söylenmiş demekti. İsteyen alıp okur yahut her kim isterse bu kitabı verir, okutturur, dinlerdi. Marifet, okumadan söylemekti. Fakat Bucak’ta bu hakikati bilen olmadığı için, Efruz Bey hep çok okuyor, derin derin tetebbu ediyor gibi gözükür, kataloglardan ezberlediği filozof, âlim namlarını sık sık tekrarlayarak daima “asıl kendine ait fikirler” söylerdi. Mesela bir meseleyi izaha başladı mı evvela derdi ki: “Efendiler, işiteceğiniz ders asla benim fikrim değildir. Dün gece tamamıyla okuduğum kitapları şimdi size sayacağım. Mehazım bu kitaplardır. Ben yalnız bu fikirleri terkip ettim. Zaten bir âlimin vazifesi de yalnız budur.” Sonra en aşağı yirmi kitap ismi sayardı. Bucaklıların ona o kadar itimatları vardı ki içlerinden hiçbiri, bir gece içinde tanesi en aşağı üçer yüz sayfalık yirmi kitabın, yani altı bin sayfanın okunamayacağına akıl erdiremezdi. Efruz Bey’in kütüphanesinde kataloglar hemen hemen büyük iki raf işgal ederdi. Her gece yatmazdan evvel bu kataloglardan birkaçını açar, tetebbu ettiği müelliflerin, eserlerinin ismini yazar, diğer defa yine bu müelliflerden bahsetmemek için katalogdan isimlerini iyice silerdi. Hatta bazen yevmi gazetelerde kendine reklam yaparken: “Ben şimdiye kadar dört yüz bini mütecaviz tarih kitabı okudum, ilh…” diye istemeye istemeye, her vakit iddia ettiği tevazusuna rağmen, kendinden başka Türkiye’de âlim bulunmadığını söylemeye mecbur olurdu. Ah, fakat kıskançlık… İşte insanlığın en kötü kusuru… Her âlim gibi, onu da kıskanmaya başlamışlardı. Kıskananların başı, birincisi, reisi, aynı zamanda Bucak’a reis olandı. Onun derslerine mâni olmak için mütemadiyen planlar kuruyor, sanki bir darülfünun, bir lise imiş gibi, Bucak’ta da yaz tatilini kabul ettirmeye çalışıyordu.
“Yaz tatili ne demek?” diye Efruz Bey hemen itiraz etmiş; dört gece sıra ile yaz tatilinin fenalığına, lüzumsuzluğuna, dine mugayir olduğuna dair serbest dersler vermişti. Beşinci gece birçok ayet, hadis, Arapça cümleler okuyor, derin derin tefsirler yapıyordu. Mesela: “Utlubü’l-ilme velev bi’s-Sin.”2 diyordu.
“Evet, bu ne demektir? İlim, Çin’de bile olsa gidip bulunuz, isteyiniz, öğreniniz, değil mi? Pekâlâ Çin’e gitmek için iki yol vardır. On sene evvel okuduğum otuz bin sayfalık kocaman ve siyah kaplı bir coğrafya kitabında bu yollara ait pek mühim malumat edindim. Biri İstanbul, Erzurum, Tahran, Kaşgar, Tibet, Mançurya yolu! Diğeri İstanbul, Marsilya, Cebelitarık, Liberya, Ümit Burnu, Madagaskar, Zanzibar, Avustralya, Filipin, Formoza, Şanghay yolu… Laf arasında unutmayayım, size fazla malumat olmak üzere söyleyeyim: Filipin’de pek derin fıkıh, ilahiyat âlimleri bulunduğunu müsteşrikler müttefikan beyan ederler. Bahsimize gelelim: Bu yollar ancak yazın işler. Kışın fırtınalar, tayfunlar münasebetiyle seyahat mümkün değildir. Hâlbuki biz yaz tatilini kabul edersek zımnen Çin’e gitme imkânını da kaldıracağız. O hâlde ne olacak? ‘İlim Çin’de olursa yaz tatili münasebetiyle gidip onu aramayınız. Bulmayınız. Cahil kalınız!’ değil mi? Düşününüz efendiler, bu ne müthiş bir küfürdür. Bundan maada…”
Bucaklıların alkış tufanından salonun havası sarsılıyor, elektrik lambaları titriyor, duvarda meşhur dâhilerin resimleri sallanıyordu:
“Lanet olsun yaz tatiline! Lanet…”
Reis, Efruz Bey’in galebesinden sapsarı kesilmişti. Bu Türklerin Çiçeron’u idi. En tabii bir fikri küçük bir ima ile dâhiyane bir mantık ile silip süpürüyor, en basit hakları korkunç cinayetler gibi gösterebiliyordu. Efruz Bey monoklünü çıkarmış, önüne bakıyor, alkışın nihayetini bekliyordu. Fakat bu alkış durmadı. Aynı zamanda müthiş bir hatip olan reisin sesi işitildi:
“Muhterem arkadaşlarım, efendilerim. Burada biz pek ziyade hissiyatımıza tabi oluyoruz. Parlak sözlere kapılıyoruz. Hâlbuki hakikat parlak sözler değildir. Mantıktır, muhakemedir.”
Efruz Bey:
“Sözümü kesmeyin Reis Bey!” diye haykırdı. “Ben bitireyim, sonra kürsüye çıkınız. Burası hürriyet ve serbesti bucağıdır. Burada herkes söz söyleyebilir. Yalnız mantıktan, hakikatten ayrılmamak lazımdır. Kimse kimsenin sözünü kesemez. Burası sizin eviniz yahut mektebiniz değildir. Siz reissiniz, yalnız o kadar…”
Reis bu feveran karşısında korkup susuverince Efruz Bey yine ilmî itirazına devam etti:
“Reis Bey diyor ki: ‘Parlak sözlere kapılıyoruz. Hakikat parlak sözler değildir…’ Ben de bunu tasdik ederim. Fakat benim sözlerim asla parlak değildir. Benim sözlerim kurudur. Mantıkidir. İlmîdir. Fennîdir. Fakat asla parlak değildir. Onun için safsata ile susturulamam. Beni mantıkla, ilimle cerh etmeli. Evet, ne diyordum…”
Bucaklılar Efruz Bey’e mevzusunu hatırlattılar:
“Lanet olası yaz tatilinden bahsediyordunuz.”
“Ha… Evet, yaz tatili… Tabii siz hepiniz talebe, genç olmanız itibarıyla benden iyi biliyorsunuz ki ‘Utlubü’l-ilme mine’l-lahdi ile’l-mehd’ değil mi?”
“Evet, evet…”
“Şüphesiz.”
“Yaşayın. Yaşayın…”
“Sükûnet ister! Hissiyatınızı nidalarla dışarı vurmayın! Bu, hayvanlara mahsus bir zihniyettir. Sakin olun. Evet bunun manası ‘Daima, mezardan beşiğe kadar ilmi isteyiniz.’ demektir. Eğer yaz tatili meşru olsa ‘Yaz tatilleri müstesna olmak üzere mezardan beşiğe kadar ilmi isteyiniz.’ demek icap ederdi.”
Sobanın yanında oturan Reis Bey birdenbire hiddetlendi; ayağa kalktı. Herkes deli oldu sandı. Hızla kürsüye doğru koştu. Bucaklıları eziyor, bazen kendi yere yuvarlanıyor, kalkınca sıçrayarak, omuzlarından aşarak Efruz Bey’e atılıyordu. Bir suikasta maruz kaldım zanneden Efruz Bey hemen eğilmiş, kürsünün içine saklanmıştı. Reis boş kalan kürsüye fırladı. Ağzını açtı. Artık Efruz Bey görünmüyordu.
“Efendiler, kardeşler, muazzez Bucaklılar, şarlatanlık oluyor; bir şarlatan, evet Bucaklılar, bir şarlatan; ta Turfan tepelerinden kopan Altayî bir çığ gibi bizim üzerimize çökmüş, bizi aldatıyor. Bucaklılar, bizi aldatıyor.”
Kürsünün içinden, derin derin “Haşa! Haşa! Haşa!” sesleri geliyordu. Reis devam etti:
“Evet aldanıyoruz, Bucaklılar, aldanıyoruz. Mesela bu şarlatan ‘Utlubü’l-ilme mine’l-mehdi ile’l-lahd.’ diyecek yerde ‘Mine’l-lahdi ile’l-mehd.’ diyor. Bu haşa huzurunuzdan uzun kulaklı bir mahluka yakışacak derecede ağır bir hitaptır… Bundaki mana farkını anlıyor musunuz?”
Bucaklıların ön sıralarda oturan en ateşlileri:
“Hayır, anlamıyoruz. Biz Arap mıyız?” diye mukabelede bulundular.
“Vakıa değilsiniz. Anlamak vazifeniz değildir. Fakat ders vermek iddiasını güden bir âlim bunu bilmelidir. Bu şarlatan evvela bunu yanlış söyledi. Hiç olur mu efendim, ‘Mezardan beşiğe kadar?..’ Hayır, ‘Beşikten mezara kadar…’ olacak. Yani, ‘İnsan doğduğu zamandan öleceği ana kadar.’ demektir. Bizi hemen iki seneden beri aldatan bu şarlatanı nihayet işte böyle cürmümeşhut hâlinde yakaladım. Arapça bilmiyor. Sonra, ‘Mezardan beşiğe kadar.’ yani, ‘Ölümden doğmaya kadar.’ diyecek derece mantıksız bir cahil…”
Bütün salon bu “cürmümeşhut” karşısında sessiz kaldı. İki senedir tapındıkları mabutları işte böyle kazara devriliyordu. Bucak’ın bu anda ruhuna, hissiyatına ancak Frenklerin “moment critique”3 dedikleri “…” terkibi tercüman olabilirdi. Reisin gözleri parlıyordu. İşte nihayet hasmını yere sermişti. Fakat… Fakat yere serdim sandığı hasmı yavaş yavaş bacaklarının arasından yükseldi. Kafasını meydana çıkardı. Bir eliyle reisin omzunu tuttu. Diğer elini Bucaklılara uzattı:
“Hiçbiriniz kımıldamayın. Ey reis, sen de kımıldama. Artık sen manen öldün… Çünkü cehaletin fena hâlde meydana çıktı. Ey Bucaklılar iki dakika beni dinler misiniz? Bunu vadediyor musunuz?”
Reis, omzundaki Efruz Bey’in eline şiddetle vurdu.
“Hâlâ şarlatanlık, hâlâ şarlatanlık.”
“Şarlatan sensin!”
“Sensin…”
“Sensin…”
“Sensin…”
“Artık bu kürsüde laf söylemeye senin hakkın yoktur…”
“Senin hakkın yoktur.”
…
…
Efruz Bey’le reis birbirlerinin boğazlarına sarıldılar. Bucaklıların kürsüye çıkmaları “dahilî nizamname” ile menolunduğu için gidip ayıramıyorlardı.
“Bu, beni tahkir!”
“Asıl beni tahkir!”
“Düello…”
“Tenezzül etmem…”
Bucak’ın kahvecisi reisini kurtarmak için hemen arkadan fırladı: “İki çay parasını inkâr etti.” diye Efruz Bey’e zaten garazı vardı. Kürsüye koştu. Efruz Bey’i boğazından yakaladı, yere indirdi. Yere inen Efruz Bey hâlâ metanetini muhafaza ediyordu. Avazı çıktığı kadar:
“Hak, hakikat boğuluyor!” diye haykırdı, “Ey Bucaklılar! Bana müsaade ediniz. Çıkayım, haklı olduğumu söyleyeyim. Eğer reis haksızlığına emin değilse buna mâni olmasın. Ben söyleyim, o da söylesin. Siz hükmediniz. Siz hakem olunuz, burası Engizisyon olmasın. Victor Hugo Hazretleri’nin dediği gibi ‘Müsademe-i hakikat barika-i efkârdan doğar.’ ”
Salonda büyük bir gürültü koptu. Ekseriyet Efruz Bey’e taraftardı. Zaten reisten bıkmışlardı. Bu adam her şeye karışıyor, kendisinden maada söz söyleyene meydan vermiyor, konferansları kesiyor, her şeyi piç ediyordu. Daima fikri “Hep ben hâkim olayım.” idi. Hem, demek onun maksadı orada, köşede, büyük beyaz sobanın dibinde sakin sakin oturup konferans dinlemek, istifade etmek değilmiş. Pusuda imiş! Efruz Bey’in küçük bir hatasını yakalar yakalamaz aç kurt gibi atıldı. Evet, ekseriyet Efruz Bey’e taraftardı. Çünkü Bucak’ın daimî misafirleri olan Rusyalı talebe, Efruz Bey’e “Bizgım Tolstoygumuz!” derlerdi. Efruz Bey gündüz fikirlerini propaganda ederken onlara “Asıl Türkler sizsiniz. Türkiye Türkleri Türk değildir. Dejeneredirler. Biz medeniyeti sizden alacağız. Hepimiz Tatar olacağız. Kazgan’da, Orenburg’da çıkan âlimlerin bir tanesini Türkiye yetiştirebilmiş mi? Hatta Rusların terakkisi bile sizin yüzünüzdendir.” derdi. Sonra bu ilmî fikrine gayet amelî bir proje de ilave ederdi:
“Ben Bucak’a reis olursam, evvela burayı resmî bir akademi gibi hükûmete kabul ettiririm. Sonra size yalnız oda, yatak değil, günde dokuz defa da yemek verdiririm. Hepinizi millî akademiye maaşlı, tabii aza yaparım.” İşte böyle propagandalarla Bucak’ın Tatar kısmını, şimal kuvvetini kendine temin eden Efruz Bey, öyle, şüphesiz bir cahilliği meydana çıktı diye kürsüden vazgeçmezdi. Bağırdı çağırdı. Salonda âdeta bir ihtilal alevlendi. Belki cinayetler olacaktı. Nihayet reisle Efruz Bey ayrı ayrı dinlenilmek şartıyla müsalaha yapıldı. Herkes yerine oturdu.
Efruz Bey: “Evvela ben söyleyeceğim, sıra bendedir.” diyerek kahvecinin darbesiyle beş dakika evvel yuvarlandığı kürsüye tekrar muzafferane bir şekilde çıktı:
“Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Eğer ben şarlatan isem beni bir daha bu Bucak’a koymayınız. Fakat reis şarlatan ise ben ondan bir şey istemiyorum. Yalnız onun şarlatanlığını, bana haksız hücum ettiğini ispat edersem bana tarziye verir mi?..”
Reis hakkından emin olanlara has bir tereddütsüzlükle:
“Veririm, veririm, ispat et bakalım!” diye haykırdı.
Bütün salonun üzerinde kesif bir “ezmine-i tenkidiye” havası dalgalandı. Herkes merak ediyordu. Bu kadar sarih bir hatadan Efruz Bey nasıl yakayı sıyıracaktı?
“Dinleyiniz, dikkatle dinleyiniz. Benim için reis ‘Arapça bilmiyor.’ diyor, bunu reddederim. Vakıa bir Türk için bu bir kusur değildir. Fakat ben mükemmel Arapça biliyorum. Araplar benim kadar Arapça bilmezler.”
Reis kendini tutamadı, güldü:
“Bu nasıl olur?”
“Bayağı olur. Çünkü Araplar benim gibi İbranice bilmezler.
Ben İbranice de bilirim. Sair lisanların hepsini bilirim.”
Reis yine kendini tutamadı:
“Ne malum?”
“İsteyen imtihan edebilir. Benim bu lisanları bildiğim her ne kadar Türkiye’de meçhul ise de Avrupa’da öyle değildir! Herkes beni tanır. Hatta Max Nordau müşküllerini hal için bana mektup yazar. Yarın onun İbranice mektuplarını getirir hepinize gösteririm. Neyse sadede gelelim. Evet, ben Arapçayı pek iyi bilirim. Söylediğim sözü de biliyorum. ‘Mine’l-lahdi ile’l-mehd.’ dedim, yani ‘Mezardan beşiğe kadar…’ Bu sözde, reis bir yanlış var zannetti. Sonra inkâr etmemesi için tekrar bunu kendisine soracağım, cevabını hepinizin huzurunda tekrar aldıktan sonra benim doğru söylediğimi, onun bu sözümü anlayamayacak kadar cahil olduğunu ispat edeceğim. İşte Reis Bey, size soruyorum, ‘Mine’l-lahdi ile’l-mehd.’ yanlış mı?”
“Evet yanlış…”
“Sonra pişman olacaksınız. Buna emin misiniz?”
“Herkes gibi eminim.”
“Pekâlâ! Bucaklılar. Ey darülfünun sıralarında dirseklerini çürüten, geceleri dağ gibi büyük kitaplar üzerinde gözlerinin nurlarını solduran gençler! Size hitap ediyorum. Çünkü reis söyleyeceklerimi anlamaz. İşittiğime göre hiç mektep görmemiştir. Mantıkta bir ‘tahlil, terkip’ vardır. Biliyor musunuz?”
Bucaklıların zaten bundan başka bildikleri şey yoktu; bağrıştılar:
“Biliriz.”
“Bir de ‘istidlal, istikra’ vardır. Biliyor musunuz?”
“Biliyoruz.”
Reis aptallaşıyordu. Çünkü o, vaktiyle mantığı inkâr etmiş olan bir nesle mensuptu. Mantık, hep laf, hep boş sözdü.
Cevabına güzel bir zemin hazırlamak için -mutadı veçhile- yanında duran genç bir Robert Kolejliye yavaşça sordu:
“Bu ‘istidlal, istikra’ ne demek?”
“Galiba ‘çıkarmak, sokmak’ olacak.”
Efruz Bey yumruğunu kürsüye vurdu:
“Pekâlâ… İstidlal mebdeden neticeye doğru yürümektir. Bu, riyaziyata mahsustur. Riyazi meselelerde bir mebdeden kalkarız, derece derece neticeye ineriz. Fakat tabii ilimlerde iş değişir. Tabiat sahasında usul ‘istikra’ya istinat eder. ‘İstikra’ neticeden ‘mebde’ye çıkmak demektir. Anlıyor musunuz?”