bannerbanner
Sultanlığın Sonu
Sultanlığın Sonu

Полная версия

Настройки чтения
Размер шрифта
Высота строк
Поля
На страницу:
2 из 4

“Ben Kara Tanburin ailesindenim!” dedi, “Fakat Prens Müzekki dö Civan gibi cetlerimi birer birer sayamam.”

Efruz Bey sordu:

“İsimlerini bilmiyor musunuz?”

“Biliyorum.”

“O hâlde?”

“Fakat o kadar çok ki… Saymak mümkün değil.”

“Demek son derece eski?”

“Son derece! On bin sene evvel…”

Efruz Bey tekrar sordu:

“Bundan on bin sene evvel mi?”

“Hayır.”

“Hicret’ten mi?”

“Hayır.”

“Milattan mı?”

“Hayır.”

“Tufandan mı?”

“Hayır.”

Başka tarihî bir mebde tanımayan Prens dö Civan hayretle:

“Ya neden?” dedi.

“Hilkatten!”

“Hilkatten mi?”

“Evet, hilkatten on bin sene evvel ilk ceddim nurdan bir sütun içinde ‘Kutlu Yeşim Dağı’ üzerine inmişti. Yeşil, alacalı bir geyik oralarda geziniyor, arkasına düşen çapkın bir bozkurt onu kovalıyordu. Ceddim Kara Gök Kaan bu kurdu öldürdü. Geyiği tuttu. Nur sütunuyla gökten indi ineli ağzına bir şey koymamıştı. Karnı zil çalıyordu. İlahi bir sevk-i tabii ile geyiğin memelerine sarıldı. O saatte bu memelerden mavi bir süt gelmeye başladı. Ceddimin karnı doydu. Dünya üzerinde bir kendi, bir bu alageyik vardı. Gezmek için at gibi bu geyiğin üzerine biner, geceleyin üstünde yatar, acıkınca sütünü emerdi. Yavaş yavaş ilahi, nasuti her ihtiyacını bu geyikte teskin etmeye başladı. Nihayet geyik gebe kaldı. Dokuz ay on gün sonra sabahleyin beş, öğleye doğru üç, akşamüstü bir tane olmak üzere üç defada dokuz Kaanzade doğurdu. Dikkat ediniz. Beş, üç, bir, dokuz! Bu dört sayı işte bunun için bütün insanlarca mukaddestir! Fakat bu prenslerin hepsi boynuzluydu. Ceddim sekizinin boynuzunu kırdı. Yalnız bir tanesini boynuzlu bıraktı. Boynuzları kırılan prensler hemen öldüler. Tek kalan boynuzlu yaşadı. Babasından kendine miras kalan alageyik ile birleşti. Evlatlarının ötesini berisini kırmadığı için hanedanı çoğaldı. Hükûmet teşkil etti. Bu aileye ‘Kara Tan-burin’ denir ki bütün Şark kavimlerince mukaddestir. Oğuzlar, Cengizler, Hülagular, Timurlar, Selçuklar, hasılı ne kadar Şark hükümdarı varsa hep Kara Tanburin ailesinin aylıklı uşağı mesabesindeydi. Henüz Türk tarihi Türkçe olarak yazılmadığı için bunları tabii bilmezsiniz!”

“O hâlde siz de prenssiniz!”

Kara Tanburin Bey güldü:

“Eğer tenezzül edersem, düşününüz.”

Hepsi düşünüyorlardı. Kâmuran, padişahlardan, imparatorlardan büyüktü, semavi bir aileye mensuptu. Allah’ın torunlarından biriydi.

Nermin Bey sükûtu ihlal etti:

“Bu semavi aileye mensup başka prensler var mıdır?”

“Hayır, yoktur. Vakıa Rusya’da bir iki kişi, ‘Biz de Kara Tanburin ailesindeniz.’ iddiasında bulunmuşlardı. Fakat yalanları meydana çıktı.”

“Sizin kardeşleriniz, akrabalarınız yok mudur?”

“Hayır, kimsem yoktur.”

Efruz Bey dayanamadı:

“Fakat evlenseniz… Kazara hayatınıza bir şey olursa semavi, ilahi bir aile kaybolacak.”

Diğerleri de ilave ettiler:

“Bu kadar eski, semavi bir aile olmazsa etrafında toplanılacak bir asalet kâbesi kalmayacak. Netice olarak asalet bitecek.”

“İhtimal bu semavi ailenin fenasıyla beraber kıyamet kopacak.”

Kâmuran hepsini temin etti:

“Merak etmeyiniz.” dedi, “Ben kırk yaşına gelince evleneceğim.

Bir erkek çocuğum olunca hemen kendimi iğdiş yaptıracağım.”

“O niçin?” diye sordular.

“Kıyametin bir hikmeti de azlıktadır. Ben Kara Tanburin ailesinin çoğalmasını istemem. Daima o aileden bir kişi bulunmalı. Evladıma da bu prensibi talim edeceğim. Ancak, ancak… Ancak o vakit…”

***

İğdişliğe kadar varan bu büyük fedakârlığın ulviyeti karşısında gaşyoluyorlardı.

Efruz Bey:

“Size bir unvan bulmak mümkün değil!” dedi.

“Evet.”

“Evet.”

Hepsi tasdik etti. Prens, raca, emperör… Bunlar nihayet dünyevi şeylerdi.

Nermin Bey: “Eğer kabul ederseniz size ‘Semavi Prens’ diyelim.” teklifinde bulundu.

“Başka kimseye bu unvan verilmemek şartıyla.”

“Elbet.”

“Elbette…”

Prens Eternel dö Kara Tanburin!.. Hepsi bu muhteşem ismi tekrarladılar. Prens Eternel’in badem gözleri hazdan parlıyor, yüzü daha ziyade aylaşıyordu. İşte nihayet bir prens telakki olunuyor, ismi teyit ediliyor, tasdik ediliyordu. O, efendisi hacının cami avlusundaki mermerler üzerinde öldüğü dakikadan beri tuhaf bir ruhiyet ile dilenmek için elini uzattığı İstanbul Türklerinden kendini çok yüksek görürdü. Dilenirken bile onlara hakaretle bakardı. Darülaceze’de, Darüşşafaka’da kendine, kendi kendine hususi bir ehemmiyet vermiş, muhitine bu vehmî ehemmiyeti ibram etmişti. Son derece mağrur, son derece kibirli idi. Kendisiyle konuşanlar, karşısında gayriihtiyari bir hürmet duyarlar, kendilerini gayet büyük bir adamın huzurunda sanırlardı. Hiçbir muayyen fikri yoktu. Bugün pantürkist, yarın politürkist… Döner dururdu. Edebiyat, ilim âleminde de -hiçbir eseri olmadığı hâlde-sırf gösteriş, sırf satış sayesinde kendini tanıtmıştı. Nazırları ziyaret eder, politika fırkalarının hepsiyle müsavi derecede münasebette bulunur, hepsine kendilerinden tarafa imiş hissini verirdi. Hem Yunan hükûmetinin hem Türkiye’nin pençesinden kolaylıkla kurtulan Kefalonyalı Rum kasa hırsızları gibi iki pasaportu vardı. Rus sefarethanesi onu Rus tebaası tanır, bizim siyasi düşünme eziyetine katlanamayan, zavallı nüfus memurlarımız ona “Osmanlı tabiiyyetini haiz Müslim” diye Hamidiye kâğıdı verirler, yol tezkeresi doldururlardı. İstanbul’un Ruslar tarafından alınacağına, iki kere iki dört eder kadar kaniydi. Onun için Rus pasaportuna, Rus sefarethanesinin teveccühüne ehemmiyet verir, Türkiye nazırlarının kendine teklif ettiklerini söylediği mevkileri -muvakkat olduğu için- kabul etmek budalalığında bulunmazdı! Her sabah başka bir fikirle uyanır, öğleye kadar birkaç defa bu fikri değiştirir fakat her gün, her saat, her dakika, her saniye yalnız “asaleti” hususunda sabit kalırdı. Bu asalet tamamıyla Efruz Bey’i tanıyor, arkadaşlarının muhitine giriyordu. İstanbul’da bütün edebiyata intisap iddia eden kadınlarla, vezir torunları, paşa akrabaları, ne kadar “Biz asiliz efendim!” iddiasında bulunan hanımefendi varsa hepsiyle dosttu. Onları ziyaret eder; siyasi dedikodulardan, son iktisadi dalaverelerden gayet müstehziyane bahsederdi. Hasılı tam bir salon adamıydı.

“Yirmi sekiz yaşındayım!” derdi. Ablak çehresi o kadar sakin, o kadar ciddi idi ki yalan mı samimi mi söylüyor, anlaşılamazdı. Herkese her vakit, her fırsatta ailesinin, Kara Tanburin kökünün eskiliğini anlatır, iftihar ederdi.

Nermin Bey, asaleti kadar hakikati de severdi. Altın tabakasından çıkardığı bir sigarayı altın ağızlığına taktı. Altın kibritliğinden bir kibrit aldı, çaktı. Sigarasını tutuşturdu. Sonra altın kibritliği cebine koyan eliyle altın saatini çıkardı. Baktı:

“Dostlarım! Gecikmişiz, saat beş!” dedi, “Fakat benim tarihî hikâyem yok. Hem ben prens olamam. Çünkü cetlerimden birisinin hükümdarlık ettiğini bilmiyorum.”

“Bununla beraber asilsiniz.”

“Şüphe yok. Fakat prens değilim. Belki bir marki, bir kont…”

“Marki, marki…”

“Evet, marki.”

Nermin Bey:

“Pekâlâ marki olabilirim. Cetlerim hep hükümdarların dizanterilerini iyi etmişlerdir. Dizanterinin sırrı ta Lokman Hekim’den beri bizim ailemizin malıdır. Sizin kadar asil değilsem de hepinizden zenginim!”

Bu iddia biraz Efruz Bey’e dokundu:

“Hepimizden zengin olduğunuzu söylemek biraz ciddi değil.. Vakıa ben çok iktisat yaparım. Fakat ne kadar iradım olduğunu biliyor musunuz?”

“Hayır.”

“O hâlde kendinizi hepimizden zengin addetmeniz muvafık değildir.”

Kıvırcık saçlarının arasına koyu patalumba renginde parmaklarını sokmaya çalışan Azizüssücufüzzırtaf tasdik etti:

“Efruz Bey, ben sizin servetinizi biliyorum. Siz gizli milyonersiniz.”

Efruz Bey, bunun üzerine iratlarını, çiftliklerini saymaktan vazgeçti. Azizüssücuf’a gayriihtiyari minnettarlığını göstermek ihtiyacını duydu:

“Azizim Prens Zırtaf, siz cidden asilsiniz!” dedi, “Evet siz halis prenssiniz. Bize kendinizi tanıtınız. Fakat rica ederim mütevazı olmayınız.”

....

Zırtaf’ın gözleri parladı. Bu, hakikatte kaşarlanmış bir serseri, gayet mahir bir şantajcıydı. İttihad-ı İslam’la Arap imparatorluğu mefkûrelerinin ikisine de aynı miktarda malikti. Gördüğü oldukça iyi tahsile rağmen iptidai bir zihniyetle dünyadaki insanları “İslam, Hristiyan” diye iki basit kısma taksim eder, ne kadar İslam varsa hepsine Arap nazarıyla bakardı. Ebülhüda’nın yetiştirmesiydi. Eskiden mabeyine nasıl girip çıkarsa şimdi de Babıali’ye, sadarete, teşkilat-ı mahsusalara, cemiyet-i hayriyelere, edebî kulüplere, siyasi mahfillere öyle girip çıkardı. Gayet şıktı. Beyoğlu’nda birinci sınıf bir apartmanda yaşıyor, kumarda, sefahatte harcettiği paraların membasını kimse, hatta kendi bile bilmiyordu.

“Benim ailem, İslamiyet sayesinde Kureyşîler iktidarı elde ettiğinden beri siyasi mücahedesinde devam eden minimini, gizli bir kabileciktir. İddiası, bütün Araplardan, büyük bir imparatorluk teşkil, Afrika ile beraber Asya’yı, Çin, Hindistan, Türkistan, Malezya, Türkiye dâhil olduğu hâlde tamamen Araplaştırarak tekrar Cebelitarık’ı geçmek, İspanya’yı, Fransa’yı, Almanya’yı, Avusturya’yı, İtalya’yı, hasılı bütün Avrupa’yı ezerek İngiltere ile Amerika’yı zapt, cihanı baştan başa istila etmektir. Ceddimiz Kaysüssücufüzzırtaf’tır.”

Müzekki Bey zihninde birden uyanan mazinin semî hatırasıyla:

“Zannedersem Zırtaf değil, Zırt…” dedi.

“Hayır efendim, Zırtaf… Siz mektepte çocukların bana ‘Hacı Zırt’ dediklerini hatırlıyor, ihtimal diğer münasebetler gibi bu mektep lakabını bozarak kendime aile ismi yaptım sanıyorsunuz. Hayır, yanılıyorsunuz. Benim ceddim Kaysüssücufüzzırtaf’tır!.. Bu ismin bütün Araplar indinde meşhur bir hikâyesi vardır. Bu hikâye binlerce âşıkane şiire mevzu olmuş, hatta Muallakat’ta bile telmih olunmuştur.”

Efruz Bey:

“Rica ederim, bu şairane hikâyeyi anlatınız.” dedi.

“Peki anlatayım. Hicret’ten binlerce sene evvel ceddim Kaysüssücufüzzırtaf on buçuk yaşında bir çocuktu. Daha kimse onun büyük bir şeyh, büyük bir hükümdar, büyük bir cihangir olacağını bilmiyordu. Zayıftı, sıskaydı. Biraz, biraz değil epeyce karnı şişti. Çenesinin altında bir davul gibi kabarıyordu. Bu esnada kabilesi, civardaki kabileler üzerine gazve yapmış, sayısız ganimetler yağma etmişti. Bu ganimetler vahada denk denk birbiri üstüne yığılmıştı.

Ekserisi setrelerden, kumaşlardan ibaretti. Gece bütün kabile halkı uyurken ceddim uyumuyor, ileride yapacağı cihatları düşünerek yığının dibinde geziniyordu. O, böyle küçük mikyasta gazvelere tenezzül etmeyecek, şarkı, garbı birleştirecek, yani dünya durdukça arza hâkim olacaktı. Tam bu sırada dehşetli bir fırtına çıktı. Ganimet yığınları devrildi. Ceddim bunların altında kalıp ezilince karnındaki gazlar o kadar şiddetle intişar etti ki havan topu gibi patlayan bir seda ile bütün kabile halkı uyandı. Ganimetlerin yanına koştular. Denkleri kaldırdılar; altından küçük kahraman Kays’ı çıkardılar. Zaman geçti, bu Kays büyüyüp bütün Arabistan’a hâkim olunca bu vaka da kendi kadar şöhret kazandı. Arapça sücuf ‘secf’in cemidir, setreler, örtüler demektir. İşte örtü, gömlek denkleri tazyikiyle ceddimin karnından çıkan bu seda ‘Sücufüzzırtaf’ diye evvela kendine, sonra ailesine, ondan sonra beş yüz bin sene var ki hanedanına alem olmuştur.”

Efruz Bey:

“Oh, ne romantik menkıbe!” dedi.

Prens Eternel Kâmuran dö Kara Tanburin şiirle de iştigal ettiği için bunu pek şairane buldu:

“Pek bedii bir levha… Düşününüz. Çölde bir vaha. Tüyleri dökülmüş kamış yelpazeler hâlinde sakin, nazenin duran hurma ağaçları… Saf, asude, dumansız, lekesiz, yıldızsız bir sema… Susuz bir kuyunun başında ince mugaylan fidanları arasında kurulmuş çergeler… Herkes uyuyor. Hurmalar, sema, mugaylanlar… Her şey uyuyor, yalnız kahraman Kays uyanık! Ganimetlerin dibinde birden çıkan rüzgârla denkler yıkılıyor. Müthiş bir seda, bütün bu sakin ufku dolduruyor: ‘Zırt…’ diye! Herkes uyanıyor, koşuyor, denklerin altından birkaç sene sonra tamamıyla küre-i arza hâkim olup Zuhal, Utarit, Zühre gibi küreleri de zapt için projeler yapan cihangiri çıkarıyorlar… Dünyada bundan nefis bir trajedi, bir destan, hatta bir opera mevzusu olamaz.”

Vakanın şiiriyeti, tabiiyeti hepsini teshir ediyordu. Zırtaf’ın tarihine bu hadise ile başlanmasını münasip buluyorlar, babadan evlada, evlattan toruna uzayıp gelen bu büyük kahramanlık tarihinden bir destan, bir opera yapılınca, besteleyecek bestekâra mukaddime olarak ne nefis, ne tabii bir sedanın hazır olduğunu söylüyorlar, bu tabii sesten ilahi bir melodi çıkarmak için bir Verdi, bir Wagner, bir Beethoven doğmasını temenni ediyorlardı.

Prens Azizüssücufüzzırtaf, ceddinin daha birçok hikâyesini anlattı. Artık hava kararıyordu.

Nermin Bey: “Asaletmeaplar!” dedi, “Vakit geçti, artık dağılsak…”

Fakat Efruz Bey kendi asaletini, kendi cetlerini anlatamamıştı. Saat altıyı geçiyordu. Bu beş asil genç birbirinden ayrılamadılar. Hemen oracıkta, aceleyle “Asiller Circle’si” namıyla bir kulüp tesisine karar verdiler. Oraya bütün asiller toplanacaklar, şarkta, garpta olduğu gibi asaletin hakkını arayacaklar, milletlerin idaresini ellerine alacaklar, avamı -asillerin iddiasızlığından fırsat bularak- sıçradıkları yüksek mevkilerden indirecekler, layık oldukları kovuğa sokacaklardı. Ayrılırken ev sahibinin ellerini samimiyetle sıktılar:

“Yarın Perapalas’ta…” diyorlardı.

Orada bir odada toplanacaklar, nizamnamelerini, duhul şartlarını, unvan, derece meselelerini müzakere edeceklerdi. Ev sahibi ta kapıya kadar misafirlerini teşyi ediyordu.

Prens Zırtaf: “Efruz Bey, sizinle bir dakika yalnız kalmak isterim…” dedi.

“Emredersiniz prens… Emrinizi icraya hazırım.” cevabını veren Efruz Bey, misafirlerinin arkasından kapıyı kapadıktan sonra Prens Zırtaf’la kapının sağındaki salona döndü.

“Buyurunuz efendim?..”

Prens sıkılıyor, ellerini ovuşturuyordu. Gayrete geldi. İnce, parlak potinlerinin narin uçlarına bakarak:

“Portmonemi düşürmüşüm!” dedi.

Efruz Bey çok zengin olduğu için para meselesine ehemmiyet vermeyi asalete mugayir görürdü:

“Ne zararı var efendim?”

“Sizden yarın akşam vermek üzere küçük bir meblağ isteyeceğim.”

Zırtaf, Efruz Bey’in doğru bir mazaret uydurmasına meydan vermeden ilave etti:

“Bin lira kadar bir şey!”

Bu, Efruz Bey için vakıa çok ehemmiyetsiz bir para idi, lakin aksi şeytan… Şimdi vermek mümkün değildi. Efruz Bey mazeretini saklamadı:

“Kasamın anahtarları annemdedir. İki hafta var ki nasırlarını kestirmek için Profesör Verşinker’in yanına Viyana’ya gitti… Üç ay sonra gelecek… Burada olsaydı, vallahi billahi, namusum, asaletim üzerine tekrar tekrar yeminler ederim ki şu bin lirayı hemen size verirdim.”

Prens Zırtaf teşekkür etti, sonra başını eğdi:

“Şimdi yüz lira verseniz?”

“Aksi şeytan!” dedi, “O da yok!”

“Bir lira lütfetseniz?”

Efruz Bey, birdenbire yıldırım gibi inen prense dikkatli dikkatli baktı. Ne diyecekti? Fakat mazareti pek makbuldü:

“Bugün yanımda ne kadar bir lira varsa hepsini sizin gibi bir dostuma verdim. Elime ancak yarın para geçecek.”

“Şimdi bir mecidiye olsun veremez misiniz?”

Kurtulamayacağını anlayan Efruz Bey parayı asil dostunun avcuna koyarak:

“İşte bir çeyrek! Daha fazla veremediğim için beni affediniz.” dedi, “Hayatta bazen öyle münasebetsiz, öyle aksi anlar oluyor ki…”

Prens çeyreği cebine koydu. Teşekkür etti. Konuşarak; para üzerine, aksi tesadüfler üzerine, zenginlik üzerine felsefeler yaparak Efruz Bey, misafirinin elini sıkıyor, veda ediyordu. Ansızın, arkada mermer döşeme methalde dehşetli bir gürültü oldu. Çığ gibi yuvarlanan al yanaklı, şişman, yuvarlak bir evlatlık sanki birkaç kilometre ötede birisine söylüyormuş gibi nefes nefese, avazı çıktığı kadar:

“Küçük bey, küçük bey!” diye haykırdı, “Anneniz, ‘Beni görmeden gitmesin!’ dedi, “Size çarşıdan burnunun kıllarını çekmek için cımbız aldıracakmış!”

***

Efruz Bey, Zırtaf’ın arkasından kapıyı kapayınca annesinin yanına koştu. Burası beyaz dokuma sedirli, Uşak halısı döşenmiş, Şam perdeli, gayet alaturka bir oda idi. Duvarları hep ayet, hadis levhalarıyla örtülüydü. Eğer bir “Allah”, bir de “Muhammet” levhası olsa mükemmel bir mescit sayılabilirdi.

“Anne! Niçin o münasebetsiz kızı misafirlerin yanına gönderiyorsun?” diye karşısına dikilen hiddetli oğlunu, bu sert Çerkez hemen yatıştırdı. Acele ile o rast gelmişti. İşte onun için göndermişti… Münakaşadan ziyade iş yapmasını seven Efruz Bey lafı pek uzatmadı. Hemen evde yeni bir tensikata girişti. İki İslam, bir Rum hizmetçi kızla küçük evlatlığı, dadısını çağırdı:

“Şimdiden sonra Despina’dan başka hiçbiriniz bana lakırtı söylemeyeceksiniz!” dedi. Dadısı mahzun mahzun baktı:

“Küçük beyim! Niçin bize darıldın?”

“Bak hâlâ ‘küçük bey’ diyor.”

“Ne diyeyim a beyciğim?”

“İsmimi söylemeye hacet yok. Yalnız unvanımı telaffuz edersin.”

Hiçbir şey anlamayan dadı, hanımefendisine, kızlara “Ne diyor?” der gibi baktı.

“Kalın kafalı Çerkez! Laf anlamazsın ki…”

Efruz Bey tekrar hiddetlendi, köpürdü. Hepsine ayrı ayrı sordu:

“Benim unvanım ne?”

Sonra annesine döndü:

“Söyle anne, benim unvanım ne?”

Hiçbirisinden bir cevap alamayınca daha ziyade ateşlendi. Ana oğlunun, hizmetçiler efendilerinin unvanını bilmiyorlardı. Bu memleket batmasın da neresi batsın? Bu ne idraksizlik, bu ne kabalık, bu ne hayvanlıktı.

“Benim unvanım: Prens… Ben prensim! Beni artık prens diye çağıracak, medeniyete girmeye alışacaksınız. Hain vahşiler…”

Hanımefendi yine oğlunu, geçen seneki gibi ismini değiştiriyor sandı:

“A oğlum, bari kendine bu sefer bir İslam ismi taksan…” dedi.

“Sus anne! Cahilliğini meydana vurma. Bu isim mi? Unvan…”

“Her neyse… Bari İslamca olsa.”

“İslamcası han ama böyle söylerseniz insanı Acem zannederler.”

Hanımefendiyi yine bayılmaktan kurtarmaya çalışan dadı:

“Başüstüne, öyle deriz efendim. Artık hepimiz size ‘prens bey’ deriz.”

“ ‘Prens’ dedikten sonra ‘bey’ demeye hacet yoktur.”

Efruz Bey, Despina’ya döndü:

“Söyle beni nasıl çağıracaksın?”

“ ‘Müsyü lö Prens’ diye.”

“Yalnız o kadar mı?”

“ ‘Müsyü lö Prens zenapları’ diye.”

Efruz Bey çok memnun oldu. Annesi, Bolulu aşçı ile fingirdeyen bu kızı, ay nihayeti savmak istiyordu. Fakat oğlunun tensikatı niyetinin aksine çıktı. Despina’nın maaşına bir lira daha zammolundu. Erkek misafir geldiği zaman Despina’dan başka kimse salona, kapının yanına uğramayacaktı.

Efruz Bey yarım saat içinde hizmetçilerin meselesini bitirdikten, küçük evlatlığın misafir karşısında bağıra bağıra yalan söylemesinden dolayı, ceza olarak iki gün tavan arasında hapsine hükmettikten sonra, yatak odasına çekildi. Yemek yemeye gelmedi. Düşünmek istediği akşamlar yemeği hazfeder, “Boş mide, dolu zihin, parlak fikir!” derdi. Koltuğuna uzandı. Hava tamamıyla kararmıştı. Gölgeler, karanlıklar içinde düşünmeye başladı. Evet, kendi bir prensti! Fakat hangi aileden? Bunu, hakikatte, ancak tarihler biliyordu. Hâlbuki Türklerin tarihi henüz yazılmamıştı. Annesi Osmanlı asaletine akıl erdirecek zihniyette değildi. Tabii hiçbir şey bilmiyordu. Ama yalnız kendi, yalnız kendisi ailesini biliyor, ruhundaki deruni bir sedanın, bir tahaddüsün, bir ilhamın ismini haber verdiği asil ailesini bütün tarihiyle, bütün ananatıyla biliyordu. Babası ölmezden birkaç sene evvel Kastamonu vilayeti defterdarlığında bulunmuştu. İhtimal bu adamı gizli bir “sevk-i tabii” son günlerde ecdadının payitahtına çekmişti. Ecdadı ihtimal ki… Hayır, “ihtimal ki” değil, muhakkak surette “Kızıl Ahmet”lilerdi.

“Prens Efruz dö Kızıl!..” dedi.

“Ahmet” ismi adi idi. Hazfetmek icap ediyordu.

Odanın yalnızlığı içinde ecdadının mazisini tahayyül etmeye başladı, o cenkler, o saraylar, o atlar gözünün önüne geliyor, Kızıl Ahmetli bayrağının dalgalandığını, altından armaları, elmaslı tuğları görüyor gibi oluyordu.

Kalktı. Soyundu. Aç açına yatağına yattı. Rüyasında Kastamonu’daki muhteşem şatosunun büyük salonunu gördü. Bu, altın kanepe ve billur avizeli salonda asil dostlarına, av için kendini ziyarete gelen Prens Eternel dö Kara Tanburin, Prens Sücufüzzırtaf, daha birçok marki, kont, lord, veliaht nevinden asillere ziyafet veriyordu. Şampanyalar içildi. Sofrasında, şimdiye kadar haremlerin gölgeli kafesleri arkasında mahpus, meçhul kalan Şark prensesleri de çırılçıplak hazır bulunuyorlardı.

Hele Prenses Zırtaf…

Efruz Bey tabii asil bir şövalye serbestliği ile sofrada, kocasının, bütün davetlilerin önünde bu çırçıplak güzel prensesin beline sarılıyor, şampanyalı dudaklarından öpüyordu. Fakat Prens Zırtaf kıskandı. Afrikalı bir maymun çevikliğiyle sofranın ta ortasına atıldı. Efruz Bey’in üzerine hücum etti. O anda bir kargaşalık koptu. Kadehler, sürahiler, avizeler devrildi. Silah, kılıç, kalkan, mızrak, tabanca, top, mitralyöz, bomba sesleri işitildi. Karanlıkta salonun eski büyük kubbesi çöktü. Efruz Bey can havliyle gözünü açınca kendini yatağında dimdik buldu. Sabah olmuş, hızla kapıyı açan Despina sütlü kahvesini getirmişti.

“Buyurunuz Müsyü lö Prens zenapları…”

Müsyü lö Prens zenapları derhâl yataktan fırladı. Tersine giyilmiş pijamasının hiçbir düğmesi iliklenmemişti. Hâlâ rüyasında kucakladığı Prenses Zırtaf’ın aşkıyla, ruhu, kalbi, sinirleri gergindi. Şakadan Despina’nın üzerine atıldı. Belinden yakaladı. Karyolanın içine attı. Sütlü kahve dökülmüş, fincanlar odanın ortasına yuvarlanmıştı.

“Ah prenses, prenses…”

“Vire duyazaklar simdi… Olazağız rezil!..”

Bu esnada sofadan geçen hanımefendi fincanların şangırtısını duymuştu. “Ne oluyor?” diye, vurmadan, habersizce kapıyı itince, öyle müthiş bir çığlık kopardı ki herkes yukarı koşuştu. Manzara müthişti! Prensin elinden kurtulan Despina, saçı başı karmakarışık, tıpkı iffetine tecavüz olunmuş masum bir kızoğlankız gibi, hıçkıra hıçkıra, derin derin ağlıyor, yanmamak için hemen kazı çeviren prens:

“İşte sütümü döken beceriksizi ben böyle döverim!” diyordu.

Ama hanımefendi yutmadı. Bağırdı:

“Dışarıda ne halt yersen ye… Burası bildiğin yer değil… Benim boynuzlarımı takmaya vaktim yok…”

Despina’yı hemen kovdu.

Ana oğul işi azıttılar. Kavga az kalsın dövüşe dönecekti. Hanımefendi her vakitki gibi bayıldı. Prens Efruz bu aralık çabucak giyinerek kendisini sokağa attı. Serin, rüzgârsız bir eylül günü, tatlı güneşiyle her tarafı parlatıyordu. Tek gözlüğünü taktı. Yürüdü. Yanından geçenleri görmüyordu. Harbiye’nin önünde bir arabaya atladı. Perapalas’ın önünde indi. Prens Eternel dö Kara Tanburin, Prens Zırtaf, Prens Müzekki, Marki Nermin, otel kapısının karşısında, yaya kaldırımında ayakta durmuş, konuşuyorlardı. Onu görünce:

“İşte Efruz Bey!” diye döndüler. Efruz Bey asillere yakışmayan bu hitaptan müteessir oldu. Elini onlara uzatmadı. Dargın bir tavırla:

“Asaletmeaplar beni tanımıyorlar…” dedi.

Tanıyorlardı. Fakat ismini bilmiyorlardı. Prens Zırtaf hemen intikal etti:

“Prens Hazretleri, dün bize ailelerinin ismini söylemedi.”

“Hakkınız var. Unuttum.”

“O hâlde şimdi lütfediniz.”

“Prens Efruz dö Kızıl…”

Hepsi bu ismi tekrarladı. Prensin elini sıktılar.

“Beni mi bekliyordunuz?”

“Evet, evet…”

“O hâlde niçin girmiyoruz?”

“Marki Nermin Bey makul bir şey düşündü, Perapalas’ta içtimamız münasip değil.”

“Niçin?”

Marki cevap verdi:

“Çünkü bu otele adi politikacılar da girebiliyor. Ondan başka iktisat serserileri de burada toplanıyor. Bizi bilahare tanıyacak olan asiller ilk içtimamızı burada yaptığımızı duyarlarsa protesto ederler.”

Prens dö Kızıl, arkadaşlarını evine, kendi salonuna davet edecekti. Ama henüz sabahki vaka aklında olduğundan teklife cesaret edemedi.

“İyi? Fakat nerede toplanacağız?” dedi.

Prens Eternel:

“Nerede olursa olsun, hususi bir yerde…” dedi.

Kendi evi pek uzakta, Fatih’te olduğu için dostlarını davet şerefinden mahrum kalacağına dair samimi, hakiki teessüfler izhar etti.

Prens Zırtaf:

“Benim apartmana buyurun!” dedi.

Kabul ettiler. Yavaş yavaş Cadde-i Kebir’e doğru yürümeye başladılar. Zırtaf yirmi senedir İstanbul’da umumhaneler, kumarhaneler işletmekle milyonerleşmeye yüz tutmuş bir Rum’un geçen sene yaptırdığı büyük “Megalo İdea” apartmanında, ikinci kattaki dairede oturuyordu. Burası son derece muhteşem, son derece süslü idi. Kapısında beyaz fistanlı, Karadağ tabancalı iri, ince belli efzunlar duruyor, gelene geçene bir kral sarayını bekliyorlarmış gibi dehşetli dehşetli bakıyorlardı. Bu esatir kahramanlarının önünden geçerken Prens Efruz dö Kızıl, asil kalbinin gururla titrediğini duydu. İşte arkadaşı prens, nasıl ismiyle unvanına layık bir ikametgâhta yaşıyordu. Geniş mermer merdivenleri çıktılar. Kapının düğmesine Prens Zırtaf bastı. Açılan kapıda, kesik kır bıyıklı ihtiyar bir uşak göründü. Sadece, yani âdeta kabaca:

На страницу:
2 из 4